Yılgın umutların başıbozuk sevdalarından kalma bu sarhoş adımlarla parlayan kırık ışık pırıltıları…
Kumsaldaki balık pullarından yansıyan çapraşık ışık karışıklıkları bedenimde izler bırakırcasına kopuşuyor…
Ben bende yalnızlığımda çoğalıyorum…
Umurumda değil kalabalıklar… Her kalabalık oluşumda parçalarım koptu bedenimden…
Her kalabalığım bir sevgide çoğaldı… Gün geldi, yalnız tek başa, tek kişi olarak su içer oldum…
Acıları sol yanıma koyup, hırslı adımlarla koştum, yalnızlığın dingin kulvarlarında…
Ben bana acılarımdan kopararak yalnızlığı hediye ettim…
Yüreğimin kabuklarını hep birileri, bir şey için yoldu…
Yoldukça yolundu içim ama bir gün acımaz oldu artık, kaybolan umutların ardında kalan boşluk…
Kaybettiklerimle, kaybetmeyi hazmedemediğim en çok onurumdu aslında…
Onur savaşlarının dinmez korkunçluğunun ardında kalan tek şey, benlikle kendi kendine savaşımdı aslında…
En büyük yara, en büyük iç çöküntü bu boşlukla hüküm sürüyordu…
Tek başına acıda çoğalmaya dönüşüyor içimdeki kişilik…
Yalnızımsı bir düşüncenin, yalnızımsı bir bakışı dönüşüyordu karanlık noktalara doğru, boşluktan geçen bakışlar, bir hırs kendi kendine çoğalma içinde acıyla kabullenilememezlikle…
Her şey yalnızımsı bir kapıdan geçişe dönüşüyordu, tek başa nefes almalarla çoğalmalar…
Uzak bir kentin sisli sabahına uyanıyor gözlerim…
Güneş oralarda bir başka türlü doğuyor, sis ardında kurşini izler bırakıyor güneşe doğru…
Bu şehir bana yabancı, yabanım ben de ona…
Kopup geldiğim yollar uzanıyor ardımda bıraktığım kurşini sislerin arasında…
Bir başka kızarıklık, bir başka kurşinilik bu uyanış…
Her şey her düşünceyi ardımda bıraktığım bir başka yalnızlık bu…
Biryerlerim acıyor, yüreğimin yarışı boşalıyor sanki bana yabancı olan kaldırımlara…
Bir kaçışın, bir kavuşamamanın hikâyesi bu…
Bir başka türlü çalıyor, bir başka türlü kulağıma geliyor bu müziğin tınısı…
Yanlış yerdeki yanlış canlık bu sahipsizlik…
Sabahın alacasında, tokatlar patlıyor sanki yüzünde
Bu kimsesizlik hissinin, bir başka can yanması…
Bedenim yerlere boşanıyor, dizlerimin titremesi cabası…
Hayallerimin en uçuk çıkışı bu kaçış…
Kayboluşta yalnızlaşma… Dayanılası bir güç değil bu aynı havayı defalarca soluma, onun nefes alışı ve benim nefes alışım…
Sanki tek hava nefeslenmesi gibi bir bağ bu kaçışın başı… Çözülüşü…
Aynı havayı nefeslememek veya nefeslerden tekliğe kaçış…
Artık aynı havayı nefeslememek için kendi şehrini yakmak gibi bir şey bu…
Kaçmak…
Kaçabilmek, ama ne kadar, nereye, kadar…
İç çöküntüleri ile bir terk etme isteği bu…
Hiç masallar yazmamıştım kendime…
Birkaç tane onun için yazmıştım…
Çikolatayı yalarken kahverengi olmuş dudakları ile küçük sarı kızı yazmıştım… Gümüştü…
Sonra öksürürken hap içen adamın büyüyen gözlerini ve de şilteleri oturduğu yerden yumruklayan adamı yazmıştım… Gülmüştü…
Masallar ya bunlar…
Bir de denizin altındaki toprağı kazarak, kazdırarak tünel açan ve adadaki kızgın komutanın kızına, sevdiğine ulaşan adamı, şövalyeyi yazmıştım… El çırparak yaşasın sevgi deyip… Gülmüştü…
Masallarla gülmüştü, oysa şimdi gerçeklerle ağlatıyor…
Hayat bir gerçeklik çemberi…
Yeter ki merkezinde ol… En çok çemberinde olanın başı döner, ağlarken dönmelerle…
Hayat bu sevmeye dahil olunca dönmelerle ağlatmalara dönüşür ki en çok çemberde olan ağlar…
Masal olmayan bir yaşam vardır sevgide… Önceleri gülersin, sonra çiviler çakılır beline, acıyla irkile irkile ağlarsın…
Boğazın delinir sevginin merkezinden kaçınca…
Önce kendi şehrini yakarsın, sonra kaçışlar başlar, nereye olursa, kime olursa olsunla, kuma gömersin başını, dünya kararmış vız gelir sana, gidersin birinden, birilerine…
Ne fark eder ki, beden kömürleşmiş hissizleşmiştir, acı çıbanları sarmıştır her tüy hücrelerinin dibine dibine kollarında…
Kızarsın, söylenirsin ama içinden ama kahrolursun yaşamda… İşte kendi şehrinden başka şehirler yakmak istersin ve ve yaka yaka gidersin hem de düşlerini, hem umutlarını, hem de son şehrine kadar bütün şehirleri yakmak istersin…
İşte masal burada bitmiştir…
İyiler de güler diye bir kural var mıdır ki… Dersin…
Bıktım trenlerin tekerlek uğultusundan, otobüslerin lastik gıcırtısından, bulutların karalarından ve sabahı olmayan başka kentlerin gecelerinden, zorlamasına gülmelerden… Bıktım…
Adresini yazamadığım yüzlerce mektup zarfı birikti elimde…
Ağzıma dolu dolu demli çaydan almalıyım, dudaklarımın arasında yanmadan sallanan bir sigara ve boğazımı yırtmak istercesine içimden kopmaya çalışan öksürük… Kahredici düş yorgunluğunun arkasında kalan nokta kadar önemli beden halim…
Haykırmalıyım bu aşkın penceresindeki tırnak uçlarına edebimi bozmadan sözleri ama ben yaşadım uğruna ölebileceğim bu sevgiyi…
Ben bana sevmeyi öğrettim,
saf duru
ve insancıl sevmeyi,
arlı duruşu,
saygın sevgiyi,
saygın sevgiliyi
ve sonsuz sevmenin gizemi acılarla da olsa,
ben bana öğretmiştim…
Ama
bir tek yalanı…
Riyayı…
Yüzsüzlüğü…
Kan emiciliği…
Arsızlığı…
Pişmanlığı… Öğretememiştim bana…
İşte,
Ağır olan bu sevgide onursuzluk olan bu sevgide, benim alışamadığım buydu sevgi yaşamımda… Öğretemedim bunu kendime… Canımın yanışı de hep bundandı, buydu sıkıntı yaratan yüreğimde… Yollara düşme sebebim, karanlıklarda kaybolma çünkülerim, acınası hale gelişi ve de unutulamamazlık damgasını sevgiden yiyişim ve kahrolup çöküşüm…
Yalanın yolu tıkanır…
Riyanın gücü ateşle biter…
Yüzsüzlük doğruda tutuşur…
Pişmanlık acı yaşanmışlıklarında dermansız kalır…
Ama…
Sevgi ölmez…
Hep bekler sevilsin diye…
Doğru zamanda doğru yerde ve doğru insanlarda…
Sevgide umut gerçekleşirse, sarılır bedene gerçek sevgiyle…
Keşke masallar yazılsaydı hep de bu ayrılık, düşü hiç görülmeseydi…
Sevmeye, çok sevilmeye dahil her şey beklemenin ardında asılı duran mutluluğa dahil tül perdenin ardındaydı…
Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 30.4.2010 11:58:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!