Issız bozkırın en tenha köşesi’nde; acının, göz yaşlarıyla harçlandığı, kendini sığdıramadığın; ama bozkırı kaplamış karın ve can alıcı soğuğunun yüzünden bırak dışarı adım atmayı; bunu, içerisinde bile yapamadığın, topraktan bir yatak ve köhne sobadan oluşan, gaz lambasının dahi olmadığı; ışığın, sadece sobadan çıktığı ki o da, mum ışığının dünya’yı aydınlatabileceği kadar; biri siyah, diğeri beyaz iki kapısının bulunduğu bir kulübede yaşamak gibiydi o günler…
Baban, toprak dolu yatağa uzanmış bir hâlde, daha önce hiç görmediği bir rüyânın içinde oradan oraya savruluyordu. Gözleri kapalı; ama ruhu, kartal edasıyla yükseliyor; bu, onu mutlu ediyor ve kapalı olan gözleri parlıyordu. Sen ise uykusuzluktan kan denizini anımsatan gözlerinle onun uyanmasını ve yatağa uzanıp bu tarifsiz yorgunluğuna son vermek istiyordun. Soba, yatağın yanı başında; sen, sobanın başında; ateş, sönmeye yüz tutmadan onu canlandırıyor; ama farkında olmadan da göz yaşlarınla söndürüyordun. Düşünceler geçiyordu aklından dur duraksız…
Ve her düşünce, peşinde sayısız soruyu da getiriyordu. Daha önce hiç görmediğin, cevaplandıramadığın ve seni korkutan sorular…
Sen, bu karmaşıklıklarla uğraşırken rüzgar da boş durmuyor; az önce sadece seslendiği kulübeye, “Seni yerinden sökeceğim” imâlarında bulunuyordu. Haksızda değildi; çünkü bu, onun doğasında vardı ve varolmak için gerektiğinde bunu da yapmalıydı. Kutsal bir melodinin içinde bir notaydı o…
Ölüm gibi…
O da zamanı geldiğinde gereğini yapmak ve eşsiz güftenin ve hârikulade bestenin sürekliliğini sağlamalıydı. Yaptı da gerektiğinde…
“Susadım” diye mırıldandı baban, gözleri kapalı bir vaziyette, “Çok susadım! ”
Saati mi şaşırdı bu hıyar?
Gerçi hiç saati olmadı ama
En azından birine sorar.
Cebimde bir lira desen yok,
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta