Bir kente çıkan bütün yollar lavanta kokuyorsa o kenti kutsamalı, sevgi ile yumalı.
On yedi yaşımın delişmen kanı damarlarımda çağlarken ayak basmıştım Burdur'a. Önce tertemiz bir koku vurmuştu yüzüme. Ne kokusuydu bu? Bilmiyorum, bilemedim. Sadece tertemiz bir koku. Çok sonra anladım ki bu kent, gelenlerini önce bu kokuyla seranser yıkar paklar da öyle salar şehre. Bu yıkama seremonisi ilk geldiğiniz günün akşamına kadar devam eder. Güneş, gölü ışıtıp batınca bu kutsal tören biter ve artık bu kent delikanlılığınızın başkenti olmuştur.
Bu efsunlu kokunun ne olduğunu kentte yaşadığım yıllarda çözerdim çözmesine de Söğüt Dağı'ndan göle yansıyan mavi cennet olmasaydı. Mütevazi gelirlerini tüm ihtiyaçlarına yettiren mütevekkil insanlarını tanımaya başlamasaydım. Sipsinin kalbe işleyen sesi beni yıllarca avare edip hergele gibi sokak sokak gezdirmeseydi.
Bir kentin iklimini hava şartları oluşturmaz. İnsanıdır, mahallesidir, çarşısıdır, sokağı, pazarıdır kentleri ısıtan. Ki ben Burdur'un havasına kiraz cemresi derim. İlk kiraz kalbe düşer Burdur'da. Mevsim mevsim kiraz cemreleri sırayla ılıtır yürekleri.
Meydanından Oluklaraltı'na saptığınızda başka bir iklim yaşardınız mesela. Buradan çay kenarına kadar uzanan yolda sağlı sollu meyhaneler olurdu. İzbe fakat nevi şahsına münhasır meyhanelerden çıkanlar; hak aramayı bilen, insan merkezli düşünen, medeni ve kendi halinde müdavimlerdi.
Köprübaşı'na sapmadan yolu kesip karşı mahalleye daldınız mı buyurun size başka bir irem iklimi. Yani baştan aşağı bedeninize düşen huzur: Tahtacılar Mahallesi. Evlerinin önünde oturan genç kızların kösnül gülüşmeleri. Bahçe duvarlarını sarmış begonviller. Yaz akşamüstlerinde sokakları sulayıp serinleten genç kızlar ve onlara eşlik eden akşamsefaları sizi bir masalın içine sürüklerdi.
Nisan sabahlarında güneş, çarşıyı sarıyla yıkardı. Güneşten dökülen sapsarı mimozalar çarşıyı adeta bir sel gibi önüne alıp yıkar sonra da göle doğru seğirtirdi. Sen ise; hani sakarcaların tatlı yürüyüşlerini seyredersin de dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm konar ya işte öyle bir tebessümle, adımlarının seni nereye götüreceğini bilmeden şuursuz yürümeye devam ederdin.
Sırtını mor dağlara yaslamış Burdur Gölü sim sim menevişlenirken Senir'den, İlyas Köyü'nden taptaze kekik kokusu peşi sıra gelirdi. Cuma pazarındaki halıcılardan caddeye inen halı kokuları kilim tezgahlarındaki motifleri de yanına alır ebemkuşağına yansıtırdı. Gül kokusu, yepyeni kumaş kokusu, ipek kokusu… Bu kadar değil tabi ki beni yıllarca mestane kılan kentin kokuları. Bunlara, taze ceviz kokusu, alaca dokumaların kokusu, Sagalassos'tan gelen reyhan kokusu, gölden gelen yosun kokusu, leylaklı sabun kokusu eşlik ederdi. Kente sarılmak istersin o an. Söylenerek sarılmak, duygularını haykırarak sarılmak…
Burdur'um! Kim demiş etrafını salkım söğütler sarmış diye? Hayır! O zülfündür senin, yüzüne dökülmüş . Kim demiş gölün atlas gibi meydana serilmiş diye? Hayır! O senin gerdanındır , içimi yakan.
Burdur'um! Beni hayata eviren lavantaların mor özlemi! Aşkı gül suyuyla yıkayan şehir! Antoninler Çeşmesi'nden Dionysos'la bengi sular içtiğim irem bağı! Ağlasun'un gecelerine zerrin zerrin ay doğarken Azime'nin kokusunu Hasan Hüseyin'e üflemek için şiirlerini bir sığla ağacının dibinde ağlayarak mırıldandığım kent! Hani özlemden üşür ya insan işte öyle üşüyorum şimdi. Sanki ibecik bezinden bir örtüyle örtünüp Serenler Tepesi'nde uyuyakalmışım da sabaha karşı nesim rüzgarların içimi serinletmiş. İşte öyle özledim seni.
Burdur'um benim! Begonvilli sevgilim! Sen salın dur, elbet bir gün gelirim.
Kayıt Tarihi : 21.4.2020 19:51:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!