Behçet Necatigil,
çalışma odasına çekildiğinde
evde yürüyen kedinin ayak sesleri duyulurdu.
1.
1970 Yılının Eylül ayı..İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü. Fikirtepe. Padişah V.Murat'ın av köşkünün bahçesi.. Bugün İstanbul Atatürk Fen Lisesinin bulunduğu alan..Daha önce girdiğimiz sınava yuvarlak bir sayıyla bin erkek, beş yüz bayan başvurmuş.. Alınacak yatılı öğrenci sayısı beş erkek, beş bayan.Bin erkekten beş kişinin arasına girmek, benim gibi taşradan gelmiş biri için çok zor. Önce yazılı bir sınava katıldık. Sınavda sanırım yüzün üstünde öğrenci var. Sınavda en başarısız bendim belki de..Ne Divan Edebiyatı, ne de dilbilgisi..TÜRKÇE ÖĞRETMENİ olmak için sınava giriyorduk.
Orta öğrenimi öğretmen okulunda okumuştuk, yüksek öğrenim kapısı yalnız Eğitim Enstitülerinde açıktı. Bir de yoksulluk, yalnız yatılı okuyabilirdim..Tarih ve Coğrafya derslerinden 9-10 dan aşağı not almazdım.. Oysa öğretmeni olmak istediğim Türkçe ve Edebiyattan beşten, altıdan yukarı almamıştım.
Kısaca bu sınava eksi 25 le başlıyordum..
Bütün sınava girenlerden tek farkım vardı..Sadece o yılın kışında otuz bin sayfaya yakın klasık öykü-roman ve şiir okumuştum.
Sınav bugün sözlü, o dönemde mülakaat denilen biçimde yapılan salona girdim.
Sandalyeye buyur ettiler, oturdum.
Tam karşımda şiirlerinin bir kısmını ezbere bildiğim Behçet Necatigil oturuyordu.
2.
Yeni bir hayata başladığımı Behçet Hocanın yüzünden okudum. Belki karşısında oturan herkesi aynı gülümsemeyle karşılıyordu. Bütün mesele yüzündeki tebessümü, oturduğum sandalyeden bilgilerle daha çok ateşleyebilmek, beklentileri boşa çıkarmamaktı. İlerlemiş yaşında, yıldız aramaya çıkmış bir gökbilimci gibi her gelenin gözlerinden yüreğinde ve aklında, genelde sanat, özelde şiir sevgisi arıyordu. Onu dil biliminin kuralları, ya da günümüzde çok uzaklarda kalmış, yaşama gücünü akademi koridorlarına bırakmış bir edebiyat ilgilendirmiyordu..Birtakım altyapı bilgileri süreç içinde öğrenilirdi.
Masanın üstüne, lise yıllarımda şiir diye yazdıklarımı bir deftere geçirmiş, onu ciltletmiş, yeşil kapağına da DÜŞÜN TÜMSEĞİ yazdırdığım el yazması kitabımı koymuştum..İçindekilerin değerini ve önemini bilmiyordum..
Konuşmaya başladığımda, kullandığım kelimeler öyle farklı biçimde birbirine çarpıyor, dansediyor, öyle anlamlar çıkıyordu ki, yalnız ben değil, karşımda uzun masanın arkasında sıralanmış sınav komisyonun diğer üyeleri de şaşkınlıkla beni izliyordu. Bir ara kendi sesime kulak vardim ne anlatıyorum, diye. Haziran ayında Orhan Kemal ölmüştü..O'nun romanlarında ve hikayelerinde hala gerçek sandığım kahramanları tanıtıyordum..Cemil Yener'in, Şemsettin Kutlu'nun, Melin Haser'in gözlerinin içine baka baka konuşuyordum.
Bir ara Behçet Hocanın" dünya edebiyetında" değişini anımsıyorum..
John Steinbeck'in BİTMEYEN KAVGASI kitabındaki kahramanla elma bahçelerine çoktan dalmıştım. Orhan Kemal- Steinbeck öykü kahramanlarını karşılaştırmaya başlamıştım..
Behçet Hoca geleceğe zar atmak istiyordu.Tek kişilik seçme kontenjanı, onun için bir defa zar atabilirsin... Öğretmen olarak bütün birikimlerini kullanarak seçmeliydi..Aslında beklediği, aradığı insan bendim..
Ben konuştukça, yüzündeki gülücükler dudaklarından, gözlerinden etrafa yayılmıştı. Dirseklerini koyduğu masadan geri çekti, sandalyesinin arkasına yaslandı, belki de arkadaşları onu böyle hiç görmemişlerdi.
" İşte benim madenim, ben buldum onu, siz ne dersiniz" der gibi komisyon üyelerine onaylatmak istiyordu.
Aslında komisyon üyeleri çok kan kaybetmiş, o yıl Orhan Şaik Gökyay, Haydar Ediskun, Baha Dürder emekli olmuşlar, Ahmet Kabaklı da daha yüksek bir okula sürülmüş(!) ....
Bütün nezaketi ve inceliğiyle, " Umarım, daha çok görüşme olanağımız olacaktır" dedi, bana anlatılarımdan dolayı, teşekkür etti.
3.
Hiç tanımadığım insanlarla konuşmaya başlasam, bana " sen, şair misin " diye sorarlar, ardından da" hangi okulu bitirdin", derlerdi. Ben de" Behçet Necatigil okulunu bitirdim" derdim.
Okul yıllarımda hiç sınıfımıza gırip ders vermedi.
Zaten yetmişli yılların başlarında ne okul vardı ne de sınıf. Eylemler öylesine hız kazanmıştı ki, başlatanlar bile durduramazdı.. Ankara'da bir ODTÜ, İstanbul'da yalnız bizim okul açık kalmıştı..
Açık derken, derslerin yapıldığı yer anlamında değil, "Sol"un hakim olduğu ve gerici iktidarlara karşı direnişin kaleleri olduğu yerlerdi. Çok iyi anımsıyorum Eğitim Bilimlerinde öğretmen olarak çalışan bir bayan, sisli bir pazartesi sabahında, bana, "Bbu hafta ders var mı? " dedikten sonra okuldan ayrılmıştı..Aslında onun gidişi, bir simgeydi..Çünkü okulun o çok değerli, orta-lise ders kitaplarının
yazarları olan o güzel öğretmenler teker teker emekliliklerini isteyip gitmişlerdi..
Okul, sınıf duvarlarının hatta okul duvarlarının dışında kalmıştı..
Behçet Hocanın dersine girdiği almanca bölümünün bir sınıfından çıkınca, yazmaya çalıştığım yeni bir şiiri ona göstermek için koşar, söyleyeceklerini dikkatle dinlerdim." Bu hafta kimlerle tanıştın" derdi, Cemal Süreya'yı ve Sebahattin Kudret Aksal'ı Merkez kıraathanesinde..Edip Cansever'i Kapalı Çarşıdaki asma katında...O," tekrar gidersen oralara, selam söyle" derdi.
Yeni Dergi'yi, Memet Fuat'ı onun önerisiyle tanımıştım..
Behçet Necatigil, sanat dunyasının bütün kapılarını benim için bir anahtar değil, kişliğimin oluşumunda zamanı ve yönleri 360 derecelik bir açıyla doğru okumamı sağlayan, esin kağnağı olan, çağımızın büyük öğretmenlerinden biriydi.
Saygıyla.
Mehmet Zeki Gezici
Mehmet Zeki GeziciKayıt Tarihi : 13.2.2014 20:14:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!