Gün boyu koşturmaktan canım çıktı desem yeri neredeyse. Akşama doğru işten çıkıyorum ve daha nereye gideceğime karar verememiştim. Dalgın dalgın caddeden yürüyor, vitrinleri seyrediyorum. Bir tezgahtar düzenleme yap...ıyor, cansız mankeni soymuş, yeni kıyafetleri giydirmeye hazırlanıyor. Neon ışıkları yakmış, sezon değişikliğine uygun dekor kurulmuş ve baharlık kıyafetler sergilenmeye hazırdı.
Hafiften çiseleyen yağmur şiddetini artırıyor, karşıdan karşıya geçenler, yağmurdan kaçmak için adımlarını hızlandırıyor, akşam trafiği felç olmuş, kornalar kulaklarımızı neredeyse sağır edecek gibiydi. Neyse, ilk duraktan bindiğim tramvay hızla kapılarını kapatarak hareket etmeye başladı. Cam kenarına oturup etrafı seyre dalıyorum. Şemsiyeler açılmış, hazırlıksız yağmura yakalananlar ise sırılsıklam olmuşlar, araçların sıçrattığı yağmur birikintilerinden korunmaya çalışarak koşuşturanlar, kucağında çocukları ile saçakların altında bekleyen kadınlar, yağmurun dinmesini bekliyorlar
Üçüncü durakta iniyor, hemen karşımdaki cafe’de çayımı içip, yeniden yürüyerek yüz metre ilerideki parka doğru gidiyorum. Yağmur dinmiş, hava iyice kararmaya başlamıştı. İyi ki, yağdı diyorum içimden. Ortalık temizlendi, mis gibi bir koku yayılıyordu etrafa. Parka yaklaştıkça bir akasya ağacının çiçeklerinden yayıldığını anlıyorum. Ağaca yakın bir bank’ın üzerini elimdeki gazete ile silip, oturuyorum. Hava açtı, yıldızlar yavaş yavaş ışıklarını yakmaya başladılar, ay o kadar parlak ki; neredeyse akşam olmadığını sanırsınız. Yoksa, kendisini güneşe rakip mi görmeye başladı da, diyebilirsiniz.
Çok dalgınım bu günlerde, kafam karışık, hedefini şaşırmış bir torpil gibiyim. Ne yapacağımı bilmiyor, hafızasını kaybetmiş, geleceği konusunda endişeli, bir yapıya büründüm. Ellerimi şakaklarıma dayayıp, gökyüzündeki yıldızları saymaya çalışıyorum, bir, iki, üç… derken vavgeçip, yeniden ay’a dönüyor ve ellerimi teleskop gibi yapıp, daha dikkatli bakıyor, ay’a çıkan ilk insanların yer çekiminden uzak uçar gibi hareketlerini gözümün önüne getiriyor, banane onlardan deyip, Ahmet haşim’in;
“Canan gülüyor eski yerinde
Canan ki gündüzleri gelmez
Akşam görünür havuz üzerinde,
Mehtab, kemer taze belinde
Üstünde sema, gizli bir örtü
Yıldızlar, onun gülüdür elinde...”
mısraları aklıma geliyor.
Gece ile ilgili şairlerin, yazarların yazdıkları aşk şiirleri, sevgiliye mektuplar, en güzel hikaye, roman ve makalelerin mehtaba karşı yazılmış olduğunu düşünüyor; gece, yıldızlar ve ay’ın sanatçılara olduğu kadar, gerçek aşkı yaşayanlara ilham kaynağı olduğunu düşünüyorum.
Acaba beni de sürükleyerek getiren iç güdüm, hep önünden geçtiğim ama ilk defa gelip akasya çiçeğinin baygın kokusuyla birlikte mehtabı seyrettiğim bu park, aşka davetiye miydi? Uzunca zamandır gördüğüm rüyalar, kabusa dönüyor, korkuyla yatağımdan fırlıyorum, uykularım kaçıyor, kendimden şüphe eder hale geliyorum, psişik yeteneklerimi ortaya çıkarmaya çalışıyor, ünlü Rus yazar ve bilim adamı Aleksandr Soljenitsin’in “Rusya’da Tanrı’ya Dönüş” araştırmaları aklıma geliyor, aksiyoner bir yapıya bürünüp, İdeolojik dogmalara kendimi kaptırıyor, herşeyde kendime haklılık payı çıkarmaya çalışıyorum.
Gece, park ve mehtap üçlüsü bana iyi geliyor, kalbimdeki çarpıntılar azalmış, aldığım nefes sayısı normale doğru bir eğilim gösteriyor. Tedirgin ve korku dolu kabus günlerimi yavaş yavaş belleğimden siliyor, hafızama yeni alan açmaya çalışıyorum. Ürkek ve korkak halimin yerine, insan canlısı konuşmaya, dertleşmeye hazır yeni kimliğimi seviyorum. Evet diyorum yeniden! bu park bana iyi geldi.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım, daldığım hülyalar beni küheylan bir ata bindirmiş oradan oraya koşturuyor, tarihi zaferlere imza atıyor, zalimlere korku, mazlumlara ise hamiliğe soyunuyorum. Atımın terkine aldığım dünyalar güzeli, ay parçası gibi, etrafa ışık saçan ciğerparem, arkamda dalgalanan kakülleri ile sarıldığı belimden bana güç veriyor, arada bir de, daha ileri, daha ileri komutları vererek yeni fetihlere doğru uçarcasına hayaller kurmama yardımcı oluyordu.
Silkinip kendime geliyorum, nereden nereye geldin bayım! Diyorum kendi kendime. Ne zaferi, ne atı otur oturduğun yerde, aldığın nefes, ciğerlerine taptaze oksijen pompalayan pırıl pırıl hava daha neyine yetmiyor, aklını başına devşir, diyerek son uyarımı yapıyorum. Zaman hayli ilerledi, parkın gerçek müdavimleri bir iki damlamaya başladılar, yanımdan geçen şarapçı Suphi, ardından bali bali Ali, saç sakal birbirine karışmış pejmürde kılıklı köfte Kamil, derken ecinniler istirahate çekiliyor, parkın gece bekçileri nöbeti devralıyorlar.
Allah var! zararsız insanlar. Aslında her birinin alanı farklı, kendi hallerinde takılıyor olmalarına rağmen, birleşerek beni yanlarına ortak misafirleri olarak ağırlıyorlar. Menüde bulunan gelirken yol üzerindeki manavdan aşırdıkları üç tane elma, şişesinden belli, tek başımdan gitsinde, diye beleş alınmış bir şişe Şarap. Bir de bali bali Ali’nin elindeki arada bir nefes alıp vererek şişirdiği kase torba.
Şarapçı Subhi’nin elini ceketinin iç cebine atarak çıkardığı bıçak ne yalan söyleyim beni korkuttu. Nereye düştüm ben yahu demeye başladım. Bunlar adamı diri diri keserler, kıtır kıtır doğrarlar, diye düşüncelerere dalıyorum. Ama adam elmaların kabuğunu soyuyur, dilimler haline getirdikten sonra, şarabın mantarını çıkarıp, önce misafir diyerek bana uzattığı leş gibi, çürük üzüm kokusunu andıran, kekre bir tat, bir yudum aldıktan sonra hızla ağzımdan çekiyorum şişeyi. Olmaaaz diyorlar hep bir ağızdan. Ne olmaz deyince, en az uzunca üç nefes içeceksin diyorlar. Yok desem de nafile uymak zorundayım, iki defa daha dikiyorum şişeyi kafaya. Gün boyu içtikleri için zaten onlar çakırkeyf, şimdiki ise yatmadan önce sütlerini içmeye benziyor.
Sırayla içilen bir şişe şarap beş dakikada bitiyor, Şarapçı Suphi başından geçen uzun yıllar tecrübesiyle ne işin var gecenin bu saatinde buralarda demeden, derdime dert ortağı olmaya mı geldin? Diyerek yüzüme karanlıkta seçilmese de bir bakış fırlattıktan sonra, bak arkadaş diye söze başlıyor; senin derdin bizim derdimizi de aşmış olmalı ki, ilk durak burayı seçmişsin diyor. Halden anlayan babacan tavırlarla; teselli meyhanelerde değil, yalnızlıkla aşılır, sen terkedilmemişsin, kendin terketmişsin, ama bu terkediş aşkına ihanet değil, aşkının sonsuza dek yaşamışını kurtarmak için bir can verme olduğunu düşünüyorum diye ekliyor. Sessizce üstadın bilgeliklerini dinliyor, zaman zaman da derinden bir ahh, bir iç çekerek yangın yerine dönen yüreklerimizdeki ateşin sönmemesi için bir nefes de biz veriyoruz.
Çok doğru diyorum, gayriihtiyari. Geç bulup, erken kaybetmekten korkuyorum, ilk oyunum özlem duymakla başladı, sonra da kaybetme korkusu…Ne yapmaya çalıştığımın ben de farkında değilim, rüzgarda sürüklenen bir gazel gibiyim. Ben kendimi dayanıklı zannederdim ama, bu başka bir şey, her geçen gün tükeniyorum, yavaş yavaş erimeye başladım. Ağlamaktan şişmiş gözlerim, sırtımdan bir hançer gibi girip çıkan ağrılarım, aklımı alıyor, kurtarmaya çalıştığım aşk, beni yiyip bitirmeye başladı diyorum.
Çaresi var evladım diyor Suphi baba; saklanılan her dert, azalmaz her geçen gün üzerine biraz daha koyar ve bir de bakmışsın ki, verilen salâ ile musalla taşına konulursun, İmam efendinin haklarınızı helal ediyormusunuz diye üç kere tekrarından sonra, alındığın omuzlarda kara toprağa girince kurtulursun diyor, ardından da bir yolu daha var ama o, sadece seninle değil, birlikte aşacağın bir çaredir, diyor.
Ben bir yerine iğne batırılmış gibi ani bir refleksle, asla olmaz, bir acıyı iki edemem, başka çares yoksa ben birinciyi seçiyorum diye cevap veriyorum.
Subhi baba; bana bak evlat diyor.
-Emret baba, diye cevap verince,
-Oğlum buralar sana göre değil, bizim şu halimize bakıp ta tekin insanlar olduğumuzu sanma, biraz sonra eğer uyumazsak hır çıkarır, birbirimizi yeriz. Bu kadar muhabbet yeter, haydi evine git diyor.
Aslında korkutarak beni kendime getirip, babacanlık yapmaya çalıştığını anlıyorum. Tamam baba, bu gün gidiyorum, ama yarın yine buradayım. Yarın benim misafirimsiniz deyince, sen buraya gelme, git sevgiline, koş onun kollarına, ben yanmaya hazırım diyorsun amma, asıl yaktığın çıra bitmek üzere, hepten karanlıkta kalırsın oğlum, diyor.
Karanlık park’tan son kez ciğerlerime çektiğim akasya kokusunu, aşkımın kokusuna benzetiyor, özlediğim o kokuyu bir daha hakediyormuyum diye düşünüp, gözlerimdem süzülen, duran yağmurun yerini alan göz pınarlarımla başbaşa kalmış bir halde, hem yürüyor, hem de bekle sevgilim, bekle sevgilim, bekle sevgilim diyorum….
Ama kırdığım o kalp beni kabul eder mi ki; Bekle sevgili diyorum..
01.02.2014
Kayıt Tarihi : 7.2.2014 16:10:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!