YETER Kİ UMUTLAR SÖNMESİN
SUNUŞ
Hiçbirimiz böyle büyük doğmadık. Biz de çocuktuk bir zamanlar... Anımsıyorum da, çocukluğumuzda en büyük gereksinmemiz bir tutam ilgi, bir yudum sevgiydi sadece. Gerisi boş...
Bir damla gözyaşı ve umutla yoğrulmuş sevgi, hırçın yaralı bir çocuk kalbini iyileştirip yarınları değiştirmeye yeterli miydi? İşte bu kitapta sevgi ve umudun el ele verince neler başarabileceğinin şifrelerini bulacaksınız.
Umut' un umudu hiç tükenmedi. Öğretmeninin de... Asla pes etmediler. Umuda giden ışıklı yolda, birlikte yürüyüp başardılar.
Onlar, ‘’her yüreğin kendi şarkısı’’nı söylediğini biliyorlardı... Kendi şarkılarını söylemeye devam ettiler, kimse dinlemese de…Ve bir gün baktılar ki herkes onları dinliyor ve ayakta alkışlıyor...
İbrahim Şahin, sadece şair-yazar ve öğretmen değil, aynı zamanda iyi bir psikolog ve sosyologdur da. Kalemini gerek şiirlerinden gerekse diğer kitaplarından ve çocuk öykülerinden tanırım. Kıvraktır. Çocuk ruhunun labirentlerinde gezinip çıkış yolunu bulmada zorlanmayan bir eğitimci ve bir yazardır. Bir tek kitapta, hoş bir grup çalışması ile diğer beş kitabı tanıtmak fikri hem eğitimci yanının hem de ince zekâsının ürünüdür.
Eminim, bu romanı okumak büyük keyif verecek her birinize...
Kiminiz özdeş kılacak Umut’la kendini. Kiminiz Umut’u rehber edinecek kendine.
Umut kuşlarınızın kanadı kırılmasın. Umut ışığınız hiç sönmesin. O, sizin yol gösteren kutup yıldızınız olsun...
Eğitimci Şair-yazar Naime ÖZEREN/İZMİR
ARKA KAPAK YAZISI
Belki bu roman senin ihtiyacın değil. Peki, arkadaşın için?. Belki hayat denen marotonun başında bir adım öndesindir fakat bir adım sonrasını bilemezsin ki… Bu romanı okuduktan sonra bir adım sonrasını da göreceksin, on adım sonrasını da…
Sonrasında umudun formülünü kuracaksın.
‘’ Umut eşittir hayat.’’ diyeceksin. Umudun formülünü kurmakla kalmayacak hayatın boyunca umudun eşitlik dengesi endazesine terazinin kefelerinde bazen tamlayan, bazen eksilen olacaksın.
‘’ Önemli olan beni ben yapan umudumsa ben umudum.’’ diyebileceksin..
Ve unutma! ’’Gözlerinde büyüttüğün en büyük hedef, ufalanıyorsa ufuk çemberinde, dönüşüyorsa incir çekirdeğine, avuçlarına alıp dizebiliyorsan ipe ve çekebiliyorsan tespih niyetine işte, bu senin zaferindir.’’
Unutma! Umut dokuz doğurur, çektiklerin umudun sancılarıdır.
Okulda fotokopi makineleri bir matbaa gibi kesintisiz çalışıyor, bütün öğretmenler birbirleri ile yarışırcasına test soruları çoğaltıyor; sınıflarda test üstüne test çözülüyordu. Öğretmen odasında tek konuşulan TEOG... Öğrencilerin aldığı TEOG puanları… Karşılaştırmalar, ‘’En yüksek not benim sınıftan, en fazla kazanan benim sınıftan.’’ diye övünmeler…
Otuzar kişilik sınıflarda günlük altı ders saati konuşulan, odaklanılan konu TEOG. Öğrenciler, sekiz yıl at gözlüğü takmışçasına TEOG dışında bir şey göremiyor, TEOG dışında hayat düşünemiyor, duygularının bile farkına varmıyordu.
Dostluk, paylaşım neydi? Dostluk paylaşım, testlerdi, testlerin çözümüydü. Kıskançlık arkadaşının senden bir puan fazla almasıydı. Güvende ölçü nottu. Korku, düşük not almaktı.
Mevsimler kitaptaki yazıldığı satırlardan ibaretti. Soyuttu. Yaşadıkları evrenin, okul dershane yolu haricini bilmezlerdi. Parkları, parklara çıkan yolları… Kuşları, kuşların cıvıltılarını...
Gece- gündüz yoktu somutlarında. Göklerin mavisi, mavilerin süsü yıldızlar yoktu. Kar fırtına yoktu. Çağlayan ırmaklar yoktu. Baharda açan papatyanın rengi yoktu gözlerinde, kokusu yoktu burunlarında, Fen Bilgisi kitaplarında bitkiler alt başlığında sadece çiçekler içerisinde adı yazılıydı papatyanın.
Sekiz tam yılda, güneşin doğuşuna, batışına ebemkuşağının rengine bir kez olsun bakan bakma gereği duyan öğrenci yoktu. Beyinlerine TEOG harici tohum serpilmemişti. Dünya ile olan tek bağları soludukları hava… Nerdeyse hiçbiri annesinin kucağına oturup saçını okşatmamıştı. Anneleri ile ilk göz göze geldiklerinde, annenin ilk sözü ‘’ Dersinin başına!’’
Sokaklar yasaktı her birine, ne zanan sokakta iki yaşıt yan yana gelse pencereden gözükür annelerin başı… ‘’ Çabuk eve!’’ Ev, ev… Pencereden bakmak yasak. Ayağa kalmak yasak. Boş duvara bakmak yasak.
Anne proglanmış günlere… Başına dikilir, başlar saymaya ‘’TEOG’a elli dokuz gün kaldı. Elli sekiz, elli yedi...’’ Sonra başlar savunma almaya ‘’ Kaç test çözdün?’’ verilen cevap tatmin etmez bir türlü. ‘’ Yetmez, çözdüğünün iki katı daha çözeceksin!’’ Anlayıp anlamadığına bakmaz, yorulup yorulmadığına bakmaz, sıkıntın, derdin hiç bakmaz. Ona göre ne sıkıntın olur, yediğin önünde yemediğin ardında. Tekrarlanan söz’’ Saçımı süpürge ettim.’’ Diyemezsin ‘’ Fidan ömrümü, koklayamadığım tomurcuğumu, hayallerinize paspas ettim.’’
Ne zaman notun bir puan düştü. Annende bir telaş, bir telaş… Kırk derece ateşin çıkmışçasına, doktora götürürcesine, tutar elinden götürür okula, diker öğretmenlerin karşısına.
Başlar konuşmaya, ne olur bir reçete yaz dercesine ‘’ Öğretmen Hanım, oğlumun notu düştü, ne olur bir çare.’’’ ‘’ Öğretmen Efendi, kızımın notu niçin düştü?’’ Sorduğu öğretmenin gözüne bir yaramazlığın takılmışsa yandın ‘’ Daha dur, bu notu aldığına şükret, bu notu da bulamayacak.’’ Kıyamet koptu kopacak. Annen bakışları ile başlar hesap sormaya ‘’ Evde bunların hesabını ben sana sormaz mıyım?’
‘’ Öğretmen Hanım...’’ ’’ Öğretmen Efendi… ‘’ Kimi, güler geçer, her gün duyduğu anlamsız sorulara. Kimi, başlar seni övmeye ‘’ Bir puan telafi edilir, bu kadar baskı yapmayın çocuğunuza.’’der. Kimi dakikalarca çalışma planı anlatır, anne anlamaz anlatılanları ‘’Öğretmenin dediklerini iyi dinle, yaz.’’ der. Anlamaz bir türlü, anlamanın, not yükselmenin demekle olamayacağını. ‘’ Ben anlamam, not yükselecek!’’ diyemezsin ‘’ Anlamadığında not düşer.’’ Aklından geçer ‘’ Benim yerime sen sınava gir, yükselt.’’ ama diyemezsin.
TEOG’un iyi yönü yok mu? Var var olmasına. İş buyrulmaz sana. İş buyurularsa ‘’ Aman, çocuğun notu düşer. ‘’ Annenin babanın yaşı ne olursa olsun atılır ‘’ Aman oğlum, aman kızım, sen dersinin başından kalkma, beynin bölünmesin, ben senin yerine yaparım.’’
O nedenle bir kez olsun hissetmemişizdir fırından alınan ekmeğin sıcaklığını. Bilmeyiz bakkalda ekmeğin fiyatını.
Kendi bahçemizdeki yeşilin, ağacın yabanıyız. Ağaç bize sevgiyle açsa da kollarını biz görmez, anlamayız. Dallar düşman gözükür bize. Kırarız bir bir.
Hemen laf yapıştırılır suratına ‘’ Okumuş çocuksun, sana yakışır mı?’’ İyi de okuduklarımızda ağacın dalı budağı yoktu ki.
Evde kapıya bacaya çarparsın, merdivenlerden yuvarlanırsın, hemen yapıştırılır suratına ‘’ Kazık kadar oldun, önüne baksana!’’
Senede bir defa bakkala gönderilirsin. Aklın testte. Paranın üstünü almazsın, alır düşürürsün, laf çarpılır suratına ‘’ Okumuş çocuksun, alacağın…. Bir onu mu hesaplayamadın?’’
Sekiz yıl böyle gelir geçer. Sekiz test sorusu çözmede geçen süreye eşit süreymişçesine.
Sekiz yılın sonunda, sınıflarda birer ikişer, bilemedin bir sınıftan en yoğun beş kişi TEOG puanı ile istediği bir okula yerleşiyordu. Diğer öğrenciler düş kırıklığı ile daha hayata adım atmadan yenilgiyi tadıyor, hayata karşı direnme, mücadele duygusu ‘’çimlenmeden ‘’sökülüp atılıyordu ruhlarımızdan…
Türkçe öğretmenimiz Leyla, bu yarışın dışında kalanlardandı. Bir de bu yıla özgü Matematik öğretmenimiz Hasan.
Hasan, bu yarışın dışındaydı, dışındaydı çünkü Hasan’ın dünyasında Umut vardı. Tek bir Umut… Dersinin çarpanı böleni… Kesirlerin payı, paydası Umut.
Hasan, nerdeyse dersin konusuna Umut, problemin bilinenine Umut, Bilinmeyenine Umut yazacaktı.
Hasan Umut’u etkisiz kılmadan problem çözemeyeceğini anladı. Umut’u karşısına alıp konuşmak istedi. Hasan tahta başında, yüzü sınıfa dönük, Umut karşısında, sırtı sınıfa dönük. Hasan daha ‘’Umut,’’ demeden daha doğrusu demeye fırsat bulamadan sınıfın en arkalarından kalkan parmaklar. Biri gözünü tutuyor’’ Umut gözüme kalem attı.’’ diyor. Biri alnını tutuyor ‘’ Bana silgi attı.’’ diyor.
Biri elinde kâğıdı gösteriyor ‘’ Bana kâğıt attı.’’ diyor. Hasan soruyor’’ Ne zaman attı?’’ hep bir ağızdan cevap ‘’Şimdi.’’diyordu.
Hasan şaşkın, nasıl olurdu, Umut karşısında idi. Bir an kendinden emin olmak istedi, elline baktı, kendi eliydi, yerindeydi. Yüzünü yokladı, yerindeydi. Kalbini yokladı, atıyordu. Karşısındaki Umut’tu.
Umut, renk vermiyor, sır vermiyor, gayet sakin, öğretmeninin gözünün içine bakıyor. Sınıfın şikâyetçi olduğu sanki Umut değil Umut’un gölgesiydi.
Umut’un arkada olan elinin biri, sınıfın bir köşesine, öbürü; öbür köşesine aynı anda atış yapabiliyordu. Hasan Umut’la konuşamadan zil çaldı. Umut sınıfta. Hasan sınıftan çıktı. Umut’un sınıfta olan bedeni. Yaptıkları, yapacakları Hasan’ın beyninde. Umut Hasan’ın gözünün önünde. Umut Hasan’ın dilinde…
Hasan, öğretmen odasında…
Hasan çayını aldı. Hasan çayına bir şeker attı’’Bir Umut.’’ bir şeker daha attı ‘’ İki Umut.’’ dedi. Çayına attığı şekerin adı bile Umut olmuştu. Hasan’ın eli çayda, gözü cama çarpan topta. Topta değil Umut’ta. Camda Umut’tun gülen yüzü… Açılan kapıda her beliren Umut… Duyduğu her nara Umut’un sesi. Üslü sayılar vardı var olmasına da Umut’un da üslü hali var mıydı?
Hasan üslü sayıları bıraktı. Düşündü, düşündü… Doluya koydu dolmadı, boşa koydu boşalmadı.
Denklemler alt üst. Problem çözümsüz… Çözümsüz problem var mıydı? Her problemin çözümü problemde gizli değil miydi? Hasan beynine yazdı, silinmez harflerle ‘’ Umut’un 2 katının 20 fazlası eşittir 3/1’ne. Üçte bir eşittir hayatın kendisi. Her zaman kurar eşitlik dengesini umut… Umut problemin payı, paydası, Eşitliğin dengesi. Umut hayatın öznesi.
Umut’un matematiksel çözümü yoktu ama bir çözümü olmalıydı nasıl ki her problemin değişik bir çözüm yolu varsa Umut’un da olmalıydı.
Hasan Umut’un çözüm formülünü buldu. Umut’u gıpta ile baktığı Leyla öğretmenin sınıfına nakledecek. Umut o sınıfta etkili öğrencilerle iyonlaşacak, pozitif etken olacak.
Leyla öğretmenin sınıfı son günlerce kendinden sıkça söz ettiriyordu. Leyla öğretmen farklı, sınıf farklı…
Sınıf sınıflar arasında farklı, kendi içinde farklı..
Sınıf kimine göre sekiz asrın mekânı… Kimine göre sekiz ayın, sekiz günün.. Sınıftaki her öğrenci farklı bir kimlik. Her biri, bir roman kahramanı.
Dilara, sınıfın yarışı bir adım önde götüreni. Dilara, ön adım güdüsünün emrinde. Emir açık, emir tekrar ‘’ Bir adım ön!’’ Dilara, sınıfın en yüksek notu alanı olmada bir adım önde. Ola ki eşdeğer notu aldı en yakın arkadaşı Öykü, başlar Dilara’da yürek sancısı, sinir harbi.
Derste Dilara, ilk parmak kaldıran, en fazla parmak kaldıran. Ola ki zilin çalması bozdu eşitliği, bir parmak boyu geçti, kendini en sevdiği arkadaşı, başlar Dilara’da yürek sancısı, sinirsel savaş…
Sınıfta eşitlik boş derslerde, teneffüslerde sağlanırdı. Her öğrencinin elinde kitap oluşu, okuyuşu eşitliği sağlıyordu.
Arada bir eşitliği Dilara’nın tebessümlü gülüşleri bozardı. Dilara, arada bir arkadaşlarının okuduğu kitaplara bakar, kendi okuduğu kitaplara bakar, arkadaşının okuduğu kitap çocuk kitabıysa, edebî değilse; bakar arkadaşına, yüzünde bir tebessüm ‘’ Okuduğu kitaba bak!’’ dercesine
Sabiha, Kazım, Sude, Sedan her biri ayrı dünya. Dünyaları kendince, defterlerinde gezinir, kitaplarında kaybolur... En büyük oyuncakları kalemleri, silgileri… Onlarla konuşur, onlarla dertleşir. Sıra arkadaşlarına bile ‘’ Günaydın.’’ deyişleri nadir. En bildikleri sorulara bile cevap verirken yanaklarındaki kızıllık ayrı bir sevimlilik yansıtır yüzlerine…
Öykü, adıyla özdeş. Özlü sözler, olgun davranış sergisi. Bakışlar yarışın ön adımı ile son adımına bakışta aynı. Kendi adımının bilicinde. Adımları doğru hedefte.
Sınıfa yeni bir kimlik geliyordu, kimseye benzemeyen. Sınıfın çoğunluğunun bilmediği. Sınıftaki dengeler, eşitlikler… Ön adımlar, son adımlar nasıl olacaktı?
Sınıfın öznesi, sınıfın bilinmeyeni Umut… Romanın belkemiği Umut.
Sınıfın bilmediği kendi içinde bilmece Umut. Umut’u en yakın arkadaşına sorsanız ‘’ En sevdiğim arkadaşım, harbidir, asla arkadaşını satmaz, istese gözümü kırpmadan canımı veririm. Umut, okula geliş nedenim, Umut okulda bekleme nedenim.’’der.
Sınıfın başarılı öğrencilerine sorsanız Umut’u, ‘’ Umut, kendini rüzgâra kaptıran, Umut kendini sele kaptıran, Umut yatağını bulamayan taşkın nehir, o nedenle kafasını sınıfın duvarlarına, penceresine, kapısına çarpan…
Taşkın suların merdiven şelalesinden yuvarladığı, kolunu bacağını kırdığı.
Başarılı öğrencilerin tespitleri doğru muydu? Umut’un sargısız okula gelmeme nedeni anlattıkları mıydı?
Annesine sorsanız yaka silker. Babasına sorsan ‘’ Ömrümde çekmediğim çileyi yaşattı bana.’’der.
Baba, haftanın iki günü iş yerinde, üç günü okulda. Her defası iş yerinden izin isterken yer yarılıyor, yerin dibine giriyor.
Çalan her telefonda eşinin ‘’ Umut, yine suç işlemiş, okuldan aradılar.’’ diyeceği korkusu ile açar telefonu. Çoğu kez eşi telefonda ‘’ Gelirken bir kilo tuz al, ekmek al…’’ diyor. Baba ‘’ Bir kilo tuz için beni arama, bir kilo tuz için ben bir kilo ter döküyorum.’’ der.
Baba yılın sekiz ayı bir maaşlı dört kişilik evin bütçesini tutturamaz. Bütçe hep açık verir. Umut’un hangi gün, okulun hangi eşyasına zarar verdiğini, kaç para ödeyeceğini bir türlü tutturamaz. Yılın kalan dört ayı, açılan bütçe açığını kapatma mücadelesi verir.
Kardeşi Aslı, Umut’u aldığı belgelerle – Ceza Belgeleri- ile tanıyordu.
Kendisinin aldığı, ‘’Onur Belgesi, Takdir Belgesi’’ne abisinin kaç ceza belgesinin karşılık geldiğini sayardı hep. Kendi belgeleri ile abisinin belgelerini aynı dosyada saklardı. Ne zaman sayısını annesine, babasına söylemek istese ‘’ Aman kızım, hatırlatma, aman kızım sen abine benzeme.’’ derlerdi.
Öğretmeni ile farklı, öğrencisi ile farklı dillere destan 8D sınıfı…
Leyla öğretmenin farkı kendine özgüydü. Sınıf farklı, kendi farklı... Öğretmen odasında çok konuşmayan kendi düşüncesi ile yoğunlaşan biriydi. Diğer öğretmenlerin gözünde içine kapanık, sorunları olan, gülmesini, eğlenmesini bilmeyen, sohbetlere katılmayan biriydi. Kısacası diğerlerine benzeme yarışının dışındaydı…
Leyla öğretmen, kendisini sohbete davet etmek isteyen sorulara ilgisini çektiği ölçüde katılırdı, ilgi alanına girmeyen konuşmalara karşısındakini kırmadan gülüp geçerdi. Biliyordu anlattıkları farklı olacaktı diğerlerinden, anlaşılmayacaktı…
Leyla öğretmen, toplumsal huzurun, toplumsal kalkınmanın, toplumsal barışın ancak ve ancak toplumun kültür seviyesinin artması ile sağlanacağı inancındaydı. Gerçi bu görüşe bütün öğretmenler, toplumun bütün kesimleri katılıyordu. Aksi iddia edilmiyordu. Kültürünün nasıl kazandırılacağı konusuna gelince çoğunluk oralı olmuyordu.
Kültür, kökü yüzyıllara dayanan, değişimi yüzyıllara varan bir değerler toplamı. Kısa vade hesaplar peşinde koşanların göremeyeceği, anlayamayacağı bir oluşum.
Leyla öğretmen, bu durumu, nadir konuşmalarında ve eksik etmediği iç dünyasında değerlendirirdi. Ona göre toplum yüzde yüzden oluşur. TEOG koşusunda ipi göğüsleyen yüzde birdir. Yüzde doksan dokuzu bu koşuya odaklamak ve sürekli kamçılamak, yeteneklerinin göz ardı edilmesine, törpülenmesine ve güvenini kaybetmesine neden olurdu. Yine ona göre yüzde doksan dokuzlarla toplumsal huzuru baltalayan, toplumsal dayanışmadan uzak, toplumsal barışa engel bir nesli sürekli topluma katmak, yaşanacak sorunları yüzyıllarca çözümsüz kılardı. Leyla öğretmen’e göre yüzde doksan dokuzu kazanmak yüzde biri kazanmaktan daha öncelikli olmalı idi.
Leyla öğretmen, yüzde doksan dokuzu mesleğinin ilk yılında kazanmayı keşfetmiş ve mesleğinin sonuna kadar ilke edinmişti. Mesleğinin ilk yılında Güneydoğu’da görev yaptığı okulda lise son sınıf öğrencilerinin yaş ortalaması, o zaman yirmi yaşında olan Leyla öğretmenin yaşına denkti. Öğrencilerinden bir kısmı evli, çocuk sahibi idi.
Öğrencilerde ders çalışma alışkanlığı, defter tutma alışkanlığı yok. Öğretmen o öğrencilerle Yazar Fehmi Başkut’un ‘’Harput’ta Bir Amerikalı’’ eserini sahneye koymak ister.
Kitap 240 sayfa, ezberletmek bir sorun. Yöneticilerin esere izin vermemesi ayrı bir sorun. Lisede bir tek kız öğrenci, babası imam, abisi mutaassıp. Bu durum kızlarının tiyatroda rol almasına engeldir.
Leyla öğretmen, bütün engellere göğüs gerer, dönem sonu eseri sahneler. Sergi sırası, kuliste kız öğrenci S...’ye sorar: ‘’S..., Nasıl gidiyor? ’’ aldığı yanıt: ‘’Hocam, hiç sormayın babam bir taraftan, ağabeyim bir taraftan fotoğrafçı arıyor, sahnede benim kızın bir fotoğrafını çekin, diyor.’’ Öğretmen öğrencisinin gözündeki sevinci görebiliyordu. Kendi gözlerindeki sevinci göremiyordu ama kalbinin sesini duyuyordu. Sevinci öğrencisinin sevincinin yüzlerce katı. .. Sergi sonu kaymakam Ç… K…: ‘’ Baştan sona önyargılıydım, Böyle başarılı bir çalışma beklemiyordum. Size bir aylık izin, öğrencilerinizle Türkiye gezisine çıkabilirsiniz.’’ demişti
Kaymakam ayrıca ‘’Masraflarınız Sosyal Dayanışma Fonu tarafından karşılanacak, ayrıca ilçeye bir tiyatro salonu kazandırma sözünü veriyorum.’’ demişti. (Kaymakamın iki ay sonra askere gitmesi ve askerlik dönüşü kısa bir süre çalıştıktan sonra başka bir ilçeye atanması sonucu tiyatro salonu sözünü yerine getirilmemiştir.)
Leyla öğretmen eserin sergiye hazırlıma döneminde, öğrencilere eseri sergilemeleri durumunda tüm derslerinden geçebileceklerini ve mezun olabilecekleri sözünü vermişti. Sergi sonu öğrenciler ‘’Ne olur bizi mezun etmeyin, biz bir yıl daha okuyup tiyatro oynamak isteriz.’’ diye yalvarmıştı.
Oyunu engellemeye çalışan okul müdürü bile ‘’Yıllardır okulun adını anan olmamıştı, madem böyle, senden derslere girmeni istemiyorum, ayda bir oyun sergilemeni isterim.’’ demişti. Bu olayın ardından ileriki yıllarda okulun kız öğrenci mevcudu artmış; kimi veliler rol verilmeyen kız öğrencisi için ‘’Bizim kıza niçin görev vermediniz? Bizim kız bilmem kimin sümüklüsü kadar rol yapamaz mı? ’’ Şeklinde baskılarda bulunmaya başlamıştı.
Küçük bir ilçe olan …’de yöneticisi, öğrencisi, velisi ile tüm halkın konuştuğu bir tek konu okul tiyatrosu idi. Okul tiyatrosu çevre köy ve kasabalarda da konuşulmaya başlanmıştı. Tiyatro faaliyetleri ile yüzyıllarca yıkılamamış ‘’Kızlar okula gitmemeli, kızlar sahneye çıkmamalı! ’’ gibi geleneksel düşünceler bir çırpıda yok olmuştu.
Öğrencilerin klasik eğitim öğretim yolu ile kazanamadığı yüzlerce olumlu davranışın tiyatro yolu ile edinmeleri ayrı bir kazanım. Yüzdelik hesabı böylece yüzde doksan dokuzun üstüne taşındığı gibi yüzde yüzün üzerine kısa sürede çıkılmıştı. Öğretmenin duymuş olduğu mutluluk ise işin bonusuydu, ömür boyu yetecek kadar bereketli.
Leyla öğretmen, kısa sürede gerçekleştirmiş olduğu bu değişikleri gördükçe bir kez daha anlıyordu Atatürk’ün: ‘’ Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.’’ Sözünü niçin söylediğini, bu sözde ne anlatmak istediğini. Bir tek ideali vardı; ‘’Atasına layık bir öğretmen olmak.’’
Leyla öğretmen, görev yaptığı son okulunda da ilkelerinden taviz vermeden çalışıyordu. Derse ilgi duymayan öğrencilerine ders için baskı yapmaz, onların ilgisini çekecek öyküleri bulur, öğrenciye derste ‘’Sen bunu oku, eminim ilgini çekecek, beğeneceksin’’ der. Okuduğunu gördükçe her gün bir başka yazı bulur, getirir verirdi. O tür öğrenciler teneffüslerde peşine takılırdı.
Öğretmen teneffüslerde öğretmen odasına uğramaz, koridorun kıyısında köşesinde üç beş öğrenci ile konuşur olurdu. Sabah dersine girer, öğleden sonra bir kısmı ile tiyatro çalışır, bir kısmı ile şiir okuma çalışması, bir kısmı ile de yazınsal çalışmalar yapardı.
Yetenekli öğrencilerin yazılarını dergilerde, Internet sitelerinde yayınlardı. Bir öğrencinin yazısının yayınlandığında duyduğu mutluluk, başka bir öğretmenin bir öğrencinin TEOG’de aldığı puandan kat kat fazla idi. Hele tiyatro sergilerinde aldığı alkış... Okulun en yaramazlarını bir araya getirerek bir eser ortaya koyması, idare ile işbirliği yaparak onlara onur belgesi vermesi… Onlara bir kişilik kazandırması…
Olumsuzluk gösteren bir öğrencinin olumlu bir davranış kazanması durumunda sınıfta “Arkadaşınızın kazanmış olduğu bu davranış, benim için beş alandan beş kat daha değerlidir.’’ derdi. Hayrullah, bunlardan biri idi.
Hayrullah, yedinci sınıfa geldiği halde okuma yazmayı kazanamamış biri idi. Yaşça sınıftan bir yaş ileri. İlgi alanı oluşturamadığı için sürekli sınıfta arkadaşlarına güç kullanan, okulun kapı, penceresini kıran, her teneffüs idarece sorgulanan biri. Hayrullah’ın kitaba bakarak yazdığını keşfeden Leyla Öğretmen ona ‘’ SENİ SEVİYORUM’’ cümlesini yazarak verir. Bu cümleyi ‘’Her gün birer sayfa yazıp bana getireceksin.’’ der. Hayrullah yazar getirir. Hayrullah, zaman içerisinde harfleri, heceyi, heceleyerek okumayı gerçekleştirir. Dönemin sonunda Hayrullah, okuryazar olmuştur artık.
Leyla öğretmen, Hayrullah’ın sekizinci sınıfta kitapçılardan 500 sayfalık kitaplar aldığını görür. Kitaplar seviyesine uygun değil.
Bir de Hayrullah’ın ekonomik durumu… Hayrullah’ın Halk Kütüphanesine üye olmasını sağlar. Hayrullah’a haftalık alacağı kitabın ismini verir, kendisi evinden getirir verir. Hayrullah’ın artık sınıf içinde arkadaşını dövmesi, okul araç gereçlerine zarar vermesi sona ermiştir. Öğretmen sürekli sınıf içinde Hayrullah’ı örnek gösterir, sözleriyle onu ödüllendirir. Sınıfta Hayrullah’a, kitaba, bir ilgidir alır başını gider. Sınıf için ‘’Kitap Kurdu’’ denilmeye başlanmıştır.
…
Umut yeni sınıfında.
Yeni sınıf ;‘’Kitap Kurdu’’
Umut kime baksa elinde kitap… Umut espri yapmaya çalışır. Karşılık verip gülen yok.
Umut kime yaklaşsa yaklaştığı kendinden uzaklaşıyor. Umut inadına yaklaşıyor, inadına espri üstüne espri yapıyor. Aldığı tepkiler alışık olmadığı tepkiler ‘’ Kitap okusaydın espri anlayışın değişirdi.’’ Umut savunmasız…
Küfür etseler küfürle karşılık verecek, yumruk atsalar yumrukla. Yok, yok böyle olmayacak, Umut ilk önüne gelene ilk çelmeyi takar. Aldığı tepki ‘’Sana bu davranış yakışabilir, aynı şekilde sana karşılık vermek bana yakışmaz, özür dilerim .’’
Umut şaşkın ‘’ Bana küfür edeceği yerde özür diliyor, bu nasıl iştir anlamadım.’’ Cevap gecikmeden gelir ‘’ Okusaydın anlardın.’’ Umut şaşkın… ‘’ Bunlar benim aklımdan geçeni de okuyabiliyor.’’ Umut çaresiz… Umut geçer arka sıraya, tek başına oturur. Umut sıkılır, çıkar dışarı. Umut bir ders içerde bir ders dışarıda. Umut bir gün okulda üç gün dışarıda…
Umut ne zaman bir yaramazlık yapmaya kaksa bir tokat gibi çarpar ‘’ Sana bu yakışırdı.’’ sözü. Bir söz bu kadar mı ağır olur, adamı tekmeden, tokattan beter çarpar.
Umut düşüncede, Umut arayışta… Sınıf kitapların sayfalarında…
Umut, uykuda...
Umut, uykuda. Umut, rüyada… Umut, öğretmenlerinden azar işitmiyor. Umut tahtada tek ayak üzerinde beklemiyor… Umut, sınıftan dışarı atılmıyor.
Umut, disiplinde beş öğretmenin karşısında boyun bükmüyor, buram buram ter dökmüyor… Umut, arkadaşlarının ‘’ Çantam karıştırılmış, defterlerim kitaplarım karalanmış, sayfaları yırtılmış.’’ çığlıklarını duymuyor.
Umut’ anne babası ‘’ Yine ne yaptın? Bu kaçıncı? Sen akıllanmayacak mısın?’’ demiyor.
Umut, arkadaşlarını tokatlamıyor, Umut’u arkadaşları tokatlamıyor... Umut’u kitabın sayaları sorguluyor ‘’ Okuyacak mısın?’’ Arkadaşlarının ‘’ Okusaydın.’’ sözleri tokatlıyor. Sorgulamayı gündüzler bırakmış, geceler devralmıştı.
Umut iyonlaşıyor… Umut mutasyonda.. Bölünüyor, bölünüyor, mikro parçalara bölünüyor… Her parçada ‘’Okusaydın.’’ yazılı.
Atmosfer soğuk mu soğuk, tir tir titriyor Umut… Ekvator sıcak mı sıcak, dökülen terler kırk ikinci yağmuru desen değil. Kırk ikinci yağmurunu Umut nereden bilecek. Dökülen ter olsa olsa Umut ikinci yağmuru idi. Umut’a sorsan ne Umut ikinci yağmuru, binli milyonlu ikinci yağmurlarıydı.
İklim kar fırtına, savruluyor Umut, bir beden ölçüsü yatakta. Yatak bir beden ölçüsü, savrulmanın sonu yok. Umut ufuksuz çölde. Umut esir kampında…
Umut’ta çığlık peş peşe ‘’ Yeter artık!’’ Yeter!’’ Umudun son çığlığı ‘’ Okuyacağııımmm!’’ Umut ‘’ Okuyacağım’’ çığlıkları ile uyandı. Annesi şaşkın. Oğlundan alışık olmadığı sözler duyuyordu. Oğlunun başına geldi duasını okudu, tükürdü Umut’un yüzüne, okşadı başını.
Umut, kahvaltısını yaptı. Umut vitrinde bulunan kitabı – Vitrinde bulunan tek kitap- aldı, tuttu okulun yolunu. Umut’un aldığı kitap annesinin kupon biriktirerek aldığı yemek kitabıydı. Umut farkında değildi elindeki kitabın.
Umut sınıfta.
Umut çevresine bakıyor… Her kime baksa elinde kitap… Umut, aldı eline kitabını. Baktı kitaba. Kitap ‘’ MUTFAKTAKİ YARDIMCINIZ’’ Umut, kitabı kimseye göstermeden sıranın altına koydu.
Zil çaldı, gelen; Leyla öğretmen derse bir göz attı. Herkesin elinde kitap, Umut’ta sessizlik, meraklı bakış… Leyla’nın gözü Umut’a odaklı. Leyla’nın gözü avcı gözü, gözlerine yansır, avını kapana düşüren avcının sevinci…
Leyla’ya fırsat… Leyla bu ders Umut’u yoğurmaya kararlı. Sınıfa bir şey belli etmez. Leyla farkı ile planını devreye sürer.
Her zaman ki gülümseyen tavrı okşayan sesi artı yeni avın sevinci ile,
- Günaydın çocuklar! ’
- Günaydın öğretmenim.
- Oturun çocuklar.
Öğrenciler yerlerine oturdu. Öğrenciler pür dikkat, gözler öretmende. Öğretmenin gözündeki sevinç gözlerinden kaçmaz, meraklar öğretmenin ağzından çıkacak sözde…
Sessizliği Hayrettin’in sorusu bozar ‘’ Öğretmenim vermiş olduğunuz kitabı bitirdim. Bana yeni kitap verecek misiniz?
- Elbette vereceğim Hayrettin.
(Leyla öğretmen, sınıfa döner.)
- Çocuklar, sizden Hayrettin’in bir yıl önceki davranışı ile bu yılki davranışlarınızı karşılaştırmanızı istiyorum.
Yasin,
- Öğretmenim, Hayrettin geçen yıl beni dövmüştü.
Öğretmen, her soruda bir sınıfa, bir Umut’a bakar. Her soru, her cevapta Umut can kulağı…
Şafak,
- Benim de çantamı pencereden dışarı atmıştı.
Her konuşmacının her konuşmasında Umut kendini bulur, baş eğilir, yüz hatları gerilir, beliren ter damlacıkları…
Her konuşmacıda, Umut’un yanağındaki her damlada, öğretmen, hedefe bir adım daha yaklaştığını görür, sevinci de bir kat, bir kat daha artar…
Duygu,
- Bana da küfür etmişti.
Kıvılcım,
- Hep okuldan kaçardı.
Alev,
- Okulun duvarlarına yazı yazardı.
Leyla öğretmen,
- Peki, çocuklar bu yıl Hayrettin aynı olumsuz davranışları sergiliyor mu?
Tüm öğrenciler hep bir ağızdan,
-Hayır, öğretmenim.
Leyla Öğretmen,
- Hayrettin’deki bu değişikliğin sebebi nedir sizce?
Damla,
- Öğretmenim, Hayrettin kitap okumaya başlayalı yaramazlıklarını bıraktı.
- Çocuklar, Hayrettin’in kazanmış olduğu bu olumlu davranışlar, beni Dilara’ın 5 almasından beş kat daha mutlu ediyor.
Dilara, her zaman 5 alıyordu. Dilara’nın kazandığı yeni bir davranış yok. Ben bu konu hakkında sizlerle biraz konuşmak istiyorum.
Günümüzde dershanelerin yaygınlaşması, TEOG uygulaması; sizleri okul dershane ev üçgeni kapanına sıkıştırdı. Akademik başarısı yüksek olanlarınızın velileri de olmayanların velileri de sizlerden TEOG başarısı dışı hiçbir şey beklemedi. Akademik başarı seviyesi düşük arkadaşlarınız bu kapanda sıkıştı.
( Öğretmen konuşmasını sürdürürken Umut’u gözden kaçırmıyordu. Son cümlede umut kafese girmişti.)
Umut, öğretmenin anlattıklarında kendini buldu, ilk defa içinde, bir öğretmene karşı sevgi çimlenmeye başladı.
Öğretmen, konuşmasını sürdürdü ‘’ Bu arkadaşlarınız feryat etti. Bu feryadını anne babaları duymadı, zaman zaman bizler duymadık. Bunların feryadı arttıkça arttı. Duyan yok, dinleyen yok. Bunlar hırçınlaştı. Zarar vermeye önce kendilerinden başladı. Defterlerini yırttı, kitaplarını yırttı. Sonra arkadaşının defterini kitabını…
Oysa arkadaşlık kavramının ne kadar önemli olduğunu öğrenmişti, öğrenmesi işe yaramadı, arkadaşına zarar vermeyi bir oyun haline getirdi, zarar verdikçe mutlu oldu.’’
Umut yerinde duramıyor, Umut duruyor kalbi durmuyor.. Kendine özgüveni olsa haykıracaktı ‘’Doğru söylüyorsunuz öğretmenim!’’ Umut farkında değildi, öğretmeni gözlerinden okuyordu ne demek istediğini. Umut’a bakarak gülümsedi. Öğretmenin gülümsemesi okşadı Umut’u. Umut’un duyduğu rahatlama dolup taşıyor yüzünden… Öğretmen Umut kadar mutlu, mutluğu yansıyor konuşmasına. Devam ediyor konuşmaya’’ Bu arkadaşlarınız sonra okuduğu okula zarar verdi. Okulun da kutsal olduğunu biliyordu; bilmesi işe yaramadı. Sonra hayatında en çok sevdiği sevebileceği tek varlık anne babasını üzmekten hiç çekinmedi. Bunlar uzadı gitti… Bunların hepsini bir kısmınız uygulayarak bir kısmınız, izleyerek öğrendi.
Özellikle bu sınıfta akademik başarısı olmayan arkadaşlarınızın kitap okumaya yönelmesi kendilerini olumsuz davranışlardan korudu. Hayrettin kitap okumaya en sonradan katılan biri olmasına karşın en hızlı ilerleyen biri. Ben Hayrettin arkadaşınızı bir kez daha kutlar sizden alkışlamanızı istiyorum.
Alkış sesleri yükseliyor, Hayrettin’deki eda, gülümseyiş zafer kazanmış komutan edası, gülümsemesi…
Umut kendini Hayrullah olarak görüyor, Hayrettin’in sevincini yaşıyordu. Beynindeki ‘’ Okuyacaksın!’’ şamarları yerini ‘’ Okuyacağım.’’ okşayışlarına bırakmıştı.
Leyla Öğretmen, son vurucu darbelere adım adım ilerledi, sınıfa döndü,
- Sınıfta kitap okuma alışkanlığı edinememiş çok az sayıda arkadaşınız kaldı.
Şafak,
- Onlardan biri Ozan arkadaşımız mı?
- İsim vermeyelim, hem Ozan arkadaşınız da okuyacaktır. Ben, okuyacağına inanıyorum.
Öğretmenin gözü Umut’ta. ‘’Kızım sözüm sana, gelinim sen anla.’’ dercesine…
Ozan,
- Öğretmenim, ben aslında yaramaz değilim. 5. sınıfa kadar derslerimde başarı, davranışlarımda olumluluk sergiledim. 6. sınıfta ben de arkadaşlarımıza benzemek istedim ya da benzemek zorunda kaldım. Yaptığımız her şey bize bir oyun geldi.
‘’Yaptığımız her şey bize bir oyun geldi.’’ sözü Umut’un okul hayatında bütün yaptıklarını bir çırpıda gözünün önüne getirdi. Doğru sözdü. Hepsi oyundu, hepsinde eğlencenin doruğuna ulaşmıştı.
Ozan konuşmasını sürdürdü ‘’ Hatta kolumu kıran arkadaşıma bile hiç kızmadım. Size söz veriyorum, ben de kitap okuyacağım, yaptığım olumsuz davranışların hiç birini sergilemeyeceğim.
‘’Size söz veriyorum, ben de kitap okuyacağım.’’ sözünü Umut da tekrarlıyordu içinden sessizce, öğrenmeni okuyordu o sözü gözlerinden.
Leyla Öğretmen,
- Çocuklar, sizden iki şey istiyorum; biri yapacağınız, biri yapmayacağınız şey. Asla yalan söylemeyin, sadece yapabileceğiniz şeylere söz verin.
Öğretmen ‘’ Biri yapacağınız, biri yapmayacağınız şey. Asla yalan söylemeyin, sadece yapabileceğiniz şeylere söz verin.’’ Sözünü Umut’un gözünün içine bakarak bir kez daha tekrarladı. Her sözcük süzülüyordu Umut’un beyninde…
Öğretmen’’ Şimdi Ozan arkadaşınızı da aramıza katıysak bu güzellikler sınıfta kalmamalı, öyle bir etkinlik yapmalıyız ki bütün sınıflar duymalı hatta velileriniz de duymalı. Ozan, sen geç yerine. Yapacağımız etkinliği tartışalım.’’ dedi.
‘’’ Beyin fırtınası yapıyoruz. Her birinizden bir değil beş öneri bekliyorum. En güzel öneriyi birlikte tespit edeceğiz, birlikte karar vereceğiz’’ dedikten sonra bir sınıfa bakıyor, bir Umut’a
Tuğba,
- Öğretmenim, biz nasıl duyuracağız; ancak siz dersine girmiş olduğunuz sınıflara derste söyleyerek, öğretmenlere söyleyerek duyurabilirsiniz.
Leyla Öğretmen:
- Benim söylemem de önemsiz kalır, farklı söylemeliyiz.
Hayrullah:
- Öğretmenim, yazı hazırlayıp panolara asalım.
Umut’un kabuğu bedenini hapsedemez oldu. Umut yırttı kabuğunu ‘’ Yazıyı ben yazarım.’’ diye haykırdı...
Leyla Öğretmen:
- Yazıyı yazma isteğine sevindim. Henüz ne yapacağımıza karar veremedik. Karar verelim, yazıları sen yaz.
Umut, öğretmeni tarafından ciddiye alınmıştı, ‘’ Otur yerine.’’ denilmemişti. Sınıf gülmemişti kendine.
Öğretmen:
- Arkadalar, panolardaki yazıya bir sizler bakarsınız, sizler de zaten biliyorsunuz. Daha etkili bir şey bulmalıyız, zorlayın düşünce ufuklarınızı.
Dilara:
- Öğretmenim, en çok kitap okuyan sınıf seçelim?
Leyla Öğretmen:
- Onu da yapabiliriz ama benim aklıma gelen ilginç bir fikir var?
Tüm sınıf:
- Söyleyin, öğretmenim.
- Şimdi arkadaşlar, beşer kişilik gruplar oluşturacağız. Her grup kendi içinde iş bölümü yapacak. 1. Kişi kitabı bulacak, 2. Kişi kitabı tanıtacak 3.-4. kişi kitabı özetleyecek 5. kişi kitabın en ilginç yerini dramatize edecek. Böylece beş grubun hazırlamış olduğu sunumları konferans salonunda, başta 8. sınıflara daha sonra ihtiyaç duyarsak tüm sınıflara sunacağız. Gruplardan en iyi sunumu I. seçeceğiz, ayrıca ders içi performans notu olarak en yüksek notu vereceğiz. Böyle bir çalışmaya evet diyenler parmak kaldırsın.
İlk parmak kaldıran Umut’tu. Umut, ilk defa bir ders boyu yaramazlık yapmadan durabilmiş, her konuşmayı can kulağı ile dinlemişti. Kavga eden Umut değil beynindeki iki cümleydi ‘’Sana bu yakışır, okusaydın anlardın.’’ İki sözün kavgası arasında gezinen iki söz‘’ Öğretmen okumak diyor, Hayrullah’ı, Emrullah’ı okumak diyor.’’
Sınıfta şaşkınlık… Sessiz kalkan parmaklar, öğretmende sevinç…
Öğretmen,’’ Yarışmalarda öğretmenin taraf olmasının etik olmadığına inanan bir öğretmen olarak meslek hayatımda ilk kez kendi ilkelerimi, kendi ayaklarımın altına alarak Umut’un ait oluğu gruba taraf olacağım.’’ dedi.
Leyla Öğretmen, ‘’ O zaman size bir hafta süre veriyorum, kendi aranızda grupları oluşturun. Grubunuza kendiniz bir ad bulun. Kitap seçimini size bırakıyorum.
Siz yarına grup listelerini bana verirseniz ben de müdürden izin alırım.’’ dedi. Zil çaldı. Öğretmen kolaylık ve başarı dileyerek sınıftan çıktı.
Öğretmen sınıftan çıktı sözü kaldı, ‘’ Umut’un ait oluğu gruba taraf olacağım.’’
Umut Paylaşılmayan… Umut ömründe tatmadığı farkında olmadığı duygularla karşı karşıya…
Sınıf teneffüse çıkmadı. Önce Umut pay edildi. İlk kura, Umut için çekilmişti. Umut Beşinci Grupta yer alacak.
Sonra Beşer kişilik gruplar...
Öykü, gelişmelerin izleyicisi. Kendisine sahneyi hazırlama görevi verilmişti. Cevabı ‘’ Fark etmez.’’
Her zaman ki uysallığını gösterdi bir kez daha.
Kazım, Sabiha, Sude, Seden, gelişmelerin izleyicisi. Dağıtımda izleme görevi düşmüştü kendilerine, memnundular hallerinden, memnundular kendilerine verilen görevden.
Beşer kişilik grupların grup adı belirlendi.
Gurup sıralaması:
. Guruplar kendi grup adını yazarak Hayrullah’a verdi. Hayrullah, ‘’Arkadaşlar kura çekimi ile grup sıralamasını belirleyeceğiz, böylece kimseye haksızlık yapılmamış olacak. Her grubun sözcüsü birer tane çekecek.
Kendi grubumuzun sözcüsü olarak kurayı ben çekiyorum.’’ dedi ve bir kura çekti. Çektiği kurada ‘’İntikam Grubu’’ yazıyordu. Böylece I. Grup Yazıldı:
1-İntikam Grubu,
Diğer gruplardan Semih, ‘’Kartallar Yüksekten Uçar’’ Grubunu çekti. II.’ye
yazıldı:
2-Kartallar Yüksekten Uçar
Mehmet, ‘’Beyin Gücü’’ grubunu çekti. III.’ye yazıldı
3-Beyin Gücü
Tuğba, ‘’Okumak Namustur’’ grubunu çekti. IV.’ye yazıldı
4-Okumak Namustur
V. Gruba ‘’ Umut Işığı’’ Grubu kalmıştı. V.’ye yazıldı.
5. Umut Işığı
Liste temize çekildi Yazım kurallarına, sayfa düzenine uygun yazıldı.
8/F SINIFI KİTAP TANITMA ETKİNLİĞİ SUNUM LİSTESİ
1- İntikam Grubu, Gurup Sözcüsü: Hayrullah YILMAZER
2-Kartallar Yüksekten Uçar, Gurup Sözcüsü: Tuğba Yıldırım
3-Beyin Gücü, Gurup Sözcüsü: Semih KAPLAN
4-Okumak Namustur, Gurup Sözcüsü: Mehmet YÜCEL
5- Umut Işığı: urup Sözcüsü: Kıvılcım TOKGÖZ
……../……/……
Barış ÇEVİK
8/D SINIF BAŞKANI
Sınıf Başkanı, listeyi Türkçe öğretmenlerine verdi.
Ders zili çalıp içeri girildiğinde çalışmayı ders öğretmenlerine anlattılar. Ders; seçmeli ders Medya Okur Yazarlığı’ydı. Öğretmenin dikkatini çekti. Öğretmen nasıl yapacaklarını sordu. Öğrenciler anlattı. Öğretmen her türlü desteğe hazır olduğunu belirterek çalışmalarını derste tamamlayabileceklerini belirtti. Öğrenciler çok sevindi.
Öğretmenlerine teşekkür ettiler. Anında yerler değişti. Beşer kişilik gruplar bir araya geldi.
Birinci Gurubun Adı: İntikam Grubu, okuyacakları ve tanıtacakları kitap: Yılkı Atı. Kitabın seçilmesini Ali istemişti. Kendisinin okuduğunu, çok beğendiğini söylemişti. Böylece Ali, Kitabı getirecek, Zeynep ile Ahmet okuyup özet çıkartacak, Hayrullah kitabı tanıtacak, Ferudun da dramatize edecekti. Birinci grup kendi arasındaki iş bölümünü yaptı. Dersten sonra eve gidildiğinde ilk iş alınan görevleri yerine getirmek için çalışacaklardı… Kitabı okuyanlar en ince ayrıntısına kadar okuyacak, olayları kavrayacak, dramatize edecek kişinin dramatize edeceği olayları belirleyecek, grup sözcüsüne kitabın tanıtımı için yardım edecekti.
II. Grup: Kartallar Yüksekten Uçar, Gurup Sözcüsü: Tuğba Yıldırım
Tanıtımı yapılacak kitap: Martı.
Yeliz kitabı bulacak, Tuçe ile Rıtvan okuyup özetleyecek, Tuğba Tanıtımını yapacak, Mehmet Ali dramatize edecek.
III. Grup: Beyin Gücü, Gurup Sözcüsü: Semih KAPLAN
Tanıtımı Yapılacak Kitap: Çelik Böyle Setleşti. Gürkan kitabı bulacak, Damla ile İrem özetleyecek, Semih tanıtacak, Aytaç dramatize edecek.
IV Grup: Okumak Namustur, Gurup Sözcüsü: Mehmet YÜCEL
Tanıtılacak Kitap: Sefiller. Aslı kitabı bulacak, Hüseyin, Ferda özetleyecek, Mehmet Tanıtacak, Kemal dramatize edecek.
V. Grup: Umut Işığı
Tanıtımı Yapılacak kitap: Umut Işığı
Kıvılcım kitabı bulacak, Dilara ile Ozan özetleyecek, Barış tanıtacak, Umut dramatize edecek.
Gruplardan sadece Umut Farklı özelliklere sahipti. Öğretmenin taraf olduğu Umut. Ekibin Umut’u tanımadığı, Umut’un ekibi tanımadığı Umut. Olsun, Umut kendini tanıyordu. Ders, beş alanlardan sorulursa, güldürme bir alanlardan sorulurdu: bunu ispatlayacaktı, bir fırsat geçmişti eline.
Diğer gruplar Umut nedeni ile 5. Gruba şans tanımıyordu. 5. Grupsa öğretmenin taraf olduğu grup farkını ortaya koyma mücadelesi arayışında…
Her grup sözcüsü hazırladığı iş bölümünü, ders öğretmenine okudu. Öğretmen yapılan çalışmaları takdirle karşıladı, hayranlığını ifade etti. Yarışmacılara:
-Arkadaşlar,
Öncelikle şunu belirtiyim, kitap sevgidir, dokunmak, açıp okumak, içinde kaybolmak. Düşünün bir kere; insan sevmediği bir şeye dokunmaz. Sevmediği bir yerde gezinmez. Hayran olmadığı bir şey karşısında kendinden geçip kaybolmaz. Burada görüyorum ki siz o sevgiyi çoktan kapmışsınız. Kitap iğne ile kuyu kazmaktır, iğne ile kazıp bir maden bulmaktır.
Her satırında, her sözcüğünde bir maden gizlidir. Kazdıkça kazılan, her kazışta yeni bir maden… Meyvesini bir dokunuşta, bir okuyuşta vermez, yalnızca cezp eder okuyucusunu, kendine âşık kılar. Okuyucusuna küçücük aralıklardan ışık sunar.
Düşünelim bir kere karanlık bir odadan toplu iğne deliği kadar bir delikten dışarı baksak; koca bir dünya görürüz. Tersini düşünsek o delikten içeri, karanlığı aydınlatacak bir ışık sızar. İşte okuyucu okuduğu kitaptan yakaladığı küçücük bir ışığı koca bir dünyaya sunar. Kitap tanıtmak, pazardaki bir ürünü tanıtmak gibi değildir. Her satırda, her satırın her sözcüğünde bir ışık gizlidir. Işığa duyarlı değilseniz sadece satırdan taşan ışığı görürsünüz, o da sayfayı çevirince söner. Önemli olan sakladığı ışığı bulabilmek onu bir başkasına sunabilmek aynı zamanda kendi dünyamızı aydınlatabilmektir. Tanıtımlarınızda sizi dinleyen, izleyen arkadaşlarınıza mutlaka ve mutlaka en az bir ışık ışıldatabilmelisiniz, birden çok ışık sunabilirseniz siz başarmışsınız demektir.’’
Sınıfın tümü, öğretmenlerinin anlattıklarını okudukları kitaplarda aradı. Daha önce hiç fark etmedikleri yeni yeni ışık keşfetti. Öğretmen, ‘’Işık’’ diyordu.’’ Işık’’… Her satırda, her sözcükte gizli…
Bu sınıf, 8/D sınıfı idi. Öğretmenin ne söylemek istediğini anlamıştı. Bir kez daha okumanın gücünü görüp okumaya olan tutkularını perçinlemişlerdi.
Sınıftan Dilara:
- Öğretmenim, kitap ışık kaynağıdır. ‘’Her satırda, her sözcükte bir ışık gizli. Önemli olan onu bulabilmek bir başkasına sunabilmektir.’’ dediniz.’’ Bugüne kadar öğretmenler kitap için bilgi kaynağıdır, denmişti. Sizin söylemiş olduğunuz her sözcükte bir ışık, gizli değil, her sözcükte bir ışık demeti saçılıyordu. Biz onları hem gördük hem derdik. Siz, bizlerin görmesini sağladınız. Bizlere bir yol haritası verdiniz. Emin olun, hepimiz o yolun yolcusu olacağız.
Bu sınıf 8/D, sınıfıydı. Öğretmenleri hayranlıkla öğrencisini dinliyor, öğrencisine hayran kalıyor; öğrencisi hayranlıkla öğretmenini dinliyor, öğretmenine hayran kalıyordu. Ee ne de olsa 8//D idi.
Medya öğretmeni:
- Mademki yol dediniz o zaman yola değinelim. Arkadaşlar, yollar yürümek için vardır. Ne diyor Atatürk: ‘’Yürümek için yola çakanlar asla yorulmaz.’’ Yürümeye kararlı insanlar yollardaki engelleri aşmasını bilir. Engel oturanlar için vardır. Hayatı da yola benzetirsek hedefini bilen, hedefine yürümeye kararlı insan hayatını kolaylaştırır. Ben hepinizde iyi bir gelecek görüyorum. Kararlılığınız bunun göstergesi. Atatürk demişken başarıdan söz etmeden geçemeyiz. Bakın Atatürk başarı için ne diyor, ‘’ Ben bir işte nasıl başarılı olacağımı düşünmem. O işe neler mani olur diye düşünürüm. Engelleri ortadan kaldırdım mı iş kendi kendine yürür.’’
Bu sınıf 8/D Sınıfı idi. 5 grup yarışacaktı. Bunlar yarışmıyor dayanışıyordu. Ders bitti. Beş grubun sözcüleri ve özetleyecek kişileri bir araya geldi. İçlerinden Tuğba, ‘’ Arkadaşlar, öğretmenin söylediklerini duydunuz, Dilara’ın söylediklerini duydunuz. Her grup öyle bir ışık bulup sunmalı ki bütün okul çalkalansın, bütün okul aydınlansın! Her grup sözcüsü: ‘’Haklısın, mutlaka bulmalıyız.’’ diyordu. Tuğba, ‘’ O zaman el ele tutuşalım, sonra hep birlikte, bulacağız, bulacağız diye havaya kaldıracağız.’’ dedi ve el ele tutuşarak ‘’ Yeni bir ışık bulacağız, yeni bir ışık bulacağız, okulu biz aydınlatacağız!’’ diye haykırdılar. Hiç birinin ağzında grup olarak ‘’ Biz kazanacağız’’ ya da ‘’ Kazanmalıyız!’’ yoktu. Bütün gruplar sınıf adına ‘’Biz’’ diyordu ve ‘’Okulu biz aydınlatacağız! ’’ diyordu.
O gün ders bitti. Guruplar yeni bir hedef, yeni bir dayanışma duygusu, yeni bir heyecanla evlerine dağıldı.
Umut’un eve gidişi farklı idi. Ayağı yere değmiyordu ya da değiyordu da kendisi hissetmiyordu. Umut eve vardığında ilk defa annesi ile bir paylaşım gerçekleşmeyi denedi. Annesine ‘’ Ben yarışmaya seçildim, yarışmaya katılacağım.’’ dedi. Annesi güldü, oğlunun gözünün içine bakıp ‘’ Sen ve yarışma ha!’’ dedi. Annesinin alayı, gülüşü Umut’u daha da kamçıladı. Kendi kendine ‘’ Başardığımı ispatlayacağım o kadar çok insan var ki… En başta annem.’’ dedi
Umut başarıya giden yolda en büyük engeli bertaraf etmişti. Kalanlar küçük hedef. Başaracağına kendisini inandırmıştı. Bir an düşündü ‘’ Çevremize inandıran kendimiz değil miyiz ?’’ Umut, kararlıydı, bugüne kadar kendisini çevresine kavgaları ile tanıtmıştı, bu defa başarıları ile tanıtacaktı. Yakalamıştı bir fırsat, arkadaşları için bir hiç, kendisi için ölüm kalım meselesi bir fırsat…
Umut, tek bir görev almıştı dramatize. Öğretmeni ‘’ Işık’’ diyordu. Umut arkadaşlarının bulamadığı ışığı bulacaktı. Arkadaşlarının bulamadığı ışığı bulup, arkadaşlarına, öğretmenlerine sunacak, arkadaşlarını, öğretmenlerini şaşkına çevirecekti.
Umut erken yatmalı idi. Erken kalkmalı, ilk iş kütüphaneye gidip kitabı ilk alan olmalıydı.
Umut, erken yattı. Umut, erken daldı uykuya, daldı rüyaya. Korkulu rüyalar gitmiş yerine yeni doğuşun müjdesi rüyalar gelmişti.
Umut kitapların arasında boğuluyor… Kitaplar ışık saçıyor… Her ışık altın sarısı… Umut ışıklarda yüzüyor, bulutlarda geziyor… Keşke, sabah olmasa. Keşke, ışıklar sönmese. Umut avucunda tuttuğu ışığı uçuşa hazır bir kuş gibi tutar. Işığın bir kuş gibi uçup kaybolmasından korkar. ‘’ Işıklar sönmesin!’’ çığlığıyla uyanır.
Umut, kütüphane yolunda.
Yarım saatlik yol bir solukta bitti. Sanki ışınlanma gerçek olmuştu. Umut, bir evden çıkışını biliyor bir de kütüphanenin içinde oluşunu. Arada geçen zaman yok beyninde. Umut İbrahim Şahin’in Umut Işığı kitabını eli ile koymuş gibi buldu. Kitaba dokunduğunda kitap define… Umut’un hücrelerine kadar bir sıcaklık yayıyor. Kitaba bakışta kamaşıyor gözleri. Kitap ışık yumağı. Kitabı tutuşu kütüphane görevlisinin dikkatini çeker ‘’Yazarı tanıdığınız mı ?’’ diye sorar. Umut, yazarını tanımadığını, ödev için alacağını söyler. Kitabın kaydını yaptırtır, çıkar kütüphaneden. Oturur kütüphanenin bahçesinde, bir ağacın dibine, sırtını yaslar ağaca, başlar okumaya…
. Sınıfta neler oluyor?
Grup liderleri yazdıkları listeleri Türkçe öğretmenine verdi. Öğretmen, ilgili dilekçeyi yazarak müdüre sundu. Okul müdürü, dilekçeyi inceledi. Yapılacak çalışmayı onayladığını belirtti. Kendisi bir hafta sonra Cuma Günü’ne salonu hazırlatacağını, gerekli duyuruları yapacağını bildirdi. Sunumun 5.ve 6. derslerde yapılıp öğrencilerin sunum sonu evlerine gönderileceğini söyledi.
Guruplar yarışma başlamışçasına çalışmada. Notlar alınıyor, veriliyor. Taktikler öneriler… Liste uzadıkça uzar. Hiç biri Umut’un yokluğunun farkında değil. 5 grup bir grup olmuş, Umut arada kaynamıştı.
Umut, geçen zamanın farkında değil. Umut’un beyninde ‘’Kitap ışık kaynağı’’‘’ sözü, dudağında ‘’ O ışığı bulacağım.’’ sözü. Umut’un okuduğu her sözcük ışık. Her sözcüğü defalarca okuyor Umut. Her sözcük şimşekler çakıyor beyninde. Her sözcük, her şimşekte Umut’un göz mercekleri bir kat, bir kat daha büyüyor.
…..
Haftanın son günü son ders Umut gelmişti derse. Umut beş gruptan önce okuyanlar hariç kitabı okuyan ilkti, hiçbiri farkında değildi.
Çıkışta, grup sözlüsü Umut’a pazartesi güne dramatize edeceği tespitleri, vereceğini söylüyordu. Umut’un cevabı ‘’ Bana güvenmenizi istiyorum, güveninize layık olacağımdan emin olabilirsiniz.’’ oldu.
Hafta sonu, Umut yemiyor, içmiyor. Umut, uyumuyor… Umut sokağa çıkmıyor. Annesi şaşkın… Anlamaya çalışıyor oğlunu.
Binlerce cevap bulmamış sorular geçer aklından, ‘’ Kaçtığı biri mi var? Acaba yine ne suç işledi? Kokusu çıkar elbet. Kurban olduğum Allahım, başına bir bela gelmesin?’’
Babası arada bir uğrar odasına, para verir ‘’ Çık bir dolaş, bir hava al.’’ der. Umut istemez. Umut’un para almaması, sokağa çıkmaması kıyamet. Baba sorar’’ Oğlum, derdin bizim derdimiz, derdin ne ise söyle.’’ Babanın aldığı cevap, babayı yine sürükler endişeye, ‘’ Baba, kitap okuyorum.’’ Baba kitaba bakar, kitap günler haftalar okunası kitap değil. Babaya göre oğlu yalan söylüyordu, oğlu söyleyecek söz bulamıyordu, kitabın gölgesine sığınıyordu.
Umut, okuyor. Her okuyuşta yeni şimşekler çakıyordu beyninde ‘’Hedef, basamak, umut, ışık, azim, güven…’’
Her sözcükte, çakan her şimşekte yeniden doğuyor Umut. Yeniden doğuş sevinçleri… Yeniden doğuş sevinçleri, unutturuyor uykusuzluğu, açlığı… Sevinci yaşamak istiyor Umut doya doya, dönüp dönüp okuyor aynı satırları…
Hafta sonu Umut’un yandaşları rakipleri için sıradan günler. Her biri diğer günler nasıl hazırlamışsalar ev ödevlerini öyle yaptılar yarış hazırlıklarını. Kimisi basit notlar aldı, kimisi bir cümle… Kimisi bir cümle düşündü yazmadı, tuttu aklında… Kimisi hiçbir şey yapmadı. Çok azı da son şeklini verdi çalışmasını.
Umut’a gelince Umut yakalamıştı on dört bin sekiz yüz otuz iki ışık. ‘’Işığa boğacağım, okulun içini dışını.’’ diyordu. Anlaşılan son gün son dakikaya kadar ışık depolayacaktı on dört bin sekiz yüz otuz iki kez…
Pazartesi okula geldiğinde gruplar yapmış oldukları çalışmaları diğer gruplarla paylaşıyor, fikir alış verişinde bulunuyordu.
Her grup kendi grubunda gördüğü eksiklikleri not alıyor, bir ertesi güne hazırlık yapıyordu.
Umut, ortada yok. Umut ayakaltında dolaşmıyor… Umut göze batmıyor… Alışık gözler Umut’u arıyor… Umut Grubu, Umut’u arıyor, yarışmaya taraf Leyla öğrenmen Umut’u arıyor. Umut yok.
Leyla öğretmenin kafasına ‘’ Umut’un yer aldığı gruba tarafım.’’ cümlesi takılıyor. Hata mı yapmıştı farkında olmadan? Sınıfa, Umut’u gruba alan gruba ne diyecekti? Cevapsız sorular…
Umut, duygularını yaşamak istiyordu on dört bin sekiz yüz otuz iki kez… Duyguları bölünsün, duyguları duyulsun istemiyordu. Kaçıyordu köşe bucak…
Umut, teneffüste tuvalette saklanmış, dersin başlamasını, koridorların boşalmasını beklemişti. İçeri giriş zili çalmış üzerinden 10 dk geçmişti. Umut tuvaletten çıktı, koridoru yürüdü, merdiven başına geldi. Merdivenlerden 2. Kata çıkacaktı. Merdivenin beşinci basamağında sırdaşı Mesut’la göz göze geldi. Mesut’taki sevinç oyuncağına kavuşan çocuğun sevinci ‘’ Okulun arkasındaki boşluğa kaçalım, orada bizi hiç kimse görmez.’’ diyordu. Her zaman sırdaşı ile buluşan her buluşmada sırdaşı ile aynı sevinci yaşayan Umut bu defa mutlu olamadı. Tedirgindi. Kaçarken idareciye yakalansa bu kadar tedirgin olmazdı. Olmazdı; idareciye verecek cevap hazırdı. Bu yakalanma hazırlıksız.
Bu yakalanmada Umut, ilk defa sırdaşına yalan söyleyecekti. Umut, arkadaşına yalan söyleyecek, söylenen yalan arkadaşını incitmeyecek cinsten olmalıydı. İnce hesap… Umut, buldu yalanı ‘’ Müdür yardımcısı beni çağırtmış, niye çağırdığını bilmiyorum. Sen git, beni bekle. Gecikirsem bil ki müdür yardımcısı beni tutsak kıldı.
Arkadaşı ikna oldu, arkadaşı, okulun arkası boşluk yolunda, Umut ikinci kat yolunda. Umut kazasız belasız ikinci kat koridorunu geçti, kütüphane kapısını açtı, kütüphanenin dip köşesine oturdu, açtı kitabını.
Daha Umut kitabını açmadan kütüphanenin aralık kapısından Hasan öğretmenle göz göze geldi. Daha teneffüsse 20dk vardı. Ne işi vardı Hasan öğretmenin orada? Doğru, Hasan öğretmenin orada işi yoktu, aynı katta bulunan Erkek Öğretmenler Tuvaletinde işi vardı. Aralık bulunan kütüphane kapısından içeri bakma gereği duymuştu sebepsizce, Umut’u kütüphanede elinde kitapla görünce birden ‘’Elinde kitap olan öğrenci öğretmenini dinler. ‘’ düşüncesi geçmişti, Umut’la konuşmayı bir fırsat bilmişti.
Öyle de oldu. Umut 20dk konuştu öğretmeni ile her şeyi en içten en yalın hali ile. Umut, konuşması ile öğretmenini esir almayı, şaşırtmayı başardı. Bir de öğretmeninden isteğini yerine getirmesini. İsteği bir sırdı 20 dk. konuştukları.
Umut evde odasında hapis, okulda köşe bucak kaçan…
İkinci gün gruplar bilgi alış verişinde. Bir gün öncesi eksikler tamamlanmış, bir gün sonrası hazırlık plânları…
Leyla öğretmen, Umut izinde. Kaldırmadığı taş, bakmadığı taş dibi yok… Umut, ne taş dibinde, ne taş üstünde.
Leyla öğretmen, okul çıkışı, çıkış kapısından çıkarken yakaladı Umut’u. Arkasından tuttu. Yakalamasa Umut kaçacaktı. Umut’a kırgındı. Umut’a kızgındı. Umut’a tek bir cümle söyledi ‘’Sana güvenmiştim.’’ Umut’tan şaşırtan cevap ‘’ Umudunuza layık olacağım.’’ Öğretmen’’ Niçin kaçıyorsun?’’ Yine şaşırtan cevap ‘’ Güvenimi ispat için.’’ Öğretmen sorularla öğrenmek istedi Umut’un düşüncesini. Umut susturdu öğretmenini, öğretmeninin sözü ile ‘’ Öğretmenim, dememiş miydiniz ‘’ Altından kalkamadığınız sözü vermeyin.’’ Sözüm altında kalmayacağım kadar küçük, bir o kadar büyük.’’ Öğretmenin şaşkınlığına son cümlesi ile nokta koydu Umut, ‘’ Öğretmenim, yarışmanın son dakikasına kadar ne siz ne arkadaşlarım beni aramasın, yarışma öncesi güvenin sonrası size kalmış, yarışma öncesini bana çok görmeyin.’’
Hafta hazırlıklarla başlamış hazırlıklarla sona yaklaşmıştı. Son gün hazırlıklar tamam, son provalar yapılıyordu, tekrar üstüne tekrar. 5. Grup Umut’suz provada… Öğretmen 5. Gruba teselli peşinde.
Beklenen gün gelmişti. Salon hazırlanmış, bütün 8.Sınıflara ve derslere girecek öğretmenlere duyurulmuştu. 8’lerden sadece 8/D sınıfı ders ne olursa olsun sunum üzerinde çalışmalarını sürdürüyordu.
I. Grubun Sözcüsü, diğer grup sözcülerini topladı ‘’Arkadaşlar, Medya Okur Yazarlığı Dersi Öğretmenimizin konuşmalarını hatırlayın. Amacımız kazanmak değil, bizi izleyen bütün öğretmen ve öğrencilere ışık sunabilmektir, bunu yaparken de yarışmadan fazla uzaklaşmamak gerekir. Aksi takdirde yarışmaya gölge düşürürüz. Tanıtım yapan gruba diğer gruplar anlamlı soru sorabilmeli, yer yer de eleştiriler getirebilmelidir. Eleştiriler oluştururken karşı grubu incitecek eleştirilerden kaçınmalıyız.
5. ders zili çaldı. 8’ler salona sırayla alınmaya başladı. İlk koltuklar öğretmen ve idarecilere ayrılmıştı. Müdürün koltuğunun solu, konuk koltuğu. Koltukta yazar İbrahim Şahin.
Nöbetçi öğretmen her gelen öğrenciyi önden başlayarak sıra ile yerlerine yerleştirdi. Yerleşim tamamlandığında nöbetçi öğrenci ile müdüre haber verildi. Müdür geldi. Öğretmenler ve öğrenciler ayağa kalktı… Müdür selamladıktan sonra sessizce oturdular.
Türkçe Öğretmeni Leyla, mikrofonu aldı,
- Sayın Müdürüm, değerli meslektaşlarım ve sevgili öğrenciler,
Konuşmama başlamadan önce, tanıtımı yaptığımız kitaplardan ‘’Umut Işığı’’nın yazarı Sayın İbrahim Şahin, bizlerin davetini kırmayıp yarışmada onur konuğumuz oldu, kendisine okulumuz adına teşekkür eder sizlerden bir alkış rica ediyorum.
Alkış sesi okulun çatısından işitiliyordu. Çatıda Umut ‘’ Ben size alkışı göstereceğim. ‘’ diyordu.
Yazar İbrahim Şahin’in alkıştan mutlu olduğu yüzünden anlaşıyordu. Kibarca yerinden kalktı, salonu selamlayarak ‘’ Ben, buraya alkış almaya değil sevgili öğrencilerimi alkışlamaya geldim.’’ dedi. Sözü tekrar tekrar alkış aldı…
Çatıda Umut alkışlananın yerine kendini koydu. Her alkış on dört bin sekiz yüz otuz iki kez daha biledi. Çatının karanlığı korkutmuyordu Umut’u, Sağından solundan geçen, üstüne zıplayan fareler dağıtmıyordu dikkatini. Çatıya çıkışı ilk değildi. Bütün dikkati salondaki konuşmalarda…
Leyla öğretmen, konuşmasına kaldığı yerden başladı,
- Sayın Müdürüm, değerli meslektaşlarım ve sevgili öğrenciler,
8/D Sınıfı öğrencileri beşer kişiden oluşan beş ayrı grupla beş kitabın tanıtımını yapacaklar. Sunum sonu sizlerin alkışlarıyla I. Grup belirlenecek. Birinci gelen grup kitapla ödüllendirilecek ayrıca en yüksek ders içi performans notu verilecek.
Sunumu yapan 8. sınıf öğrencileri yani sizin kendi arkadaşlarınız. Arkadaşlık kavramı sizce önemli ise sunum sonuna kadar arkadaşlarınıza saygısızlıkta bulunmazsanız hem kendinize hem arkadaşlarınıza saygı duymuş olacaksınız, aynı zamanda öğretmenlerinizi de mutlu etmiş olacaksınız.
Şimdi sizlerin alkışları ile grupları sıra ile sahneye alıyorum. I. Gurup: İntikam Grubu.
Güçlü alkış sesleri eşliğinde intikam grubu sahneye geldi, salonu selamladı belirlenen yerlerine oturdu. Masaları I. Masa. Salondan okunacak şekilde önünde ve üstünde ‘’İntikam Grubu’’ yazıyordu.
Öğretmen Leyla, alkışlara teşekkür etti.
II. Grubu duyurdu ‘’ Kartallar Yüksekten Uçar’’ II. Grup yine alkışlar eşliğinde yerini aldı. II. Grubun masasında ‘’Kartallar Yüksekten Uçar’’ yazılı idi.
Aynı şekilde III.Grup, IV., V. Gurup yerini aldı.
III.Grup: Beyin Gücü
IV.Grup: Okumak Namustur
V. Grup: Umut Işığı
Yazar İbrahim Şahin’de ister istemez 5. Gurup yakınlığı oluşmuştu. Kendisi yarışmanın sonucunu değil kitabının nasıl tanıtacağını merak ediyordu, ediyordu çünkü kitabını test edecekti öğrenci üzerinde.
Gruplardan sadece V.Grupta bir eksik vardı. Umut yoktu. Gruptaki öğrencilerden bir kısmı ‘’Tahminlerimde yanılmamışım.’’ diyordu. Umut’un eksik olduğunu bilen öğretmenler, Leyla öğretmeni suçluyordu. ‘’ Umut’a görev vermek, Umut’u tanımamaktır. İpe un sermektir.’’ diyorlardı. Leyla Öğretmen, aldırış etmiyordu, sınıfta sadece bir öğrencinin aldığı sorumluluğu yerine getirmemesi yapılan çalışmayı engelleyemezdi. Yirmi dört kişinin sunumu bir kişinin eksikliğini kapatırdı.
Yarışma grupları sırası ile yerine oturduktan sonra I. Gurubun ilk konuşmacısı ile yarışma başladı.
I. Grup, İntikam Grubu Sözcüsü Hayrullah:
- Sayın Müdürüm, Sayın öğretmenlerim ve değerli arkadaşlarım ‘’İntikam Gurubu’’ olarak bizim sunumunu yapacağımız kitap ‘’Yılkı Atı’’ yazarı Abbas Sayar. 120 sayfalık, bir çırpıda okunabilecek bir roman. Abbas Sayar, ilk romanı olan bu romanı ile TRT 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında başarı ödülü almıştır. Roman sinemaya uyarlanmıştır.
Arkadaşlarım sizlere özetini sunacak.
Kitabın en ilgi çekici yönlerinden biri sahibine birincilikler getiren yıllarca hizmet eden bir atın, ihtiyarladığı zaman dağlara terk edilmesine, kurtlara yem olmasına göz yumulması bizlere sanat dünyasında yüzlerce esere imza atan sanatçıların, bilim adamlarının, siz öğretmenlerin, gazilerin yaşlılıklarında sokağa huzurevlerine terk edilmelerini anımsatması olmuştur.
Son cümle öğretmenlerinin dikkatini çekmişti. Dikkatle dinlemeleri başlarını sallamaları ‘’Doğru.’’ dercesine onaylar nitelikteydi. Öğretmenlerden sadece bir tanesi Hayrullah’a önce ‘’Bir’’, sonra ‘’zafer’’ işareti gösteriyordu. (Medya Okur Yazarlığı Öğretmeni) Bu Hayrullah’la ve diğer yarışmacılarla aralarında bir şifre idi. ‘’1’’ Bir ışık sundun. Başardın demekti.
Öğretmeninin onayını alan Hayrullah mutlu olmuştu. Mutluğunu, teşekkürünü bakışları ile öğretmenine yansıtmıştı. Konuşmasını devam ettirdi ‘’ Arkadaşlar, kitabın her satırı ayrı bir değer burada biz baştan sona tanıtım yapmaya kalsak diğer gruplara sıra gelmez, ayrıca sizleri de sıkmama adına kitaplardan kısa kesitler vereceğiz. Diğer gruplar da aynı şekilde yapacak. Ben kitaptan ikinci bir tespite yer verip sözümü tamamlayacağım. Kitapta dağlara terk edilen Yılkı atı Dorukısrak ile Çılkır’ın doğa şartlarına, düşmanlarına karşı vermiş oldukları mücadelede dayanışmaları, bir birlerine duydukları saygı; bizlere grup içi ve diğer gruplarla dayanışmamıza, grup içi ve diğer gruplara saygı duymamıza en büyük ilham oldu.
Bu cümleden sonra da Hayrullah’la Medya Okur Yazarlığı Öğretmeni göz göze geldi. Öğretmen 2 işareti, ardından zafer işareti yapıyordu. Hayrullah, son derece mutlu ve rahat... Öğretmenine bakışları ile yine teşekkür etti.
‘’Arkadaşlar, şimdi ben sözü grubumuz adına kitabın özetini yapacak arkadaşlarımızdan ilki olan Ahmet’e veriyorum.’’
Ahmet, Hayrullah arkadaşına teşekkür etti. Konuşmasına başladı:
- Arkadaşlar; Yılkı Atı adlı romanın başkahramanı Dorukısraktır. Doru- kısrak Köyün en iyi tayı sekilmiş sonradan koşu yarışmalarına katılmış birincilikler almıştır. Atın sahibi İbrahim, köyün en güzel en değerli atına sahip olmakla övünmüştür. Burada ayrıcalıklı değere sahip olmanın vurgulaması yapılmıştır. (Medya Okur Yazarlığı Öğretmeninden 1. ışık işareti gelir.)
İbrahim, Anadolu’nun yoksul köylerinden birinde yaşamaktadır. Her yaklaşan kış yoksul köylüleri hayvanların yemini. Samanını, kendi yiyeceğini düşünmeye sevk eder.(Işık 2: Anadolu gerçeği)
Dorukısrak son döneminde sahibine bir tay vermiştir. Yaklaşan kış her köylü gibi İbrahim’i de zorlu düşünmeye sevk etmiştir.
İbrahim hayaller kurar: bir harman dolusu buğday, saman, atlar, konaklar... Çalışanın hakkını bol bol vermeler.(Işık 3: zor durumda kalan Anadolu köylüsünün hayallerinden başka sığınağı olmadığı)
İbrahim, yaklaşan kış; çözüm olarak ‘’Dorukısrak’’ı dağlara terk etmekte bulur. Oğluna atı dağa bırakmasını söyler.(Işık 4: Hayallerle gerçeklerin bağdaşmadığı) Dorukısrak, her gün gelir tayını görmek için ahırı tekmeler. İbrahimin Dorukısrak’ı taşlayarak kovalar. (Işık 5: Anne sevgisi)
Dorukısrak gündüzleri sürüye karışarak tayını gizlice sever, akşamları dağlara kaçar. (ışık 6: Değişik çözüm yolu üretme)
Dorukısrak, Aygır, Çılkır ile kaynaşır güneyde kendilerine otlak bulur. (ışık 8: yeni ortama uyma.) dedikten sonra.‘’ Arkadaşlar olayın buradan sonrasını sizlere Zeynep arkadaşımız sunacak.
Zeynep Ahmet’e teşekkür ederek konuşmasına başladı:
- Arkadaşlar Dorukısrak ile Çılkır arasında bir yakınlaşma olur, bunu çekemeyen Aygır ile Çılkır dövüşmeye tutuşur, aygır yenik düşer. (ışık 1: kıskançlık)
Çetin geçen kış şartlarında atlar kurtların saldırısına uğrar. Atların hepsini Aygır kurtarır.(Işık 2: Zorlu günlerde kırgınlıklar unutulur.’’ Kış uzun sürer atlar yiyecek bulmakta güçlük çeker.
Dorukısrak hastalanır, uzaklara gidemez. Köylünün biri ahırına alır ve besler. (Işık 3: acıma duygusu)
Diğer atlar, kurtların saldırısına uğrar. Çılbır ölür. Bahar yaklaşır, Dorukısrak, dağlara bırakılır. Çılkırın öldüğünü duyar çok üzülür. At tüccarları sağ kalan atları toplamaya başlar. İbrahim Dorukısrak’ı bulmak için dağlara çıkar, bulur yakalayamaz. Tayı ile yakalayabileceğini düşünür. Tayı annesine salar. Tayına kavuşan Dorukısrak uzaklarda izini kaybettirir.
Arkadaşlar, dikkatinizi çekmiştir burada yapılan kötülüğün asla unutulamayacağına dikkat çekilmiş, yine küçük hesaplar peşinde koşanların ellerindekini de kaybedebileceklerine dikkat çekilmiştir. Ayrıca çıkar ilişkisinin çarpıklığına da dikkat çekilmiştir. Atın getiri dönemi değerli oluşu, sonrası dağa terk edilişi.
Burada 2. Gruptan Semih söz aldı:
- Buna örnek olarak karne yaklaştığı dönem öğretmenlere yakınlaşmamızı, 5 vereni sevmemiz, kısa sürede unutup farklı davranmamızı örnek verebilir miyiz?
Zeynep:
- Tabi ki hayatımızın her alanından örnekleri çoğaltabiliriz. Siz de bilirsiniz ki zamanımız yetmez.
Ben burada bizleri dinleyen tüm arkadaşlarıma tüm öğretmenlerime teşekkür eder, dramatize için sözü Ferudun arkadaşımıza veriyorum.
Ferudun at kostümü ile sahneye çıkar, hızlı şekilde ellerini yere koyarak at kostümü ile sahneyi turalar. Sahneye karşı güçlü bir şekilde kişnemelerde bulunur. Hayrullah atın sahibi olmuştur. Ata biner. Sahnede bir iki tur atar. İner sahneye dönerek:,
- Var mı köyde ‘’’’Dorukısrak’’ gibi bir at? Köyün en güzel atı benim. Ona verdiğim arpa, saman helaldir.
Sahnede bir iki tur atar:,
- Zaman ne çabuk geçiyor değil mi? Benim saçlar ağardı, ‘’Dorukısrak’’ın kemikleri sırtardı. Artık ‘’Dorukısrak’’ın yediği saman haramdır. Kış da yaklaştı. Oğlum Osman!
- Buyur baba.(Ahmet Osman rolünde)
- Kardeşin Mehmet’i de al, ‘’Dorukısrak’’ı dağa bırakın gelin!
- Ama baba, atımızı kurtlar yer.
- Biz de kutlar yesin diye dağa bırakacağız herhalde anladın mı şimdi?
- Tamam, baba.
Osman atı çekiyor, Mehmet arkadan dipçikle vurarak sahneden çıkar.
Ertesi gün akşam Osman babasına seslenir:
- Baba! Baba! Kurt Uluyor.
Babası İbrahim,
- Daha iyi kurt ‘’Dorukısrak’ı’’ yerse kurtulduk demektir.
Ertesi gün akşam Oğlu Osman:
-Baba ‘’Dorukısrak’’ ahır kapısını tekmeliyor.
Babası İbrahim:
- Taşlayın gitsin. Öyle taşlar vurun ki bir daha geri gelmesin.
Üç ay sonra Oğlu Osman:
- Bababa! Baba! ‘’Dolukısrak’’ Tayımızı peşine takmış kaçmış.
Osman şaşkın şaşkın bakarak bitkin bir halde ‘’ Şimdi ben öldüm.’’ diyerek sahneye yığılır kalır.
I. Grubun sözcüsü Hayrullah ‘’Arkadaşlar, bizim sunumumuz burada sona eriyor. Ben grubum adına diğer gruptaki arkadaşlara başarılar diliyor, bizleri dinlediğiniz için teşekkür ediyorum’’.
Salonda bütün öğrenciler’’ İntikam! İntikam! İntikam! ’’ diyerek alkışlıyordu.
Alkış sesleri çatıda Umut ‘u on dört bin sekiz yüz otuz iki kez daha bilemişti. Bir de fareler tırmalamıştı kulağını üç beş kez.
Öğretmen Leyla:
- Arkadaşlar, ‘’İntikam Grubu’’ nu dinlediniz. ’İntikam Grubu’’nu bir de benim adıma alkışlayın, ardından sözü ‘’Kartallar Yüksekten Uçar’’ grubuna verelim.
Salondan bu defa daha güçlü seslerle ’’ İntikam! İntikam! İntikam! ’’ diyerek alkışlar yükseldi.
Öğretmen Leyla, salona dönerek:
‘’Ben sizlere ilgi ile dinlediğiniz ve bu güçlü alkışlarınız için teşekkür eder, ‘’ İntikam Grubu’’’nu başarılı sunumlarından dolayı kutladıktan sonra sözü ‘’ Kartallar Yüksekten Uçar’’ grubuna veriyorum.
Kartallar Yüksekten Uçar Gurubunun sözcüsü Tuğba:
- Arkadaşlar I. Grubu dinlediniz kendilerini kutlarım, güzel bir sunum yaptılar. Hayat sürecinde alabileceğimiz tespitler verdiler. Yalnız dikkat edin, biz daha yolun başındayız. O nedenle bizim tanıtımını yapacağımız kitap ‘’Martı’’ öğrenci olarak bizleri daha yakından ilgilendiriyor. Kitabın yazarı, RICHARD BACH, Başkahramanı Jonathan (martı)
Martı, Umut, direnç, özgürlük kavramlarının simgesi. Sorarım size hayatında bu kavramlara yer vermeyen var mıdır? Eğer ki varsa kitap onların yaşam felaketini de gözler önüne seriyor.
Özellikle ben ‘’Umut kavramı üzerinde duruyorum. Bütün öğrenciler gelecek için iyi bir umut besler. En yüksek mevkilerde iş yapmak, en yüksek kazanç elde etmek… Sonra hayal kırıklığı. Niye mi? Karnesinde ‘’ Spor Toto’’ oynayanların erişeceği hedef bu… Kitap bize bunu öğretiyor.
Kitabın kahramanı Jonathan, en yüksek hayalleri kuruyor; kartalların en yüksek uçanı olmak, denizlerin en derinine dalıp, en leziz balıkları yiyeni olmak. Bize bu hedeflere nasıl erişileceğini gösteriyor. Jonathan, önce bir günde en yüksek uçağı yüksekliği belirliyor; sonra hedefine ulaşıyor. Diğer günler bir gün önceki yüksekliğin üstüne uçabilmek… Hedefe uçuyor. Her gün yeni bir hedef. Sonra erişilmesi hayal edilmeyecek kadar yükseklere uçmayı başarıyor. Ben sözümü burada kesiyor devamını sunacak Rıtvan Arkadaşıma veriyorum.
Medya Okur Yazarlığı Öğretmeni her cümlenin sonunda ışık ve başarı işaretlerini vermeyi sürdürdü.
Rıtvan:
- Arkadaşlar, Tuçe arkadaşımızı dinledik. En son sözünde ‘’Erişilemeyecek hedef yoktur.’’ dedi yalnız hedefe erişmenin bir yolu var; her oyunun bir kuralı olduğu gibi. Yani hedefe direnç, bilinç plan ile erişilir.
Bütün dersleri bir yana bırakıp karneleri birle dolduran arkadaşlarımızın başarı hedeflerine ulaşması hayalden öte gitmez. Jonathan gibi her yıl bir önceki başarı grafiğinin üzerine çıkartırsak her yılımız başarılı olur; ulaştığımız hedef yüksek olur. Bir alanın Takdir hedefi yerine önce 2, sonra 3, sonra 4, sonra 5; sonra Takdir almayı hedeflemesi ‘’Takdir’’i kaçınılmaz kılar.
Kitapta hedefi, direnci, özgürlük tutkusu olanların erişebileceği hedefleri; yaşayabilecekleri mutlulukları, hiçbir tutkusu olmayan başıboş amaçsız insanların nasıl bir yaşam sürdüreceği gözler önüne serilmiş.
Martı Kitabı’nda Jonathan, hedefi, direnci, özgürlük tutkusu olan insanları temsil ediyor. Biz ‘’ Kartallar Yüksekten Uçar Grubu’’ olarak martı olmaya; Jonathan olmaya kararlıyız. Yerinde sayanlara bu kitabı okumalarını; uçmaya karar vermelerini tavsiye ederiz. Son olarak da diyoruz ki ‘’ Kartallar Yüksekten Uçar!’’
(Işık işareti ve başarı işaretleri burada da sıkça yer aldı.)
Sınıf Kartal! Kartal! sesleri ile salonu inletiyordu.
Rıtvan, ‘’ Şimdi Mehmet Ali arkadaşımız, sizlere kitaptan kısa bir canlandırma sunacak. Ben sizlere dinlediğiniz için teşekkür eder iyi seyirler dilerim.’’
Mehmet Ali, kartal kostümü ile sahnede yerini aldı:
- Ben bir kartalım, hayatta tek yapacağım iş uçmak, uçmak… Yine uçmak. En yükseklere uçmak. Denizlerin en derinine dalmak. Balıkların en lezizini yemek. Uçmak… Uçmak.
Önce sahnede boydan boya uçma gösterileri yaptı. Sonra:
- Daha yükseğe uçmalıyım.
Sandalyenin üstüne çıktı, uçtu. Uçtu… ‘’Daha yükseğe, daha yükseğe uçmalıyım.’’ dedi. Sandalyeyi masanın üstüne aldı. Uçtu… Uçtu… ‘’Daha yükseğe, daha yükseğe uçmalıyım!’’ dedi. Sandalyenin üzerine bir tabure koydu, üstüne çıktı. Uçtu… Uçtu… ‘’ Yükseğe, daha yükseğe uçmalıyım!’’ Uçtu… ’Yükseğe, daha yükseğe uçmalıyım!’’’ dedi kendini havaya fırlattı.
Grubun sözcüsü Tuğba devreye girdi:
- Arkadaşlar, canlandırmayı izledik. Tek bir hedefe odaklanmak. Kuşların en iyisi olmak, en iyisi olarak yaşamak ve o uğurda ölüp en iyi olarak anılmak. Biz bundan böyle ‘’ Kartallar Yüksekten Uçar Grubu’’ olarak öğrencilerin en iyileri olmaya, en iyileri arsında yer almaya; yaşadığımız süre içerisinde yaptığımız işi en iyi yapanı olma yolunda ant içtik. Bir kişinin kendine verebileceği bundan büyük bir söz olamaz. Sizleri de hedefi olan hedefine odaklanan olarak ant içmeye; uçmaya davet ediyorum. Hazır mıyız?
Salondan salonu inleten ‘’Hazırız.’’ yankıları…
Tuğba, ‘’ O zaman ben söylüyorum sizler tekrarlıyorsunuz. Öğrencilik hayatım boyunca, en iyi öğrenciler arasında yer almaya, öğrencilik sonrası yaptığım işin en iyi yapanı olmaya, bu yolda bir saniye durmamaya, hiçbir engelde yılmamaya ant içerim.’’
Salonun coşkusunu gören Tuğba, ‘’Arkadaşlar, ne dersiniz bir daha tekrarlayalım mı’’ dediğinde; ’’Bir daha, bir daha’’ yankıları salondan taşıyor, koridorları inletiyordu.
Alkış sesleri çatıda Umut’u bir, on dört bin sekiz yüz otuz iki kez daha biliyordu.
Tuğba tekrarlattı, ‘’ Öğrencilik hayatım boyunca en iyi, öğrenciler arasında yer almaya öğrencilik sonrası yaptığım işin en iyi yapanı olmaya, bu yolda bir saniye durmamaya, hiçbir engelde yılmamaya ant içerim.’’
Koca salon bir tek noktaya odaklanmıştı. ‘’ Öğrencilik hayatım boyunca en iyi öğrenci olmaya, öğrencilik sonrası yaptığım işin en iyi yapanı olmaya, bu yolda bir saniye durmamaya, hiçbir engelde yılmamaya ant içerim.’’
Leyla öğretmen, mutluluktan uçacaktı. Medya okur Yazarlığı Öğretmeni, verdiği başarı işaretleri ile takım antrenörlerini çoktan sollamıştı. Müdür, şaşkınlık içerisinde… Öğrencileri hiçbir etkinlikte bu kadar katılımcı, bu kadar içten, bu kadar coşkulu görmemişti.
Yaşananlar, alkış sesleri unutturuyordu Umut’un yokluğunu..
Umut’sa bir, on dört bin sekiz yüz otuz iki daha biliyordu kendini...
Diğer öğretmenler, her öğrencide kendisini görüyordu. Duymak istedikleri sözü duyuyor, görmek istediklerini görüyordu. Kendilerinin söylediği sözü öğrencinin ağzından hiçbir tesir, hiçbir baskı altında kalmadan içtenlikle söylemeleri şaşırtmıştı hepsini. Hepsinin içinden her birini tek tek öpmek, her birine 5 vermek geçiyordu.
Bilişim Teknolojisi ve Medya Okur Yazarlığı Öğretmeni, adeta bir birleri ile yarışıyordu. Medya Okur Yazarlığı Öğretmeni, konuşmacıların her sözcüğünü ölçüyor, biçiyor, tartıyor; tartıyı tutturduğu an işaretleri peş peşe çakıyordu. Bilişim Teknolojisi Öğretmeni izlediği mutluluk tablosunun tek bir karesini kaçırmak istemiyordu; müdürün gülümsemesinden, Leyla Öğretmenin mutluluk gözyaşından, Medya Okur Yazarlığı Öğretmenin zafer işaretlerinden, konuşmacıların zafer çığlıklarına, izleyicilerin kalp atışlarından, düşünce dünyasına gelgitlerine kadar… Optik gözden daha duyarlı daha hızlı… Salonu tüm cepheden saniyede tarıyordu. Tekrar, tekrar… O da mesleğini en iyi yapma mücadelesi veriyordu. Mutluluk ışıklarının hepsini yerli yerinde yakalayacak, yerli yerinde yerleştirecek; okulun web sitesinde sergileyecekti. O güzelliğin, o erişilmez duyguların salondan uçup gitmesine gönlü razı gelmiyordu. Ölümsüzleştirecekti. Elden ele taşıyacaktı. Işık kervanında yerini alacak; altına kendi adını yazacaktı: ‘’ Görkem Şahin’’
Sınıfın alkış temposu sürdükçe sürüyor… Durmak bilmiyor. Öğretmen Leyla, devreye girip susturdu… Alkış için teşekkür etti, sözü III. Grubun sözcüsüne verdi. III. Grup: Fikir Gücü. Sözcü: Semih.
Semih, daha önceki konuşmacılara ve dinleyicilere teşekkür ederek konuşmasına başladı:
- Arkadaşlar, bizim sizlere tanıtımını yapacağımız kitap, Çelik Böyle Sertleşti. Yazarı, Nikolay Ostrovski. Bizler bu kitabı öncelikle seçtik. Sunum sonu seçmemize siz de hak vereceksiniz. Mareşal Vasili Çuikov, Nikolay Ostrovski’nin Çelik böyle sertleşti kitabı için; ‘’İnsanın en paha biçilmez varlığı hayatıdır. Hayat bir kez verilir insana ve bu hayatı öyle yaşamalı ki, hiçbir amacı, anlamı olmadan yaşanan yıllar için insan utanç duymasın, miskin, pis pis heveslerle geçen günler için insanın yüzü kızarmasın ve hiç değilse ölürken kendi kendine diyebilsin ki; 'Ben ömrümü, bütün gücümü dünyada en mükemmel şeye, insanlığın özgürlüğe kavuşması için mücadeleye adayarak yaşadım.’’ Bu sözlerden sonra kendi kendimize şu soruyu sormalıyız: ‘’ Hayatımızın önemine hiç dikkat ettik mi, hayatımızın bizim için; bir başkası için önemini kavrayıp bir hizmette bulunduk mu? ’’ Eminim bulunduk diyen biri altı ders saatini, ders kaynatmakla meşgul olmaz. Eminim ki öğrencilik hayatını boşa harcamaz. Öğrencilik dönemi yaşamını boşa geçirmez. Yine bu sözlerde boş geçen günler için yüz kızarma söyleminde bulunuyor. Zamanını boşa geçiren arkadaşlarımızın yüzü kızarmıyorsa en azından bu sözlerin önemine dikkat etmeleri kendi yararlarına olacaktır. (Medya Okur Yazarlığı Öğretmeninden başarı işaretleri gelmeye başlıyor.)
Salonda azınlıkta olsa da bazı başlar öne eğiliyor, diğerleri alkışlıyordu. Hele zamanı dolu dolu yaşayanlar, ‘’Bu söz benim için söylenmiş.’’ dercesine övünçle alkışlıyordu.
Semih, alkışlara teşekkür edip sözü İrem’e verdi.
İrem:
- Akadaşlar, Nikolay Ostrovski, daha yirmi yaşındayken ülkesinde yaşanan iç savaş cephelerinde aldığı ağır yaraların etkisiyle kötürüm ve kör olmuştur. Doktorların ümit vermediği Nikolay Ostrovski, hayata küsmemiş, sevgisini yitirmemiş, mücadele gücünü kaybetmemiştir. Güçlü iradesi sayesinde hayatta kalmayı başarmıştır.
Bu mücadelesi ile milyonların umut kaynağı olmuş; yaşamanın her şeye karşı güzel olduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Biz de diyoruz ki ‘’Yaşamak her şeye rağmen güzeldir yaşamasını bilene’’… (Başarı işaretleri yine aralıksız geliyor.)
İrem, ‘’Nikolay Ostrovski, hayatta kalma mücadelesiyle azmin ve başarının kahramanı olarak bilinir.’’ dedikten sonra sözü Damla’ya verdi.
Damla:
- Arkadaşlar, Güçlü iradesi sayesinde hayatta kalmayı başaran Nikolay Ostrovski, omzuna yerleştirdiği aygıtlar yardımı ile kalem tutmayı başarmış ve bu kitabı yazmıştır. Kitapta; savaşta kendi ve arkadaşlarının yaşamış olduğu zorlukları anlatmıştır. Kitap Dünya Klasikleri arasında ilk sıralarda yerini alır:
Kitapta dikkat etmemiz gereken noktalardan biri de hangimiz var olan ayaklarımızın, ellerimizin farkına varabildik… Hangimiz kendi adımıza, insanlık adına yeterince kullanabildik. (Başarı işaretleri gelmeye devam etti.)
Damla, sözü Aytaç’a verdi.
Aytaç diz kırılarak ayaklar arkaya bağlanmış, kollar içerde bir gömlek giymiş; ayak ve kollar yok görünümünde… Başladı dramatize etmeye:
- Ben Nikolay Ostrovski. Ey siz insanlık düşmanları, bütün maddi varlığımı aldınız, bedenimi aldınız, bir tek beynimi alamadınız. Beynimle sizlere savaş açmaya devam ediyorum!
Sahneden güçlü alkış sesleri…
Semih devreye girer:
- Arkadaşlar, biz Beyin Grubu olarak bundan böyle hayıtımızı şahsımız adına, insanlık adına adamaya ant içtik. Bizimle ant içmek isteyenler bir parmak kaldırsın.
Tüm salon eksiksiz parmak kaldırdı.
Semih, ‘’Arkadaşlar, o zaman hep birlikte ant içiyoruz. Ben söylüyorum siz tekrarlıyorsunuz. ‘’ dedikten sonra, ‘’ Bundan böyle hayıtımızı şahsımız adına, insanlık adına adamaya ant içtik!’’
Semih, ‘’Bizleri dinlediğiniz, bizlere katıldığınız için grubum adına teşekkür ederim.’’
Semih’in konuşmasının ardından, ‘’ Beyin Gücü, Beyin Gücü’’ sesleri ile alkışlar salonu bir kez daha inletti.
Ve Umut on dört bin sekiz yüz otuz iki kez daha bilendi.
Sırada ‘’Okumak namustur Grubu, grubun sözcüsü Mehmet:
- Arkadaşlar, bizim Tanıtımını yapacağımız kitabın adı Sefiller. Sefiller’i niçin seçtik? Sefiller ,‘’Birey mi toplumu suça iter, toplum mu bireyi suça iter? ’’ Sorusunun en güzel örneği. Jan Jak Russo’ya göre toplum bireyi suça iter. Toplum bireyi önce aç bırakır, bireye ekmek çaldırır; sonra bireyi cezalandırır. Sefiller’in kahraman Jan Valjean, sadece bir ekmek çaldığı için 19 yıl kürek cezasına mahkûm olmuştur. Bizler de yaşadığımız toplumda Jan Valjeanlar olmasın istedik; hiç birimiz de asla... (Burada Medya Okur Yazarlığı Öğretmeninden işaretler gelmeye başladı.) Kitabın detayını sırası ile size arkadaşlarımız tanıtacak. Şimdi sözü Hüseyin arkadaşımıza veriyorum.
Hüseyin:
- Arkadaşlar, Sefiller kitabını niçin seçtik? Sefillerin yazarı VİCTOR HUGO, bu romanı çocuk denecek yaşta yazmıştır. Burada bizlerin de kendimizi küçümsemeyerek biz yaşta insanların büyük işler başaracağına dikkat çekmek istedik (Medya Okur Yazarlığı Öğretmeninden ışı başarı işareti…)
Arkadaşlar, ‘’Yaşarken ölüye en çok benzeyenler, ölürken en fazla acı çekenlerdir.’’
Özdeyişi yaşamı şekillendirmemizi, anlamlı kılmamızı, yaşam süremizi ölüme götüren bir süreç olarak görüp hiçbir şey yapmamak yerine yaşamdan zevk alarak yaşamak, öldükten sonra ölmemiş gibi anılmak adına, yaşam süremizin her anına bir çivi çakmamızı vurgulanıyor. İşte, yaşamı şekillendirmenin tek yolunun okumaktan geçtiğini tüm insanlık kabul ediyorsa ve de okumak denince ilk akla gelen; VİCTOR HUGO, ‘’ Sefiller’’ oluyorsa; işte biz de onun için Sefiller’i seçtik.
VİCTOR HUGO, çocuk yaşta bu romanı yazar. Bu günkü teknolojik ortam yok. Yazdıklarını çuvala doldurur; matbaa matbaa dolaşır. Çocuk diye hiçbir matbaa ciddiye almaz. Yalnız bir tek matbaa sahibi ‘’Okuyup karar vereyim.’’ der, okur; VİCTOR HUGO’ya ‘’Bu kitap ta aşk sahnesi yok, basılırsa okuyucu okumaz. İçine aşk sahneleri koyalım.’’ der. VİCTOR HUGO, meşhur sözünü söyleyerek ‘’ Kitap basılacaksa bu şekilde basılacak.’’ der. Bu da bize bir şık olmalı.
Doğrularımızdan taviz vermemeliyiz. (Medya Okur Yazarlığı Öğretmeninden ışık- başarı işareti…) Kitabı ana hatları ile Ferda arkadaşımız size özetleyecek. Ben sözü Ferda, arkadaşımıza veriyorum.
Ferda:
- Arkadaşlar, Kitabın kahramanı Jan Valjean ekmek çalar; ekmek çaldığı için 19 Yıl kürek mahkûmu olur.
Anlayacağımız çaresizlik insanı her türlü suça iter. Biz burada sizlere çaresiz duruma düşüp suç ortamına itilmemek için kendi çarelerimizi yaratmaya mecbur olduğumuzu vurguluyoruz ve bizler için okulların bir oyun alanı değil çare arama alanı olduğunu vurgulayarak, okulu sadece oyun alanı gören arkadaşlarımızın uyanmasına yardımcı olmayı hedefliyoruz. Bizler diyoruz ki okullar en büyük çare arama yeridir. Okullarda kaçıracağımız fırsatları hayatımızın hiçbir alanında bulamayız. Sözümüzün doğruluğuna inanan arkadaşlarımızın elini havada görmek istiyorum. Doğru diyenler?
Tüm salonda eller havada. Öğretmenler pür dikkat.(Medya Okur Yazarlığı Öğretmeninden ışık işareti. Başarı işareti…)
Jan Valjean, tutukluluk sürecinde defalarca kaçmıştır. Her kaçışında ceza katlanmıştır. Her kaçışında yerine isim benzerliliğinden başka biri tutuklanmıştır. Jan Valjean, bir başkasının işlemediği suçtan tutuklanmasına razı olamadığı için her defasında teslim olmuştur. Burada bizim işlediğimiz suçun cezasını bir başkasının çekmemesi gerçeğini; dürüstlük kavramının önemini vurguluyoruz ve diyoruz ki yaşadığımız sürece haksızlığa göz yummaya, yalan söylemeye yer vermeyeceğiz.(Medya Okur Yazarlığı Öğretmeninden ışık işareti. Başarı işareti…)
Jan Valjean, tutukluluk süresi bittikten sonra bir süre topluma küsmüş düşman olmuştur. Sefillik ve yalnızlık içerisinde kalır. Anlıyoruz ki topluma küsen kendine küser. (Medya Okur Yazarlığı Öğretmeninden ışık işareti. Başarı işareti…)
Jan Valjeanın, piskopos’dan gördüğü iyilikle ruhu aydınlanır. Hayata ahlak ve fazilet sahibi iyiliksever bir insan olarak yeniden başlar. Burada da yardımlaşma ve insanın değişebileceği gerçeğini anlıyoruz.
Jan Valjean, kendini iyiliğe adar. Yoksul bir kız olan Cosette’i evlat edinir; büyütür, evlendirir. Kasabanın sevgisini kazanır. Yaşadığı kasabanın belediye başkanı olur. Anlıyoruz ki iyilik eden, topluma hizmet eden toplum tarafından yüceltilir. Yücelmeye aday olduğumuzu ve inançlı olduğumuzu buradan ilan ediyoruz, sizler de bizlerle var mısınız?
Salondan coşkulu: ‘’ Varız! Varız! ‘’ çığlıkları…
(Medya Okur Yazarlığı Öğretmeninden ışık işareti. Başarı işareti…)
Ferda, ‘’ Şimdi Kemal arkadaşımızın dramatizesini izleyelim.’’
Mehmet Yücel, Matbaa sahibi rolüne geçmiştir. Masa üstünde birkaç kitap, kâğıt ruleleri. Kemal Tezel ( V. Hugo) kulisten gelir masaya yaklaşır:
- Kitabımı incelediniz mi?
- İnceledim. İçinde aşk yok; bu şekilde basarsak okunmaz. İçine biraz aşk sahnesi koysak.
- Basılacaksa yazıldığı gibi basılacak.
- Jan Valjean’nın yirmi yıl birlikte yaşadığı Cosette’nin elini bile tutmaması sence garip değil mi?
- Bence garip olsaydı, garip diye yazardım.
- En azından ikisini el ele tutuştur, baskısını yapalım.
- Kitap basılacaksa bu şekil basılacak ve de yeryüzünde parasızlık yüzünden erkeğin cahil, şerefsiz; kadının namussuz olduğu sürece bu kitap değerinden hiçbir şey kaybetmeyecektir.
Kemal seyircileri selamlar.
Alkış sesleri içerisinde Ferda açıklamada bulunur:
- Arkadaşlar, Kemal arkadaşımızın canlandırdığı ve söylediği sözler kitabın yazarı Victor Hugo’ya aittir.
Üzerinden yaklaşık iki yüzü aşkın bir süre geçmiş olasına rağmen sözünde de belirttiği gibi kitap Dünya Klasikleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Sanırım Grubumuzun adının niçin ‘’ Okumak Namustur’’ olduğu anlaşılmıştır.
Mehmet YÜCEL:
-Arkadaşlar, diğer grupların almış olduğu kararların doğruluğuna bizler de inanıyor destekliyoruz. Sadece diyoruz ki kararlardan bir kısmı soyut ya da uzun vadeli. Biz daha somut, daha kısa vadeli bir eylem ortaya koyuyoruz. Hemen bu salondan çıktıktan sonra uygulayabileceğimiz bir eylem.
Öğretmenler bir birine bakıyor, salondaki izleyici öğrenciler ve diğer gruplar merakla açıklanacak eylemi bekliyorlar.
Mehmet YÜCEL:
- Arkadaşlar içinizde kitap okuyanlar bir parmak kaldırsın.
Kaldırmayan tek kişi yok.
Mehmet YÜCEl:
- Evinde kitabı olanlar parmak kaldırsın.
Kaldırmayan tek kişi yok.
Mehmet YÜCEL:
- Bu salondan çıkınca en sevdiğiniz kitabı en sevdiğiniz kişiye verip okumasını isteyeceksiniz. Verdiğiniz kişiye de bir kitabı bir başkasına okutmasını. Bu eylemi bugün biz başlatırsak; bu eylem sürer gider.
Ben, Sefiller Romanı’nı kim okumadı ise ona vermek istiyorum.
Salondan ilk fırlayan öğrenciye kitabı verdi. Salona sordu:
- Eve gittiğinde bu eyleme katılacak arkadaşlar bir el kaldırsın.
Bütün eller havada.
Mehmet YÜCEL:
- Değerli arkadaşlar, şu ana kadar biz konuşmacıları alkışladınız. Şimdi kendi kendinizi alkışlayın.
İlk alkışı Mehmet Yücel kendisi, sonra konuşmacılar, öğretmenler, bütün salon… Alkış üstüne alkış… Mehmet Yücel konuşmasını sürdürmek için bir süre bekledi. Leyla Öğretmenin el işaretleri ile alkışlar kesildi. Mehmet Yücel:
- Arkadaşlar, okumanın namus, okumanın şeref, okumanın, iş, servet, şan -şöhret olduğu bilinci ile okumaya; önce kendimizi, sonra çevremizi aydınlatmaya ant içeriz. Bizimle ant içmeye var mısınız?
Bir yandan alkış bir yandan ‘’ Varız! Varız!’’ sözünü duyan Mehmet Yücel, ‘’Hep birlikte söylüyoruz o zaman.’’ dedi.
Mehmet Yücel andı tekrarlattı, ‘’Okumanın namus, okumanın şeref, okumanın, iş -servet, şan -şöhret olduğu bilinci ile okumaya; önce kendimizi, sonra çevremizi aydınlatmaya ant içeriz.’’
Umut son kez kendini on dört bin sekiz yüz otuz iki kez daha biledi… Filmlerdeki izlediği dedektif sahnelerinden daha titiz, daha ince hesaplarla çatıdan indi. Yarışmanın yapıldığı salona yakın merdiven altı boşluğa kendini gizledi, bir kartonu siper edindi.
Yarışmanın son adımı son grubu 5. Grup sahnede yerini aldı.
Okul çıkış saati çoktan gelip geçmişti. O gün ilk defa rutin uygulamaların dışına çıkıldı. Müdür yerinden kalkmadan not yazdı, ‘’ Öğrencisinin evine gelmemesini endişe edip telefonla arayan velilere bilgi verilsin, okula gelen veliler salona yönlendirilsin.’’’ Notu en yakınındaki müdür yardımcısına verdi. Müdür yardımcısı dikkat çekmemek için elinden gelen gayreti göstererek salondan çıktı. Odasının önünde ilk karşılaştığı veli Umut’un annesi idi. Umut’un annesine göre Umut’un 10 dk’ eve geç gelmesi yeni bir vukuattı. Hele yarım sat geç gelmesi felaket demekti. Umut’un annesi gerçeği öğrendiğinde yüreğine bir su serpti. Demek ki oğlu doğru söylemişti. Gelmişken oğlunu bekleyip birlikte gitmeyi uygun buldu. Müdür yardımcısının yönlendirmesi ile salonun yolunu tuttu. Salonun kapısından içeri ilk adımını attı. Salon baştan sona dolu. Konuşulanlar, alkışlar ilgilendirmiyordu kendisini.
Gözleri köşe bucak oğlunu arıyordu. Bir türlü bulamadı. Çekinmese ‘’ Umut, oğlum nerdesin? ’’ diyecekti, olmadı. Fırsat bulabilse, öğretmene, müdüre; ‘’ Oğlum nerde? ’’ diye soracaktı. Çaresiz konuşmaların bitmesini bekleyecekti.
Sahnede masa çevresinde dört öğrenci önlerinde isimleri yazılı. Boş bir sandalye, karşısında ‘’UMUT’’ yazısı.
Anne, ‘’Umut’’ yazısını görünce endişesi yerini meraka bıraktı ‘’ Bunlar piyes oynuyor, oğlumun rolü ne ki?’’
Grubun Sözcüsü Kıvılcım:
- Arkadaşlar; ‘’UMUT IŞIĞI ‘’ bizim grup adımız olduğu gibi aynı zamanda tanıtacağımız kitabın adı. Yazarı, İbrahim Şahin. İbrahim Şahin, bütün başarıların umuda bağlı olduğunu ortaya koyarken umudunu yitirenlerin, hiç umudu olmayanların, yaşam şartlarının zorluğu karşısında yenilgi üstüne yenilgi aldıklarını, yenilgiler sonucu hayata küstüklerini, gözler önüne seriyor. Bizler grup olarak belirleyeceğimiz her hedefin bize bir umut ışığı olacağına inanıyoruz. Hedefimiz, okullarda elde edeceğimiz başarılarla kendi geleceğimizi belirlemek; içinde bulunduğumuz topluma yararlı hizmetlerde bulunabilmektir. Ben sözü Dilara arkadaşıma veriyorum.
Yazar konuşanları tek tek not alıyor. Bir sözcüğü kaçırmak istemeyişi bakışlarından, yazışından anlaşılıyordu.
Dilara:
- Arkadaşlar, İbrahim Şahin kitabında, bizi sadece çanta taşıyan olarak görmüyor, tek bir birey olarak görmüyor; geleceği aydınlatacak ışığın kaynağı olarak görüyor. Tek bir kıvılcımın, tek bir ışığın bütün toplumu aydınlatabileceğini en ilginç örneklerle bize sunuyor. Biz bu kitabı okuduktan sonra kendi içimizdeki keşfedemediğimiz gücü keşfettik; gücümüzün bize yeteceği gibi, yüzlere binlere güç katacağı inancına vardık. İçinizdeki gücü keşfetmeye var mısınız?
Salondan varız alkışları…
Umut alkışları daha net duyuyor, alkışlar artık Umut’u bilemiyor. Heyecan üstüne heyecan katıyor. Umut, yerinde duramıyor, yumruklarını sıkıyor. Elinden gelse saati ileri alacak, fırlayacak sahneye…
Dilara, ‘’ Ozan arkadaşımız kitabı tanıtmaya devam edecek.’’
Ozan:
- Arkadaşlar, İbrahim şahin, bütün büyük başarıların küçük basit merdivenlerden ilerleyerek kolayca elde edildiğini vurguluyor. Ona göre öğrencilik hayatı da, hedefe, başarıya götüren merdivendir.
1. Sınıftan başarı ile başlayan bir öğrencinin, aynı başarılarla sınıf sınıf atlayarak öğrencilik hayatını tamamladığında en yüksek hedefe erişebileceğini belirtiyor. Hedef basamaklarında birini atlayarak diğerine geçiş yoktur örneğin 7. sınıfı okumadan 8.sınıfa geçmek gibi. Doruktaki başarı için merdivenin önemsiz basamağı yoktur. Lisedeki bir başarı için; içinde bulunduğumuz basamağın önemi olabileceği gibi. Kısacası birçoğumuz bugünkü basamağın önemini kavrayamadık. Daha önceki dönemlerde olduğu gibi. Önemli olan her basamakta yeni bir basamak oluşturabilmektir. Çıkacağımız merdiven basamaklarını yükseltebilmektir. Başarıya giden yolda bir merdiven ve bir ışık; başarının olmazsa olmazları.
Konuşulan her cümlede İbrahim Şahin’in yüzünde bir gül açar. Duyduğu mutluluğun kitabı yazmakta duyduğu duygudan fazla olduğunu söylemeye ihtiyaç bırakmıyor gülümsemeleri. Gülümsemeler, konuşmacıya ayrı bir rahatlık, ayrı bir mutluluk verir. Her cümle farklı bir tonda dökülür dudaklardan…
Ozan’ın ,’’ İbrahim Şahin, ‘Kitapta umudu bir yıldıza benzetmiş. Umudu kaybetmek ışığın söndüğüne inanmak ve karanlığa bürünmektir. İfadesinden sonra III. Gurubun sözcüsü:
- Sizin Umut kayıp, o zaman siz karanlığa mı büründünüz?
Ozan,
- Merak etmeyin, kitapta o sorulara da cevap var. Kapanan her kapı, umuda açılmış yeni bir kapıdır.
II. Gurubun sözcüsü:
- Sizin Umut kapınız hepten kapalı.
Salondan sadece Umut’un yaramaz arkadaşları, gülmeye başladı. Leyla Öğretmen, devreye girip susturdu. Salon sakinleşince, Dilara, devreye girdi:
- 10 sayısının 3’e bölümünü ele alalım: Böldükçe bölünür. Umut onun gibidir. Böldükçe bölünebilen, çarptıkça çoğalabilen… Yeter ki bölebilelim, yeter ki çarpabilelim.
II. Grubun sözcüsü:
- Onun için mi sizin Umut her an her yerde, dersin her anında, bu ders hariç. Sınıfta bütün sıralarda, dışarıda bütün duvarlarda Umut yazılı. Nerede bir olay, orada Umut…
Öğretmen yine devreye girdi, ‘’Arkadaşlar, Umut arkadaşınız yanlış davranış sergileyen bir arkadaşınız olabilir. Sunumu bir tek kişiye indirgemeden sürdürürsek şu ana kadar sergilemiş olduğunuz olağanüstü güzellikteki sunuma gölge düşürmemiş olursunuz.’’
II.Grubun sözcüsü ( Tuğba Yıldırım):
- Öğretmenim, arkadaşların anlattıklarına saygı duyarım. Amacım, Umut arkadaşımızı kötülemek, konuşmacı arkadaşın anlattıklarına karşı gelmek değil. Sunumlarımız uzadı. Bizi izleyen arkadaşlarımızdan sıkılanlar biraz gülsün diye Umut arkadaşımızın olmamasını ‘’Umut yitirmek olabilir mi? ’’ şeklinde sorarak sunumu tek düzelikten çıkarıp tartışma havası vermek istedim. Ben, eminim ki ‘’Umutlar Yitirilmesin’’ grubu Umut arkadaşımızın yokluğunu hissettirmeyeceklerdir.
Leyla Öğretmen, Tuğba’ya konuşması için teşekkür etti. Ozan’a döndü, ‘’Sözlerini tamamla.’’ dedi.
Ozan:Bizler, ’Umutlar Yitirilmesin’’ grubu olarak önce kendimizi, sonra toplumu aydınlatmaya ant içtik. Kendini ışık kaynağı olarak gören, toplumu aydınlatabileceği olan arkadaşlarımız bizimle ant içmeye var mı?
Salondan alkış sesleri ile birlikte ‘’ Varız, Varız! ’’ Ozan söyledi, salondaki öğrenciler tekrarladı, ‘’ Önce kendimizi, sonra toplumu aydınlatmaya ant içeriz.’’
Sıra dramatize bölümüne geldi, Umut yok.
Umut Işığı Grubu:
- Ah ahh! Umut
Diğer Gruplar,
-Oh, ohh! umut
Umut Işığı Grubu,
- Ah ahh! Umut
Diğer Gruplar,
- Korkak umut
Umut Işığı Grubu,
- Ah ahh! Umut
Diğer Gruplar:
- Kaçak Umut
Umut Işığı Grubu,
- Ah ahh! Umut
Diğer Gruplar:
-Umut ışığı söndü
Umut ışığı söndü
Birincilik suya düştü
Oh, ohh! umut
Oh, ohh! umut
Umut Işığı Grubu:
- Ah ahh! Umut
Ah, ahh! Umut
Bizi tuzağa düşürdün
Bize arkadaş değilsin artık
Okuldan kaçtın, bizden de kaç artık!
Grubun dört kişisi Umut nedeni ile kendilerini yarışmayı kaybetmiş görse de öğretmenin açıklayacağı I. Grubu merak ediyordu. Umut’a kızgınlık, gözlerle Umut’u arayış…
Öğretmen Leyla, I.’lik için Gruplara alkış isteyecekti. Mikrofonu aldı. Salondaki öğrencilerin gözlerinin içine bir baktı; gözlerindeki ışığı, değişimi; tek tek görmek istedi. Bütün gözler ‘’ Durun!’’ sesi ile açılan kapıda. Leyla öğretmen, Umut’la göz göze… Umut içeri girdi. Yine sadece Umut’un arkadaşlarından alaycı bir bakış, gülümsemeler… Öğretmen sordu:
- Sen niçin zamanında gelmezsin? Arkadaşlarına bunu nasıl yaparsın?
Umut’un annesi kendine hâkim olamadı, ‘’ Hay, ağzına sağlık öğretmen hanım. Bana Müdür yardımcısı yarışmada görevli olduğunu söyledi. Ben buraya onun için gelmiştim, buraya gelip gözlerimle görmesem; bana yarışmada olduğunu söyleyecekti.’’ Nöbetçi öğretmen susmasını söyledi. Herkes merakla Umut’un vereceği cevabı bekliyordu.
Umut:
- Öğretmenim, benim görevim ‘’ Umutlar yitirilirse ne olur?’’ onu göstermekti. Umutların yitirilmesi bundan güzel anlatılamaz ki… Burada beş grup var, bir grup kazanacak dört grup kaybedecekti ama hiç biri umudunu kaybetmeyecekti. Böyle bir durumda sadece bizim grup umudunu da kaybedecekti ve ben ömür boyu arkadaşlarımın sevgisini… Ben onu sergilemek istedim. Burada yarışmayı kaybetme durumunda -ki kaybedersek- arkadaşlarımın sevgisini kaybetmeyeceğim. O duygu yeter bana. Karar sizin.
Öğretmenin şaşkınlığını gören Umut, konuşmasını sürdürdü.
‘’Siz, ( Derslerde azar işittiği öğretmenlerin gözünün içine bakarak’’ beni bugüne kadar dersi dinlemeyen, hiçbir etkinliğini yapmayan, dersten kaçan olarak tanıdınız. Artık o ben, ben değilim. Ben, bugünden sonra yeni bir benim. Umuttan umuda koşan, Umut. Yılmayan, umuda doymayan Umut. Bu konuşmamı bizim grubu birinci yapmanız için yapmıyorum, artık küçük başarıların büyük hedeflere basamak olduğunu biliyorum. Ben o basamağı çoktan geçtim. Öğretmen şaşkınlık içerisinde, ‘’Bu büyük değişim kararının sebebi nedir? ’’ diye sorduğunda:
- Öğretmenim,
İbrahim Şahin ‘’Umut Işığı’’nda, ‘’Hayatı yaşayarak öğreniriz. Hayatta öyle hataları yaparak hata olduğunu öğreniriz ki; hayat bize hatalarımızı telafi şansı vermez.
Hayat bize en büyük fırsatları öğrencilik aşamasında sunar. Öğrenciler de en büyük hataları öğrencilik döneminde yaptıkları için kaçırttıkları fırsatların bilincine varamaz. Yaptıkları hata bir yaşam sürecinde ceza olarak karşılarına çıkar.
Öğrencileri bu tuzağa düşürmemek için anne babaların, öğretmenlerin, yöneticilerin üzerine büyük bir görev düştüğünü’’ belirtiyor. Yine İbrahim Şahin, ‘’ Her çocuk bir ışığa ihtiyaç duyar. Önemli olan her çocuğa bir ışık sunabilmektir.’’ diyor. Ben kitabı okuduktan sonra kaçırttığım fırsatları gördüm, kaçırmadıklarımın peşinde koşmaya karar verdim. Kitap bana yeterince ışık oldu.’’ dedi.
Bütün gözler Umut’ta. Umut’tan pay çıkarma peşinde. Pay çıkaranlar sevinçte, başta Hasan öğretmen… Kendisi kendi eli ile teslim etmişti Umut’u Kitap Kurdu’na. Hasan Umut’la tek sırdaştı, Umut’un konuşmasında gözünün içine bakması gülümsemesi bunun ispatıydı. Hasan öğretmendeki sevinç on dört bin sekiz yüz otuz iki problemi çözmekten on dört bin sekiz yüz otuz iki fazla, on dört bin sekiz yüz otuz iki problemi çözmekten, on dört bin sekiz yüz otuz iki kez daha anlamlı…
Hasan’ın gözünün önünden ‘’ Her zaman kurar eşitlik dengesini umut… Umut problemin payı, paydası, Eşitliğin dengesi. Umut hayatın öznesi. ‘’ sözü bir şerit gibi geçmişti, on dört bin sekiz yüz otuz iki kere.
Umut’tan pay çıkaramayanlar. Vicdan azabını pençesinde…
Leyla öğretmen gelgitlerde.. Bir yandan Umut’a söylediği ‘’ Sana güvenmiştim’’ ‘’ Arkadaşlarına bunu nasıl yaparsın?’’ sözleri altında eziliyor, bir yandan doğru bir şey yapmanın sevincini hissetmeye çalışıyordu.
Medya öğretmeni verdiği taktiklerin işe yaradığını görüyor, kendisi ile övüncü yaşarken öğrencilerin verdiğinden fazlasını yansıttıklarının şaşkınlığını yaşıyordu.
Yazar kendi dünyasında.. Kim bilir yeni romanının iskeletini çatıyor, çatısına sığınıyordu…
İbrahim Şahin, kim bilir Umut’un hangi sözüne tutunuyor ya da Umut’a hangi duyguları besliyordu…
Dilara, yolun başında anladı, yalnız bir ön adımın boş koşudan başka bir şey olmadığını, yalnız bir ön adımın taşıyacağı hedefin anlamsız olduğunu.
Öykü’nün, Kazım’ın, Sabiha’nın, Seden’in,Sude’nin vücut kabuğunda çatırtılar, dillerinde ‘’ Kitap okumak yetmiyormuş, kitabın dilini haykırmak gerekiyormuş kitabın dilince, yer ve zamanında. Türkülerini söylemek gerekiyormuş gönülden gönüle. Kanatlarında süzülmek gerekiyormuş mavi bulutlarda. ‘’ sözleri.
İngilizce öğretmeni Feyza, yaşanılanları, yaşadıklarını İngilizceye tercüme etme kaygısı içerisindeydi. Acaba değişir miydi İngilizcede duygular? Diyordu kendi kendine ‘’ İnsanların, dili, rengi, ırkı ne olursa olsun duyguları değişmez.’’
Hüseyin, kafa yormuyordu olan bitene. Hüseyin’in nefes alıp vermesi yeterliydi gülmesine. Hüseyin’e göre düşünceler engeldi gülüşlere. O nedenle Hüseyin hiç mi hiç düşünmemişti, sınavlardan 1 alma ile 5 alma arasındaki farkı. Her zaman 1 alışlarındaki gülüş 5 alanlardan beş fazlaydı.
Umut’a gelince,
Umut’a açılmıştı, en umulmadık umutların çaldığı en umulmadık kapılar. Çözülmüştü, en umulmadık saatlerde kurulan en ummadık düşler…
Taşınmıştı Umut, en umulmadık umutların en umulmadık kanatlarında, en umulmadık semalara, en umulmadık doruklara.
Umut’a seyri kalmıştı doruklardan yaşanan şaşkınlıkların…
Salonu dolduran öğrencilerin hepsinin gözünden her birinin duyduğu sevincin TEOG başarısı sevincinden on dört bin sekiz yüz otuz iki kat fazla olduğu okunuyordu.
Yazar İbrahim Şahin,’’ Yaşananları ifade etmeye gücüm yetse on cilt kitap olur.’’ diyordu kendi kendine…
Tek bir gerçek; Umut’un herkesi şaşkınlığa uğrattığı, ikinci gerçek Umut’un ‘’Zafer’’i.
Salonun sessizliğini, öğretmenlerin şaşkınlığını gören Umut konuşmasını sürdürdü.
‘’Öğretmenim, kitapta depremde göçük altında kalan bir çocuğun bir ömür değil, bir gün değil, sadece bir dakika daha fazla yaşama umudu ile on yedi gün nasıl çığlık attığı ve on yedi gün sonra göçük altından çıkınca hayata nasıl dört elle sarıldığı yüreğimi parçaladı, rüyalarıma girdi. Eşini kaybeden birinin, eşinin öldüğünü bir daha geri gelmeyeceğini bile bile çocuklarına her gün, ‘’Akşama babanız gelecek.’’ demesi, her kapı çalışta gelecek umudu ile kapıyı açması… Çocuklarını babasızlık duygusundan uzak büyütmesi… Kendisini yalnızlık duygusundan uzak büyütmesi… ‘’
Son cümle aldı götürdü öğretmeni farklı dünyalara… Yanağında iki damla yaş belirdi.
Öğretmenin yanağındaki yaş, yazarın yüzüne… Umut’un annesinin yüzüne… .En acısı az sayıda da olsa aynı duyguyu yaşayan öğrencilerin gözyaşına neden oldu. Sayı az, gözyaşları çok… Gözyaşları anlamlı…
Umut konuşmasını sürdürdü ‘’ Bugün hiç farkına varmadığımız bayrağın, okullara gelip gitmenin, yıllar önce yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığında bir tek umut ışığı ile nasıl dalga dalga büyüdüğü, bugünlere gelindiği anlatılmış. Annem babam, benden vatanı kurtarmamı istemiyor. Göçük altından çıkmamı istemiyor. Karnemde ‘’Bir Tek Beş’’ görmek istiyorlar ve ben onu gösteremedim. Düşündüğümde bir tek beş almayı başarabileceğime inandım, bir de öğretmenlerimden ‘’bir tek’’inin sevgisini kazanabileceğimi. Okuduğum kitap bana bunu gösterdi ayrıca ‘’bir tek’’lerden koskoca bir dünyanın oluşabileceğini…
Bu sözlerden sonra Umut’un annesi ne öğretmen engelini, ne müdür engelini düşündü. Fırladı oturduğu yerden sahneye, haykırdı, ‘’ İşte, benim Umut diyeceğim Umut, işte benim oğlum diyeceğim Umut! ’’ dedi, bastı Umut’u bağrına; öptü, kokladı… Salona döndü, ‘’ Bir annenin, çocuğundan duymak istediği en büyük sözleri duydum, bugün burada. Anneleri en mutlu eden an, çocuklarının başarılarını gördüğü andır. Diğer konuşan çocukların anneleri burada olsa onların da aynı duyguları duyacağından eminim. Yine eminim ki onlar da duyacaktır; duydukları an aynı duyguları tadacak ve doya doya öpecektir.
Annenin sözleri salonda bulunanlarının bütünün ağlamasına yetti ve arttı bir teki hariç o bir tek Umut’tu. Umut gözlerindeki ışıkla salonda bulunan yedi yüz yetmiş altı göze destan yazıyordu. Umut on dört bin sekiz yüz otuz iki ant içmişti on dört bin sekiz yüz otuz iki kez.
Umut’un annesi bütün yarışmaları tekrar tekrar öptü koynuna bastı tıpkı oğlunu öpüp bastığı gibi… Sonra öğretmenini…
Öğretmen Leyla, duygu bombardımanında, konuşmacı olmasa mutluluğunu yaşayacaktı doya doya, hiç çekinmeden yol verecekti sevinç gözyaşlarına… Kendisini topladı, mikrofonu aldı,
- Öğretmenlerin de en mutlu olduğu an öğrencilerin başarılarını gördüğü andır; öğrencilerinde gördüğü büyük değişimi gördüğü andır. Öğrencilere verdiklerini geri aldığı andır. Bütün konuşmacı arkadaşlarınız bugün burada bize o duyguları yaşattı.
Konuşmacılar içerisindeki Umut’taki olumlu değişiklikler asıl alkışlanması gereken bir başarı diyorum. Diğer gruplar alınganlık göstermez, sizler de uygun görürseniz ‘’ Umut Işığı Grubu’’nu I. seçelim.
Diğer grupların onayını alan Leyla Öğretmen, ‘’ Umut Işı Grubu’’nu I.ilan etti.
Uzun süren ‘’Umut, Umut! ’ tempoları ve alkışların ardından Umut’a dönerek ‘’ Sevgisini kazanmak istediğin tek öğretmenlerden ilki ben oldum ve ilk 5’i veren öğretmen. Sen çoğulların peşinde koş bugünden sonra. Senin çoğulları yakalayacağından, koskoca bir dünya kuracağından eminim.’’ dedikten sonra sözü müdüre verdi.
Müdür,
- Sevgili öğrenciler, sizlerden bir tek şeyi önemle bilmenizi isterim; burada görmüş olduğunuz öğretmenlerden bir kısmı emekliliği gelmiş öğretmenler, bir kısmı mesleğinde emekliliğini yarılamış. Hiçbirinin sınav kazanma, meslek edinme ya da değiştirme kaygısı yok. Onların tek kaygısı sizlerin edineceği meslekler.
Sizlerin kızdığı, dersini dinlemediği öğretmenlerinizin; sizin boşa geçirdiğiniz zamanlara ne kadar üzüldüğünü bilmenizi isterim.
Öğretmenlerin en büyük sevinci, sizlerin başarısı; sizlerden verdiklerinin karşılığını başarı olarak görebilmek. Burada verdiklerimizin karşılığını fazlası ile bize gösterdiniz, bizleri mutlu ettiniz. Bizleri mutlu ederken kendinizi de anne babalarınızı da fazlası ile mutlu ettiniz. Bu mutluluğun altını çizerken bir kez daha vurguluyorum; nasıl ki başarılarınız sadece size bağlı kalmıyor bir başkalarını da mutlu ediyorsa başarısızlıklarınız, olumsuz davranışlarınız da aynı oranda başkalarını da rahatsız ediyor.
Olumsuz davranışlarınızın siz farkına varmasanız da önemsemeseniz de anneniz babanız, biz öğretmenleriniz farkına varıyor, önemsiyor, üzülüyoruz. Olumsuz davranışlarınızı sizlerin de önemseyip üzülmenizi daha doğrusu üzülmemeniz, bir başkasını üzmemeniz için yapmamanız gerektiğini bilmenizi isterim.
Nasıl ki başarı ve başarısızlık bir başkasını etkiliyorsa, bir umut ışı bir ulusu; bir ulusu aşarak tüm insanlığı aydınlatır. Burada yarışmacı arkadaşlarınızın hepsinde bu ışığı gördüm. Bu ışığı ömür boyu taşıyacağınızdan hiç kuşkum yok.
Okuduğunuz Sosyal Bilgiler Derslerini hatırlayın; bir çağdan bir çağa geçişi sağlayan tek bir kişi olabiliyor. Fatih Sultan Mehmet’i hatırlayın. Bir toplumdaki değişim rüzgârını bir tek kişi estirebiliyor. Bir Mustafa Kemal Atatürk’ü hatırlayın… Bugün her birinizin büyük değişiklilerin öncüsü olacağını gördüm.
Bir çiçeği düşünün, bir tek çiçeğin tohumları… Koskoca bir bahçeyi güle donatır. Bir bahçe çiçeğin tohumları, binler bahçeyi güle donatır. Her birinizin toplumun geleceğini güle donatacak güçte olduğunu gördüm. Sizin adınıza, toplumun geleceği adına mutlu olduğumu, bütün öğretmenlerinizin aynı duygular içerisinde olduğunu bilmenizi isterim. Bir tek şeyi daha bilmenizi isterim, ‘’Bu vatanın sizin gibi gençlere ihtiyacı olduğunu.’’
Onur konuğu sahneye alındı. Onur konuğu kısa bir konuşma yaptı ‘’ Burada kendimi, kitabımı tanıtmaya fırsat bırakmadınız. Her birinizi kutlar, gözlerinizden öperim. Sizdeki geleceği görmek, bizlerin tadacağımız en büyük mutluluk. Bizlere, kendinize bu mutluluğu fazlası ile tattırdınız. Eminim sizlerin bu başarısı sizleri nice başarılara taşıyacak.’’ dedi ve sadece yarışmacı öğrencilere kitabını imzaladı. İlk kitabını Umut’a.. Yazarın gönlünden geçen bütün salonda bulunanlara kitap imzalayabilmekti.
Böylece o gün hiç sönmeyecek bir ‘’ Umut Işığı’’ yakılmış oldu.
Aynı gün Bilişim Teknolojisi öğretmeni Görkem Şahin, çekmiş olduğu videoyu düzenledi. Video Başlığı ‘’ Umut Işıkları’’. Video sonuna Gruplar, gruplardaki kişiler, altına okul adı, en altına kendi adını yazdı. Videoyu önce okul web sitesine koydu, ilk izleyen kendisi idi. Videoyu sonra Facebook’ta, Youtube’de, İnstagram’da paylaştı.
UMUT IŞIĞI basında yer almada gecikmedi. Ertesi gün gazetelerin ilk sayfasında büyük puntolarla yerini almıştı.
‘’ GÖRÜLMEMİŞ BİR YARIŞMA, DUYULMAMIŞ BİR BAŞARI’’
Altında Umut’un resmi… Haberin detayında ‘’ Yarışanın, izleyenin, öğretmenin, öğrencisinin, müdürünün yazarının kendisini birinci hissettiği tek yarışma.’’
Gelişmelerden okulun müdürü son derece memnundu, bir taraftan, kutlama telefonlarına bir taraftan randevulara cevap veriyordu. Bir taraftan da öğrenciler öğretmenlerle birlik olup bir şeref köşesi düzenledi.
Okulun ‘’Şeref Köşesi’’ yarışmacı öğrencilerin fotoğrafları ile süslendi. Fotoğrafların yan köşesine İbrahim Şahin’in ‘’Umut Işığı’’ kitabı konuldu. Konuşmacı öğrencilerin konuşmalarından derlenen bir de Okul Andı.
‘’ UMUT ŞIĞI OKUL ANDIMIZ
Öğrenci olarak, öğrencilik hayatım boyunca zamanımın hiçbir anını boş geçirmemeye, en iyi öğrenciler arasında yer almaya, umutları bölüp paylaşmaya, çarpıp çoğaltmaya; arkadaşlarımı, öğretmenlerimi sevmeye, öğrencilik sonrası yaptığım işin en iyi yapanı olmaya, bu yolda bir saniye durmamaya, hiçbir engelde yılmamaya, okulları başarıya- hedefe taşıyan bir merdiven olduğu bilinci ile her basamağına önem vermeye, her basamağını atlamadan tek tek çıkmaya, en küçük hedeften en büyük hedefe koşmaya, okullarda kaçırılan fırsatları hayatımın hiçbir evresinde bulamayacağımı bilerek hiçbir fırsatı kaçırmamaya; okulun, kitapların verdiği ışıklarla kendimi aydınlatmaya daha sonra içinde bulunduğum toplumu aydınlatmaya, bu uğurda hayatımı adamaya ant içerim. ‘’
‘’ Umut Işığı’’ videosu bir hafta geçmeden tıklama rekorları kırdı. Okula TV’ler gazeteciler akın akın gelmeye, Umut TV’lere, gazetelere çıkmaya başladı. Yayınevleri okul kütüphanesine kitap bağışlarında bulundu. Dershaneler başta Umut olmak üzere bütün yarışmacılara teklif getirmeye başladı.
TV’ler, gazeteler okulu, okul adı ile söylemiyor, ‘’ Umut Işığı Okulu’’ olarak söylüyor, yazıyor.
Öğrenciler, öğretmenler, veliler; ‘’ Umut Işığı Okulu’’ olarak ifade ediyordu.
Artık okulun isminin değiştirilmesi kaçınılmaz hale gelmişti… Gerekli yazışmalar yapıldı; okulun adı değiştirildi: ‘’ Umut Işığı Ortaokulu’’.
Gerekçe ve tarihçe de ne mi yazılıydı?
Umut’un ‘’Destan’’ı…
Umut’un on dört bin sekiz yüz otuz iki düğüm destanı…
SON
‘’ Yeter ki umutlar sönmesin!’’
‘’Umudun ışığıdır bizi yarınlara taşıyan.’’
ADALET SEZERSE
SUNUŞ
Toplumsal sorumluluk anlayışı ile ele alınan ‘’ Adalet Sezerse ‘’ romanında yazar hukukun hukuk adına katledildiğine, hukukun toplumun farklı katmanlarına farklı işletildiğine toplumun iki yüz yıllık sürecini sorgulayarak çarpıcı örnekleri ile oraya koymaktadır. Yazar iki yüz yıllık çarpıcı olaylara ayna tutmakla yetinmemiş iki yüz yıl sonra yaşanabileceklere dikkat çekmiştir.
Toplumun bir bireyi olarak her bireyin toplumsal olayların ekseninin herhangi bir doğrultusunda, herhangi bir noktasında yer aldığını dikkate alırsak romanın her satırında da okuyucunun kendini bulacağı nitelikte bir roman.
Hatice ŞAHİN
EĞİTİMCİ
ARKA KAPAK YAZISI
Hakkı gasledilen ‘’Adalet’’e sığınır Hakkı katleden de sığınır adalete. Adalet hukuku katledenler içinse şemsiye… Ne var ki kapanıverir adaletin kapıları hak arayışlarda. Sıralanıverir eften, püften, boktan sebepler… Uzadıkça uzar… Örüldükçe örülür… Dava uzar da uzar… Ömür biter dava bitmez. Ölümde de iz sürer çoğu kez.
Romanın kahramanı Sülo SOYLUOĞLU’nun ömrü adliye kapılarında geçer. Hukukun oynadığı oyunların hepsinde Sülo, kaybeden taraf… Hukuka olan inancını yitirir, psikolojisi bozulur. Uykuda donuna ‘’ Boktan Davalar’’ yazmaya başlar. Yapılan tıbbî tetkikte Sülo SOYLUOĞLU’nun önceden olduğu bir ameliyatta karnında bir kalem unutulduğu tespit edilir. Kalemi çıkartmaya karar verilir. Karara karşı Beyin Cerrahi Uzmanı, ‘’ Kalemi çıkartmanız sorunu çözmeyecektir. Gözden kaçırdığınız bir durum var; adam beynine öyle bir komut veriyor ki beyin bokla mürekkebi ayrıştırıyor, yazıya dönüştürebiliyor. Göreceksiniz o beyin kalem çıkartıldıktan sonra da benim, sizin cebinizden kalemi alacak yazmaya devam edecek. Denilen olur İlk yazı: ‘’ Bir tek kalem kime yetecek, atın çöpe.’’
Sülo, hukuk mücadelesine devam eder. Hukukun Sülo’ya ördüğü çorabı okuyan herkes kendi yaşadıkları ile bir benzerlik kuracak. Romanı baştan sona kendisi kurgulamaya başlayacak.
Sülo Soylu, iş hayatına geç atılmıştı atılmasına. Adı iş, astarı geçici. Öyle de oldu geçici işi. Geçici işi, Sülo’ya iş tecrübesi kazandırmadı, yeni iş kapıları aralamadı aralamasına; adliye kapılarını araladı. Öyle bir aralık… Aralığın sonu; karanlık…
İşe başlangıcının ikinci haftası Sülo, maaş bodrorusu yerine ‘’ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’’ celbini aldı.
Sülo, Asliye Hukuk mahkemesinde…
Sülo, davacı kürsüsünde, davalı kürsüsünde işvereni kabzımal, yanında müdafi avukatı. Karşısında Hakim, hakimin kürsüsünün önünde zabit kâtibi.
Sülo’nun sol kolu alçıda. Sülo, patlamaya hazır bomba…
Bıraksalar bakışları ile boğacaktı kabzımalı. Yumruklar sıkılı, dişler kemik dişleyen köpek dişi… Bakışlar tarifsiz…
Kabzımal için sıradan iş, sıradan bir gün, sıradan geçen saatler… Duruşu, sakinliği; otobüs durağında otobüs bekleyen cinsten.
Hakim, zabıt katibine ilk cümleyi yazdırdı ‘’…/…../…../ günü …… saat….’te davalı ve davalının, davalı avukatının duruşmada hazır bulunduğu tespit edildi. Duruşmaya başlandı.’’
Hakim (Sülo’ya),’’ dava dilekçesinde yer alan şikâyetinizi adliyede hâkim ve tanıklar huzurunda tekrarlayacak mısınız?’’ diye sordu. Sülo’dan ‘’ Evet.’’ Sözünü alan hâkim, ikinci sorusunu sordu:
- Olay nasıl vuku buldu?
- Sayın Hakimim, okul bitmiş, bir müddet işsiz kalmıştım. İşsiz kalışım annem babam için bir dert olmuştu.
İlk cümle götürdü Sulo’yu ilk güne…
Sülo, adliyede değil. Sülo, hakim karşısında değil. Sülo, sinema salonunun locasında.
Filmin başrol oyuncusu. Filmin senaristi. Filmin yönetmeni.
Ve filmin tercümanı. Filmi izliyor, filmi tercüme ediyordu hâkime.
EV SAHNESİ
(Kahvaltı sofrası, yer sofrası, peynir zeytin, yumurta, domates vs. Baba, anne, iki erkek çocuk 18 yaş 25 yaş)
Annesi, çayları dolduruyor, dönüp dönüp büyük – Kendisi- oğluna bakıyor. Babası yemekle meşgul...
Annesi.
- Bu çocuğun sonu ne olacak?
Babası.
- Allaha şükür okulu bitirdi. Sağlığı yerinde.
- İş diyorum, iş.
Sülo:
- Okul dedeniz okudum. Yaşıtlarım oynarken sokağa çıkarmadınız. ‘’Oku! , Oku! ’’ dediniz. Sonuç bok.
Babası, ‘’Oğlum bak, üç yüz bin atanamayan öğretmen var. Her birinin ayrı ayrı derdi var. Ev derdin yok, aş derdin yok şükret haline. Biz zamanında daha kötüsünü gördük. Bir iş buluruz elbet. Bunları dert etme. Okuma ümidi ile gidip milyonlarca genç kurşuna dizildi. Hapse atıldı.
Sağ dediler, sol dediler kardeşi kardeşe kurşunlattılar. Sağcı olduysan suçlu oldun, solcu ol-duysan suçlu oldun. Necdet Adalı’yı solcu diye astılar, peşinden Mustafa Pehlivanoğlu’nu sağcı diye astılar. İkisi de bu vatanın evladıydı.
Hayatlarının baharında solduruldular. Her ikisinin de daha bıyıkları terlememişti. Tek suçları, suç elbiseleri bedenlerine uygundu.
Sokağa çıkamadığımız günler oldu. Çocuğunu okula işe gönderen her babanın içinde çocuğunun ölüm haberini alma korkusu yatardı.
Benim zamanımda televizyon da yoktu. Radyolar vardı pilli. Pilli diyorum. Pil iki günde biterdi. Her babanın kulağı radyodan gelecek ölüm haberinde idi. Pil bittiği zaman evine ekmek almaz önce pil alırdı. Ben bunları babama yaşattım, sen bana yaşatmadın.
Annesi,’’Komşu Ayşe, kabzımalcıda çalıyor. O, demişti, patronu hesap kitap işlerine bakacak eli kalem tutan birini arıyormuş. Ona bir söylesem diyorum.’’
Babası:
- Söyle, olursa olur. Olmazsa başka işe bakarız. Ne yarınlar biter ne ümitler.
Kahvaltı biter, Anne sofrayı toplar. Anne, Komşu Ayşe Hanım’a oğlu için patronu ile görüşmesini söylemeye gider. Ayşe Hanım’ın kapısını çalar. Ayşe Hanım kapıyı açar,
- Durdane, ben de hemen çıkacaktım. Gel hele içeri, hayırdır?
- Ben içeri girmeyeceğim. Patronun Hesap kitap için adam arıyorsa, benim oğlan okumuş çocuk. Bir söylesen de benim çocuğu işe koysak.
- Senin oğlandan iyisini mi bulacak, ben hemen söyler sana akşama haber getiririm.
Komşu Ayşe işe, anne evine yol alır.
Annesi bir koşu eve gelir babasına:
- Ayşe Hanım, ‘’Patron senin oğlandan iyisini mi bulacak, ben söyler akşama haber getiririm.’’ dedi.
- Hayırlısı. (Ayağa kalkar ceketini giyer kapıya yönelir.) Ben kahveye gidiyorum.
Sülo,’’ Ben de dolaşmaya çıkıyorum. Otur otur, ev üstüme geliyor.’’diyor.
Annesi, ‘’Çık oğlum, gençsin, dolaş. Ben de bulaşıkları yıkar, evi süpürürüm. Annenin işi belli ardından yemek…’’ diyor.
Sülo, saniyede filmin her bir sahnesini tekrar tekrar yaşıyor…
KABZIMAL SAHNESİ
(Yazıhane, Kabzımal Ayşe Hanım, Patron masada oturur, telefon görüşmesi yapmakta, Ayşe Hanım telefon görüşmesinin bitmesini bekler, ayakta.)
Ayşe Hanım,
- Bahri Ağabey, bizim komşunun bir oğlu var. Önüvörsiteyü bitürdü. İşki kumar neyim bilmez, yalan heç bilmez. Tam sizin aradığınız adam:
- Yarın gelsin, bir de ben göreyim.
- Gör, gör valla peşman olmayacağn.
Görüşme biter, Ayşe Hanım patronun odasından çıkar. Dışarıda işçileri taşıyacak kamyonete doğru ilerler.
Ayşe Hanım ve diğer işçiler kamyonete biner. Sebze toplamak için tarlaların yoluna düşer.
Filmin ilerleyen sahnesinde,
EV SAHNESİ
Anne (Durdane)
Mutfakta bulaşık yıkıyor.
Baba, kahvenin köşesine tek başına oturmuş gazete okuyor.
Sülo, yol boyu bir taşın üzerine oturmuş, dereye çakıl taşı atıyor.
TARLA
Kadınlar, sebze topluyor, kasalar doluyor, kamyonete yükleniyor.
EV SAHNESİ
Akşam olmuş, Sulo kardeşi, annesi, babası yer sofrasında yemek yemektedir.
Kapı çalınır gelen Ayşe Hanım:,
- Senin oğlanın işi tamam. Yarın Patron bekliyor.
Annesi ( Durdane):
- Sağolasın, Ayşeciğim. Bu iyiliğinin altında kalmayacağım. Oğlan işe başlasın maaşını bi alsın,seni göreceğim.
- O nahıl söz kız Durdane, senin oğlun benim oğlum, duymamış oluyum. Beni lafa tutma, daha eve varıp sofra hazırlayacağım. Haydi, hoşça kal.
- Güle güle, Ayşeciğim. Sağ ol. Allah ne muradın varsa versin.
Durdane, içeri girer. ‘’Şu Ayşe gibisi yok. Bi dediğimi hiç iki etmedi. ‘’
Babası:
- Allah eksik etmesin.
Sofra toplanır. Çaylar içilir. Yatmak için herkes odasına çekilir.
Sülo, filme ara verir ikinci cümlesini söyler.
Kabzımalın gözüne bakarak ‘’ Ertesi gün sabah, İş görüşmesi için gittim.’’
Filmin yeni karesinde artık kabzımal yer almaktadır.
KABZIMAL SAHNESİ
Yazıhane, Patron, Sülo. Patron Sülo’yu bakışları ile süzer. Sülo’ya:
- Demek, üniversite bitirdin.
- Evet.
Kabzımal, ‘’Burada günlük hesapları tutacaksın. Tartı, alınan mal, ödenecek ücret gibi. Hepsi basit. Bugün işi tanıman için işçilerle birlikte git. Ürünün toplanışını, kasalanışını, taşımasını yakından tanı. Yarın da burada gelen ürünlerin tartısını yaparak tek tek kayıt edeceksin.
Sülo:
- Anlaşıldı Efendim.
- O zaman buyur, araba gitmek üzere sende işçilerle birlikte git.
Bahçede kamyonet. Kamyonette kasalar. Kasa üstüne binenler, kasayı kucaklarına alanlar… Sülo şaşırır:
- İşçiler böyle mi gidiyor?
Kabzımal,
- Onlar kendi tarlalarına eşeğe binerek giderken ben atlarına araba vermişim.
- Bu araba mı şimdi?
- Araba değil de … Töbe, töbe… Marabanın altına makam arabası mı çekecektim.
- İyi, ama bunların can güvenliği…
- Merak etme onlar senin gibi muallim çocuğu değil. Götleri, taşa, toprağa, çalıya, çırpıya otur-maya alışkın.
- Köylü, maraba, muallim, muallim çocuğu, o çocuğu, hepsi aynı canı taşımıyor mu?
- Bak, delikanlı yanımda çalıştırdığım kişinin bana akıl vermesine, hesap sormasına, sözüme karşılık vermesine tahammülüm yok. İlk günün diye sesimi çıkarmıyorum.
Bu sözleri çalışan biri söylemiş olsaydı kıçına tepiği çoktan yemişti. Sen, arabaya biniyor musun, binmiyor musun?
- Bize okullarda, söze, kıça tepikle değil; söze sözle, karşılık vermeyi öğrettiler, bir de susmamayı.
- Sen arabaya biniyor musun, binmiyor musun?
- Arabaya biniyorum. Çalışmaya mecbur olduğum için değil, susulmaması gerektiğini göstermek için.
YOL SAHNESİ
(Kamyonette 10 kadın işçi, önde Sülo, Şoför)
Kamyon taşlı topraklı yolda ilerlerken kadınlar kasa üstünden oturduğu yerden yarım metre sağa sola sallanır. Göğüsler darbuka çalmaktadır. Popolar kızgın saca oturmuşçasına inip inip sıçramada. Düşmemek için birbirinden destek alma çabaları çoğu kez boşa çıkar. Sülo, önde kendi kendine konuşur. ‘’ Çalışan ayrı dertte, çalışmayan ayrı dertte… Bu nasıl bir dünya? ’’
İşçiler bahçede, ağaçlara dağıldılar.O yaşlı kadınların yolda yürüyebileceğine bile imkân vermeyen Sülo ağaca tırmanışlarını görür, şaşkına döner..
Sülo, Ağaçtan inen, ağaca tırmanan, kasalarda boşaltma yapan her kadına yanaşır, konuşmaya çalışır:
-Günde kaç sat çalışırsınız?
— Güneş doğmadan geliriz, akşam namazına eve varırız. Okumuş çocuksun, saati de sen hesapla.
Sülo, kendi kendine hesap yapar. ‘’ Nerden baksan 12- 15 saat’’ Yeni sorusunu sorar:
- Yöymeğeniz kaç para?
- 30 k3ağatt.
Konuştuğu işçi ağaca tırmanmıştır. Sülo kasaya yönelen kadının peşinde:
- 30 Lira ücret, size yetiyor mu?
Yetmese ne yapalım evlat. Bu yaştan sonra bize kim iş verir. Evimize iki ekmek alır, çocuklarımıza üç beşi harçlık veriyoruz. Ele güne muhtaç etmiyoruz. Buna da şükür.
Sülo, başka kadının peşinde:
- Siz çalışıyorsunuz, kocalarınız ne iş yapar?
Onlar evin işini yapar. Ahırdaki inek, kümesteki tavuk, kedi köpek hepsi adam ister. Kocalarımız da onlara bakar. Yeri gelir yemeğimizi yapar.
Sülo, kendi kendine ‘’Görünmeyen kadın erkek dayanışması… Görünse kim bilir gizli örgüt, ey-leme teşebbüs bilmem ne derler? ’’
DÖNÜŞ
Kamyonet yüklenir. Kadınlar boş buldukları yere oturur. Kadınlardan bir tanesi yüksekte bulu-nan kasanın üzerine oturur. Kadınlardan biri:
- Kız aşağı otur, araba çok sallar.
- Kız, sallarsa sallar bu yaşta çocuk mu düşüreceğim.
İşçiler durumlarından memnun. Sülo’nun aklına patronun sözü gelir. ‘’Onlar senin gibi muallim çocuğu değil. Götleri, taşa, toprağa, çalıya, çırpıya oturmaya alışkın.’’
Kamyonet kabzımala gelir. Kamyonet boşaltılır, işçiler evlerine dağılır.
Sülo, filme ara verir, üçüncü cümlesini hâkimin gözünün içine bakarak söyler ‘’Birinci gün böyle geçti. Akşam eve gittim.’’
Filmin yeni sahnesi girer devreye.
EV SAHNESİ
Sülo, eve eve girer. Baba televizyon izlemektedir. Televizyonun sesini kısar. Oğluna:
- Anlat bakalım oğlum, yeni işin nasıl geçti.
- Bok.
- O nasıl söz oğlum, hele bir anlat nasıl bok?
- Patron bok oğlu bok.
- Nerden anladın, bok olduğunu?
- Yaşlı zavallı kadınlara köpeğine verdiği değeri vermiyor.
- Sana bir şey yaptı mı onu söyle.
- Bok olması için bana bir şey mi yapması gerekiyor?
- Elbet değil de, sen onun düşüncesini değiştiremezsin.
- Baba sen değil miydin, bireyin kendi mutluluğunu düşünmesi egoistlik olur diyen?
- Demiş miydim?
- Demiştin ya.
- O zaman şimdi başka bir şey söylüyorum. Bir şeyi değiştirebiliyorsan değiştireceksin, değiştiremiyorsan, susacaksın. Duyduğunu, duymazdan, gördüğünü görmezden geleceksin.
- Duyduğumu duyacağım, gördüğümü göreceğim, doğruları söylemeye devam edeceğim.
- Karar verecek yaştasın. Ben yapma desem de sen bildiğini yapacaksın. Nasıl doğru biliyorsan öyle yap. Şunu da iyi bil, hep ben dediğimle, sen yaptığınla kalacaksın.
Sülo, savunmada dördüncü cümlesini kabzımalın gözünün içine bakarak söyler’’Ertesi gün, yazıhanede çalışmaya başladım.’’
Filmin yazıhane sahnesi girer devreye.
Sülo, verilen listeleri düzenliyor. Dosyalıyor. Akşama yakın. Gelen kasaları tek tek tartıyor. Listeleri tutuyor.
Sülo sakin ifadelerle beşinci cümlesini söyler ‘’Bir müddet böyle çalıştım.’’
Kesintisiz ilerler filmin kareleri…
Sülo, çalıştığı yerin bahçesinde…
Bahçede tek sıra olmuş işçiler.
Sülo tek tek haftalıklarını verir ellerine.
Hâkim müdahale eder,
- Bırak detayı. Olay anına gel.
- Olay anı işçilere ikinci hafta ücret ödeme günü oldu.
Filmin can alıcı sahneleri…
PATRONLA HESAPLKAŞMA
Patron, Sülo’yu karşısına almış emir veriyor:
- Bu hafta ödemelerde sıkışığız. Sen işçilere son yüklenen kamyonun Standardın üstünde GDEO tespiti yapıldığı, o nedenle İstanbul’dan geri çevrildiğini, boşuna bir de nakliye parası ödendiğini, bunun sonucu ödeme yapılamayacağını söyleyeceksin.
- İşçiyi karın tokluğuna çalıştırıyorsun. Üreticiden yok pahasına alıyorsun. Utanmadan üç kuruş ödemeye kılıf uyduruyor, benden şerefsizliğine ortak olmamı istiyorsun. Ben bunca yıl şerefsizliğe ortak olmak için okumadım. Şerefsizlik teklifine hayır demiyorum. İşçilere hakkında dava açtıracağım. Onlar açmazsa ben açacağım.
- Dünkü çocuk bana şerefsiz diyemez. Senin şerefine de açacağın davayı da……...
(Tekme tokat dalar. Düşmeden kaynaklı Sülo’nun sol kolu kırılır.) Şimdi git dava et.
Sülo, bahçeye çıkar. Bekleyen kadınlara tek tek, ‘’Bu şerefsiz, paranızı ödemiyor. Dava açacak mısın?’’ diye sorar. Sorduğu her kadın sırtını döner, uzaklaşır.
Sülo:
- Davayı tek başına ben açacağım. Bu şerefsize gününü göstereceğim.
Sülo, altıncı cümlesini söyler,’’O gün önce has-taneye, sonra eve gittim.’’
Filmin yeni perdesi…
EV SAHNESİ
Sülo’nun hiddetli eve gelişini gören baba.
- Sen söylemeden ben söyleyeyim, işten atıldın değil mi?
-Atılmadım. Şerefsiz işçiye para ödememek için beni yalanına ortak olmamı istedi. Herkese dava açmasını söyledim. Kimse oralı olmadı. Yarın davayı ben açacağım.
(Baba alçıdaki kolu sonradan görür.)
- Boktan, oğlum. Sonuç çıkmaaaz. Yediğin dayak sana kâr kalır. Gör bak, tek şahit bulamayacaksın. İşçiler adına da hiçbir şey yapamazsın.
- Çıkmasın. Şerefsizin yaptığı yanına kâr kalmasın.
Ertesi gün Sülo adliye yolunda.
Sülo, adliyeye dosya ile girer, dosyasız çıkar.
Sülo, yedinci cümlesini söyler, ‘’ Davayı açtım. Önüme gelen boktan!’’ dedi.
Filmin boklu kareleri…
Sülo,’ya adliye çıkışında. Bir ayağı olmayan bastonlu biri:
- Hayırdır genç, dava mı?
- Şerefsizin birini mahkemeye verdim.
- Boktan.
Sülo’nun beyninde filmin sahneleri, Topal’ın sözleri çatışır, sülo hepsini harmanlar. Sonuç bok. Sülo bir yandan yürüyor bir yandan beyninde ‘’ Bok’’ sözlerini tekrarlıyor. Sülo’ çevresinde hiçbir şey görmeden eve gelir.
EV SAHNESİ
Sülo, babasına:
-Şerefsizi mahkemeye verdim.
- Boktan.
Perdesi kapanır filmin…
Sülo, ‘’ İşte hâkim Bey, ben alacak peşinde değilim, o yoksullardan çalınan emeğin, kırılan kolumun hesabını sormak için bu davayı açtım. Kolum görüldüğü gibi, kırık raporu dosyamda mevcut. Karar sizin.’’
Hakim, kabzımala söz verir.
Kabzımal:
- Sayın Hakimim, ben kaç yıllık iş adamıyım. Daha bir işçi alacağım var demedi. Dedirtmem de.
Söyledikleri iftira. Çok görmemek gerekir. Daha toy. Aklınca beni korkutacak para sızdıracak. Biz öyle her dedikoduya pabuç bıraksaydık bugünlere gelemezdik. Dövülme olayına gelince malum çalışanlar karı- kız. Kızın birine laf mı atmış, parmak mı atmış tam anlayamadım. Yoldan gören biri namus meselesi belleyip buna saldırmış. Yetişmeseydim öldürebilirdi. O kişi elimden zor kurtuldu, kaçtı. Kim olduğunu bilmiyorum. Tekrar görsem tanımam bile.
Sülo:
- Şerefsizlik gördüm de bu kadarını görmedim.
Kabzımal:
- Bakın Hâkim Bey, toyluğuna vererek hakaretine bile tepki göstermiyorum.
KARAR:
Yaz kızım,
Gereği düşünüldü.
Sülo Soyluoğlu’nun kim tarafından dövüldüğünü şahitlendirmesi için yeterli süre verilmesine Davalı …………………………’nın tutuksuz yargılanmasına, Duruşmanın…………gününe ertelenmesine karar verilmiştir.
Çıkışta, mübaşirden daha duyarlı, daha meraklı daha bilgili engelli – Sağ ayak kalçadan kesik- her adliyeden çıkana yaptığı yorumu bu kez süloya yaptı ‘’ Haklıyışmışım.’’’ dercesine. Sülo’nun gözünün içine bakarak’’Boktan oldu değil mi? ‘’
Her dava çıkışında boktan olduğunu bilen Engellinin nereden bildiği Sülo’da bir endişeye yol açar. Adliyede farkında olmadan tek sıcaklık duyduğu meçhul kişi...
Davanın ikinci duruşma günü gelmeden Sülo yine adliyede, yine hâkim karşısında.
Mekân aynı.
ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
Davacı aynı.
Hâkim aynı
Kâtip aynı.
Davalı başka.
Dava gerekçesi başka.
Sülo, Patron, Savcı, Hakim, kâtip (Sülo’nun bir ayağı alçıda)
Hakim (Sülo’ya),
- Olay nasıl oldu?
SÜLO:
- Kabzımal işinden kovulmuştum… İş arıyordum. Gazetede bir ilan gördüm. Başvurdum ve işe başladım.
İlk cümleden sonra Sülo locadaki koltuğuna kuruldu, başladı filmi baştan sarmaya…
Mekân,
Yer altı karanlık bir oda. Üç Tezgâh (masa) Tezgâhta kot. Her tezgâhta bir işçi. İşçilerin elinde kompresör tabancası… Tabanca toz püskürtmekte. Tozdan işçiler birbirini görmemekte… Alarm çalar. Üç işçi koşarak arka bahçeye kaçar. Bahçede başka odalardan kaçanlar toplanır. Yaşları yirmiyi geçmeyen çoğunluğu çocuk toplam 30 kişi.
Sülo’nun yanındaki işçi (Kesik kesik nefes alarak konuşur) Sülo’ya.
- Sen yenisin, galiba…
- Bugün başladım.
-Akşamı bekleme, hemen kaç.
- Neden?
- Bu iş yerinde çalışan bir yıl çalışır. Bilemedin iki. Taş çatlasın üç. Burada üç yıl çalışan sadece ben varım.
- Sebep?
- Ölüm.
- Nasıl?
İşçi (Kesik kesik nefes alarak konuşur,)
- Bak anlatayım. Nefes almakta zorlandım. Doktora gittim. Karaciğer dedi. İlaç verdi. Nefes alışım daha da zorlandı. Tekrar doktora gittim. Akciğer dedi. İlaç verdi. Nefes alışım daha da zorlandı. Meslek hastanesine sevk ettiler. Hastalığım ‘’Meslek hastalığı’’ymış. Tedavisi yokmuş. Adı da ‘’ "silikozis’’miş. Sebebi para kazanırken soluduğumuz tozmuş. Ciğerimizi sattığımızı, ben üç ay önce örendim.
- Niye çalışıyorsun, o zaman?
- Öleceğim kesin. Evde oturup ölüm beklemektense çalışayım belki bir iki maaş fazla alırım. Çocuklarıma katkım olur, yardıma muhtaç kalmazlar dedim.
- Sadece bu hastalık sende mi var?
- Bu ve benzeri iş yerinde çalışan herkeste aynı hastalık var. Ben burada elli ölüme şahit oldum, olmadıklarım da evlerinde ölüm bekler. Türkiye’de ölen sayısı on bini geçmiş diyorlar.
- On bin, korkunç bir rakam.
- Korkunç olsa ne yazar. On bine yüzler, binler eklene eklene olur yirmi bin. (Çevresindeki çocukları gösterir.) Bak, bu çocukların çoğu Suriyeli, Moldavalı. Hiçbirinin annesi babası çocuklarının burada çalıştığını bilmez. Bu çocuklara ‘’Silikozis’’i anlatamazsın. Bir tabak yemek onlar için bayram. Yatacak yer bayram. Hepsi burada yatar. Bir yatakta on kişi…
- Onlardan ölen oldu mu?
- Kaçını sayayım. Öleni akşam bir çuvala koyarlar, atarlar denize.
GAZETE:
‘’KIYIDA KİMLİĞİ BELİRSİZ BİR CESET BULUNDU. KİMSESİZLER MEZAR-LIĞINA DEFNEDİLDİ.’’
İşçi.
- (Çocukları gösterir.) Dikkatli Bak! Hiç biri düzgün nefes alamıyor. Çalışabildiği güne kadar burada çalıştırılır. Çalışamaz duruma geldiyse ölürse denize atılır. Ölmemişse hastane kapısına.
Geçen gün, nefes almakta zorlanan üç çocuk, ben ve patron hastaneye kadar birlikte gittik. . Üç çocuk, arabadan patron eşliğinde indi, hastane kapısına kadar birlikte yürüdüler. Çocuklar hastane kapısından içeri ilk adımını atarken, patron son kaçışın son adımını attı, geçti direksiyonun başına, eli kontakta, ayağı gazda… Kaçış o kaçış…
- Bu iş yerinde teftiş yok mu? Alınacak hiç mi önlem yok?
- Biraz önce alarm niye çaldı sanırsın. Alarm teftiş. Mekân boşalır. Girişe ‘’Kiralık İşyeri’’ levhası asılır.
İşçinin konuşmasını peş peşe öten düdük sesi bozar.
İşçi:
- Düdük sesi; işbaşı demek. Ben iş başı. Sen, beni dinle, benden bir şey duymadın, görmedin doğru evine.
- Burada kalacağım. Yaşananlara tanıklık edeceğim.
Sülo, loca koltuğundan hâkime göz atar. Hâkim uyudu uyuyacak… Sülo’nun ikinci cümlesini kâtip yazar ‘’Çalışmaya karar verdim ve çalışmaya devam ettim. Kumlamada bir müddet çalıştım. Bir kez daha alarm çaldı. Ben hemen tabelaya koştum.’’
Filmin sahnesi devreye girer…
KİRALIK İŞYERİ
Alarm çalar. Alarm peşpeşe… Acil durum uyarısı – Müfettiş kapıda acil önlem.- demekti.
Çalışma alanını ilk terk eden Sülo, yaptığı ilk iş ‘’ KİRALIK İŞYERİ’’ tabelasını indirmek, yerine ‘’ÖLÜMHANE’’’ tabelasını asmak.
İşçiler deprem, yangın tatbikatından daha deneyimli, daha hızlı. Emirsiz komutsuz saniyesinde tezgâhlar boşaldı.
Patron yaşından bir on yaş daha gençleşti. Maraton koşusunun lideri azmi ile erişti fabrikanın yol girişine. Kaptı müfettişin çantasını elinden, buyur etti müfettişe kırmızı halıyı gösterircesine yola. Müfettiş, patron üç adım, beş adım attı, atacak… Müfettişin gözü tabelada ‘’ ÖLÜMHANE’’
Müfettiş alışık olmadığı, hazırlanmadığı ilk soruyu sebepsizce sorar:
- Bu ne?
- Efendim, kapalı olduğunu gördüğü halde günlük yüzlerce kişi iş isteğinde bulunuyor. Söz anlatamadım. Bu yazı işime yaradı. Okuyan geri dönüyor.
- İlginç.
Müfettiş, iş yerinin hangi kapısını açmışsa içerisi boş. Çalışanın olduğunu belgelemeye bin şahit ister.
İşyerinin tek açık alanı yazıhane. Malum orası da patrona ait. Patron bir nevi bekçi. Patron iş yerini kiraya verecek.
Müfettiş, gördüklerini, tespitlerini tutanağa yazar. Tutanak kusursuz. Patronda izeti ikram eksiksiz.
Teftiş kusursuz, patron gönül rahatlığı içerisinde müfettişi dış kapıya kadar uğurlar.
Alarm çalar, bu alarm ‘’ Üsküdar’a giderken’’ edasında. ‘’ Teftiş bitti, işçiler işbaşına!’’
İşçiler iş başı.
Bu defa alarm çalmıyor, Patron oda o da kendisi koşuyor. Yemekhanede toplanmalarını emrediyor.
İşçiler yemekhanede toplanmış, patron esip gürlüyor,
- ‘’ÖLÜMHANE’’ yazısını kim asmışsa çıksın. Doğrusu yazı çok işime yaradı. Asana bir maaş ödül vereceğim.
Sülo, üçüncü cümlesini yazdırdı’’‘’Benim.’’ diyemezdim. ’’ Benim’’ desem, dönen dolabın bir parçası olacaktım. Sonra yemekhanede çalışmaya başladım.
Bir gün telefon geldi.’’
Sülo, filmi sarmada…
Yemekhanenin telefonu çalar. Arayan patron:.
- Özel misafirimiz var, özel bir sofra donat.
- Anlaşıldı efendim.
Müfettiş son model bir araba ile gelir. Patron kapıyı açar. Birlikte yemekhaneye giderler. Masa donatılmış.
Sülo, dördüncü cümlesini yazdırdı’’ Patronun konuşmasına kulak misafiri oldum.’’
Sülo Loca koltuğunda, eli kumandada…
Sülo, masaya yakın direk ardına gizli konuşmaları dinler. Patron dinlenildiğinin farkında değildir.
Patron müfettişe:
- Nasıl efendim? Arabayı rahat buldunuz mu?
- Teftiş araya sıkıştı. O nedenle evden arabaya bindim gözümü burada açtım. Doğrusu arabadan bir şey anlama fırsatım olmadı.
- Siz dert etmeyin efendim. Araba bir hafta sizde kalsın, hatta bir ay.
Sülo beşinci cümleyi yazdırdı ‘’ Teftişte bağışlanan son model bir araba.’’
Savcı, hâkime, hâkim avukata döner bir birinin kulağına bir şeyler söyler.
Sülo:
- Sanırım bu konuşmanın içeriğini siz de anladınız.
Hakim:
- Tam olarak anladığımız söylenemez. Duruşmaya 10 dakika ara veriyorum.
Hakim, patrona bakar, kaş göz parmak işareti. Önden Hâkim, avukat çıkar, Peşinden patron koşar. Salonda Hâkim patronun kulağına bir şeyler söyler. Patron başı ile kabul onayı belirtir.
DURUŞMA BAŞLAR
Hakim (Sölo’ya) :
- Fazla uzatmadan sonuca gel.
Sülo:
Alarm olayına kafayı takmıştım. Alarmı devre dışı bırakacaktım. Önce keşfi yaptım.
Hakim:
- Bırak keşfi, devre dışı bırak.
- Köpek müsaade etmiyor.
- Vaz geç?
-Vaz geçmedim, efendim.
Sülo, filmin karelerinde.
İş yerine uzanan yol yolun 600- 700 m başlangıcında bekçi kulübesi. Bekçi uykuda… Sülo Köpeğe kemik fırlatır. Köpek yalamaya başlar.
Sülo:
- İşte Hâkim Bey, böylece ne kadar karakterimle bağdaşmasa da hayatımda ilk kez rüşvet verdim.
Hakim:
- Köpeğin rüşveti olmaz sen alarma geç.
Sülo.
- Geçiyorum. Köpeği geçtim. Kulübeden iş yerine giden kablolardan birini pense ile kestim.
- Sonuç?
- Sonuç bir gün SSK’dan geldiler.
Bekçi girişinde bekçi her zamanki gibi alarm düğmesine bastı. Alarım çalmadı. Müfettiş aracı ile içeri girdi, daha arabadan inerken patronla göz göze geldi. Patron şaşkın, işçilere kaçın deme fırsatı bulamadı. Müfettiş tek tek çalışanların kimliklerini topladı.
Müfettiş kimliklerle birlikte patronun odasına girdi, Çalışanların SSK girişini istedi. Patronun alışık olmadığı istek. Patron cevap vermedi. Müfettiş raporunu tuttu.
Hakim:
- Bütün bu olayların seninle ilgisi ne?
- Efendim patron, önce bekçiyi suçladı. Alarmın devre dışı olduğunu öğrenince beni aldı karşı-sına,‘’ Bugüne kadar bu iş yerinde böyle bir şey olmadı. Bu gün oldu. Bu gün de sen varsın diye oldu. Nasıl yaptın, niçin yaptın? Hemen söyle! Yoksa senin ananı……….’’ der demez ‘’Ben yaptım. Bugüne kadar anasını bellediklerinin yerine ananı bellemek için yaptım.’’ dedim. Son cümle patronun zembereğini boşalttı. Patron tekme, yomruk Allah ne verdi ise bana verdi. Ben de aldım. Ayağım kırılınca fazlasını alamadım, kendisi de fazlasını vermedi.
Hakim (Patrona):
- Dövdüğünüz doğru mudur?
Efendim, anlattıkları baştan sona senaryo. Duymuşlar, iş adamıyım. Yolda giderken arabamın önüne yatıyorlar. Çarptı. Dava… Sokakta dayak yiyorlar, iş adamı dövdü dava... Arabamdan inmeye korkar oldum, yerde karıncaya basarım, karınca davacı olur diye korkudan. (Burnunda sinek dolaşır, burnunu göstererek) bakın sineğe git diyemiyorum, davacı olur diye. Ben her zaman Yüce Türk Adaletine sığınmışım. Adaletinize sığınıyorum Hâkim Bey. Gence de para veremem ama ünlü film yönetmenleri tanıdıklarım var, rica eder bir rol bulurum.
KARAR:
- Yaz kızım,
Gereği düşünüldü:
Davalı, Sülo Soyluoğlu’nun iddealarını belgelemesine, şahitlendirmesine, belge ve şahit bulması için yeterli süre verilmesine, dava için üç ay sonrasına gün verilmesine, davalı ……………..’nın tutuksuz yargılanmasına karar verildi.
Sülo, iki iş, iki adli deneyim yaşadı. Davanın ilerleyen sürecinde tek bir cümlelik karar yazıldı ‘’ Suçlamanın mesnetsiz olduğu kanaatine varıldı, davanın beraatına karar verildi.
Dosyanın biri kapanmadan bir yenisi açıldı.
Sülo, Hâkim karşısında.
Mekân aynı,
ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
Davalı aynı.
Hakim aynı.
Kâtip aynı.
Davalı farklı.
Sülo’nun kırılan uzvu farklı. Sülo’nun bu defa kafası sargıda. İçindeki kırık sargıdan gözükmüyor. Beyindeki hasar Sülo’nun sarffettiği cümlelerde gizli.
Sülo, davacı, Sülo davalı, Süla tanık…
Bu davada Sülo, davacı. Hâkim bir an karıştırır, Sülo’yu tanık sanır, Sülo’ya tanık yemini ettirir:
- Doğruları söyleyeceğine namusun üzerine ant içer misin?
- Doğruları söyleyeceğime namusum üzerine ant içerim.
Hâkim aynı soruyu davalıya sordu.
- Doğruları söyleyeceğime namusum üzerine ant içerim.
Sülo, söz almadan atıldı:
-Namussuzlar nasıl olurda namus üzerine ant içebiliyor. Ben, bu adam namussuz diye dava açmışım. Namussuzun ilk cümlesi namus.’’
Hâkim, ‘’Bu sana bir uyarı olsun, söz almadan konuşma, konuştuklarına dikkat et, konuştuk-ların hakaret içeriyor. Hakaretten içeri attırırım seni.’’
Sülo ‘’ Namuslular içeri tıkıldıkça, namussuzlar kol geziyor dışarıda.’’
Hakim, ‘’ Savunmanı almada dışarı atacağım. Savunmana başlayacaksan başla!’’
Sülo, işvereninin gözünün içine baktı, gördüğü göz değil. Beyninin arka köşesindeki namussuzluk dosyaları perdeledi gözlerini. Hâkimin gözünün içine baktı, beynin ön duvarına yazdı ‘’ Bu dava da boktan olacak, Hâkim bu namussuzun da namusluğuna karar verecek.’’
Sülo, savunmasının ilk cümlesini söyleyebildi ‘’ Köyümüze yeni bir ocak açılacağını duyduk.’’
Sülo’nun, birinci cümlelesi ile ikinci cümlesi arasını beynin arka köşelerinde yer alan dosyalar doldurdu.
Dosyalar film şeridi… Gözleri sahne… Film başlıyor…
KÖYE OCAK AÇILIYOR
İlk müjdeyi muhtar veriyor. Köy halkını kahve-haneye toplamış:
- Köyümüze yeni bir iş kapısı açılıyor. Gençlerimize iş… Gençlerimiz babalarından sigara parası istemeyecek. Evlerine ekmek götürecek.
Gençler:
- En büyük muhtar, bizim muhtar!
- Söz, oy kullanma yaşına geldiğimde oylar senin.
Sülo, ikinci cümlesini yazdırdı ‘’Köyde tek karşı çıkan dedem olmuştu.’’
Film kesintiye uğramaz…
Resul Dede:
- Oğul, ocaklar sönecek, kızlarımız dul kalacak. Köy, bize mezar olacak.
Gençler:
- Sen, sus moruk! Muhtardan eyi mi bileceğen?
Muhtar:
- Gençler doğru söylüyor. Gençlerin ekmeğiyle oynamayalım.
OCAK AÇILIŞ TÖRENİ
Kurbanlar kesiliyor, davul zurna çalıyor…
Sülo, üçüncü cümlesini yazdırdı ‘’ Dede sözü dinlemedik. Hesap kayıt işi diye işe başladım. Sonra bütün ayak işlerini de ben yaptım.’’
Film hızlı taramada…
Ocak iş başı.
Kömür çıkartılıyor.
El arabası ile taşınıyor. Sırtta çuvalla… Ertesi gün çuvallar ata, eşeğe yükleniyor.
İlk ölü. Çalışma esnasında, kafasına tavandan taş düşme sonucu bir işçi öldü.
Salda ocaktan çıkartılıyor. Cenaze namazı. Mezara defin.
Gazeteler yazdı, çizdi. Bir maden şehidi. Ölüm acı. Ölüm ateşi düştüğü ocağı yakar. Şehitlik; ucuz kahramanlık. Şehitlik; mazeretlere örtü.
GAZETE MANŞETİ
Yeni açılan ocakta işçiler koruyucu kask takmadığı için bir maden işçisi şehit oldu.
Sülo, filmin tesirinde savunma cümleleri sertleşiyor ’’Bu şerefsiz beni çağırdı.Oğlum, gazete kask diyor, git Ankara’nın altını üstüne getir. Bul getir, dedi. İtiraz ettim.’’
Film’den:
SÜLO:
Ocağın işletmecisi, gazete mi? Siz mi?
- Emri kim veriyor?
- Bana siz, size gazete.
- Çok konuşma, al şu parayı (Para verir) şu da arabanın anahtarı. Düş yola.
Film’den:
Sülo, Ankara yolunda… Sülo, baret peşinde. Sülo, baretleri bulur. Sülo, dönüş yolunda. Sülo,
İşçilere baret dağıtıyor. İşçiler baretle çalışmaya başlıyor…
İLK MAAŞ
İşçiler tek sıra. Kese içerisinde para. Her işçiye bir kese.
Bir işçi sayıyor, delikli 10kr, 2.5kr, 50, kr. 5Tl.
Kömür çıkartılıyor, atta eşekte taşınıyor.
İşçiler, baret giyiyor.
Kömür çıkartılıyor, atta eşekte taşınıyor
3O İşçi ölü. Zehirlenme.
Gazete manşet:
Maden ocağında 30 İşçi Tüp kullanmadığı için şehit..
Sülo, ikinci şerefsiz sözcüklü cümlesini yazdırdı ‘’ Bu şerefsiz beni yine çağırdı. Gazeteler tüp diyor sana yine Ankara yolu gözüktü, al anahtarı atla arabaya, doğru Ankara’ya. İtiraz ettim. Bu iş gazete ile olmaz. İşi bilen mühendis alırsanız, onlar yapacaklarınızı size gazeteden önce söyler, dedim. Bu şerefsiz, emir veririm, emir almam. Ankara diyorsam Ankara, dedi.’’
Filmden:
Sülo, 1940 model jeep’le Ankara yoluna koyulur.
Kömür çıkartılıyor, atta eşekte taşınıyor.
İşçiler Tüp takınıyor, çalışma devam.
Göçük 50 ölü.
Halk feryat figan…
Hakim bilmez Sülo’nun beynin film makinesi, gözünün perde olduğunu. Sülo’nun ağzından çıkan sözleri kayda geçirttiğini bilir.
Sülo’nun sözleri kesintisiz ‘’ Ocakta göçük olmuş, bu şerefsiz barda. Telefonla aradım. 50 kişi ocakta mahsur kalmış dedim. Bu şerefsiz, ‘’ Kaldıysa beni niye arıyorsun. Ben AFAT mıyım? Ara Afet Hanım’ı, arasın AFAT’I.’’ dedi. Köyde ölen ölene, ölümlerin ardı arkası kesilmiyor, bu şerefsiz eğlence peşinde, barda, pavyonda.
Film kesintisiz gösterimde.
Trajedi, komedi, dram…
Bol aktör, tek seyircili. Sıfır maliyet, gösterim.
Kahvede Resul Dede Ceviz kaplama radyonun düğmesini çeviriyor:
‘’ Yurttan Sesler Programına ara vererek haberleri sunuyoruz. Yeni açılan Kömür ocağında ölü sayısı bir yılda 1000’geçti. Köyde bir Resul Dede, Torunu ve Ölenlerin eşi kaldı. Çevre köyler de giderek bitme noktasında.’’ Rıza dede kapatıyor radyoyu.
Kendi kendine ‘’ Dinlemediler, köyü mezar ettiler gençlere.’’ diyor.
DEREDE ÇAMAŞIR YIKAMA SAHNESİ
Kadınların yaşlısı, genci, taşların üstünde tokaçla çamaşır yıkıyor. Kimi Tokaç vuruyor, kimi sıkıyor, kimi seriyor, kimi yeni geliyor, kimi, çamaşır taşıyor. Çalıların ardından yükselen nağmeler’
Kaptırdım gönlümü bir güzele
Canım kurban, böylesi güzele
Allah yaratmış, özene bezene
Şiirler yazdım sayısız düzüne
Bakarsam bayılırım ay yüzüne
Bir bakışta âşık oldum gözüne
Kurban olurum, o tatlı sözüne
Yârim olsa bal yaparım özüne
Kızlar pür dikkat. Gözler sesin geldiği yere dikili. Bir birine:
- Kız erkek sesi duydun mu?
- He.
İş çekmeler, cilveler. En güzeli ‘’ Ben, beklemeye dayanamayacağım, gidip yakından bakacağım.’’ Fırlıyor yerinden tırmanıyor, derenin yamacından tırmanan tırmanana. Kiminin eşarbı takılıp kalıyor çalıya, kiminin ayakkabısı çıkıp yuvarlanıyor dereye. Erkeğin göründüğü ilk çalının ardına yer edinir ilk gelen, dizilir ardı ardına gelen. Görmek için iten itene. Erkek, üst baş yırtık, saç sakal birbirine karışık. Ses, hasbi erkek. Dereden sesler yükseliyo:
- Er yoksunları ava mı kondunuz? Çabuk, çabuk, işinizin başına. Evde yemekler yanacak.
Bir duymazdan gelme, iki duymazdan gelme. Kalkıyor kızlar. Bir sesin geldiği yöne, bir dereye baka baka dönüyorlar dereye. Bakışlar, mayışmalar, eli işte gözü oynaşta.
Kadınların yaşlısı, genci, taşların üstünde tokaçla çamaşır yıkıyor. Kimi Tokaç vuruyor, kimi sıkıyor, kimi seriyor, kimi yeni geliyor, kimi, çamaşır taşıyor. Çalıların ardından yükselen nağmeler…
Sülo, her sahneden bir kesit yazdırır zabıt kâtibine ‘’ Bu şerefsiz emir üzerine emirler verdi, Çevre köylerden işçi bulun, diye. En uzak köylere gidin, eli kazma, kürek tutan kim varsa toplayıp gelin, dedi. Çevre köylerinden işçi topladım. Topladığımdan biri, iki günlük evli. Ben o işçiyi, işe başladığının birinci haftası sonu, geçen ay kömür çıkartılan bölümde zehirlenmiş olarak buldum. Sonrası adliyede.’’
Fi,lmin adliye sahnesinden:
Savcı söz alır:
- Sanık iş yeri güvenliği tedbiri almayarak makdülün ölümüne sebebiyet teşkil etmiştir. Suç kanunu ………fıkrasına göre ölüme sebep teşkil etmek ve kasten adam öldürmeye teşebbüsten ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılması talebimizdir.
SANIK AVUKATI:
- Müvekkilim olaydan bihaberdardır. Müvekkilim olay vuku bulduğu gün ve saatte Marmaris’te tekne turunda bulunmaktadır. Buyurun belgeleri. Marmaris ile olayın vuku bulduğu yer arası uzaklık 1100km’dir. Müvekkilimin olaya müdahil olması ve kasti davranış sergilemesi mantık ve fizik kurallarına aykırıdır. Bu arada Müvekkilim mantık ve fizik okumuş biridir. Müdahil olması gereken olaylara müdahil olur, müdahil olmaması gereken olaylardan teknesine binerek uzaklaştıkça uzaklaşır. Bu olayda da müdahil olmamak için teknesini tercih etmiştir.(Tekne fotoğrafını göstererek) bakın nerdeyse Yunanistan kıta sahasına girmiş.
Hakim:
-: Avukat Bey, lütfen konunun dışına çıkmayalım. Biz tedbirden söz ediyoruz. Müvekkiliniz, iş yerinde lüzumlu güvenlik tedbirlerini almış mıdır; almamış mıdır?
SANIK MÜDAFİİ:
- Efendim, Müvekkilin gerekli tedbirleri aldığına dönük belgeleri mahkemenize sunacağım. Önce müvekkilimin kasti davranışının olmadığını kanıtlayayım. Müvekkilim olaydan bihaberdir. Bihaberdir ki bende suça konu olayla ilgili bilgileri celse öncesinde ocağın çavuşundan aldım. Olayın oluş saati 13:15'tir. Yani maktulün o saatte iş başında olması gerekir. Oysa o, iş başında değil. Aslında müvekkilin kasti davranışı değil; maktulün kasti davranışı söz konusudur. Mutlaka ölmenin bir yolunu bulacak ki müvekkilime karşı dava açabilsin.
Hakim:
- Davayı açan maktul değil; bu bir amme davası.
SANIK MÜDAFİİ:
- Efendim, fark eder mi? İddia makamı, sayın savcı maktulü savunuyor, müvekkilimi maktulü öldürmekle suçluyor.
HAKiM:
- Sanığın maktulün ölümünde kusuru olup olmadığına mahkeme karar verecektir. Siz lüzumlu tedbirin alıp alınmadığı hususunda savunmanızı yapınız.
- Efendim, olayın vuku bulduğu saat 13:15, yani maktulün normalde işbaşında olması gereken saat. Olayın vuku bulduğu mahal metruk bir alan ve giriş kısmı kalaslarla kapatılmış. Bizim bu maktulümüz saati 13.00’te işinin başından ayrılıyor. Girişteki kalasları itiyor, metruk alana giriyor, başlıyor beklemeye
- Maktul içeri niye giriyor, niye bekliyor?
- Çişini yapmak için giriyor.
- Anladık çişini yapacak da niye bekliyor?
- Efendim, maktulün amacı çiş yapmak değil ki bok yoluna gitmek. Adeta, göçüğün olmasını bekliyor.
- Sonuç?
- Maktul çişini yapıyor, pantolonunu çekip kemeri taktığı dakikada tam 13.15 göçük oluyor. Müthiş bir zamanlama.Tuvalet yapılıyor, pantolon çekiliyor ve göçük.. Bütün bunların tesadüfen gelişmesi mümkün değil. Bütün bu olayların önceden tasarlandığı apaçık ortadadır. Hatta ve hatta organize bir tasarlama olduğuna zerre kadar şüphe yoktur. Bütün bunları maktulün tek başına tasarlaması ve gerçekleştirmesi mümkün değildir.
- Delilleriniz?
- Buyurun efendim olay yeri krokisini. Olay yeri krokisi, olayın oluş şekli ve vuku bulduğu saat boktan. Tüm bu olayları üst üste koyun, tek tek inceleyin, adaletin imbiğinden geçirin maktulün üçüncü şahıs olan müvekkilin fiillerinden kaynaklanan bir nedenle ölmediği, maktulün bok yoluna gittiği apaçık ortadır. Müvekkilin fiilleriyle, maktulün ölümü arasında illiyet bağı bulunmamaktadır. Adam bok yoluna gitmiştir.
HAKiM (Makdulün eşine):
- Sizin bir diyeceğiniz var mı?
- Hâkim Bey, ben yüreğime taş basarım. Körpe yavrularımı kuru, yavan ekmekle doyururum. Yeter ki başka ocaklar sönmesin, başka yavrular yetim kalmasın. Büyüklerimden başka bir şey istemem.
HAKİM:
- Yaz kızım.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:
İddia makamınca hazırlanan iddianame ile mahkememizde dava açıldıysa da; olayın vuku buluş şekli hususunda toplanan deliller, mahkemede dinlenen görgü şahitlerinin beyanları, sanığın samimi beyanları, sanık müdafisinin mahkemeye sunduğu deliller, suç vasfının değişmesi nedeniyle mahkememizin görevsizliğine karar verilmiş olup karar, iddia makamının, sanık, sanık müdafisinin, müdahilin yüzüne karşı üst mahkemede itirazı kabil olmak üzere fehim olunur.
SÜLO (Hakime, savcıya, avukata):
- Şu Anadolu kadınının gösterdiği yüceliği (Avukata) ne sen gösterebildin, (Savcıya) ne sen gösterebildin, (Patrona) ne sen gösterebildin (HÂKİME) ne sen gösterebildin. ne de gösterme çabası gösterdiniz. Oturmuş burada eften püften boktan sebeplerle çorap örüyorsunuz. (Kadını göstererek) bu kadını zavallı duruma düşürmek mi, sizin hukuk anlayışınız? (Parmağını göstererek) sizde şu kadarcık vicdan olsa, sümen altı ettiğiniz onca hakkın, zavallı durumuna düşürdüğünüz milyonların azabından uyku uyuyamazsınız. Utanma duygusu olsa halkın yüzüne bakamazsınız.
HAKİM::
- Dava bitmiştir, lütfen dışarı.
Müderisoğlu, Sülo’ya sırıtarak gülümseyerek alaycı ifadelerle bakar, Süloda yumruk sıkılı, dişler çatır çatır, Müderisoğlu’na yiyecekmiş gibi bakar. Bakışarak dışarı çıkarlar.
MÜDERİSOĞLU ( Sülo’ya):
- Dünkü sıçtığım bok benden hesap soracakmış.
SÜLO::
- Bok sizsiniz, bok oğlu bok olmanız yetmedi davayı da boka buladınız.
( Müderisoğlu’nun korumaları köşenin ayrı noktalarından belirmiştir. Müdersoğlu’nun işareti ile gelirler. Müderisoğlu ceplerine para koyar.)
Korumalar Sülo’ya dört elden saldırırlar, yerde kafasına ayakla vururlar. Sülo tanınmaz haldedir. Altına işemiştir. Korumalar kokuyu hissetmiştir. Müderisoğlu hissetmese de hissetmiş gibidir.
MÜERİSOĞLU:
- Bok nasıl olurmuş bak şimdi.
( Sülo, ayağa kalkmaya çalışır, kalkamaz, elini ardına götürerek başını kaldırır, bokunu Müderisoğlu’nun suratına şaplatır.)
- Benim götüm bok kokar, senin suratın.
Müderisoğlu cevap veremez, yüzünün bokunu silerek uzaklaşır, peşinde avukatı, korumaları.
( Arkalarından)
SÜLO:
- Boksunuz, bok oğlu boksunuz, bok oğulları.
Sülo, filmden sıyrılır, bir işletmeciye, bir hâkime bakar:
- (Kafasını gösterir) Kafamın kalanı bu. görüyorsanız. Kafamı bu hale getiren, bu karşınızda duran şerefsiz. Adaleti temsilen sizler. Vereceğiniz kararı merak ediyorum.
HAKİM (Patrona döner):
- İtirazınız var mı?
İşletmeci:
- Sayın Hâkimim, ben dini bütün, her zaman adalete inanan biriyim. Adalete her zaman hesabımı vermişimdir. Ocağımda ölen her kişinin duruşmasına tek tek katıldım. Adalete hesabımı bir bir verdim.
MÜDAFİİ AVUKATI:
- Müvekkilim doğru söylüyor. Bugüne kadar katılmadığı tek celse olmamıştır, adaletten kaçtığı hiç olmamıştır.
SÜLO:
- Sizin dininiz para, adaletiniz para. Bugüne kadar adalete hangi hesabı verdin. Ölen onca insan… Geride kalan onca dul.. Onca yetim… Hiç düşündün mü? Hangi şartlarda yaşar.
HAKİM:
- (SÜLO’YA) Müdahale etmeyelim.
İşletmeci:
- Ben kimseyi dövmediğim gibi, davacı SüLo’yu da dövmedim. Dövenleri tanımıyorum. Para verdiysem, ben yardım sever biriyim. Sokakta gördüğüm her gence bir sigara parası veririm. Bir nevi sadaka.
KARAR
- GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ
Görgü tanıklarının dinlenilmesine, Davalı…………… ‘nın tutuksuz yargılanmasına, duruşma için ……/……/…..Tarihine gün verilmesine karar verildi.
Sülo, verilen karaların şokunda. Sülo, verilen kararların çıkmazında.
Sülo, babasına sorar’’Baba, davalar hep mi boktan olur? Hep mi sonuçsuz kalır?
Babası:
- Olur, mu oğlum, idamın uygulandığı dönemlerde şafak vakti astılar, güneş doğarken karar yazdılar. Çoluk çocuk astılar, sonra yaşlarını büyüttüler. Erdal EREN asıldığında henüz on yedi yaşındaydı.
O zamanlar adliyeye de ihtiyaç yoktu. Bir masa, bir sandalye, bir savcı, bir hâkim, bir zabit yeterliydi. Ceza evinde, cadde-sokakta hâkimler karar yazardı.
1940’lı 50’li yılları rahmetli babam şöyle anlatırdı,’’
O yıllarda, işçilerin SSK’sı yoktu. Sendika yoktu. İşçiler hakkını aramaya girişse, patrona dirense hemen devleti yıkmakla yargılanırdı. Devleti yıkan yıkana.. Devlet hep ayaktaydı. O yıllarda madende yüzlerce binlerce kişi peş peşe ölüyor, ölümlerin ardı kesilmiyordu. Sendika kurmaya kalkan hemen idamla yargılanırdı. Sana en ilgicini anlatayım. Adı duyulmayan örgütün, adı duyulmayan liderin asılacağı haberi duyulmuştu, halk geceden meydanın yolunu tutmuştu.’’
Bu defa, rejide Sülo’nun babası. Babasının anlattıklarını kendi kayıtlarından izler..
İdam mahkûmu ranzasında uyandırılarak kaldırılır. Giyinmesi emredilir. (idam mahkûmunun henüz sakalları, bıyığı çıkmamış) Sandalyeye oturtulur. Bir ressam, edası ile siyah yağlı boyaya batırılmış fırçalarla bıyık çizilir. Fırça darbeleri ile bir kirli sakal görünümü verilir.
Sabah ezanı…
Horoz sesi…
Tan yeri kızılı…
Meydanın sürekli halk tarafından doluşu… Halk batı istikametinde toplanıyor.
Halkın önünde güvenlik şeridi jandarma koruması… Halkın 50m. Önünde (DOĞU) bir masa, Masanın ortasında Ağır Ceza Hakimi, solda, savcı, sağda Ceza İnfaz Hakimi, masanın önünde, tabüre üzerine oturmuş zabit kâtibi, önünde sehpa üstü bir daktilo. 5m. İlerisinde idam sehpası.
İdam Mahkumu eli kelepçeli, sağ koldan bir jandarma, sol koldan bir jandarma tutarak (Yanlarında AS.ÇVŞ) getirilir. İdam sehpasını üç adım önünde bekletilir. Gözler güneşin doğuşunda…
Baba oğluna döner, ‘’’ İşte, oğul idamlar sabah vakti güneş doğmadan yapılırdı. Mesaj açık, ‘’ Doğacak her güneş, böyle batırılır.’’ dedi.
Filmde idam sahnesi canlanır babanın zihninde.
İDAM SAHNESİ
CEZA İNFAZ HAKİMİ: (Mahkûma):
Maden İşçileri Dayanışması adında bir örgüt kurduğunuz, işçi sınıfı diye halkı sınıflara böldüğünüz, devletin bütünlüğüne yönelik kasten ve fiilen eylemlerde bulunmanız sonucu
Anayasanın 142- 163 maddesine muhalefetten idamla yargılandınız. Doğru mudur?
- Doğrudur?
- O zaman idam kararınız uygulanacaktır? Prosedür gereği soruyorum, son arzunuz nedir?
- Son arzum: Uzun Mehmet’le görüşmek, tek bir soru sormak.
Ceza İnfaz Hakimi şaşkın, Ağır ceza Hakimine döner ‘’Uzun Mehmet kim? ‘’
- Bilmem Mahkûma soralım, Uzun Mehmet örgütten midir?
- Ben tarihe adını yazdıran uzun Mehmet’i istiyorum.
Ceza İnfaz Hakimi, Ağır Ceza Hakimi gizli gizli konuşur. Konuşmalarından, hal ve tavırlarından bir çözüm yolu aradıkları apaçık ortadır. Konuşurlar, yazarlar, konuşurlar yazarlar… Yazılanları Ceza İnfaz Hakimi okur,’’Tarihe adını yazdıran Uzun Mehmet’in bulunması için emniyet birimlerine yazı çıkartılmasına, Uzun Mehmet bulunana kadar idam kararının ertelenmesine karar verilmiştir.’’
POLİS TELSİZLERİNE GELEN ANONS
‘’ Uzun kod adlı örgüt liderinin gizlenmediği, sürekli kılık değiştirerek halkın içerisinde örgütün görüşlerini halka yaymaya, örgüte halk içinde taban oluşturmaya çalıştığı tespit edilmiştir. Bütün polis birimlerinin kalabalık cadde ve sokaklara sevki, halktan örgüte sızmaların engellemesi, özellikle uzun boylu, şüpheli kılık, şüpheli davranış sergileyenleri yakın takibe almaları önemle rica olunur.
JET HABER T KANAL
Flaş!
Flaş!
Flaş!
Hakan Hakkatapan’ın örgütün lideri olmadığı, örgüt liderinin ‘’Uzun ‘’ kod adlı kişinin olduğu kanaatine varılarak, Hakan Hakkatapan idam edilmemiştir. Bütün polis birimleri şu anda Kod adı ile anılan örgüt liderini yakalamaya sevk edilmiştir. JET HABER KANAL ekibi olarak bizler de sokaklarda mevzilendik. Uzun kod adlı kişinin yakalanmasını canlı yayın olarak ilk defa bizim kanalda izleyeceksiniz, lütfen bizi dinlemeye devam ediniz.
ECİĞİNE BÜCÜĞÜNE HABER PROĞRAMI
‘’ Hakan Hakkatapan adlı idam mahkûmunun son sözü, davanın seyrine damga vurdu. Ağır Ceza Hakemi, Uzun kod atlı örgüt mensubunun gizli belgelere ve bilgilere sahip olduğu, Uzun kod adlı kişi yakalamadan gizli bilgi ve belgelere ulaşılamayacağı, o nedenle idam kararının uygulanmadığı, gerekirse yargılama sürecinin yeniden başlatılacağı açıklamasını yapmıştır.’’
Loş ışıklarla donatılmış bir mekân. İçerisi gözükmüyor, sadece içeri girenin yüz hatları gözüküyor. Girişte, saltanat koltuğunda, saltanat kıyafeti ile II. Mahmut, geleni sorguluyor.
Gelen gözleri mosmor edilmiş, kıyafetleri parçalanmış bir kadın.
II. Mahmut:
- Ecel mi? Cinayet kurbanı mı?
- Kurban, kurban.
- Kasabın?
- Boyu devrilesi kocam.
- Sebep?
- Kıskançlık.
II. Mahmut:
- Duan kabul ola.
II. ÖLÜ (Kafası kesilmiş ellerinde)
II. MAHMUT:
- Ecel olmadığı belli senin katilin kim?
- Yeni sevgilimin eski kocası?
- Sebep?
- Kıskançlık.
- III. Ölü
II. MAHMUT:
- Ölüm sebebi?
- İnşaattan düştüm.
IV. Ölü
- Maden.
V. Ölü.
- Maden.
- Maden.
- Maden.
- Maden.
108. Ölü Maden (1942 maden faciası)
Polis birimlerine anonslar gelmeye devam ediyor.
‘’ Uzun kod adlı örgüt liderinin gizlenmediği, sürekli kılık değiştirerek halkın içerisinde örgütün görüşlerini halka yaymaya, örgüte halk içinde taban oluşturmaya çalıştığı tespit edilmiştir. Bütün polis birimlerinin kalabalık cadde ve sokaklara sevki, Halktan örgüte sızmaların engellemesi, özellikle uzun boylu, şüpheli kılık, davranış sergileyenleri yakın takibe almaları önemle rica olunur’’
DEĞİŞİK MEKÂNLARDA POLİS ARACI MESAJ, HAREKETE GEÇİŞ,
2-ŞÜPHELİ KOVALAMACALAR
3- Daire- dışarı hücum…
4- sokak…
5 Pazar…
6- Polis aracını çekmiş yoldan geleni gideni tek tek yakın takibe almakta. Yoldan Uzun topuk, uzun boy, makyajlı biri.. (Travesti) Herkesten farklı … Özellikle genç erkekleri kendisine çağırıyor. Kimisinin peşinden koşuyor. Polis takılıyor peşine. İzlendiğini gören uzun topuk caddeden sokağa dalıyor. Polis peşinde. Uzun topuk, topukları alıyor eline başlıyor koşmaya. Polis aracı hızlanıyor. Uzun topuk, sağ kaldırım sol kaldırım zikzak çiziyor. Polis aracı zikzak çiziyor. Polis aracı yakın mesafe. Uzun topuk, geri manevra… Tabana kuvvet. Araç geri manevra, gaz topuk. Uzun topuk, araç yakın mesafe. Uzun topuk, soluk soluğa. Belli motor stop sinyali… Uzun topuk, elleri kaldırıyor teslime hazır komutunda. Polis sevinçte. Aracı durduruyor, aheste adımlarla ilerliyor avına. O da ne? Uzun topuk, işeme vaziyetinde, işiyor. Polis, stop. İzliyor. Bekliyor. Uzun topuk, geri iki adım, üç adım beş adım mevziye çekili. Anlaşılan mayınlı bölge terk. Polis derin tecrübeleri ile tahlilde. Uzun topuk çantasından rujunu çıkarıyor, başlıyor dudaklara sürmeye. Dudak. Dudak düğme, dudak balon.. Şekilden şekile giriyor. Polis mest…
Polis, kendine bir tokat atıyor, ‘’ Oğlum kendine gel! Tak kelepçeyi, kap terfiyi:’’ diyor. Fırlıyor yerinden üçüncü adımda mayına basmasıyla üç adım geriye takla atışı görmeye değer. Mayına ayak değdi değecek anı, yüksek topuk sol elde, hedefe tetik silah hali, sağ el topuk ucundan fırlatıyor ruju. Ruj, Polisin ayağı yerden kesilip başı, baş ekseninden doksan derece geri dönmeye başlarken alnın orta yerine tam isabet… Takla, takla… O da ne? Polis yok ortada. Polis, kapağı açık unutulan fosseptik çukurunda…
HABERİN ÇEKİRDEĞİ PROĞRAMI:
‘’ Yayına ara vererek bir son dakika haberi veriyoruz. Uzun kod adı ile aranan yeni örgüt lideri uzun kovalamalardan sonra polis memuru K. A’yı öldürüyor. Öldürmekle yetinmiyor, fosseptik çukuruna atıyor. Kendisi izini kaybetmeyi ve kaçmayı başarıyor. Olayın görüntülerini basına veriyoruz’’. (Olay görüntüsü, jet hıyla gazete manşetlerinde.)
Olay görüntüsünde kovalamaca, mayın döşeme, ölüm anı. Silah ve isabet eden mermi… Gerçeği aratmayan bir dizayn.
Loş ışıklarla donatılmış mekânda gelenin ardı arkası kesilmiyor. Bu gelen farklı baştan aşağı fosseptik atık.
II. MAHMUT:
- Bu ne hal? Yangın kaçağı desem değil, maden hiç değil?
- Ben, Uzun kod mudur, Mehmet midir tam onu yakalıyordum, yakalayıp terfi olacaktım ki...
- Ne oldu?
- Boka bastım.
II. Mahmut, ‘’ Benim zamanımda ölüm bir ecelin elinde bir de benim fermanımda vuku bulurdu. Benim iznim olmadan kimse kimseyi öldüremezdi. Müneccimler, ‘’ Yüz yıl sonra insanoğlu demokrasi ile tanışacak.’’ diyordu. Demokrasi demek ki böyle bir şey, isteyen istediğini öldürebiliyor, isteyen istediği şekilde ölüyor. İyi ki demokrasi bizim zamanda hortlamadı..( Uzun Mehmet’i çağırır) Mehmetim, her gün madenden biri gelirken son günlerde gruplar halinde gelmeye başladı.. Anlaşılan o ki kabak senin başında patlayacak. Kılık değiştir, saklan.’’
Uzun MEHMET:
- Ya boyum?
- Uzun Hasanım de. Kim takar Uzun Hasan’ı, Uzun Mehmet’i.
- Saklanmayacağım 5000 kişi ölürken seyirci kalanların yüzüne tükürüp geleceğim.
- Oğul, devir değişti. İnsanoğlu çoğaldıkça çoğaldı, hangisinin yüzüne tüküreceksin.
Üzülme Devletlü Sultanım, tüküremediklerime tükürdüklerim söyler.
Baba bir yandan filmi izliyor, bir yandan oğluna aktarıyor. Filmin sonunda Sülo babasına:
- Baba bu anlattıkların bir tarih.
- Tarih olmasına tarihte, tarihi milyonlar böyle yaşar, bir kişi de kalemi eline alır’’ ‘’sözde tarih’’ yazar.
ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ (inşaat)
SAVCI, HAKİM, KATİP, SÜLO, İNŞ.PATRONU (ORHAN)
Hakim, Sülo’ya söz verir. Sülo ilk cümlesini yazdırır:
- Ocaktan çıkmış iş arıyordum.
İlk cümle sanki komanda. Sülo’nun film makinesi girer devreye:
Rıza Baba, kahvede bir yandan çayını içiyor bir yandan gazete okuyor. Kahvenin önünde lüks model bir taksi durur. Bütün dikkatler taksiden inende… İnen giyim kuşam, beden özelliği ile başbakan edasında… Kahveden içeri ilk adımında Rıza Baba ile göz göze gelir, koşarak ‘’ Hocam! ’’ diyerek Rıza Baba’nın elini öper.
Rıza Baba:
- 658 Orhan ha..
Orhan:
- Hocam zekânıza hayranım. Kaç yıl geçti, ismimi, numaramı hatırladınız.
- Sizler bizim eserimizsiniz. Eserler nasıl unutulur? Sen anlat bakalım nerdesin, bura hangi rüzgâr attı?
- Hocam, o işten o işe yapmadığım kalmadı desem yeridir. Şu anda ‘’ KONDUR KO İNŞAAT ŞİRKETİ ‘’ Sahibiyim. Marmaris yolu üzerinde yeni bir konut projemiz var. Bitme aşamasına gelindi sayılır. Ben de bu bölgede ekmek yiyebileceğimiz arsa araştırayım diye şöyle bir uğradım. Malum kahveler köyün nabzıdır. Siz ne yaptınız görmeyeli?
- Ben emekliyim. Emekli bir öğretmen ne yaparsa onu yapıyorum. Şu köşede bir çay içerim, gazetemi okurum. Bunları dert etmiyorum. Büyük oğlan okulu bitirdi. Ona bir iş bulamadım. Ona bir iş bulur, bir de düğünlerini yapabilirsem görevimi yapmış sayacağım.
- Hocam, onu dert etmeyin. Ben ona uygun bir iş veririm. Buyurun kartım. (Kartı verir)
- Yarın göndersem, nereye gelsin?
- İnşaat konutlarına gelsin, ben oradayım. Ver kartın ardına adresi yazayım.
Rıza Baba kartı verir, Orhan kartın ardına adresi yazar. Rıza Baba kahveciyi çağırır:
- Orhan benim örencim, boş arsa arıyor, bildiğin boş arsalar var mı?
Kahveci:
- Cemal’e yönlendirelim, onda uygun arsalar var
Ben çayları tazeliyim. Cemal yakında. Sizi oraya gönderirim.
Çaylar içilir.
Orhan.
- Çaylarımızı içtiğimize göre, beni Cemal’e yolcu edin. Malum iş beklemez.
Çay parası vermek ister, Rıza Baba engel olur. Rıza Baba vermek ister. Kahveci olur.
- Mekân sahibi benim bugünkü çaylar benden.
Kahveden çıkarlar. Kahveci Cemalin adresini tarif eder. Orhan öğretmeninin elini öper, kahveci ile tokalaşır, arabasına biner. Araba sokağı döner.
EV
Rıza Baba eve girer. Hanımı bulaşık yıkamaktadır. Beyinin geldiğini görünce, ellerini kurular. Beyinin yanına gelir:
- Hayırdır? Erken geldin.
Rıza Baba, kartı cebinden çıkarır:
- Bu benim öğrencimdi. Büyük iş adamı olmuş, Oğlana iş sözü verdi. Bakalım oğlan bu işte barınabilecek mi?
Annesi:
- İnşallah hayırlısı olur. Ben bulaşıkları yıkayım ardından yemekleri hazırlayacağım.
YEMEK
Sofra hazır olduğunda Sülo gelir, sofrada yerini alır. Yemek yenir. Yemek sofrası toplandığında Baba:
- Oğlum, hele yakınıma gel.
Sülo, yakına gelir.
Baba - (Kartı gösterir):
- Oğlum, bu benim öğrencimdi. Marmaris yolunda büyük bir konut projesi varmış. Sana uygun iş ayarlayacağını söyledi. Ben yarına göndereceğimi söyledim. Ne dersin?
- Söz verdiysen seni mahcup etmem, yarın gider görüşürüm.
- Bu cevabın bana yeter oğlum, sağ ol, beni rahatlattın.
İNŞAAT KONUT
(Yazıhane)
Orhan- Sülo baş başa.
Orhan masada, Sülo karşısında kendisine söylenen çayı içiyor. Orhan konuşuyor:
- Demek, Orhan Hoca’nın büyük oğlu sensin.
- Evet.
- Baban var ya baban.. Tarih gibi adammış. Okulda anlattıklarına güler geçerdik. Ne anlattıklarını hayata atılınca tek tek anladım. Derdi ki’’Hayat bizim size öğrettiklerimizden çok farlı. Yaşayarak öğreneceksiniz.’’ Hiç unutmam bir defasında sınav notuma itiraz etmişim. Babanın cevabı’’ Bize itiraz edebilirsiniz. Hayatta yanlışlarınıza itiraz etme şansınız yok. Biz her itirazınızı kabul etsek sizi hayata karşı hazırlayamayız, o nedenle itirazını kabul etmiyorum.’’ Demişti. Ben çok kızmıştım. Bana hiç tokat vurmamıştı fakat bu sözü her gün suratıma bir tokat gibi çarpıyor.
Sülo,‘’Babanın sözü bir tokat gibi her gün suratıma çarptı. ‘’ sözü ile yaşadıklarını kıyasladı. Acaba doğru muydu? Söz çınlıyor kulağında. Gelgitler yaratıyor bedeninde. Kalp krizini andıran bir sarsıntı… Orhan,panikte:
- İyi misin, doktor çağırayım mı?
- Yok, yok. İyiyim. Bir an dalmışım.
- Aman öyle de korkuttun beni. Gel, o zaman, sana inşaatı gezdireyim, hem bir hava alır açılırsın, hem inşaatı tanırsın.
Orhan, Sülo birlikte çıkarlar dışarı. Dışarı çıktıkları an son surat, acı firen sesi ile duran spor araba. Üst açık. Ön koltukta yarı giyim genç kız.. Arka koltukta yarı giyim iki genç kız… Direksiyonda bıyıkları yeni terlemeye başlamış bir genç…
Orhan:
- Hayırdır oğlum.
- Hayır baba. Fıstıklarla bara takılacağız.
- Bura bar mı, bara götür o zaman.
Genç arabadan iner. Babasının kulağına bir şeyler söyler. Baba cepten bir deste para çıkarır, oğluna verir. Oğlu bir paraya bakar, bir kızlara… Babasına:
- Baba kız üç tane, bu para sence üçüne yeter mi?
Baba bir deste daha para çıkarır, verir.
Sülo, parayı alan gence bakar, kendine bakar. Karşı iskelede genç ihtiyara bakar…
Parayı alan genç, egzoz patlatma sesi ile bar yoluna koyulur. Sülo ile Orhan inşaat dolaşmaya..
Orhan:
- Gençlik işte. Varsa yoksa eğlence..
Sülo, kendi kendine ‘’ Gençlik, gençlik. Bir ekmeğin hayalini kuran gençlik, bardan bara koşan gençlik’’ Gözünün önünde canlanan İş başvuru kuyrukları…
Atama lalettayin bekleyenlerin eylemleri…
Sülo, dikilmiş, üstüne kalas atılmış iskelede sıvacıyı görür. Dikkatlice bakar. Orhana:
- Bu işçinin hiçbir tedbiri yok. Ya düşerse?
- Onlar senin benim gibi asfalt çocuğu değil. Onlar ip cambazı, korkma bir şey olmaz.
- Bir şey olmaz zihniyeti, kazalara davetiye çıkarmaz mı?
- Boş ver sen şimdi bunları. Öbür blokta kalıplar çakılacaktı. Ora uğrayalım, ben işi bir göreyim. Sen biraz takılırsın.
…………….
İnşaat 2. Kat.
Kat demir kalıpları bağlanmaktadır. (DİREK)
Orhan:
- Usta kolay gelsin. Ne zaman beton atabileceğiz.
- 0nuncu gün atabiliriz.
- Bir ihtiyacımız var mı?
- Yok efendim.
- Arkadaş bir dostumun oğlu. Bundan böyle şirketin bünyesinde. İnşaatın her alanına girme, izleme, müdahale hakkına sahip. Yarın seninle. Sana kolay gelsin.
İnşaattan inerler.
Orhan:
- Bugün bu kadar. Yarın demir kalıpçısın başında dur, işi biraz hızlandır. Öbür blok bitme aşamasında. İşçileri dağıtmadan buraya yönlendireceğiz. Şimdi sen git, babana selamımı söyle.
Sülo:
- (Memnuniyetsiz, umursamaz bir tavırla) Söylerim, selamınızı.
EV SAHNESİ
Baba televizyon izlemektedir. Oğlunun geldiğini görür ve televizyonun sesini kısar.
Baba:
- Gel oğlum, bu saatte geldiğine göre, işe başladın sanırım.
- Başladım başlamasına da vicdanım bu adamın da, bu işin sonunun da boktan olacağını söylüyor.
- Oğlum, zamana bırak. Vicdanın sesini duymazdan gel bir süre.
- Ben de öyle yapacağım baba.
YAZIHANE
BETON KALIPÇISI, SÜLO, ORHAN
Haftaya, kalıplar çakılacak. Kod betonu 1cm eksik olacak şekilde çakıyorsunuz. Demir kolanları da birer çubuk eksik bağlattın. Önemsemediğimiz 1cm’ler 2.500 konutta nerden baksan 5 daire demek. Böyle böyle önceki konuttan ettiğimiz zararı kurtaracağız.
Kalıpçı:
- Bizim işimiz verilen ölçülerde kalıp hazırlamak. Siz öyle diyorsanız, öyle yaparız.
- Durum anlaşıldığına göre gidebilirsin.
Sülo, Orhan baş başa.
Sülo:,
- Bunu da ‘’ Baban öğretti.’’ deme.
- Bunu önceki inşaatta yediğim kazık öğretti. Zarar kol gibi girince; insan gözünü dört açıyor. Sen bunları boş ver demircinin yanına git.
DEMİR KALIP (DİREK)
Usta demir çubuklar üzerinde dizili demir kalıplarını sabitlemektedir. Bir kalıp atlıyor, bir kalıp sabitliyor. Bu durum Sülo’nun dikkatini Çeker.
Sülo:
- Usta sabitlemeden atladığın kalıpların sebebini sorabilir miyim?
- Bu şekil bağlarsam günde 1500 demir bağlarım. Senin değdin şekil olursa 1000.
- Yaptığınız hiç etik değil.
- Eti kemiği bilmem. Alacağım paraya bakarım.
- O önemsemediğin her bağ, bina güvenli demek. O binada oturacak insanların güvenliği yeri gelir çakmadığınız bir tek çivi ile hiç olur.
- Senin ne dediğin belli değil. Patrondan yana desem, değil. İşçiden yana hiç değil. Sen kimden yanasın?
- Ben adaletten yanayım.
- Adalet mi? Hangi adalet?
- Vicdanımın sesi adalet.
Usta işi bırakır, Sülo’nun yanına gelir, elini Sülo’nun omzuna atar:
- Bak deli kanlı, daha toysun, senin de anan s…….. vicdanının sesini duyarsın
YAPI DENETİM
Denetim elemanları, beton numune alır. Araca kadar Sülo, Orhan eşlik eder. Denetim elemanı araca binerken bir deste para Orhan eliyle cebe girer. Sülo, Şaşkın….
Sülo:
- Bunu kim öğretti?
-Belediyeciler? İlk inşaatımda ruhsat üç yılda çıktı. Sonradan öğrendim ki adet böyleymiş. Kervana katılmışsan kurallara uyacaksın. Ben de uydum.
İŞÇİ KONAKLAMA
Boş bir inşaat odası. Pencereler naylonla kaplı., Yerde karton üzerine serili bir battaniye yastık.. İşçilerden biri çocuğunu resmine bakmakta, iç çekmekte… Çocuğunun resmini öper..
işçi (arkadaşlarına):
- Yarın haftalığımı alayım, bayramlıkları aldığım gibi, akşam atla otobüse, sabahı köydesin. Oğlum doya doya öperim, bayramın ikinci günü dönerim.
II. İŞÇİ:
- Daha çok bayram hayalini kurarsın. Yarın bir sigara parası alabilirsen şükret haline.
HAFTALIK ÖDEME
İşçiler tek sıra.
Orhan birinci sıradan soruyor:
-Sigaran var mı?
1. İŞÇİ,
- Yok.
ORHAN:
- Al. 2 tl
2. İşçi Sigara içmem.
ORHAN:
- Haftalığın haftaya kaldı.
İşçiler yalvarır’’ Bayrama gideceğim, yol parası.. Hediye parası..’’
ORHAN ( Sülo’ya):
- İşçiyi bekletiyoruz, malzemeciye ödüyoruz. Malzemeciyi bekletiyoruz işçiye ödeme yapıyoruz. Ucu ucuna yetiriyoruz. Bu kadar konutu yapmayı kolay mı sanıyorsunuz. Yok, yok. Haftaya. Haftaya.. Para biter, haftalar bitmez. Biri biter, biri başlar.
Sülo’nun gözüne oğlanın kız gezdirmesine giren deste paralar, yapı denetimin cebine giren deste paralar gelir. ardından
İŞÇİLER:
- Haftalar bir türlü bitmedi. Ne zaman paramızı tam alacağız?
ORHAN:
- Haftaya..
………………
YAZIHANE
Orhan, Sülo
Orhan:
- Bu işçi milleti şımartmaya gelmez. Ceplerine 3Tl girsin S… kalkar. Sonra G… kurtaramazsın.
Sülo:
- Bunu kimden öğrendiğinizi sormayacağım.
Orhan bozulmasına bozulmuştur. Cevap veremez duruma düşmesi bozuntusunu daha da artırmıştır. Her zamanki patron söylemi ile:
- Benim banka kapanmadan bankaya yetişmem gerekir.
Yazıhaneden çıkar. Arabasına biner, hızla uzaklaşır. Sülo, ‘’ Öyle olsun.’’ Dercesine arkasından bakar.
YAPI DENETİM
Orhan, merdivenden iki yapı denetim elemanı ile birlikte yukarı çıkaktadır. Orhan cebinden bir deste para çıkarır. Denetim elemanı parayı çantasına koyarken yukardan aşağı inen Sülo ile göz göze gelir. Sülo, bakışları ile hesap sorarcasına Orhan’ın gözünün içine bakar.
Yapı denetim elemanı projeyi çıkarır, inceler. Direk sayısını sayar, not alır. Direklerdeki demir çubukları sayar, projedeki sayıya bakar. Projedeki sayıyı yazar. Kalıp aralıklarını ölçer not alır. Evraklarını çantasına koyarken Orhan’la bakışır. Yüzündeki ifade, göz kırpış ‘’İşlem tamam, siz rahat olun.’’ İfadesini taşır.
ÖLÜM SAHNESİ
SAAT 9.00
İşçilerden bir yazıhaneye gelir.
- Efendim, bir işçi iskeleden düştü. Hareketsiz yatıyor, sanırım ölmüş.
Orhan:
- Gören var mı?
İşçi:
- Yalnız ben gördüm.
(Orhan çekmeceden bir demet para çıkarır, işçiye verir.)
- Şimdi sen de görmedin. Hemen gidiyorsun üzerine bir naylon örtüyorsun. Kimsenin görmemesini sağlıyorsun. Kimsenin görmemesi için de geçiş yoluna moloz taş toprak, kalas ne bulursan doldur.
- Siz merak etmeyin.
Orhan, muhasebeye telefon açar:.
- Vanlı işçi var ya.. Cengiz. O iskeleden düşmüş. Hemen sigorta başlangıcı yap. Primini yatır. Beni acil ara. Ara ki jandarmaya haber vereceğim.
Orhan dışarı çıkar, sağa sola baka baka, kaza mahalline yaklaşır. Bekçi kendisine dönük. Islık çalar. İşçi döner. Göz göze gelirler. Orhan parmakları ile gel işareti yapar. Geri döner aheste adımlarla yazıhaneye yürür. Yazıhaneye girer. Peşinden işçi girer. Orhan:
- Bu emniyet kemerini bir tarafına, bu bareti bir tarafına koy. Götürürken koyarken hiç kimseye gösterme. Al şu poşete koy, üstünü gazete ile kapat.
İşçi:
- Dediğiniz gibi yaparım. Siz hiç merak etmeyin. Siz verdiğiniz parayı alsanız, ben düşürür kaybederim, giderken alsam.
- Akıllı birine benziyorsun. Ver, ben çekmeceye koyarım. Çekmeceden güvenli yer mi olur?
(Orhan parayı alır, çekmeceye koyar, yüzünde alaycı bir ifade) Paran emniyettedir.
İşçi, kazazedenin üzerine örttüğü naylonun bir tarafını açar, emniyet kemerini koyar. Kapatır. Öbür tarafını açar, bareti koyar, kapatır.
MUHASEBE YAZIHANE TELOFON GÖRÜŞMESİ
Yazıhanenin telefonu çalar, arayan muhasebedir:
- Başlangıç yapıldı. Sigorta primi ödendi.
- Güzel.
Orhan dışarı çıkar, gezeler. İşçiler mesai bitmiş eve gitmektedir. Orhan, her karşılaştığına gülümsüyor, ‘’ İyi akşamlar.’’ diyor. Son işçinin gidişinden emin oluyor, giriyor yazıhaneye. Açıyor telefonu:,
- Komutanım, ben ‘’Kondur Ko İnşaat’’tan Orhan. Bizim işçilerden biri intihar etmiş.
Ölünün üstünden naylon çekilip kaybediliyor.
Orhan, girişte karakol komutanını karşılıyor:
- Efendim gören duyan yok. İşçilerden önce giderdi. Gitmediğini görünce merak ettim. Geldim bu halde gördüm.
Komutan:
- İfadeyi karakolda verirsin. Biz tutanaklarımızı tutalım.
Güvenlik şeridi çekilir. Savcı doktor gelir. Doktor numune alır. Savcı tutanağını tutar. Karakol komutanı olay yeri krokisini çizer. İnşaat mühürlenir. Ölü cenaze arabasına konulur. Orhan Jandarma arabasına konur, karakola…
KARAKOL
Komutan:
- Olay hakkında bildiklerini doğru olarak anlat.
Orhan’ın söylediklerini bir jandarma daktilo ile yazar.
Orhan:
- Efendim, bu işçi sabahleyin bana geldi. Eşi ile sorunları olduğunu, bulanıma girdiğini, evden kavga ederek çıktığını, intihar etmek istediğini söyledi. Ben uzun uzun konuştum. Para yardımı yapacağımı da söyledim. İkna etmiştim. Daha doğrusu ikna ettiğimi sanmıştım. Akşam eve gidenler arasında görmeyince ilk işim çalıştığı alana gelip bakmak oldu. Gördüğüm manzara sabah ki sözlerini anımsattı. Hiç kimsenin görmemesi de kuşku yarattı. Demek ki herkesin gitmesini bekledi ya da kimsenin görmediği anda kendini iskeleden aşağıya attı.
TUTANAK
- Yaz,
17:45’te gelen ihbar üzerine olay mahalline varıldı. Güvenlik tedbirleri alındı.
Yapılan tatbikatta, ölen kişinin kimlik tespiti yapıldı. Ölen kişinin Van nüfusuna kayıtlı Vahdettin oğlu 1945 doğumlu Cengiz Cangırlı olduğu tespit edilmiştir. Yapılan incelemede ilk bulgulara göre iskeleden atladığı ya da düştüğü varsayımına varılarak tutanak tutuldu. Cengiz Cangırlı’nın yere düşme esnasında kafasının taşa çarptığı, çarpma sonucu burnundan ve ağzından kan geldiği tespit edildi.
İş yeri sahibi sanık aynı zamanda tanık sıfatında bulunan Orhan Orçun’un ifadesi alındı.
Orhan Orçun, Cengiz Cangırlı’nın sabahleyin kendisine geldiğini. Eşi ile sorunları olduğunu, bulanıma girdiğini, sabah evden kavga ederek çıktığını, intihar etmek istediğini söylediğini belirtti. Kendisinin Cengiz Cangırlı ile uzun uzun konuştuğunu, para yardımı yapacağını da söylediğini belirtti.’’ İkna etmiştim. Daha doğrusu ikna ettiğimi sanmıştım.’’ dedi. Akşam eve gidenler arasında görmeyince ilk işinin çalıştığı alana gedip bakmak olduğunu söyledi. Çalıştığı mekânda gördüğü manzaranın Cengiz Cangırlı’nın sabah ki söylediği sözleri anımsattığını belirtti. Hiç kimsenin görmemesinin de kuşku yarattığını söyledi. ‘’. Demek ki herkesin gitmesini bekledi ya da kimsenin görmediği anda kendini iskeleden aşağıya attı.’’ diyerek ifade verdi.
Orhan, nezarete konulur.
AĞIR CEZA MAHKEMESİ
Savcı, Karakolda alınan ifadeyi okur.
Ağır Ceza Hakimi (Orhan’a):
- İfadeye ekleyeceğiniz var mı?
Orhan:
- Yok, aynı ifademi tekrar ediyorum.
Maktulün eşi söz ister:
- Beyimle aramızda hiçbir sorunumuz yoktu. Biz bir elmanın yarısı gibiydik. Sabah da tartışmadık. Kendisini öperek yolcu etmiştim.
Davalının avukatı söz alır:
- Sayın Hâkimim, müvekkilim kavga ettiler demiyor. Cengiz CANGIRLI’nın ‘’Eşimle Kavga ettik.’’ dediğini diyor. Cengiz Cangırlı bu sözü müvekkilime söylemiş. Müvekkilime söylediği sözü Maktulün eşi nereden bilecek, söylerken orada mıymış kendisine sorarım.
Sülo söz ister:
- Ben sıvacıyı hep baretsiz, güvenlik kemersiz çalışır gördüm. Orhan Bey’e bu şekilde çalışmasını tehlikeli olduğunu söylemiştim.
Hakim: (Orhan’ a sorar):
- Doğru. Sülo’nun söylediği bir ay öncesi idi. Ben kendisi beni uyardığı gün bareti de aldım, kemeri de.
KARAR:
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:
Sanık ve görgü tanıklarının ifadesine baş vuruldu, verilen ifadelerin dosyaya eklenmesine, delil toplamak için duruşma için …../ …. / gün verilmesine, iş yerinin dava sonuçlana kadar mühürlü kalmasına Orhan Orçun’un tutuksuz yargılanmasına karar verilmiştir.
Mahkeme çıkışı Sülo, Orhan’ın karşısına geçer var gücü ile bağırır:
- Göz göre göre bir kişinin ölümüne sebep oldun. Bunun hesabını kim verecek?
- Ben vereceğim.
- Kime?
- Yüce Türk Adaletine.
Kavgayı davaların takipçisi Tek ayak izlemektedir. Kendi kendine sayıklar ‘’ Yüce Türk Adaleti, Yüce Türk Adaleti. Yüzünü bir türlü göremediğimiz boktan adalet!)
EV SAHNESİ
Sülo, hiddetle içeri girer baba sakinleştirmeye çalışır:
- Oğlum, hele bir otur. Bu ne sinir, yine ne oldu?
- Hakimi, avukatı, patronu birleşmiş ‘’Cengiz intihar etti.’ diyorlar. Zavallı kadını konuşturmadılar bile.
- Sen ne yaptın?
- İtiraz ettim de. Kim sikine takar benim itirazımı.
- Hele sabret oğlum, davanın seyri belki değişir.
- Seyri mi kaldı baba, davayı boka buladılar, çıkacak sonuç belli. Bok..
- Sabret, bir gün gelir adalet yerini bulur.
- Bok bulur.
- Boş ver, sen bunları şimdi yat dinlen, yarın sakin kafayla konuşuruz.
- Kafa bıraktılar mı ki sakinleştireyim.
- Hadi, doğru yatağa.
Sülo, filmin sonunda bir soluk almış ikinci cümlesini yazdırmıştı:
- Ölen ölmüş, inşaat mühürlenmişti.
İkinci cümlenin ardından film devreye girer.
KAÇAK ÇALIŞMA
Sülo, mühürlenmiş inşaatta çalışmaların sürdüğünü görür. Koşarak yazıhaneye girer. Orhan’a:
- Sen ne şerefsiz adamsın? Cengiz’in bedeni soğumadan, sen mühürlü inşaatta çalışma yapıyorsun. Sende hiç mi vicdan yok?
- Siktirme vicdanını, seni bir daha inşaatta görmeyeyim, yoksa topuklarına sıkarım.
- Bu yaptıkların yanına kâr kalmayacak. Göreceksin sen.
ADLİYE
Sülo savcılığa kaçak çalışma ihbarında bulunur. Dosyayı, adliyeye sunar, çıkar. Çıkışta tek ayakla karşılaşır.
Tek ayak ( Topal):
- Daha çok geleceksin. Dikkat et, benim gibi kafayı üşüttürmesinler.
Sülo üçüncü cümlesini yazdırır:,
- Kaçak çalışmayı ihbar etti.
Film kaldığı yerden girer devreye.
İnşaatta çalışma sürer. Merdiven girişinde üzeri mühürlü çapraz kapı ölçüsünde birbirine çakılı iki kalas. Kalasların ucunda çiviler. Duvardan söküldüğü belli.
Teftiş elemanına, Orhan bir deste para ikram eder. Elemanın gözü önünde, mühürlü kalasları kapı girişine yaslar çivileri çakar:
Bakın inşaat mühürlü. Var mı bir eksik?
Sülo, dördüncü cümlesini yazdırdı,
Bu şerefsiz, müfettişe rüşvet verdi. Müfettişin gözü önünde mühürlü engeli tekrar çaktı. Müfettiş bina mühürlü diye tutanak tuttu.
KARAR
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ
İşyerinde yapılan denetimde yasağa uyulduğu, bilirkişi raporundan anlaşılmaktadır. Davalı Sülo.. Mesnetsiz iddialarla adliyeyi meşgul etmek, sebepsiz yere davalıyı savunma külfetinde bulundurma suçları işlemiştir. Davalının Tazminat davası açma yakının saklı olması, Dosya masrafı ve avukatlık ücretinin Sülo Soyluoğlu’na ödettirilmesi, davanın reddine karar verilmiştir.
Sülo, önce işini kaybetmiştir, sonra davayı.
Sülo; Orhan’la hesaplaşmaya gittiğinde, Orhan kartı gösterir.’’ Kondur Ko İnş.’’ Biz damarımıza basılırsa adama böyle koyarız. Nasıl koyacağımı bekle göreceksin. Şimdi gidebilirsin.
Sülo, savaşı kaybetmiş bir komutan çaresizliği ve bitkinliği ile yazıhaneden çıktı. Adımları nereye götürüyorsa oraya gitti.
Deniz sahilinde kayalıklara oturdu. Balıklara taş attı. Taşlara yumruk attı.
Gecenin geç vakti saati bilmediği vakit evin yolunu tuttu.
Babası kapıda bekliyordu gelişini. Bu defa oğluna tek bir soru sormadı. Biliyordu oğlunun vereceği cevabı. Baba yatağına. Oğlu yatağına.
Sülo’nun gözü uyku tutmamıştı.
………
Sülo’nun adliyeden çıkmasının üstünden yıl geçmeden Sülo yine adliyede idi.
ASLİYE HUKUK
Sülo, İlk cümlelerini yazdırdı:
- İnşaat işinden sonar köyümüze ikinci ocak açılmıştı. Ocağın işçi aradığını duydum.
Ben sınav olacağını duydum. Meğer ben sınava hazırlanırken onlarda sınavı nasıl yapacaklarını hazırlıyormuş.
Sülo, sustu. Yaşadıkları bir film şeridi. Tekrar tekrar yaşadı.
TOPLANTI SAHNESİ
Müderisoğlu toplantı yapıyor. Toplantıda: Kendisi, Şirket Ortakları, mühendisler, Muhasebeci, İnsan Kaynakları müdürü)
MÜDERİSOĞLU:
- Müezzinoğlu, on kişi işe alacağız. Bin kişi iş başvurusu yapmış. Biz de işçi alımlarını sınava, teste tabi tutacağız. Aldığımız on kişi seçilerek geldiklerini, ocağa her isteyenin giremeyeceğini, işten ayrılırsa bir daha işe alınamayacağına inansın. Sınavda beş arkadaşımız görevli gibi davranarak, gücü kuvveti yerinde olanları tespit edecek, o yüz kişiyi sınavı kazanmış olarak açıklayacağız. Yüz kişiyi de testle eleyerek ona düşüreceğiz. Ortaklar, personel kararı onaylar.
MÜDERİSOĞLU:
- Konuşmayı ben yapacağım. Sınavı, İnsan Kaynakları. Testleri Mühendis arkadaşlar yapacak. Toplantı biter. Dağılırlar.
Ertesi gün sınav başlar.
Bahçede merakla bekleyen bin işçi. Karşılarına çıkan ilk Müderisoğlu, konuşmasına başlıyor:
- 1000 iş başvurusu olmuş. Adil davranma adına sizleri sınava tabi tutacağız, ayrıca madencilik ciddi bir iştir, kutsal bir meslektir, her önüne gelen madenci olamaz. Madenciliği önce hak edeceksiniz. Hak eden on arkadaşınızı yarın işe başlatıyoruz. Şimdi sizi yemekhaneye alıyoruz. Sınavın ardından bahçede testler başlayacak. Hepinize başarılar dilerim.
Sülo, tüm sınavlarda birinci sırada yer alır
İşçiler yemekhaneye alınır. Sınav kâğıtları dağıtılır. İlk soru:
1- Yer altından çıkartılır kütle halindedir. Rengi siyahtır. Bu madenin adı nedir?
A- Tezek
B- Taş
C- Kömür
D- Moloz
Her işçi adayı ‘’ C’’ seçeneğini işaretler.
Görevliler aralarda dolaşıyor. Gözüne kestirdikleri kişilerin isimlerini not alıyor.
Süre doldu, kâğıtlar toplandı.
SINAV BİTTİ
AÇIKLAMA
Sınav komisyonu bir saat içerisinde sınavı değerlendirecek, 70 üzeri not alanı belirleyecek. Sınavı kazananlar bahçede teste tabi tutulacak. Şimdi bahçeye çıkıyorsunuz. Sonuçları bekliyorsunuz.
Bahçede meraklı bekleyiş.
SINAV SONUÇLARI
Yüz kişinin adları okunuyor.
Açıklama:
- İsimleri okunanlar kalıyor diğerleri gidiyor. On dakika sonra testler başlayacak.
Üzgün gidişler, meraklı sevinçli bekleyişler…
SÖZLÜ SINAV
- Evinde önemli bir iş çıktı, eşin işten izin almanı söylüyor sen ne yaparsın
-Evdeki işimi erteler işe giderim.
- Geç
- Patronun ay sonu maaşını veremeyeceğini söylüyor, ne yağarsın?
Arkadaşlarla birlik olup, eylem yaparım.
- Çık
İLK TEST
DAYANIKLIK TESTİ
Omuza, sırta darbe vuruluyor. Düşen kaldırılıyor ismi çiziliyor.
Kalan 50 kişi
II. TEST
KOŞU TESTİ
Koşu başlıyor, çizgiyi geçen 25 ilk kişi belirleniyor. 25 kişinin adı daha çiziliyor.
III. TEST
KAZMA, BALYOZ KULLANMA
(Toprağın altına gizli parça kütle kömürler)
Kömürü kıran eleniyor, kırmadan zedelemeden çıkartan, ezmeden bölen listede yer alıyor.
Kalan 20 kişi
GAZ TESTİ
Gazdan tiksinen, öksüren, kusan liste dışı.
Kalan 12 kişi
10 kişi yarın iş başı, iki kişi bir ay sonra iş başı
KURA ÇEKİMİ
10 Kişi belirleniyor.
Sülo, filmi durdurur, savunmasına üç cümle daha yazdırır:
- İşveren benim üniversite mezunu olduğumu anlayınca, beni ayırdı. Muhasebeci emekli olacakmış, o ayrılmadan ben yanında yetişmeliymişim. İşe başladım.
Savunma arsı film devrede.
MUHASEBE BÜROSU
Muhasebeci Sülo’nun önüne üç dört dosya koyar. (İşçi Maaş bordosu) :
- Son üç aylık maaş ödemesi yapılan ile yapılmayan isimlerin listesini çıkart. Ona göre maaş ödemesi yapacağız.
Sülo:
- Burada maaş çalışana göre mi? Aylara göre mi?
Muhasebeci:
- Her ikisi.
Sülo:
- O nasıl oluyo?.
- O şöyle oluyor. İşçi önce çalışıyor. Bir ay ücreti hak ediyor. Sonra iki ay daha çalışıyor. Birinci ay maaşını alıyor. Biz her ay ödeme yaparız. Her ay işçilerden bir kısmı maaş alır, bir kısmı almaz. Şimdi sen bu ayki listeyi hazırlayacaksın.
Sülo:
- Niye hak eden maaşını almıyor, onu anlayamadım.
- Patron öyle emrediyor.
- Sebep?
- İşçiler maaşını eksiksiz alırsa emirlere uymazmış. Onun için her işçi içerde alacaklı bırakılmalıymış.
- Bu yaptığınız hukuka uygun mudur?
- Burada patronun borusu öter.
Sülo, savunmasına yeni üç cümle daha ekledi:
- 20 işçiye maaş ödenmedi. Maaş alan 30 işçinin de içerde üçer aylık alacakları varmış. Ben işçileri topladım.
Sülo’nun gözünün önüne işçiler gelir. İşçilerle bir kez daha konuşur,
- Arkadaşlar, maaşlarınızı almanız için hiç bir engel yok. Patronun uygulaması hukuka aykırıdır. Şikâyet hakkınızı kullanın, ben sizin adınıza dilekçeyi yazarım. Kayıtlar ortada, almadığınızı ispata bile gerek yok.
Sülo, hakimle göz göze gelince anladı yazdırması gerektiğini. Bir cümle daha ekledi:
- İşçilerden dilekçe yamalarını istedim.
Hakim:
-Sonuç?
-Bir kişiye dilekçe yazdırabildim.
Hakim:
- Maaşını aldı mı?
- İşine son verildi.
: Hakim:
- Devam et.
- İşçilerin yemekhanede yemek yemesine son verildi.
Sülo, susar film devreye girer.
Kömür ocağında işçiler toplanmış. Patron yeni emirler vermektedir:
- Bundan böyle, yiyeceklerinizi evden getiriyorsunuz, yemeği yemekhanede değil ocakta yiyorsunuz. Tuvalet izinlerini de kaldırdım. Cebinizde bir pet şişe bulundurun, tuvaletinizi ona yapın. Çıkışta çöpe atarsınız.
İşçiler:
- Olmaz ki böyle. Aşağıda yemek yenecek ortam mı var?
- Size iş vermişim. Evinize ekmek götürüyorsunuz. Aşağıda havalandırma dersen tamam, güvenlik tedbirleriniz tamam. Cennet gibi mekân. İstemeyen gider.
Sülo savunmasına ekler:
- İşçileri topladım.
İşçileri topladım cümlesi aldı götürdü yine Sülo’yu yaşadıklarına. İşçiler toplanmış Sülo, konuşmada:
- Birlik olursanız patron hiç bir şey yapamaz. Bir arkadaşınız maaşını ihbar etti, işinden oldu. Hepiniz etseydi, hiç bir şey yapamayacak, maaşınızı ödemek zorunda kalacaktı. Şimdi beni iyi dinleyin. Yer altında yemek yemeyi birlik olup kabul etmeyin.
Sülo bir yandan olayı yaşıyor bir yandan savunmasına aktarıyor. Aktardı savunmasına yeni bir cüml:,
- İşçilerin birlik olmasını istedim
Hakim:
- Birlik oldular mı?
- Olmadılar. On kişi işinden oldu.
- Sen ne yaptın?
- Babamın bir öğrencisi var mış. ‘’Zebani ZIPKINOĞLU’’ ona durumu anlattım. O program yaptı.
Program eksiksiz aktı Sülo’nun göz perdelerinden…
ECÜĞÜNE BÜCÜĞÜNE PROĞRAMI
SUNUCU:
- Sayın seyirciler, yüzlerce kişiye mezar olan Maden işletmecisi için suçsuz olduğunu söyleyen ünlü sosyolog Zebani ZIPIROĞLU birazdan konuğumuz olacak.
- Evet, Sayın seyirciler, ZIPIROĞLU ilk defa bizim kanalda. Sizin adınıza, sizin merak ettiğiniz soruları biz soracağız.
(Zıpıroğlu, adı ile eşteş. Sahneye giriş yapar. Sunucu karşılar, yerine oturmasını sağlar, ilk sorusunu sorar.)
- Sayın ZIPIROĞLU, Maden İşletmecisi için suçsuz dediğiniz doğru mu?
ZIPIROĞLU:
- Doğrudur. Ben bir bilim adamıyım, bir başkaları gibi meydanda farlı, yayında farklı konuşma şansına sahip değiliz. Sosyal Bilim uzmanı bir sözünü bir defa değil bin defa söylerse toplumda bir algı oluşturabilir.
SUNUCU:
Sayın Zıpıroğlu gazetelerde hakkınızda çıkan haberlere ne diyeceksiniz? Bazı gazeteler, para aldığınız için, bazı gazeteler, işletmede payınız olduğu için böyle söylediğinizi yazıyor.
ZIPIROĞLU:
- Doğrudur.
SUNUCU:
- Duydunuz sayın seyirciler, Zıpıroğlu gazetede çıkan haberleri doğruladı. (Zıpıroğlu’na dönerek) Sayın Zıpıroğlu, ilk defa sizin gibi açık sözlü birini konuk ediyorum. Şaşkınlığımı, heyecanımı bağışlayın. (Kameraya dönerek)
- Evet sayın seyirciler, Zıpıroğlu, sözlerine açıklık getirecektir. Doğrusu söyleyeceklerini ben de merak ediyorum. (Zıpıroğlu’na dönerek)
- Buyurun Zıpıroğlu, seyirciyi daha fazla merakta bırakmayalım.
ZIPIROĞLU:
- Gazeteler, sizler sözümü desteklediniz.
SUNUCU: (Şaşırır)
- Henüz fikrimi belirmedim efendim. Nasıl olur?
ZIPIROĞLU:
- Her şey işte böyle olur, farkına varmazsınız sonra şaşırırsınız.
SUNUCU:
- Sayın Zıpıroğlu, benim anlamadığımı seyirci de anlamamıştır, sözlerinize açıklık getirir misiniz.
ZIPIROĞLU:
- Benim sözüm, yaşanan felaketler hepsi sonuç. Bütün toplum, yöneticisiyle, basını ile, halkı ile sonuca odaklı. Bütün basın, devletin bürokrasisi oradaydı.
SUNUCU:
- Olmamalı mıydı?
ZIPIROĞLU:
- Olmamalıydı.
SUNUCU:
- Efendim, bu sözünüz de eminim benim gibi seyirciyi şaşırttı.
ZIPIROĞLU:
- Sorarım size, kazadan önce ocağa bir kez gitmişler midir.?
SUNUCU:
- Gitmemiştir.
- Görevleri felaketi bekleyerek gitmeleri midir, yoksa felaket ihtimallerini önceden arayıp bulmak mıdır? Felakete sadece AFAT sonradan gider. Bürokrasi değil.
İşletmeci, suçlu bulundu tutuklandı. Adalet yerini buldu. Adelet öldürmek tutuklamak mıdır? Adalet yerini buldu algısı başka başka olgulara, başka başka sonuçlara götürür.
Yaşananları unutmak, sorunun kaynağına odağı engelleyerek tekrar yaşanmasına fırsat vermektir? Adalet, öleni öldürmemek, öldürtmemek, işyerini çalışır, işleteni işletir kılmaktır.
SUNUCU:
- Bunu yapmak mümkün mü, bu konuda önerileriniz var mı?
ZIPIROĞLU:
- Mümkündür
SUNUCU:
Peki, nasıl mümkün olursa önerilerinizle anlatınız, buyurun.
ZIPIROĞLU:
- Ben bir sosyolog olarak öncelikle olayın sosyal boyutunu ele alacağım. Bütün görsel basın, yazılı basın sonuç peşinde. Felaket haberleri sunmadığı gün yok. Yetki birimleri sonuç peşinde. Sonuç geliyor önlerine gereği yapılacaktır. Gerek; soruşturma başlatılmıştır. Tutuk hali, adalet yerini bulmuştur. Bu döngü devam ediyor. Gerek ölümü bulmakmıdır, ölüme giden yolu kapatmak mıdır. Ben bugüne kadar ölüme giden yolu kapatmak için gereği yapılacak sözü duymadım
Hangi sonuca bakarsanız bakın temelinde insan var. Sorunun kaynağı insan. İnsanı çözmeden sonucu değiştiremezsiniz.
Sorunun temelinde önce insanın duygusunu öldürüyorsunuz, sonuç insanın kendini, bir başkasını öldürmesi başlıyor.
SUNUCU:
- Sorunun temeline inmek için somut öneriniz nedir?
- ZIPIROĞLU: önce işletmelerin isimlerini değiştiririm?
SUNUCU:
- Güldürmeyin efendim, biz insanın değişmesinden bahsediyoruz, siz kalkmış tabela değişikliği diyorum.
ZIPIROĞLU:
- Evet, tabela diyorum. Tabelada, ‘’ Maden İşletme bilmem ne şirketi ‘’yazar. İşletme. İşletmeci işletmeyi para, işçiyi çarkın dişlisi olarak görmeye başlıyor. Dişli eskirse değiştirilir. İşçi ölürse yerine yenisi alınır. Çark böyle döner. İşçisi de işletmecisi de olayı kanıksar. Siz hiç 300- 500 kişi öldüğünde üzülen gözyaşı döken bir işletmeci gördünüz mü? Göremezsiniz. İnsan özelliği olan, paylaşma, acıma duygusu öldürülmüş. İşte çözüm Tabela. Tabela ‘’ Maden işletme ve Sosyal Tesisi’’ Olmalı. İnsan bir sosyal olgu. Sosyal olguları öldürülmemeli. Sosyal tesiste insanın sosyal yönü beslenmeli. Nasıl mı? O tesiste insan için tuvalet gerekliyse olmalı. Pet şişe değil. Yemekhane, yatakhane. Eğlenme, dinlenme, kendini geliştirme tesisleri, bir yüzme havuzu, bir top sahası, bir oyun alanı. İşletmenin sosyal aktivite programı olmalı, Haftalık 1 saat çalışma süresi içerisinde. Müzik dinletisi, konser, tiyatro.
En önemli ikinci husus işletmeci günlük bir saat, haftada bir tam gün işçilerle aynı şartta çalıştırılmalı. Paylaşmayı, dayanışmayı, empati kurmayı unutmasın. İşçiyi, kendini makinenin parçası olmak duygusundan kurtarsın. Yasal düzenleme yapılıp bırakılırsa yasa işlemez. Jandarma bölgesinde bir jandarma, polis bölgesinde yasayı denetlemeye yeter.
İnsanın kendi başına bir değer olduğu bilinci yaratılmalı. Bir inşaat için ruhsat harcı yatırılmadı diye yıkıyorsunuz. İnsaat alanında ölüme yol açılmış diye durdurulan, yıkılan inşaat göremezsiniz, insanın bedeli ruhsat harcı bedeli bile olamıyor niye? Tabela..
SUNUCU:
- Tabelanın çözümün bir başlangıcı, bir parçası olduğunu gayet güzel anladık umarız önerileriniz dikkate alınır.
SUNUCU:
- Başka önerileriniz?
ZIPIROĞLU:
- YASAL BOYUT
Yasal çerçeve. Çerçeve de sınırlar çözüm odaklı olmazsa yasalar bir işe yaramaz. Silahın tetiği çekilirse öldürür. Yasalar bunu suç sayıyor. 21. Yy’da bilim hangi şartların ölüme yol açacağını biliyor. Diyor ki karbondioksit, zehir yolu ile, yanma yolu ile adamı öldürür. Ve sen bunu şu sebep bu sebep kullanarak yüzlerce kişiyi öldürüyorsun Kanunda adı taksir yolu ile adam öldürme. Altı ay- iki yıl arası hapis. Bilinen bir gerçeği kullanarak ölüme yol açmanın silahla öldürmeden farkı olmamalı, aynı suç kapsamına alınmalı.
1000-2000 kişinin çalıştığı ölüm riskinin yüksek olduğu bir işyerinin güvenlik tedbirini bir kişinin tekeline, inisiyatifine, sorumluğuna bırakamazsınız. Sorumluluk paylaşılmalı, devlet sorumluluğa ortak olmalı. Zemin etüt, sondaj üstlenmeli. İşletmeciye sınırları çizilen şu alanda tedbir alındı. Bu alan dışına bir cm geçemezsin. Diyebilmeli. Denetimler saatlik, günlük aylık, altı aylık Yıllık denetim olamaz. Gaz ölçümü gibi saatlik. Denetim kademelendirilmeli. Yerelin yapacağı günlük denetimler, haftalık. Teknik denetimler merkezi. Denetimlerin koordineli denetim merkezi adı altında toplanmalı.
1000 kişinin güvenliği bir kişi ile değil en az yüz kişi ile olmalı 21.YY eli çanta ile denetim devride sona ermeli Denetim birimleri, denetim koordinasyon merkezi olmalı. Merkezden bir ocağın içerisi, atılan her adım anında izlenebilmeli.
Çalışanın ölümü şehit statüsüne tabi tutulmalı, Çalışanın ölüm halinde pirim süresine bakılmaksızın SSK güvencesine kavuşturulmalı.
Tazminat Bedeli.
Devlet ben senin güvenliğini sağlayamadım. Miktarı belli tazminat bedelini ödüyorum ya da ödettiriyorum diyebilmeli.
TEKNOLOJİK BOYUT
Azarbeycan’dan teknoloji getiren teknoloji, 500m’lik bir mesafeye okjijen taşıyabilmeli. Yaşama odasında, çalışma alanında oksijen vanaları olmalı ki tehlike anı açılabilmeli. Yangın söndürme vanaları aynı şekil.
ARGE
Çözümler, yenilikler ortaya koyabilmeli. 50 yıllık bir süreçte, çalışma şartları, güvenlik tedbirleri, yasal çerçevede değişiklik olmamışsa bu alanda bir çalışmada olmamıştır.
Televizyon kapandı. Patronun dansözlü bar bartileri..
Ocakta çalışmalar… Farklı perdeler….
BİR GÜN SONRA
ECÜĞÜNE BÜCÜĞÜNE PROĞRAMI:
- Sayın seyirciler, Zeban ZIPIROĞLU ile yaptığımız program etkisini, göstermeye başladı İlk olumlu uygulama Gülistan Kömür Ocağından geldi. Ocağın işletmecisi işçilerle birlikte bir günlük çalışma kararı aldı. Kararını uyguladı. Bir gün işçilerle birlikte, canla, başla, sabırla çalıştı. Çalışmanın görüntülerini ilk defa bizim kanalda izleyeceksiniz. Görüntüler geliyor.
Ocağa giriş, yürüyüş koridoru; karanlık ilerledikçe ilerliyor, yerin dibine indikçe iniyor… Sonu belirsiz, Müderisoğlu, şaşkın.. Yüzü korku perdeli. Tepkisi dışa vururyor:
- Bu ne yahu! Çalışmaya mı, cehenneme mi gidiyoruz.
I. İŞÇİ:
- Patron, gezdiğin asfaltlara benzemiyor değil mi?
II. İŞÇİ:
- Bindiğin otomobillere benzemiyor değil mi?
III. İŞÇİ:
- Konakladığın otellere benzemiyor değil mi?
MÜDERİSOĞLU:
- Burası cehennem yahu.
İŞÇİLER:
- Gözünüzle gördünüz mü hangi şartlarda çalıştığımızı? Hani bize söylerdiniz ya’’ Sizi cennet gibi alanda çalıştırıyoruz.’’
MÜDERİSOĞLU:
- Ben, hep yerin altı da bir üstü de bir bilirdim.
İŞÇİLER:
- Bilmekle, gerçekler şaşırtıcıdır.
MÜDERİSOĞLU:
- Bana mühendislerim, her şey modern demişti. Ben böyle modernliğin içine…
İŞÇİLER:
- Mühendislerinizi dinlediğiniz kadar, işçinizi dinlemediniz.
MÜDERİSOĞLU:
- Doğru.
(Çalışma başlıyor, işçilerden beşi kazıcı, üçü kazılan kömürü vagona dolduruyor. Biri taşıyıcı. Müderisoğlu, kömürü kürekliyor, atıyor vagona, kömürün yarısı vagona, yarısı dışarı…) İşçiler uyarıyor:
- (Yere düşen kömür parçasını eline alarak) Bak! Bu milli servet, dolar mark. Sen ne yaptın? Çöpe attın. Seni Patrona söyler işten attırırım. Kömürü okşayacaksın, öpeceksin, sonra incitmeden(göstererek) vagona yükleyeceksin.
YEMEK MOLASI
Soğan yumruklanıyor, ekmekler çomaklanıyor iştahla yeniyor. Müderisoğlu eline bakıyor kir pas, mekân öylesi.. Tiksiniyor. Tepkisini gösteriyor:
- Bu şartta yemek yenir mi?
İŞÇİLER:
- Yenmez mi?
MÜDERİSOĞLU:
- Yenmez.
İŞÇİLER:
- Siz değil miydiniz yerin altında yemek yemeyi kabul etmeyenin çıkışını veririm diyen. Ya yemeği yersin, ya çıkışını verirsin.
Müderisoğlu, yemeye çalışıyor. Boğazına takılıyor. İşçilerden biri sırtına vuruyor, biri su veriyor.
İŞÇİLER İŞBAŞI
Görev değişiyor, kürekçiler, kazmacı, kazmacılar kürekçi. Müderisoğlu, kazmacı. Üçüncü kazmada kömür eziliyor. İşçiler müdahale ediyor:
- Bu yaptığına servet düşmanlığı derler. Bu milli servet, zerresine zarar vermeyeceksin. İşçilerden biri elinden kazmayı alır, kazma vuruşunu gösterir.
Müderisoğlu kıvranıyor.
İŞÇİLER:
- Doktor çağıralım mı? Nereniz ağrıyor?
MÜDERİSOĞLU:
- Bir yerim ağrımıyor, çişim geldi:
Çare hazır işçilerden biri cebinden çıkartıyor bir pet şişe:
- Buyurun, sırtınızı bize dönüp çişinizi yapabilirsiniz.
MÜDERİSOĞLU:
- Olmaz ki.
İŞÇİLER:
- Biz yapınca oluyor da siz yapınca neden olmaz, yoksa sizin ki ayrım?
Müderisoğlu, çişini yapıyor..
İŞÇİLER:
- Nasıl?
MÜDERİSOĞLU:
- İlkellik.
İŞÇİLER:
- Patron duymasın çıkışınızı verir.
Müderisoğlu, şaşkın, Müderisoğlu mahcup…
PAYDOS VAKTİ
İŞÇİLER:
- Yarın yine bekleriz patron, 8.30’da iş başı yapmazsan patrona söyleriz seni, çıkışını verir.
MÜDERİSOĞLU:
- Vay ben sizin patronunuzu…
ECÜĞÜNE BÜCÜĞÜNE PROĞRAMI
‘’Sayın seyirciler, Zeban ZIPIROĞLU ile yaptığımız program etkisini, göstermeye devam ediyor. Gülistan Madencilik, yer altında yemek yeme kararını kaldırdığını söyledi.’’
İŞÇİLERİN KUTLAMA SAHNESİ
….
Hakim bilmez Sülo’nun saniyede kaç bin olay sahnesinden süzerek bir cümle aldığını. Sadece Sölo’nun ağzından çıkan cümleleri yazdırma çabasında. Sülo’da yazdırır:
- Bir başka ocakta işçiler su baskını altında kalmış. Patoron Tv’den izlemiş.
Sülo yine dalar filmin sahnelerine.
Müderisoğlu televizyon izlemektedir. Müezzinoğlu sunucunun bir cümlesine takılır. ‘’Ocakta su altında kalanların hiç biri yüzme bilmiyordu.’’ Kendi kendine konuşur u’’ Yarın ilk işim; işçilere yüzme dersi vermek olacak.
OCAK
MÜDERİSOĞLU İŞÇİLERİ TOPLAMIŞ:
- Madende gaz zehirlenmesi ve grizu patlaması yanında bir şey daha tecrübe edindik. Su baskınına maruz kalma. Bu da bize tedbir almamızı emrediyor. Hepinizin yüzmeyi öğrenmesi gerekir. Burada deniz yok, yüzme öğretemeyiz demek sorumluluktan kaçmaktır. Öğreticinin görevi öğretir. Demek ki yüzmeyi su değil bilen öğretir. Benim ömrümün yarısı plajlarda geçti. Yüzmenin alasını öğretirim. Belgeleri de ben yetkili birine düzenlettiririm.
- Şimdi, ben birinizle uygulamayı göstereceğim. Gösterdiğim hareketleri sonra hep birlikte yapacaksınız
Bir kişi öne çıkarır. Yüz üstü yere yatmasını söyler.
- Elleri vücudunla birleştir
- Hafif vücudunu sola döndür. Sol ayağını kaldır indir. Sol ayağından destek al, vücudunu öne taşı, aynı anda sağ el ileri at, yerden destek al vücudunu ileri taşı.
- Aynı hareketi, sağ ayak sol el tekrarla.
Sağ-sol, sol sağ hiç durmadan ilerle. Çizgiye vardığında suyu geçtin, boğulmadan kurtuldun. (Sülo Soyluoğlu,Bitiş Çizgisine ilk varan.)
Herkes aynı hareketi yapıyor. Sınır çizgisine son yüzücü vardığında Müezzinoğlu:
- Hepiniz ayağa kalkın. Tek tek sıra ile bir birinizin yüzüne bakın.Görüntüde yüz hattında sadece göz merceği mavi- yeşil diğer alan siyah.
Burada ikinci bir eğitim almış oldunuz. Bir taşla iki kuş. Yakalanacağınız su aynen bu renkte olacak, birbirinizin yüzünü görüp hortlak görmüş gibi korkuya kapılmak, dalgaya kapılıp boğulmanıza neden olur, biz onun da tedbirini almış olduk
Bu eğitimi iki- tekrar ettiğimizde kas beyin uyumu oluşacak, sizde yüzmenin temel kurallarını öğrenmiş olacaksınız. Şimdi gidip üzerinizi temizleyebilirsiniz.
Sülo, savunmasına bir cümle daha ekledi:
- Ben muhasebede yedek eleman, dışarı, içeri yedek eleman. Ocakta teftiş varmış
Sülo daha ‘’ Teftiş demeden canlandı gözünde teftiş sahnesi:
Müfettiş işletmeci Muhterem MÜEZZİNOĞLU’nu telefonla arar:
- Muhterem Bey, ben sizi teftiş için rahatsız ettim. Üç gün sonra teftişe geleceğim, malum hazırlığınızı yapınız.
MUHTEREM MÜEZZİNOĞLU:
- Efendim malum kış. Siz buraya kadar zahmette bulunmayın. Ben sizi Uludağ’da karşılayayım, orada sizi ağırlayayım. Siz istenilen belgeleri belirtin, ben hazırlar getiririm, size sadece imzalamak kalır.
- Ben de isterim fakat olmaz. Yeni karara göre teftişin görüntülü kayda alınması isteniyor.
- Efendim, siz orasını bana bırakın. Onu bizim çocuklar montaj yolu ile halleder. Sizin Facebook’tan bir boy resminizi göndermeniz yeterli.
- Bir terslik olmasın. Siz de ben de sıkıntıya düşeriz.
- Efendim, güvenebilirsiniz. Sıkıntıya düşmeyiz evelallah.
- Size güveniyorum, olay benim yetkim ve bilgim dışı.
- Güvenin efendim, siz istenilen belgeleri söyleyin.
Müfettiş, istenilen belgeleri tek tek sayıyor. Müezzinoğlu tek tek yazıyor.
Buluşma mekânı ve saati karalaştırılıyor. Yer Uludağ. Mekân Ladin Motel.
Yazdırır Sülo savunmasına:
- Müfettişle Patron olacak şahıs anlaştı teftiş ocakta değil Uludağ’da yapılacaktı. Ben şoför, ben evrak taşıyıcı. Patronla birlikte çıktık yola
Filmin yeni sahnesi:
Zaman iki gün sonrası saat:13.00.
İki gün sonrası saat 12.30. Müezzinoğlu, otele giriş yapıyor Sülo’nun elinde iki çanta. Elinde iki çanta; biri para dolu, biri belge.
Müezzinoğlu, üç oda ayırtıyor; biri kendisine biri, müfettişe biri Sülo’ya. Odalar otelin en güzel odası.
Balkondan bütün Uludağ gözlenebiliyor. Uludağ gözlerinin altında, gözlerinin önünde olacak.
Saat: 12.45. Müezzinoğlu otel giriş kapısında. Otele yaklaşan her arabaya dikkatlice bakıyor. Onuncu araçtan inen müfettiş, yerinden fırlayan Müezzinoğlu. Sarılmalar, öpüşmeler…. İltifatlar:
- Efendim sizi çok çok iyi gördük. Umarım yolculuğunuz iyi geçmiştir.
- İyi geçti, iyi.
Müezinoğlu müfettişin çantasını kapıyor. Hem yürüyorlar hem konuşuyorlar. Müezzinoğlu:
- Efendim, ben odaları ayırttım. Çantanızı odaya koyalım. Önce yemeğimizi yer, bara geçer iki duble alır, orada konuşuruz.
MÜFETTİŞ:
- Bence de.
Müfettiş, Müezzinoğlu odada. Müezinoğlu balkondan manzarıyı anlatıyor,
- Efendim ben en son 10 yıl önce gelmiştim. Güzellik değişmemiş. Bakın bursa ne kadar net gözüküyor, şurası kayak pisti, ilginiz varsa yemekten sonra takılırız.
- Spor bizden geçti. Biz içelim sohbetimize bakalım.
- Nasıl isterseniz efendim, buyurun o zaman yemeğe inelim.
Müezzinoğlu, müfettiş yemekhanede. Müezzinoğlu rahat sohbet için, köşede masa tercih ediyor. Masaya yaklaşığında, sanırsınız, Müezzinoğlu otel görevlisi, Müfettişin hizmetlisi. Paltousu alınıyor, kaskolu alınıyor, sandalyesini çekiyor, doksan derece vücut hareketi:
- Buyurun efendim.
Masaya oturuluyor. Şef garson karşılarında:
- Ne alırsınız efendim.
Müezzinoğlu menüde yemeklere bakmıyor, fiyatlara bakıyor. İyi karşılama çok para ile oluyor. Tandır Kebap fiyatta ilk sıra. Müfettişe dönerek:
- Efendim, buranın Tandır Kebabı meşhurdur, ne dersiniz?
- Ben sizin misafirinizin, misafir umduğunu değil bulduğunu yer.
- Efendim, olur mu öyle şey, başımızın üstünde yeriniz var. Sizi bizi var mı? Sizi ağırlamak, mutlu etmek benim görevim. Burada otel emrimizde, ben emrinizdeyim.
- Emir yok.
- Çorba alıyor muyuz?
- Ben bir yayla çorbası alayım.
Müezzinoğlu, garsona döner:
- Bize önce iki yayla, sonra İki Tandır.
GARSON:
- Siparişleriniz hemen geliyor efendim.
Çorbalar geliyor. Çorbalar kaşıklanıyor. Kaşıklayan Müfettiş… Müezzinoğlu kaşıkla söz yarışında. Bir kaşıkta beş cümle.. ‘’ Çorba güzelmiş, soğukta iyi geldi, anamın çorbasına benziyor.’’
‘’Otel güzel, yemekhane güzel, garson temiz yan masa boş….’’
Müfettiş başlangıçta konuşmalara ‘’ Evet, Hı.’’ gibi ifadelerle karşılık verdi. Sonradan sıkıldığı her halinden belli oluyor.
Tandır geliyor. Tandır dişleniyor. Müezzinoğlu aynı türden konuşmaları sürdürüyor:
- Hiç unutmam, on yıl önce de tandır yemiştim, şu karşıki masada. Sizden iyi olmasın bir iş adamı dostum vardı. Onunla on yıl önce tanımıştım. O n yıl önce bana tandır söylemişti. On yıl sonra ben ona tandır söyledim.
Tandır bitti. ‘’’Garson masa başında. Tatlılardan ne alırdınız? ’’ diyor. Bu defa Müfettiş Müezzinoğlu’ndan önce davranıyor:
- Hiçbir şey istemeyiz.
Garson tepkiye şaşırır:
- Efendim bir kusurumuz varsa telafi edelim.
Müfettiş:
- Kusurunuz yok. Kusurumuz var. Biz bir an önce bara geçelim.
GARSON:
- Kusurunuza yardımcı olmamızı isterseniz yardımcı olalım.
- Teşekkür ederiz. Biz bara geçelim.
Müezzinoğlu çoktan kalkmış, göreve hazır. Müfettişin sandalyesini çekiyor. Paltosunu veriyor. ‘’ Buyurun Efendim, çıkalım.’’ diyor.
Müezzinoğlu Müfettiş barda. Bar sakin. Bir iki kişi. Sahne Boş. Masaya yaklaşıldı. Müezzinoğlu Müfettişin sandalyesini çekiyor, paltosunu alıyor ve buyur ediyor. Garson masada:
- Siparişlerinizi alayım efendim?
Müezzinoğlu:
- Viski, meze olarak ne varsa masa donatılsın.
GARSON:
- Hemen efendim, masanız istediğiniz gibi donatılacak, amacımız sizi memnun etmek.
Müezzinoğlu garsonun ilk bahşişini veriyor. Garson memnun. Aheste geldiği masadan uçarcasına uzaklaşıyor. Önce viski… Sonra, sıcak soğuk mezeler…. Meyveler… Kuru yemişler… Garson mekik dokuyor. Müezzinoğlu iki duble atmıştır bu ara. Sahneye bakar, sahne boş. Garsonu çağırır, garson yıldırım hızında. Garsona:
- Müzik, dansöz, sahne donatılsın!
- Garson:
- Müzik Programımız saat 17’den sonra efendim.
Müezzinoğlu:
- Söyle patronuna, program önceden başlatılsın, ücret hesabıma eklensin.
GARSON:
- İsteğinizi hemen ileteceğim efendim.
Garson ikinci bahşişini alır. Garsonun gitmesi ile gelmesi bir. Müezzinoğlu’na eğilerek:
- İsteğinizi hemen yerine getiriyoruz, birazdan solistlerimiz, dansözümüz, piyanistimiz sahnede olacaklar.
Piyanist çalıyor Ankara’nın Yolları, sahneye çıkmadan müezzin olunun dizinin dibinde, sesiyle miziğe eşlik eiyor, cilvesiyle, kaşı gözüyle Müezzinoğlu’da. Müezzinoğlundan makas alıyor. Müezzinoğlu, cepten paralar çıkarıyor, alına göğse yapıiştırıyor, havaya savuruyor.
Cepten paraları çıkarıyor, dansözün alnına göğsüne yapıştırıyor, havaya savuruyor….
Müfettiş izlemekle yetiniyor. Müezzinoğlunu dinlemekten kurtulmanın mutluluğunu yaşıyor.
Akşam bar dolu, dansöz sayısı artmış. Müezzinoğlu, dansözden dansöze, yorgunluktan bitap.
Masaya oturuyor, kadehi kaldırıyor, kadeh boşalıyor başı koyuyor masaya. Bu defa müfettiş garsonu çağırıyor:
- Arkadaşı odasına taşıyalım, yatağına yatıralım.
- Tabi efendim.
Üç garson beş garson… Peçete yok eder gibi masadan yok ediyor Müezinoğlu’nu.
Ertesi gün müfettiş uyanır. Müezzinoğlu derin uykuda… Müezzinoğlu balkonda bir sigara içiyor. Manzarıyı izliyor… Müezzinoğluna dönüp bakıyor. Müezzinoğlu derin uykuda. Balkana çıkıyor, manzarayı izliyor… Dönüp bakıyor, Müezinoğlu derin uykuda… Müfettiş iniyor yemekhaneye. Kahvaltısını yapıyor. Gazetelere bakıyor. Gazetelerde maden kazası. Gazeteler sanki kendinden bahsediyor, tedirgin kalkıyor ileri geri gelip gitmeler. Olmadı çıkıyor Müezinoğlunun odansa. Müezzinoğlu’nun bir gözü açık. Müezzinoğlu’na, ‘’Günaydın.’’ diyor. Müezzinoğlu, ‘’Günaydın.’’ Diyor. Müezzinoğlu, saate bakıyor. Saat 13:00. Müezzinoğlu fırlıyor yataktan. ‘’Öğlen olmuş, nerdeyse akşam olacak, duyanda otelde uyumaya geldiğimizi sanacak.’’ diyor. Müfettiş:
- Sorun değil ben de kalkalı çok olmadı, sizi rahatsız etmeyim diyerek sadece kahvaltımı yapıp geldim. Buyurun size eşlik edeyim, siz de kahvaltınızı yapın.
Müezzinoğlu:
- Siz önden buyurun.
Müezzinoğlu, müfettiş yemekhanede. Müezzinoğlu, yorgun konuşmuyor. Müfettiş tedirgin konuşmuyor. Kahvaltı bitiyor. Müezinoğlu:
- Bara geçip iki duble atalım, uykumuz açılır.
- Bara geçmeden belgelere bir göz atalım. Sonra eğlencemize bölmeden devam edelim.
- O zaman odaya çıkalım.
Müezzinoğlu müfettiş odada. Müezzinoğlu ilk belgeyi veriyor:
- Buyurun harita.
Müfettiş ruleyi açıyor, açılan Türkiye Fiziki Harita. Müezzinoğluna:
- Bu ne? Ben sizden Jeoloji Haritası istedim.
- Çocukların cahilliğine verin efendim. Cahiller işte, ne bilsinler Jeolojiyi. Ben hemen telofon ederim, kargoya verirler yarın alırız. Nasıl olsa teftiş süreniz var, bir gün fazla eyleniriz. Musade edin hemen kargoya vermelerini söyleyeyim.
Müezzinoğlu dışarı çıkıyor. Açıyor telofonu, ‘’ M üfettiş Jeoloji Haritası istiyor, hemen çevredeki ocakları araştın, bir tane bulun kargoya verin.’’
Müezzinoğlu, odaya giriyor::
- Efendim harita birazdan kargoya veriliyor.
- Bu, gaz ölçüm raporu
- Tamam.
- Bu hijyenik raporu.
- Bu malzeme standarttı.
- Tamam.
- Bu kroki.
- Tamam.
- Bu balçık numunesi.
Müfettiş numuneyi alıp koklaması ile yere atması bir.’’ Bu ne? ’’ der. Numuneyi Müezzinoğlu koklar. Müfettişe:
- Efendim siz merak etmeyin, ben o boku çıkartanı bulur, yedirmesini bilirim. Hemen numuneyi de kargoya verdirteceğim.
- Görüntü kaydı?
- Burda efendim.
- Aç bir göz atalım.
- Tabi efendim.
Müezzinoğlu CD’bilgisayara yerleştirir. CD açolır. CD’de çanta, takım elbise müfettişin. Baş kısım müfettişe ait değil. Bir bayana ait. Müfettiş çılgına döner.’’ Bu ne rezalet! ’’
Müezzinoğlu pişkin. Cevap hazır:
- Üzülmeyin Efendim, gören duyan yok. Çocuklar acele ile yanlış montaj yapmış. Hemen onu da hallederiz.
Müfettiş, suskun müfettiş tedirgin. Zoraki iniyor bara. Birinci günkü neşe yok.
Müezzinoğlu talimatları ocağa vermiştir.
Eğlencenin ortasında telefon çalar, Müezinoğlu musade ister dışarı çıkar. Telefonda çevre ocakların da jeoloi haritayı yeni duydukları bildirilir. Müezzinoğlu talimat verir. ‘’ İnternetten indirin isimleri değiştirin.’’
Ertesi gün kargodan belge numune gelir. Kontroller yapılır. Müezzinoğlu müfettişe sunar:.
-Görüntü.
- Tamam.
-Numune.
-Tamam.
-Rapor tamam.
İki deste para müfettişe verilir. Müfettiş yolcu edilir. Bir teftiş daha böyle halledilir.
Sülo, film şeridinden bir cümle cımbızlar savunmasına ekler:
- İşte efendim evrak üzerinde teftiş kusursuzdu.
Hâkim:
- Eksik ola ne?
- Eksik olan son teftiş. Ona ne hükümetin gücü yeti, ne de patronun.
Filmin bu karesinde Sülo, ilk defa gözlerini yumdu. Gözlerinden iki damla yaş. İki damla yaş Sülo’ya ek süre kazandırdı. Sülo Kesintisiz izledi.
Ocakta 1000 kişinin su baskınına mahsur kaldığı tespiti yapılır. Olay müdahale ekibi, AFAT’ıyla, Bürokrasisi ile, Medyası ile en olmazsa olması kazazede yakınları olay yerinde. İlk müdahale yapılır.
‘’Ahtapot ‘’suyu çekmeye başlar. Ahtapottan gelen su başlangıçta musluk suyu gücünde zamanla artar. Suyun boşaltılmaya başladığı açıklaması yapılır. Meraklı, sevinçli bekleyiş uzun sürmez. Suyun ocak girişinden gelmeye başlamasıyla yeni telaşlar başlar, bir yandan telaş bir yandan tespit, açıklama… Varılan tespit; Havalandırma koridorunun, tüm galerilerin su altında kaldığı gerçeği artık kaçınılmazdır. Tek iyimser beklenti bir an önce suya müdahale, ölülere ulaşma beklentisi. İlim adamları, bürokrasi olayı anlama çabasında. Varılan ortak kanı ocak seviyesinin denizin 50 m altına inildiği, denize olan mesafenin yakınlığı göz önünde tutulduğunda, deniz suyunun bir boşluk oluşturduğu, oluşan boşluktan ocak içerisine baskı yaptığıdır. Deniz suyu tahlile gönderilir. Gelen tahlil sonucu deniz suyu ile aynı oranda tuza sahip oluşu ocaktan gelen suyun denizden geldiği kesinlik kazanmıştır.
En Yetkili Ağızdan:
- Deniz suyunu boşaltabilecek teknolojiye sahip olmadığı için ölülere ulaşma şansımız yok. Elimizden bir şey gelmiyor.
Canlı yayın yayına ara vererek son dakika haberi sunar:
- Sayın seyirciler bir son dakika haberi sunuyoruz. Haber için Atina Muhabirimize bağlanıyoruz.
Midilli sahili toplanan halk, üşümekten titreyen bir kişi. Mikrofonu uzatır. Cevap yok. Şaşkın korkulu bakış, titreme….
Muhabir sorar:
- Bura nasıl geldin?
- Yü yü yüzdüm, yü yü yüzdüm, yü yü yüzdüm, yü yü yüzdüm.
- Nereden geldin?
- Yü yü yüzdüm, yü yü yüzdüm, yü yü yüzdüm,yü yü yüzdüm. ( Sülo, tekrar tekrar yüzdü, tekrar tekrar titredi.)
Kimliği belirsiz şahsın şokta olduğu düşünülerek, bir tokat vurulur. Aynı soru tekrar sorulur. Alınan cevap aynı. Muhabir ikinci sorusunu sorar, ( Sülo, tokatın şokunu, bir kez, bir kez daha yaşadı.)
- Yüzerken ne gördün?
- Ba ba lık, Ba ba lık, Ba ba lık.
-
- Peki, burada ne görüyorsun?
- Ba ba lık, Ba ba lık, Ba ba lık.
- Balıklar ne yapıyor?
- Büyük balıklar küçük balıkları kovalıyor.
Muhabir:
- - Sayın seyirciler, gördüğünüz gibi sahilde yakalanan, Türkçe konuştuğu için Türk olduğu bilinen, kendisi hakkında başka hiç bilgiye ulaşılamayan şahsın, kimlik tespiti için yaşadığı şoku atlatması beklenecek. Ben olayı yakından izleyecek, her gelişmeyi anında sizlerle paylaşacağım, gördüğünüz gibi şahıs şu anda hastaneye götürülüyor.
TÜRKİYE CEPHESİ (OCAK BEKLİŞİ)
Koşarak gelenler, TV’de haberde yer alan kişinin Müslüme TAŞTEPEN’İnin eşi olduğunu söyler. Müslüme Hanım’a haber ulaşır. Müslüme Hanım Eşinin bilincini kaybettiğinden haberi yok. Bilinç kaybı yetkililere ulaştırılır. Kimlik tespiti için belirtilen şahsın yakınlarından DNA örneği alınır, özel Helihopterle Midilli’ye gönderilir.
müderrisoğlu, kendi kendine konuşur, ‘’ Kursta en yetenekli çocuktu.’’ Hayali görüntü (sülo Soyluoğlu, Bitiş Çizgisine ilk varan)
CANLI YAYIN
- Sayın seyirciler, son gelişmeler için Atina Muharirimize bağlanıyoruz. Muhabirimiz şu anda Midilli’de hastanede kimliği belirsiz kişinin yanında.
Midilli Haber muharriri ekranda:
- Kimliği belirsiz kişinin kimlik tespiti için Türkiye’den gönderilen DNA testi sonucu Şahsın Müslüme Soylu’nun eşi ve Rıza Soyluoğlu’dan olma Sülo Soyluoğlu olduğu edildi. Sülo Soyluoğlu’nun yaşadığı şok sonucu bilincini kaybettiği de ikinci edindiğimiz bilgi.
Sülo Soyluoğlu’nun Türkiye’ye nakli için yazışmaların öğleden önce tamamlandığı, nakil işleminin öğleden sonra gerçekleşeceği söyleniyor. Gördüğünüz gibi nakil için helikopter hazır bekletiliyor.
CANLI YAYIN
- Sayın seyirciler ocaktan gelen suyun denizden geldiği böylece doğrulandı. Merak edilen deniz suyunun ocaktan nasıl yol bulduğu değil, Sülo Soyluoğlu’nun ocaktan yol bularak nasıl yüzdüğü sorusu. Görüşüne başvurduğumuz uzmanlar iki konuda yoğunlaşıyor. Birinci görüş Sülo Soyluoğlu’nun iyi bir yüzücü olduğu, İkinci görüş akıntıya kapıldığı, akıntının Midilli’de Soyluoğlu’nukaraya vurduğu.
GAZETELER DE MANŞET
‘’ HÜKÜMETİN YAPAMADIĞINI DENİZ YAPTI’’
TV HABERLERİ
- 1000 Kişiye mezar olan ocak deniz tarafından kapatıldı. Ocağın üçüncü şahıslar tarafından da hiçbir şekilde açılamayacağı gerçeği ortada.
BAKAN AÇIKLAMASI:
- Ocaktan gelen suyun denizden geldiği kesinleşmiştir. Ölülere ulaşmak için yapılacak bir şey yok. Ocağın çıkışına set çekerek suyun gelişi engellenecektir.
SOYLUOĞLU TÜRKİYE’DE
Helikopter iner, Sülo, şaşkın, görmediği kalabalık, görmediği yüzler… Korkar kaçmaya çalışır, yakalanır. Tüm aile yakınları, sarılır öper. Kendini tanıtır. Sülo’dan tepki yok..
………
Ocağın girişine set çekilir. Suyun Gelişi engellenir.
Ocak kapanır Sülo’nun gözü açılır savunmasının son sözlerini yazdırır:
- İşte efendim ocakta bilfiil tamı tamına on yıl, altı ay çalıştım tazminatımın ödenmesi yolunda yüce adaletinizin vereceği kararı bekliyorum
Hakim (Ocak işletmecisine):
- Sülo Soyluoğlu’’un anlattıklarından uzun sure iş yerinizde çalıştığı anlaşılmaktadır. Doğru mudur?
PATRON:
- Doğrudur.
Hakim:
- O zaman tazminatını ödemeyi tahahyüt ediyorsunuz
- Tahahyüt değil, tahayyül bile edemiyorum.
_ Sözlerinize açıklık getirin.
- Efendim, iş yerimi ben mi kapatmışım? Deniz vurdu, hükümet kapattı. Vuran vurana. Mağduriyetimin giderilmesini talep ediyorum. Ben eve ekmek götüremez duruma düşmüşüm, bir de işçi tazminatı mı düşüneceğim. İnsaf Hâkim Bey,
Sülo, söz hakkı alır:
- Muhasebeci, olmam ne deni ile ocağın bütün belgelerine ulaştım. babası da mağdur ayaklarına yatarak 250 kişinin tazminatını sumen altı etmiş.
Sülo’nun gözleri yine filmin perdelerine dalar.
TV..
299 kişinin ölümü ile sonuçlanan maden davası sonuçlandı. Ocağın işletilmecisi kişi başı 299.000 lira tazminat ödemeye mahkûm edildi.
MÜEZZİNOĞLU AVUKAT- MUHASABE MÜDÜRÜ TOPLANTIDA
Müezzinoğlu:
- 299.000 ÇARPI 299.000Tl. Mahkûm edildik. Ocağın tamamını satsak bu parayı ödeyemeyiz. Dava kesinleşmeden ocağın devir işlemlerini yapıyorsunuz.
AVUKAT:
- Devir edeceğimiz, şahıslar belli mi?
- Belli.
- Söyleyin isimleri, devir işlemlerini başlatalım.
:
- Çocuklarım
- Efendim çocuklarınız reşit değil.
- Çocuklarımı adliyeye çıkarıp yaş tespiti mi yapacaklar. Merak etme dosya ellerine geçene kadar reşit olurlar.
- Efendim eşinizin payı aile bağı nedeniyle silsile yolu ile kendisini borçlu kılar.
- Eşimin silsilesini, sülalesini, bağını bahçesini yok edin.
Işık hızıyla boşanma kararı çıkarttın. Aramızdaki tüm bağları kopartın. ‘’Kendisini hiç tanımıyorum. Beni dolandırdı bütün mal varlığımı üstüne geçirdi.’’ derim zamanı geldiğinde.
Ocak işleyişi devam
ÜÇ YIL SONRASI
CANLI YAYIN
‘’ Üç yıl önce ölen 299 kişinin tazminat bedelini alamadığı öğrenildi. Muhabirimiz İşletmeci Muhterem MÜDERİSOĞLU kendisin dolandırıldığı eski eşi tarafından bütün mal varlığına el
koyulduğunu söyledi. Yaptığımız araştırmada Muhterem Müderisoğlu’nun söylediklerinin doğru olduğu ortaya çıktı. Kendisinin üzerinde hiçbir mal varlığına rastlanmadı.’’
Sülo’yu Basın Mensupları uyandırır:
- Ölen arkadaşlarınızın ölüm anına tanık oldunuz mu?
- Ölme korkusunu yaşadınız mı?
- Ölen arkadaşlarınızın son sözünü hatırlıyor musunuz?
SÜLO:
- Hatırlıyorum:
- Söyler misiniz?
- Hepinizin anasını sikmemi istedi. Burada 1000 kişi ölmüş, binlerce çocuk yetim, onca kadın dul kalmış ’Bu davanın sonu ne olacak? ’’ demiyor. Reyting peşindesiniz. Sizin vereceğiniz haberin de, sizi dinleyen okuyanın da………….
Hakim:
Karar aşamasındayız. Lütfen sessizlik. Sorularınıza dışarıda devam edin.
KARAR:
- Yaz kızım.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:.
Davanın ‘’ Bin kişili Ölüm Davası’’ ile illiyet bağı oluşturduğu o nedenle davanın ölüm davası sonuçlana kadar ertelenmesine, davalının tutuksuz yargılanmasına karar verilmiştir.
Delillerin toplanmasına, davalının tutuksuz yargılanmasına, dava için ……/……/……/ ‘ne gün verilmesine karar verilmiştir.
AĞIR CEZA MAHKEMESİ
1000 kazazede yakını, Sülo; Avukatlar, Hakim, savcı Kâtip, Ocak işletmecisi
İŞÇİLERİN AVUKATI:
- Sanık güvenlik tedbiri almayarak 1000 kişinin ölümüne sebep olmuş TCK 81. Md. 835237 S.lı Türk Ceza Kanunu MADDE 85 Madde’ye göre her işçi için taksir yolu ile adam öldürme suçundan ayrı ayrı yargılanmasını talep ediyoruz.
SANIK MÜDAFİ AVUKATI:
- TCK 81. Md. 835237 S.lı Türk Ceza Kanunu MADDE 85 Maddeye göre suç unsurunun gerçekleşmesi gerekir. Ölümden söz ediliyor, ölüm var mıdır? Ortada Adli Tıp raporu var mıdır? Ölümün Şekli belli midir? Ortada hiçbir belge yok, müvekkilim yargısız infaza mahkûm edilmek isteniyor.
İŞÇİLERİN AVUKATI:
- 1000 kişinin ölümünden bahsediyoruz.
SANIK MÜDAFİ AVUKATI:
- Sayın Hakimim, davacı avukatı hiçbir kanıt göstermeksizin adliyeyi meşgul etmektedir.
Hakim
- Sizin iddianızı doğrulayan kanıtınız var mı?
SANIK MÜDAFİ AVUKATI:
- Var efendim. En canlı kanıt, Sülo Soyluoğlu. Karşınızda duruyor. Sülo SOYLUOĞLU ölmemişse 1000 kişi de ölmemiştir. Öldüğünü iddea ediyorsalar öldüğünü ispatlasınlar.
İŞÇİLERİN AVUKATI:
- Siz ölmediklerini ispatlayabilecek misiniz?
- İspat, gayet basit. Kanıt Sülo Soyluoğlu ölmemiştir. Sülo Soyluoğlu 1000 kişi ile birlikteydi. Ya hep öleceklerdi ya hep kurtulacaklardı. Hep kurtuldular. Sülo hariç.
Hâkim:
- Sanırım yanlış ifade ettiniz. Sülo kurtuldu, diğerleri hariç demek istediniz.
SANIK MÜDAFİ AVUKATI:
- Hayır, efendim Sülo yakayı ele verdi kurtulamadı.
Hakim:
- Sözlerinize açıklık getirin.
SANIK MÜDAFİ AVUKATI:
- Sayın Hakimim, ben davacı avukatı gibi matbu bir dosya ile gelmedim. Her şeyi enine boyuna, çapına, derinliğine araştırdım. Olay basının pompaladığı gibi değil. Hukuk basını mı ölçü alır, olayın derinliğine mi iner?
Hakim:
- Hukuk yasalar çerçevesinde belgelere bakar.
SANIK MÜDAFİ AVUKATI:
- Buyurun belge. (Sülo Soyluoğlunun üniversite’de Genç Eylemciler Birliği Üyelik kartı)
Hakim:
- Bu kartın dava ile ilgisi ne?
İŞÇİLERİN AVUKATI:
- Müdafi avukatı davayı saptırmak istiyor.
SANIK MÜDAFİ AVUKATI:
- Sayın Hâkim, davayı saptırmak isteyen kendileri. Bu kart davayı aydınlatacak önemli bir ipucu. Şöyle ki, 1000 kişi ocaktan denize tünel kazdı. Tünelin çıkışında hazır bekleyen tekneye bindiler. Sülo Soyluoğlu’nun üyesi bulunduğu örgütün, kendisinin yediği boklar sonucu güvenlik engeline takıldı. Kendisi tutuklandı. Diğerleri yoluna devam etti. Sülo Soyluoğlu bir yolunu bulup kaçtı.
İŞÇİLERİN AVUKATI:
- Sülo Soyluoğlu adına savunma yapmayacağım, savunmayı kendisi yapsın. Sülo Soyluoğlu’na söz hakkı istiyorum.
SANIK MÜDAFİ AVUKATI,
- Sülo Soyluoğlu, o tarihte bilincini yitirmişti. Bilincini yitiren birinin sözlerini siz kanıt olarak ortaya koyamazsınız.
Hâkim: (Sülo’ya söz hakkı verir)
SÜLO:
- Genç Eylemciler Birliği üyesi olduğum üniversite yılları idi.
Hâkim:
- Sen ocaktan nasıl kaçtınız? Onu anlat.
SÜLO,
- Ocaktan kaçmaya fırsat bulamadık. Birden kendimizi suyun içinde bulduk. Her birimiz bir tarafa sürüklendik. Ben bir ışık gördüm, yakın gözüküyordu. Işığa kavuşmak için yüzdüm. Ben yüzdükçe ışık uzaklaştı.
SANIK MÜDAFİ AVUKATI:
- Sülo Soyluoğlu’nun, bilincinin yerinde olmadığı belgesi mevcut. Sülo Soyluoğlu’nun bilinç testi yapılmasını talep ediyorum.
SÜLO:
- Bilinç testi yaptıracağım. Ben de sizin kişilik testi yaptırmanızı talep
ediyorum.
SANIK MÜDAFİ AVUKATI:
- Sayın Hâkim, davacı hakarette bulunuyor, kişilik hakkıma saldırıda bulunmuştur. Lütfen kayda geçin.
SÜLO:
- Sizin ki saldırı değil, ikram mıydı?
SANIK MÜDAFİ AVUKATI:
- Ben kanunun bana verdiği, müdafaa hakkımı kullanıyorum.
SÜLO:
- Bin Maden Şehidi yakını, müdefaa hakkını kullanmıyor, başçavuşun beygirini mi osurtuyor?
Hâkim:
- Davayı sulandırmayalım lütfen!
Hakim Müdafii Avukata döner:
- 999 kişi yoluna devam etti demiştiniz? Nere gittiler?
- Capitani Regenti" (San marino cumhuriyeti) ‘e gittiler.
Sorarım karşı tarafın avukatına, ölüm tazminatını neye göre istemektedirler. Ceza kanunu cezai işlemin uygulanması için suçun işlenmesini esas alır. Ölüm olayı vuku bulmuş mudur? Selalaları okunmuş mu? Cenazeleri yıkanmış mıdır? Cenazelere pamuk tatbik edilmiş midir? Cenazeler mezara yatırıl mıdır? Tek bir kürek toprak atılmış mıdır? Bir lokma helvaları tattırılmış mıdır? Mezarlarına tek bir taş dikilmiş midir? Bütün bunlar belgesiz. Bu bile müvekkilimin suçsuzluğunun kanıtıdır. Müvekkilimin suçsuz olduğuna, davanın reddine karar verilmesini talep ederim.
KARAR:
- Yaz kızım.
Gereği düşünüldü:
Sülo Soyluoğlu’nun Bilinç testi için Hastaneye sevkine, 999 kişinin ifadesine başvurmak için Sanmarino Cumhuriyeti’ne yazı çıkartılmasına, sanığın tutuksuz yargılanmasına……/………/……/ ‘ne duruşma günü verilmesine karar verilmiştir.
Süla’nun müdahil olduğu davanın biri bitmeden biri başlar. Sülo adliyede ise, Sülo Hakim karşısındaysa yaşıyordur. Sülo, adliye koridorlarının müdavimi. Hakimler bile arar olmuştur kendini. Bilinmedik davalar, bilinmedik savunmalar, bilindik kararlar…
Sülo, yaşıyor. Sülo, Adliyede.
ASLİYE HUKUK
AVUKAT, SÜLO, SAVCI, HAKİM, KATİP
Sülo,
- Rahatsız olmuştum. Doktora başvurdum
Sülo’nun gözünde bu defa hastane koridorları canlanır.
Sülo, Dâhiliye polikniğine gider.
DOKTOR:
- Şikayetiniz?.
- Ben yatakta altıma kaçırıyorum.
Önce bir idrar tahlili yapalım, enfeksiyon kaynaklı mı? Ona bakalım.
- Kaçak, muslukta değil, logarda.
- O zaman isal durumu var. İlaç yazayım bir hafta kullanın, Kontrole gelin, geçmezse tetkik yaparız.
- Benim derdim, bok değil.
- Nedir, o zaman?
- Donumda garip garip yazılar oluşuyor.
- Peki, bu yazı, daktilo, yazısı mı? Bok yazısı mı?
- Mürekkep yazısı.
- İlginç. Sizin vücudunuz mürekkep üretiyor. Detaylı bir tetkik yapmamız gerekiyor. Bu detay beni aşar, başhekime bildiriyim. Siz burada bekleyin.
Dâhiliye doktoru, başhekime gider. Başhekime durumu anlatır. Başhekime sorar’’
Bu durum tıbben mümkün mü?’’
BAŞHEKİM:
- Tıp mümkün olan olaylara cevap verir. Mümkün olmayan olayların, mümkün olma olasılığını araştırır. Burada da olasılıklı bir durum var. Biz ilgili alan uzmanlarını toplayalım, bir çıkış yolu bulalım.
Başhekim, sekreteri çağırır. Sekretere bir liste verir.
Sekreter anons yapar.
Nöroloji; Kardiyoloji, Beyin Cerrahi, Ruh ve Sinir, Dâhiliye, Hariciye, Bevliye, Psikiyatri Uzmanlarının konferans salonunda toplanması rica olunur. Başhekimlik
TOPLANTI SALONU
Doktorlar gelmiş beklemektedir. Başhekim, Kürsüye geçer açıklamada bulunur:
- Arkadaşlar, dâhiliye servisine başvuran bir hasta. Uykusunda dışkı kaçırdığını beyan etmiş. Bunun yanında yatağında donunda her gün işemeden kaynaklı mürekkeple yazılmış ‘’ Yazılar ‘’ gördüğünü belirtmiş. Bu konu da görüşü, bilgisi olan var mı?
- Mümkün olamaz.
- İlginç
- Basbayağı yalan. Hastayı, dâhiliyeden alıp, Ruh ve sinir hastalıklarına teslim edelim.
BAŞHEKİM:
Arkadaşlar, kestirip atmak olmaz. Böyle tartışarak da sonuca varamayız. Bence hastayı gözlem odasına alalım. Dahileşici arkadaşın yanına bir arkadaş daha verelim. Mesela Bevliye Uzmanı arkadaşımız.
BEYİN CERRAHİ:
Burada istem dışı bir durum varsa beyin kaynaklı olabilir, ekipte bende yer almalıyım.
BAŞHEKİM:
- Siz de yer alın.
RUH VE SİNİR UZ:,
- İstem dışı bir durum varsa, benim de yer almam gerekir.
BAŞHEKİM:
- Siz de yer alın.
SÜLO, gözlem odasına alınır, dâhiliye uzmanı yatağa yatmasını söyler.
BEVLİYE UZ:
- Bu şekilde yatışını sağlarsak yazı okunaksız olur. Bence hastayı donsuz yatırmalıyız. Diğer doktorlara bakar. Diğer doktorlar onaylar. Sülo’nun donu çıkartılır. Donsuz yatırtılır.
Dâhiliye Uzmanı hemşireye talimat verir:
- Hastanın yemekleri özel hazırlansın. Bol bol sıvı tüketmesi sağlansın. Yemeklerine de müshil konulsun.
Doktorlar gider.
Sülo’nun yemekleri gelir. Her yemeğine müshil konur. Sülo yemeğini yer.
Hemşire sık sık aralıklarla konrol eder. Her gelişte sorar:
- Yazdı mı?
- Düşünüyor.
HEMŞİRE:
- Yazdı mı?
SÜLO:
- Mürekkep depoluyor.
HEMŞİRE:
- Yazdı mı?
SÜLO:
- Sessizlik istiyor.
Hemşire son gelişte sormaz. Nevresimi aralayarak bakar.
- (Sülo’ya döner,) Yazı yazılmış, sizin haberiniz yok.
- Benim haberim olsa, size başvur muydum?
‘’ Boktan, boktan’’ Hemşire yazıyı alır, dâhiliye uzmanına götürür. Dâhiliye Uzmanı, Başhekime...
Yazı Laboratuara gönderilir.
LABORATUAR SONUCU
SONUÇ: Mürekkep olduğu tespit edilmiştir.
BAŞHEKİM:
- (Dâhiliye uzmanına) hastanın röntgenini çektirtin. Bir bulguya rastlayabilecek miyiz bakalım.
RÖTGEN
Kalın bağırsakta bir kalem bulgusu.
Dâhiliye uzmanı Sülo’ya sorar:
-Daha önce hiç ameliyat oldunuz mu?
- On yıl önce bağırsak düğümlemesinden olmuştum.
Durum anlaşılmıştır.Sülo, ameliyat edilerek kalem çıkartılır.
DOKTORLAR TOPLANTIDA
BEYİN CERRAHİ UZMANI:
-Kalemin tespiti, kalemin çıkartılması sorunu çözeceğe benzemiyor. Hastanın beyni öyle bir güç uyguluyor ki, bokla, mürekkebi ayırabiliyor, mürekkebe şekil verip yazı yazabiliyor. O beyin göreceksiniz sizin benim cebimden mürekkebi alacak yine yazacak.
BAŞHEKİM:
- Hastanın çıkışını yapmayalım. Gözlem odasında tutmaya devam edelim.
BEYİN CERRAHİ UZMAN:,
- Tutsak da faydasız. Tıbben bizim o beyni okumamız, müdahil olmamız yüz yıl alır.
BAŞHEKİM:
- Önce yazacak mı, yazmayacak mı onu gözleyelim.
BEKLENEN YAZI
‘’ Bir kalem kime yetecek, çöpe atın.’’
Ne demek? Kalem istese, niye çöpe atın diyor?
Sosyolog devreye girer:
- Mesaj açık.
SÜLO:
- Biri yardı kalem bıraktı, biri yardı kalem çıkardı. Sonuç bok.
DAHİLYE UZMANI:
- Biz ne yapalım. Götüne söz geçiremiyorsanız.
SÜLO: (Götünü dönerek açar)
- Buyur sen geçir.
DAHİLYE UZMANI:
- Mahremiyet denen bir şey var, kapat götünü.
SÜLO:
- Vay ben sizin ettiğiniz HİPOKRAT YEMİNNİNE, hani tıpta namahrem yoktu.
Sülo, İkinci cümlesini ekler:
- Ameliyatı yapan doktorun bağırsağımda kalem bıraktığı tespit edildi. Ameliyatı yapan kalemi bağırsağımda bırakan doktordan davcıyım.
Karar
Gereği düşünüldü
Hastaneden savunma istenmesine …../……./……/ ‘ne duruşma günü verilmesine karar verilmiştir.
ALTI AY SONRA
Sülo, yaşıyor. Sülo, bir davanın daha sonuçlandığına tanık.
DURUŞMA 2
Hastane AVUKATI:
- Hastanenin arşiv bölümü …. Tarihinde su baskınına uğramış, bütün dosyalar tahrip olmuştur. O nedenle 10 yıl önce ameliyatı yapan doktorun kim olduğu bilgisine erişilememiştir.
KARAR
Gereği düşünüldü:
Olay vukusunun üzerinden hayli zaman geçtiği delillerin delilsizleştiği, davalı lehine karar verilecek bir delile rastlanmadığı, davalının şikâyet konusu uzuvlarının pozitif değer taşıdığı tazminlik bur durum hâsıl etmediği kanaati hâsıl olmuştur.
Netiçe:
Davanın reddine oy birliği ile karar verilmiştir.
……….
Sülo yine adliyede. Adliyede Hakim karşısında. Bu defa elleri kelepçeli. Elleri kelepçeli ilk kez.l
ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
HÂKİM: (SÜLO’YA):
- Olay nasıl gerçekleşti, baştan anlat.
SÜLO:
- Köyümüz dağları taşocağı, maden ocağı. Bağları inşaat alanı olmuştu. Ocağın deniz tarafından kapatılması sonrası bu şerefsizin şoför aradığını duydum. Görüştüm, Şoför olarak başladım.
Sülo, savunmadan sıyrılır kamyonun koltuğuna geçer
Patron (Sülo’ya kamyonun anahtarını verrir. Kamyon külüstür.),:
- Kamyonu çalışır vaziyette, sapasağlam teslim ediyorum. Kamyona vereceğin her zarar hesabına borç olarak işler.
- Sapasağlam dediğin kamyon bu mu? Bırak bu kamyonun yolda yüremesini, durduğu yerde dökülür.
- Sen dökmezsen, dökülmez. Dökülse bugüne kadar dökülürdü.
Sülo, kamyona biner, yola koyulur. Kamyon yüklenir. Kamyon yoala çıkar. Sülo, yolda mola verir. Yola devam edeceği zaman arka lastiğin balon yaptığını görür. Lastiği çıkartır. Havasını indirir. Eski bir lastiğin cant çevresini testere ile keser. Lastiği içerisine yerleştirir. Şişirir, balon kaybolmuştur. Tekeri takar, yola devam eder.
Kamyonun yükünü boşaltır. Patronun evine gider. Patrona durumu anlatır.
PATRON:
- Gün bir, zarar bir. Bırak kamyonu, ben taktırtırım. Söylediğim gibi hesabına bir lastik yazarım.
- Ben fare miyim, Lastiği kemirip delik açayım, delinmiş işte!
- Onu sen benim külahıma anlat.
- Ben senin külahını s…… Kes lastiğin parasını.
Sülo, savunmasına bir cümle daha ekler:.
- ilk gün çalışarak borçlanmaya başladım. Lastik patladı, hesabıma bir lastik ücreti ekledi.
- Sonra?
- Yükü yüklemiş tam rampayı tırmanıyordum.
Film girer devreye:
Kamyon rampada durur. Sülo,kapıyı açar, benzin hortumlarını çıkarır. Ağzı ile hortumdan benzin çekmeye çalışır. Benzinin bittiğini anlar. (Kamyonda çalışmıyor) hortumları takar. Mazot deposuna yağ tenekesinden yağ doldurur. Kamyon çalışır. Sülo, yola devam eder.
Kamyonun yükünü boşaltır. Patronun evine… Korrnayı çalar, patron çıkar. Durumu anlatır.
PATRON:
- Sabah depoyu doldurdum teslim ettim. Demek ki depodan mazot çalıyorsun. Hesabına bir depo mazot parası eklendi.
Eklenir savunmaya yeni bir cümle:
- ikinci gün bir depo mazot hesabıma yazıldı.
Sayın Hakimim böyle böyle borçlandım.
HAKİM:
- Sonra?
- Sonra ay sonu geldi maaşımı istedim.
Film devrede:
SÜLO:
- Bugün ayın 1’i maaşımı alsam diyorum.
PATRON:
- Verdiğin zararları kalem kalem topladım. Daha eksidesin. Bu ay akıllı olur zarar vermezsen maaşa geçersin.
- Sözünü geçirebiliyorsan şu tekerini S………m kamyona söz geçir de arıza çıkarmasın.
Sülo Hakime:
- Birinci ay maaşımın üstüne yattı.
- İkinci ay?
- İkinci ayın ikinci günüydü.
Filmden yeni sahne:
Rampada kamyon durur. Önden dumanlar yükselmektedir. Motor yanmıştır. Sülo, yoldan giden başka bir kamyona biner, köye gelir. Yürüyerek patronun evine gider. Durumu anlatır
PATRON:
- Yüklü kamyon rampaya birinci vites vurur, yüklenirsen gaza motoru yakarsın. Şükret kamyonu yakmamışsın. Kamyon yansaydı babanın serveti de ödemezdi. Masraf hesabına yazılır.
Patron, tamirciyi alır kamyon yanına varır. Kamyon boşaltılır. İkinci bir kamyona takılır çekilir.
Savunmaya eklenir yeni cümle:
- İkinci ay ikinci gün hesabıma bir motor ücreti eklendi.
HAKİM:
- Sonra?
- Sonra Çalışmaya devam ettim.
Ayın biri geldi. Maaşımı istedim.
Film devrede:
Patron:
- 90.lira zarar verdin. Kamyon bir hafta bağlı kaldı. Bir haftayı da 15lira. Kabul et daha iki ay borçlusun.
HAKİM:
- Sonra?
- Sonra çalışmaya devam ettim.
Altı ay geçti maaş alamadım. Duydum eve haciz gelmiş. Maaştan vaz geçti. Sadece babamın giden televizyonunu kurtaracak para istedim.
Film devrede:
BABA:
-Eşyalar bana ait. Sülo, benim oğlum.
İCRA MEMURU:
- Eşyalara haciz işlemi yapmazsak oğlun hapse girer. Gördüğümüz kadarı ile önemli bir eşya yok. Müdahale etmeyin, dolapla, televizyonu haczedelim. Oğlunuz kurtulsun.
BABA:
- Televizyonu da alın, dolabı da. Ben işe yararsam beni de alın.
Dolap, televizyon arabaya yüklenir.
Sülo hem yaşar hem anlatır,
- İcrayı kaldıran Kondur Ko Yapı inşaat. Hemen kendisine koştum.
Orhan’lı Sahne…
SÜLO: (Patronun yazıhanesinde patrona):
- Beni geçtim, babamın hiç mi hatırı yok?
Orhan,
- Ticarettin kuralı, babanı tanımayacaksın(Kartı gösterir.) Ne yazıyor? Kondur Ko Tepemin tası attırılırsa(El hareketi) Adama böyle koyarım.
- Dolabı, televizyonu geri yolla. Borcu en kısa sürede öderim.
- Önce para.
Sülo bu defa gözlerini kamyon sahibine yönelterek, gözünün içine baka baka:
- Çaresiz kaldım para bulamadım. Altı aylık maaşımı bu şerefsiz vermemişti son çare bu şerefsize gittim.
HAKİM:
- Verdi mi?
- Vermedi
- Sen ne yaptın?
- Kamyonu yakmaya karar verdim.
- Nasıl yaktın?
- Önce bir bidon benzin aldım.
Sanki Sülo hakim karşısında değil. Benzin bidon elinde kamyon yakmaya gidecek. Gitti bile…
(Elinde benzin bidonu, evin önünde bağırır.)
- Şerefsiz çık,dışarı konuş benimle.
Top sakal, şalvarlı, başında şapka, elinde tespih biri çıktı kapıya. Belli Kamyonun sahibi,
- Siktir git! Sabah sabah tepemin tasını attırma.
- Altı aylık maaşımı öde, bir daha ne sen beni ne ben seni göreyim.
- Açtığın zarar yetmedi bir de kamyonu satıp sana para mı ödeyeyim. Siktir git!
- Maaşı ödemezsen kamyonu ateşe veririm.
- Ver de göreyim.
Sülo, benzini kamyonun önüne döker. Deponun üstüne altına döker. Çakmağı çıkarır.
- Yakarsan seni mahkemeye veririm. İçeri tıktırtırım. Ömrün demir parmaklıklar arkasında geçer.
Sülo, çakmağı çakar, benzin alev alır. Alev kamyonu sarar. Patron merdivenden koşarak iner. Kamyonun çevresinde koşar. Elinden koşmak harici bir şey gelmez. Kamyonun deposupatlar, alevler daha da yükselir. Kamyon küle döndüğünde halk toplanmıştır. Sülo, benzin bidonunu bırakır.
SÜLO: (Çakmağı gösterir.):
-Bu da sana hediyem olsun, baktıkça hatırlarsın.
Sülo bu defa hakime döner:
- İşte kamyonu bu şekilde yaktım.
- Sonra?
- Eve gittim.
Sülo eve gitmedi olayın yaşandığı güne gitti.
Baba kapıda, Sülo, bahçede eve doğru yürüyor. Babayı gördüğü an,
- Baba, şerefsizin kamyonunu ateşe verdim. Kamyon küle döndü.
BABA,
- Oğlum ne yaptın?
- Baba televizyon gitmiş, dolap gitmiş elimi kolumu bağlayamazdım. Alacağımı istedim.
- Oğlum baban televizyonla mı büyüdü? Dolapla mı büyüdü? Giderse gider.
- Şerefsize gününü gösterdim.
- Oğlum, şimdi boka bastın.
- Bir şey olmaz.
Sülo, merdivenin birinci basamağına bastığında. Jandarma ensesinden tutar. Kelepçeyi takar. Bir jandarma bir koluna, bir jandarma bir koluna girer ve karakola götürür.
Sülo hakime son kez bakar, boynunu büker,
- Şimdi gördüğünüz gibi huzurunuzdayım. Şerefsiz bunu hak etmişti. Sizin de aynı kanaati taşıyacağınızı sanıyorum.
HAKİM,
- Kanaatimi vereceğim kararda öğreneceksin.
Sülo’nun gözünün önünden daha önceki mahkeme kararları geçer.
Karar:
Delillerin toplanmasına, davalının tutuksuz yargılanmasına, duruşmanın ertelenmesine
Asliye Hukuk, Ağır Ceza kararları peş peşe geçer
Delillerin toplanmasına, davalının tutuksuz yargılanmasına, duruşmanın ertelenmesine…
Hâkim, savunma avukatına söz verir.
AVUKAT:
- Sanık önce müvekkilimin kamyonunun yakacaktı. Yaktı. Müvekkilime acı çektirecekti. Sonra evini yakacaktı. Evi ile birlikte eşini. Müvekkilime acı çektirecekti. Sonra müvekkilimi yakacaktı.
HAKİM:
- Delilleriniz?
AVUKAT (Çakmağı gösterir.):
- Buyurun. Sanık bu çakmakla birinci eylemini gerçekleştirmiştir. Sanık köylünün müdahalesi karşısında ikinci, üçüncü eylemini gerçekleştirememiştir. Gerçekleştirememiş olması,
gerçekleştiremeyecek sonucunu doğurmaz.
Benzin bidonunu göstererek(Benzin bidonun üçte biri boş. Benzinin bulunduğu bölümde çizgi. Benzinin orta yerinde çizgi)
Sanık benzinin%33.33’nü kamyonu yakmada kullanmıştır. Kalan benzinin %50’si ile müvekkilimin evini ve eşini yakacaktı. kalan %16.77’si ile müvekkilimi.
Müvekkilim bu olaydan çok korkmuş, psikolojisi bozulmuştur. Müvekkilime psikolojik danışmanlık desteği verilmesini talep ediyorum. Buyurun kanıt. (Poşete koyulmuş bok) Müvekkilim korkudan altına kaçırmıştır.
(Hakim poşeti görür, tiksinir).
- Kanıtı uygun paket yapsaydınız.
AVUKAT:
- Düşünmemiş değilim, Sayın Hakimim.
- Niye yapmadınız?
- Yanlış anlaşılmaya sebebiyet teşkil eder endişesiyle.
Hâkim, mübaşiri çağırır. Bok delilini verir:
- Bunu kaleme ver, dava dosyasına eklesinler. (Avukata döner)
- - Görgü tanığınız var mı?
AVUKAT:
- Görgü tanığımız yok. Gizli tanığımız var. (Bir CD çıkarır) buyurun) Bu CD’de tanığın eylem planını kendisine anlattığını söyleyen tanığın ifadesinin ses kayıtları mevcut.
HAKİM:
- Talebiniz?
AVUKAT:
1-Müvekkilimin bozulan psikolojisinin düzeltilmesi için Psikolojik yardım
2- Sanığın mala zarar verme suçundan yargılanmasına
3-Sanığın planlayarak cebren birden fazla kişiyi öldürme suçundan yargılanmasına
4- Delillerin ve eylemin uygulanış biçimi göz önünde tutularak ‘’ Acı
Çektirerek (Canavarca Öldürme) sucundan yargılanmasına
5- Sanığın müvekkilime verdiği zararlar göz önünde bulundurularak maaş talebinin reddine karar verilmesini talep ediyorum.
HAKİM:
- Gizli tanık ifadesini dinlemek in duruşmaya 10 dakika ara veriyorum
Hâkim savcı duruşma salonundan çıkar.
Sülo’nun gözünün önünden daha önceki mahkeme kararları geçer.
Karar:
Delillerin toplanmasına, davalının tutuksuz yargılanmasına, duruşmanın ertelenmesine.
Asliye Hukuk, Ağır Ceza kararları peş peşe geçer.
Delillerin toplanmasına, davalının tutuksuz yargılanmasına, duruşmanın ertelenmesine...
…………..
KARAR
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ
…../………/……./ Tarihinde duruşma başlatıldı. Sanığa savunması için söz hakkı verildi. Sanığın ifadesi kayda geçil. Dava avukatına savunması için söz hakkı verildi. Savunma avukatının savunması kayda geçildi. Toplanan deliller incelendi. Gizli tanığın ses kaydı dinlendi. Delillerin incelenmesi, gizli tanığın ifadesi sonucu
1-Sülo Soylu’nun altı aylık maaş talebi, işverenle verdiği zarara karşılık sayılması yönünde sözlü akit gerçekleştirdiği anlaşılmış olup, talebin reddine
2- Sülo Soyluoğlu’nun davacı…………………..’nın kamyonunu yakarak TC KANUNU………….MALA ZARAR VERME suçu işlediğine
3- Sülo Soyluoğlu’nun planlayarak birden fazla kişiyi cebren öldürme teşebbüsünde bulunarak TC KANUNU ……. Suçunu işlediğine
4_ Sülo Soylu Oğlu’nun eylemi aşama aşama gerçekleştirme girişiminden TC KANUNU ………..ACI ÇEKTİRİREK ÖLDÜRME suçu işlediğine kanaat getirilmiştir.
NETİCE:
1- Sülo Soyluoğlu’nun maaş alacak talebi reddine
2- Mala zarar vermek suçundan 3 yıl yargılanmasına
3- Sülo SOYLUOĞLU’nun birden fazla kişiyi planlayarak öldürme suçundan 30 yıl tutuklanmasına karar verilmiştir.
Sülo, iki jandarma tarafından adliyeden çıkartılırken ‘’Topal’’la göz göze gelir. Topal’a:
- Hani adliyeden hiçbir bok çıkmazdı?
TOPAl:
-Ben adalet sezmez demedim ki.. Adalet görmez dedim. Seninki ‘’Adaletin Sezisi.’’
Sülo, Topalın Cezaevinde öğrenir. Topal her adliyeye yolu düşenin tanıdığıdır. Bir iş kazasında ayağını kaybetmiş. on altı yılda ayağını iş kazasında kaybettiğini bir türlü kabul ettirememiştir. Adliye önlerinde ayağının hakkından vaz geçmiş, kaybettiği aklını arıyordu.
Sülo Soyluoğlu, adaleti bulmuş muydu yoksa adalet mi onu bulmuştu?..
SON
SEVİNÇ GÖZYAŞLARI ÖPTÜ
SEVİNÇ GÖZYAŞLARIMI
İBRAHİM ŞAHİN
SUNUŞ
Güdülerle açtık gözümüzü…
Güdülerle yattık, güdülerle kalktık…
Güdülerle kurduk hayallerimizi…
Güdülerle yıktık hayallerimizi…
Çoğu kez yanlış güdülere tutsak edildik. Güdüler bağladı elimizi kolumuzu. Güdüler ayağımızda pranga… Güdüler gözlerimizde çekili mil.
Bu kitabı okuduğumuzda kendi kendimizin güdüleyeni kendimiz olacağız. Kendi güdümüz kıracak ayağımızdaki pranga zincirini. Kendi güdümüz yırtacak gözümüzdeki sır perdesini…
Ve aydınlık yolun yolcuları olacağız, aydınlık yolun yılmaz yolcuları olarak.
Hatice ÖZTÜRK ŞAHİN
EĞİTİMCİ
ARKA KAPAK YAZISI
Yüreği sevgiyle çarpan her okur kitabın adını teşkil eden ‘’ Sevinç Gözyaşlarım’’ öyküsünü okuduğunda, yüreği Kurtuluş Savaşı’ndan bugüne dökülen ‘’ Sevinç Gözyaşları’’na tanıklık edecek ve gözünden iki damla sevinç gözyaşı damlayacak…
Kitapta yer alan her öyküden sonra bulutların üzerinde gezinecek bulutlarla birlik, toplayacak sevinç gözyaşlarını ve kitabın son cümlesinde iki damla daha sevinç gözyaşına sahiplik edinene….
KİM KİME GÜNÜNÜ GÖSTERDİ ACABA
Her gün yüceliyorduk. Daha doğrusu yüceldiğimizi sanıyorduk.
Her gün velilerimiz okula geliyordu. Biz bir kez velilerimiz çoğu ke,z saat başı. Her biri öğretmen dersten çıkarken kafasını uzatırdı ‘’ Ne oldu? ‘’ Bizde cevap hazır. Bizde cevap binler.
Öğretmen her gün aynı. Dersi dinlemeyenlere, defterini kitabını uçak yapıp uçuranlara ‘’ O uçakla geleceğini yolcu ettin biliyor musun?’’ diyordu. Uçak iniyor kalkıyor öğretmenden her iniş kalkışta bir söz ‘’ Oynarken neler kaybettin biliyor musun?’’ Uçaklar çoğu kez öğretmenimizin kafaalanına iniş yapıyordu. Biz öğretmenin kızacağını beklerken öğretmen ‘’ O davranışın hata olduğunu söylemek zaman kaybıdır. O davranışı yapan o davranışın kendisine bir getirisi olmadığını bilseydi, o davranışı yapmazdı. Onlar kendi zamanlarını çalabilir ama dersi dinleyen üç beş arkadaşının zamanını asla. Ona izin vermem.
Yolculuk molası...
Annelerimiz ‘’ Ne olu, öğretmen ne dedi?’’ Sormazlardı derste ne yaptın?’’ Tek sordukları ‘’ Öğretmen sana ne dedi?’’ Öğretmen bana geri zekâlı dedi, ben anlatsam da anlamazsın dedi hatta tüm sınıfa abdalsınız.’’ dedi. Bütün anneler ‘’ Biz ona gösteririz gününü.’’ Annelerimizin hepsi soluğu müdürün odasında alıyordu. Müdür annelerimizi bir şekilde yolcu ediyordu. Tabi annelerimizin yolu kısa. Sınıfın kapısına kadar. Bekleyişler sürüyordu. Meraklı bakılışlar, meraklı sorular…
Öğretmen sadece uçaklarımıza laf atmıyordu. Defteri, kitabı açmamıza, deftere kitaba yazmamıza, sorulara cevap vermemize, sınıfa girişimize, çıkışımıza da laf atıyordu.
Öğretmen laf atmasa da biz attırıyorduk daha doğrusu atmış gibi anlıyorduk.’’ Anne öğretmen bana koridorda manalı manalı baktı.’’ Annem atılıyor devreye ‘’ Ben anlarım onun ne diyeceğini, şu tipe bak şu tipe. Tıpkı mal tipi demiştir. Ben onun hesabını sorarım.
Öğretmen bazı arkadaşlarımıza sınıfta bir şey demez, teneffüste köşe bucak çeker ‘’ Yaptığın davranış doğru değil, davranışlarına dikkat et’’ derdi Öğretmen arkadaşlarımızla konuşurken konuşmaları duymazdık ama görürdük. Öğretmenimizin konuştuğu arkadaşımız annesine ‘’ Öğretmenimiz beni merdivenin altına çekti.’’ Görenler ‘’ Anne öğretmenimiz Ayşe’yi, Fatma’yı merdivenin altına çekti’’ derdi. Kopardı kıyamet ‘’ Öğrenciyi, hem de kız öğrenciyi merdiven altına nasıl çeker, görür o gününü.
Öğretmen geri adım mı atmıştı dersini almış mıydı anlamadık. Öğretmen artık dersi dinlemeyenlere değil dinleyenlere kızmaya başladı. Ödevi yapmayanlara değil yapanlara.
Ben huzursuz, tüm sınıf huzursuz. Annemiz sorarsa ne diyecektik. Her gün annemizin okula gelişi bizi kahramanlaştırıyordu. Sınıfta bir asaletimiz, evde bir asaletimiz vardı. Bulduk çaresini. Biz dersi dinlemeye, ödevi yapmaya, öğretmen bize kızmaya başladı. Velilerimiz görevi başında. ‘’ Bu nasıl öğretmen çocuğum dersi dinlemese de suç, dinlese de.’’
Şikâyetler bir türlü bitmedi, yıl bitmişti. Sınıfta Takdir-Teşekkür almayan bir öğrenci yoktu ve ilişikte bir not ‘’ Beni şikâyet edebilirsiniz.’’
Velilerimiz eksiksiz yine okula gelmişti bu defa yalnız müdüre değil hem müdür hem öğretmene. Hem müdür hem öğretmene özür dilemeye ama hiç birinin aklına çocuğundan özür dilemek gelmedi.
KÖRPE UMUTLAR
Beyinin ölümü Gülfidan Hanım’ın omzuna dağ gibi bir sorumluluk yığmıştı. Bu sorumluluk her gün yığılıyor, yükseliyor, altında; Gülfidan Hanım inim inim iniliyor. Gülfidan Hanım, eziliyor, günden güne rengi soluyor, saçlar beyazlaşıyor, sırt kamburlaşıyor; gençliğinden en ufak bir güzellik belirtisi kalmıyor, hayal dersen çoktan terk edip gitmiş. Gülfidan Hanım’ın tek düşüncesi oğluna babasının yokluğunu hissettirmemek, ona güzel bir gelecek hazırlayabilmek.
Gülfidan Hanım, beyinden kalan emeklilik maaşını, çarpıyor, bölüyor; topluyor, çıkartıyor. Maaş düşük olmasına düşük, hesaplamalar bir o kadar çok… Çarp böl, çıkart bir türlü bitmiyor hesaplar. Maaş ev kirasına yetiyor yetmesine ne eksik ne fazla. Denklemin bilinmeyenleri uzadıkça uzuyor; mutfak masrafı, faturalar, Ömercan’ın okul masrafları, giyim kuşam, sağlık yol parası…
Gülfidan Hanım, ev temizliğine gidiyor. Gülfidan Hanım, buldukça evinde parça başı iş üretiyor. Gülfidan Hanım yemiyor, Gülfidan Hanım giyinmiyor; dişini sıktıkça, sabrını zorladıkça denklemin bir bilinmeyenini çözüyor.
Gülfidan Hanım, her gün bir yetenek geliştiriyor; kısalmış, daralmış etekleri kesiyor ekliyor; pantolon dikiyor. Pantolonları kesiyor etek dikiyor. Adı değişik giyinmeyse o da değişik giyiniyor. Yemek kalıntılarından en ilginç çorbalar yapıyor, ekmek kırıntılarından en ilginç köfteler, pastalar…
Gülfidan Hanım denklem uzmanı, Gülfidan Hanım dekoratif, aşçı, terzi, temizlikçi, bekçi, koşucu, montajcı. Her gün yetenek üstüne yetenek, meslek üstüne meslek ekliyor.
Gülfidan Hanım’ın diğer sınıf annelerine benzer yanı, Ömercan’a giydirdikleri, Ömercan’ın beslenmesi, verdiği harçlıklar.
Ömercan’ın giyiminde arkadaşlarından fazlalığı var, eksiği yok, beslenmesinde fazlalık var eksik yok, harçlıklar dersen o da fazlasıyla. Ömercan, okulun düzenlediği tiyatro, gezi, sportif aktivitelerin hepsine eksiksiz katılıyor.
Ömercan, sınıfın örnek öğrencisi. Ömercan, Sınıfın en çalışkanı. Takdir üstüne takdir alıyor. Gülfidan Hanım’ın keyfine diyecek yok. Ömercan başardıkça babasının eksikliğini hissettirmediğine, annelik babalık görevini eksiksiz yerine getirdiğine inanarak mutlu oluyor. Mutluluk arttıkça yeni yeni denklemler kuruyor, yeni yeni denklemler çözüyor. Uyumuyor, oturmuyor, koşuyor oradan ora…
Yeni denklem:
Ömercan’a bilgisayar. Denklemin bilineni Bilgisayar, bilinmeyeni nasıl alınacak? Sonuç= Bilgisayar alınacak (?) Bilgisayar alınacak hem de yılbaşı hediyesi olacak.
Gülfidan Hanım, o gün oğlunu farklı öptü, başını göğsüne yasladı, okşadı, okşadı ve oğluna:’’Oğlum yılbaşı hediyesi olarak sana bilgisayar alacağım.’’ dedi. Ömercan’da tepki sadece şaşkın bir bakış. Bakışlara Gülfidan Hanım anlam veremedi. Gülfidan Hanım’ın bakışları daha şaşırtıcı oldu ‘’Oğlum, sen bilgisayara sahip olmak istemiyor musun? ’’ Ömercan, sessizce ’’ Sen bilirsin anne.’’ diyebildi. Gülfidan Hanım, oğlunun sevinç çığlıkları atmasını bekliyordu. Boynuna sarılıp öpmesini bekliyordu. Bir annenin tüm çabası çocuğunu mutlu edebilmektir. Bir annenin yıkıldığı an; çocuğunun mutlu olduğunu göremediği andır. Gülfidan Hanım da o anı yaşadı; olup bitene anlam veremedi. Daldı bir an, başka dünyalara. Ömercan, sessizce odasına çekildi.
Ömercan, odasında sanki film izliyordu. Filmde annesi kendisini okula götürüyor, annesi okul çıkışı almaya geliyor. Kar fırtına olanca şiddetinde. Annesinin ayakkabısı yırtık, annesinin paltosu yok; soğuktan tir tir titriyor, dondu donacak… Ömercan’da bot, mont, başlık, kaşkol, eldiven; giyim tam teşekkül. Ömercan, kendi kendine ’’ Ben bu kadının oğlu muyum? Bu kadın benim annem mi? Bu kadın benim annemse giyecek ayakkabısı yokken bana bilgisayar almasına benim vicdanım nasıl razı gelir, ben nasıl sessiz kalabilirim? ’’ Ömercan, saçlarını yoluyor, Ömercan, dişlerini sıkıyor; nerdeyse var gücüyle ‘’Hayır! ’’ çığlıkları atacak. Sıkıntıdan, sinirden terliyor, terini eli ile siliyor. Terin biri geliyor biri gidiyor. Olacağı yok, Ömercan lavobaya gidip yüzünü yıkıyor. Annesi soruyor: ‘’ Ne oldu oğlum? ’’ Ömercan, ’’Hiç’’ diyor sadece. Ömercan, çekiliyor yine odasına uzun süre aynı filmi tekrar tekrar izliyor. Yorgun bittiği an dalıyor uykuya. Uykuda aynı sahneler… Sahneler tekrar üstüne tekrar. Ömer sabahleyin uyandığında savaştan çıkmış halde. Yürümeye takatsiz. Çaresiz; okula gidecekti. Sebepsiz okula gitmemek olmaz.
Ömercan, okula gitti. Ömercan bitkin, Ömercan, sessiz. Dördüncü ders öğretmeni Türkçe dersinde; ‘’Gerçekleşmesini istediğiniz en büyük hayaliniz nedir? ’’ sorusu üzerine yazı yazmalarını istedi. Ömercan, cümleyi okudu. Ömercan, sanki sınıftan başka dünyalara taşındı, daldı, daldı… İçinden: ‘’En büyük hayalim, annemi yeni bir ayakkabı, yeni bir palto ile görebilmek diye yazamam ki…’’ diyordu. Ömercan, yine aynı sahneleri izlemeye başladı. Ömercan’ın dalgınlığını gören öğretmeni yanına kadar gelerek ‘’ Ömercan, senin hayalin yok mu? ’’ Ömercan; ‘’Var öğretmenim.’’ Öğretmeni, ‘’Varsa işte onu yazacaksın bu kadar düşünmeye gerek yok.’’ dedi. Ömercan, ’’ Tamam öğretmenim.’’ dedi.
Ömercan, kâğıda tek bir cümle yazdı: ’’ Annemin istediği gibi bir öğrenci olmak.’’ İkici ders öğretmen sınıfın en güzel yazanı olarak Ömercan’ı alkışlattı. Ömercan’ın yazdıkları üzerine bir ders konuştu ‘’ Ömercan’ı örnek alın. Her anne babanın tek dileği çocuklarına verdiği emeğin karşılığını başarı olarak görebilmek, onların en mutlu oldukları an; sizin başarınızı gördükleri andır. Ömercan, başarıyı annesine fazlası ile gösteriyor, bu durumdan annesinin mutlu olmadığını düşünmek bile imkânsızdır. Ömercan’ın, yaptıklarını yeterli görmeyip ‘’Annemin istediği gibi bir öğrenci olmak.’’ Yazması kararlılığını, daha büyük başarılar sergileyeceğini göstermektedir, ben arkadaşınızı kutlar bir kez daha alkışlamanızı istiyorum. Sınıf alkışlıyor, Ömercan, tepkisiz. Öğretmeni, Ömercan’ın sakinliğini olgunluk göstergesi olarak algılayıp Ömercan’ı bir kez daha kutluyor, bir kez daha alkışlatıyor.
Ömercan, sınıfta olanları annesine anlattı. Annesi mutlu oldu, oğlunu kutladı. Mutlu olması gereken Ömercan’ken Ömercan’ın durgunluğu annesini şaşırttı. Oğlunu sıkıntılı gördü. Oğluna sordu ‘’ Oğlum, öğretmeninin yazdıklarını beğenmesi, kutlaması, sınıfa alkışlatması hoşuna gitmedi mi? ’’ Ömercan,’’Belki’’ diyebildi. Annesi, ‘’ Belkisi var mı? Her insan başarısının başkası tarafından takdir edilmesini ister. Eminim ki sınıfta bütün arkadaşların senin yerinde olmak ister. Hepsi senin yerinde olmak için can atmaktadır.’’ dedi. Ömercan içinden, ‘’Benim de onların yerinde olmak istediğimi bir anlatabilsem.’’ diyordu.
Evde annesi, okulda öğretmeni, arkadaşları ‘’Ömercan, senin bir sıkıntın mı var? ’’ Her defasında ‘’Yok, hiç, bilmem’’ gibi anlamsız cevapları tekrarlamak Ömercan’ı fazlası ile sıkıyor, sıkıntısının katlanmasına neden oluyordu.
Yılbaşı yaklaşmış, televizyon kanalları Noel Baba haberleri sunmaya başlamıştı. Annesi oğluna, ‘’ Oğlum ister misin Noel Baba kapımızı çalsın? ’’ Ömercan, ‘’Noel Baba, kapımızı niye çalsın, nasıl çalacak? ’’ Annesi, ‘’Oğlum çocuklar en çok istedikleri hediyeyi yazar posta kutusuna atar. Noel Baba kapı kapı dolaşır o dilekleri toplar, onlar içerisinden seçtiklerine yılbaşı sürprizi yapar. Sen de yaz bakarsın bir yılbaşı sürprizi yaşamış oluruz.’’ Ömercan, bir an düşündü. İçinden: ‘’Neden olmasın’’dedi. Nihayetinde bir oyundu. Oyunu annesi başlatmıştı. Oyunun kuralına annesi de uyacaktı. Annesine yazacağını söyledi, odasına çekildi. Kâğıdı, kalemi aldı eline, en güzel şekli ile yazdı, ‘’ Sevgili aksakallı Noel Baba, annem için yeni bir ayakkabı ve bir paltoyu ne kadar istediğimi uykularımı kaçıran geceler bilir.’’
Gülfidan Hanım, oğlunu okula bıraktıktan sonra ilk işi posta kutusuna bakmak oldu. Eline aldığı zarfı açtığında ‘’ Sevgili Aksakallı Noel Baba, annem için yeni bir ayakkabı ve bir paltoyu ne kadar istediğimi uykularımı kaçıran geceler bilir.’’ yazısını gördüğünde şaşkına döndü. Oğlunun sıkıntısının kaynağını öğrenmişti bir de oğlunu mutlu edebilmek için önce kendisinin mutlu olması gerektiğini.
Ömercan, artık durgunluk sergilemiyor, ‘’ Sıkıntın mı var sorularına’’ maruz kalmıyor. O sadece yılbaşına kalan günleri sayıyor, yılbaşının gelmesini iple çekiyor.
Yılbaşı gecesi Gülfidan Hanım, sofrayı oğlunun sevdiği yiyeceklerle donattı. Oğluna karşı her günkü sevgi gösterileri, her günkü gibi hizmetler. Saat: 00,0’da olacaklardan habersizmiş gibi bir bekleyiş, saate bile gözünün ucu ile bakıyor.
Ömercan, heyecanlıydı. Ne kadar gizlemek istese de heyecanını gizleyemiyordu. Saat:00.0’da olacakları bilmiyordu. Sık sık saate bakışı gözden kaçmıyordu.
Saat: 00.0’a yaklaştıkça anne oğulun heyecanı dorukta. Kalp atışları saatin tik takları ile yarışıyor, kalp atışları saatin tik taklarına karışıyor.
Saat: 00.0 kapı zili çalıdı. Her zil çalışta kapıyı açan Gülfidan Hanım, yerinden kıpırdamadı. Ömercan, fırlıyor kapıya; kapıda Noel Baba, elinde hediye paketleri. Ömercan, buyur ediyor içeri. Hediye paketleri açılıyor, en güzel ayakkabı; annesi giyiyor sevinç çığlıkları atıyor, ikinci paket açılıyor; en güzel palto; giyiyor Gülfidan Hanım geçiyor aynanın karşısına, dönüp tekrar tekrar oğlunu öpüyor. Üçüncü paket açılıyor; Ömercan’a küçük bir hediye. Ömercan, bir an düşünüyor. Anne atılıyor: ‘’ Üzülme senin hediyen sabah geliyor, bilgisayarın siparişini verdim. Ömercan, çifte mutluk yaşıyor. Ömercan, annesini öpüyor, annesi Ömercan’ı…
Anne oğul o gece uyudular mı mutluluktan uçuştular mı belli değil…
SEVİNÇ GÖZYAŞLARIM
Aylardan kasım. Okul açılalı nerdeyse iki ay oldu olacak. Sınıftaki birbirimize yabancı bakışlar gitmiş yerine kanka bakışları gelmişti. Nerdeyse ‘’ Ben kül yutmam.’’ diyebilecek derecede disiplinli öğretmenin dersinde bile kaş gözle, parmak ucu gösterişlerle, parmak sallayışlarla kırk dakikayı bölmeden dolu dolu sohbeti koyulaştırabiliyorduk. Enstrümental edasıyla vücutumuzun bütün uzuvlarını kullanabiliyorduk. Kulak öğretmende, elin biri arkadaşımızın omuzunda, öbürü başka bir arkadaşın sırtında; gözün biri sol çapraz, biri sağ çapraz…
Tatlı gülüşler, tatlı bakışlar bir anda açılan kapı ile buza kesti… Ders edebiyat. Ders aynı, dersin öğretmeni aynı. Dersin öğretmeninin sınıfa bakışı farklı. Her bakış nerdeyse bütün sınıfı göz merceğinde hapsedecek. Sınıfın bütün bakışları öğretmene odak. Şaşıkınlık, bu değişikliğin sebebi ne diye. Meraklar öğretmenin ağzından çıkacak ilk sözde… Öğretmenin ağzından ilk söz çıktı, ‘’ Bugün edebiyat işlemeyeceğiz.’’ Sınıfın bir olan şaşkınlığı, bin oldu. Mülaim aşk gazelleri okuyan öğretmen gitmiş, yerine kahraman edaları ile kükreyen biri gelmişti. Öğretmen esip gürlüyor,
- Arkadaşlar, biliyorsunuz bu hafta Cumhuriyet Bayramını kutlayacağız. Ben sizlere bugünün kıymetini bilmeniz için, bugünlere nasıl gelindi onu anlatacağım. Yurdumuz kurtuluş savaşından yıllar yıllar önce; bölünmeye, işgal edilmeye başlanmıştı.
Öğretmen Balkanlardan başlıyor bölünmeyi anlatmaya, iniyor Arap Yarımadasına. Geçiyor Adalar’a. Adanın birinden birine zıplıyor.
Öğretmeni hep edebiyat öğretmeni bilmiştik. Tarihe olan ilgisi, geniş bilgisi bizi şaşırttı.
Derste öğretmenin gözüne girmeye çalışanlar atılıyor sahneye,
- Çanakkale Savaşı…
- I. Dünya Savaşı….
Öğretmen aldırmıyor, sözünü böldürmüyor, kendinden emin tavrıyla sürdürüyor,
- Balkan Savaşlarına inin, inin. diyor.
- İndik öğretmenim.
Öğretmen, enine boyuna anlatıyor, Balkan Savaşlarını.. Ömer Seyfetin’i soruyor.
- Bildik.
- Okuduk diyenler.
Öğretmen, ‘’Okuduklarınız yetmez. Ben size bilmediklerinizi, okumadıklarınızı anlatacağım diyor. Millî mücadeleyi Ömer Seyfettin başlattı.’’
Sınıfın öğretmenin tarih bilgisine olan hayranlığı bir anda sönüyor.. Gülüşmeler başlıyor… Alaya alma girişimleri başlıyor,
- Öğretmenim, Ömer Seyfettin Mareşal miydi?
Öğretmen, gayet sakin, kendinden emin, ‘’ Mareşal değildi ama üsteğmendi.’’
- Öğretmenim, savaşa üsteğmenler mi karar verir?
Öğretmen anlamıştır, soran öğrencinin üsteğmenle mareşal arasındaki farkı bildiğini, sorunun alaycı soruluşunu. Sakinliğini bozmadan, bilgisine gölge düşürmeden cevabını vermeyi sürdürür,
-Evladım, Millî Mücadeleyi Ömer Seyfettin başlatmıştır. Ömer Seyfettin başlatmıştır ama kılıcıyla değil. Millî Mücadeleyi başlatmak için kılıcını bırakmıştır hatta silahını da.
Sınıfta bir gülme… ‘’Donkişot’’ diyenler..
Öğretmenin tavrında değişiklik yok. Aynı sakinlik aynı bilgelik,
Ömer Seyfettin Donkişot gibi ata binerek de Millî Mücadeleyi başlatmadı.
- Ama öğretmenim başlatsın, zil çalacak.
Öğretmen anlatıyor,
- Ömer Seyfettin Millî Mücadele’yi kalemi ile başlatıyor. Önce Üsteğmen rütbesiyle ordudan istifa ederek ayrılıyor. Genç Kalemler Dergisi’ni çıkarıyor.
Öğretmen, derginin Millî Mücadele’’deki rolünü, Millî Edebiyattaki rolünü üstüne basa basa anlatıyor.
Sınıfın alaycı girişimleri bir anda bitiyor. Yüzlerde bir suçluluk duygusu, bir mahçubiyet…
Öğretmen sakin, öğretmen bilge… Öğretmen dakik. Öğretmen ‘’Savaşı başlatsın.’’ diyen arkadaşımıza,
- Birinci ders savaşı başlattık, ikinci ders bitireceğiz. diyor ve zil çalıyor. Öğretmen sınıftan çıkıyor. Sınıf, ilk defa sınıfta. Sınıftan çıkan tek kişi, yok. Kimi mahcubiyetinin şoku altında, kimi mahcubiyetini bastırma adına espriler yapıyor,
- Kemalciğim üsteğmen mi büyük, mareşal mi?
- Kemalciğim, Donkişot ata mı bindi, eşeğe mi?
İkinci dersin başlaması ile hepimiz kendimizi savaşın içinde bulduk. Öğretmen tüm cepheleri sayıyor, saymakla yetmiyor betimliyor… Alay, tabur, bölük, manga sayıyor da sayıyor. Nerde ise isim isim sayacak. Askerin elbisesine, matarasındaki suyuna, susuzluğuna, karavanada çıkan çıkak yemeğe sayıyor da sayıyor… Şehitlerin çetelesini tutuyor. Edebiyat derslerinde öğretmenimiz dramatizeyi yazdırır anlatırken böyle değildi.
Emirler veriyor’’ Hücum! ’’ çıkarttığı top sesleri top sesinden biraz daha sahice. Sesten bazı arkadaşların başlarını sıraya koyduklarını, sıranın altına saklandıklarını söylersem durum daha anlaşılır kılınacak. ‘’Güm, Güm, gümmm.’’ ‘’Gitti on kişi bin kişi.’’ ‘’ Bayrak göndere.’’
‘’ Çanakkale Geçilmez.’’
‘’İstanbul İşgal altında’’
‘’Geldikleri gibi giderler’’
‘’Savaşacağız’’
‘’Silah Yok’’
‘’ Silah Bulunur.’’
Samsun- Erzurum Amasya Sivas…
İnönü, Dumlupınar, Sakarya derken arkasından 29 Ekim’de Cumhuriyeti ilan ettik.
Savaş bitti, biz bittik. Kendimi öğrenim hayatımın tamamından daha yorgun hissettim. Deyim yerinde ise öldük öldük dirildik.. İlk defa bir dersi yaşayarak böylesine beynimize kazıdık, ruhumuza yamadık.
Öğretmen savaşı kazanmış edasında bürünüp sınıfa döndü,
- Ben bu sınıftan bir tekinizin, bu yılki kutlamalar için anlattıklarımı yansıtabilecek, dinleyenlere bugünlere nasıl gelindi, yarınlara nasıl bakılmasını gerekti vurgusunu verebilecek birinin çıkmasını bekliyorum.
Öğretmenin sözünü duyanlar, öğretmenle göz göze gelmekten kaçındı, çoğu başını sıraya dayadı.
Öğretmen, yine bizi şaşırttı. İlerleyen yaşına rağmen çevikliği ile neden nasıl niçin olduğunu anlamamıza fırsat vermeden masasının üzerine zıpladı. Gözleri ile bizleri süzdü,
- Arkadaşlar sözlü yapmıyoruz, sıranın altlarında saklanmanıza gerek yok. Bu özgüven ister, gönül ister. Vatan sevgisi rica minnetle olmaz.
Öğretmenin masadaki duruşu, derste anlattıkları birden gözümün önüne Atatürk’ün Kocatepede’ki anıtını getirdi ve Nazım Hikmetin dizelerini… Kendimi tutamadım haykırdım,
- Öğretmenim Kuvâyı Milliye’den bir dörtlük okuyabilir miyim?
Kuvâyı Milliye sözünü duyan öğretmenimin yüz çehresi birden bire değişti. Gülümseyen tavır, okşayan sesiyle,
- Oku kızım.
Ben başladım okumaya,
‘’İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...’’
Benim susmamla öğretmen başladı.
‘’Dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
eğildi durdu.
Bıraksalar
ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...’’
~ Nazım Hikmet RAN ~
Öğretmen, şiirini okuyup bitirdiğinde göz göze geldik. Bakışını değiştirmeden yanıma kadar geldi, kısık bir sesle ‘’ Görkem bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ dedi.
Zil çaldı, öğretmen gitt... Öğretmen gitti, nerdeyse aklımdan bütün anlattıkları gitti. Tek kalan,‘’ Görkem, bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ Tek söz durmadan tekrarlıyor. Nerdeyse tutunmaya destek bulsa Görkem de gidecek yazı tek başına kalacak. ‘’ Bu yazıyı Görkem yazacak.’’
Akşam eve geldiğimde ilk iş yaşadıklarımı babama anlatmak oldu. Babamın cevabı tek ve netti. ‘’ Kızım, öğretmenin senin yazacağına inanmasa öyle söylemezdi.’’
Beynimde tekrarlayan söz iki oldu, ‘’ Kızım, öğretmenin senin yazacağına inanmasa öyle söylemezdi, Görkem bu yazıyı senin yazacağına inanıyorum.’’ Söz iki.. Söz iki ayakları üzerinde durabiliyordu. Durabiliyordu kararlı, ısrarcı hem de dimdik.’’ Görkem yorgun, Görkem, şaşkın… Görkem çaresiz.. Görkem’in çaresizliği yazmamak gibi bir çaresi yoktu. Görkem yazacaktı. Görkem’in aklına birden öğretmenin anlattıkları geliyor bir bir… Görkem alıyor kalemi eline, öğretmenin anlattıklarını yazıyor, ara veriyor, tarih kitaplarını seriyor yere… İnternet sayfalarını açıyor kapatıyor... Görkem tarıyor, sayfa sayfa. Okuyor, okuyor.. Okuyor notlar alıyor… Görkem sanırsınız LYS YGS, KPSS sınavına hazırlanıyor. Bu azim, bu hırs açıkta kalmayacağının göstergesi.
Görkem yazıyor. Görkem yazısına son şeklini babası ile birlikte veriyor ve yazı son şeklini alıyor,
NEMUTLU TÜRKÜM DİYENE
Aylardan Mart, soğuk demir işleyen cinsten…. Toprak hendek hendek oyuk. Her toprak parçası bir cephe. Eli silah tutan koşuyor cepheye, adı Mehmet, daha adı konulmamış nicesi.. Silah bulan silahıyla, bulamayan, taşı sopasıyla..Kiminin ayağında çarık, kimi yalın ayak…
Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir… Titrek el tetik. Seriliyor her teltikte düşman yere. Düşüyor arkaya yorgunluktan bir asker geri, adı şehit. An be an kurşun, dağılıyor beden; kol bacak, adı şehit. Doluyor her oyuk, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna.
Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları…
Bir şehit, bir şehit daha… Her şehit Mehmet Akif’e yazdırıyor ilk dizelerini, ‘’ Bir hilal uğruna ya rap ne güneşler batıyor.’’
Yer gök inliyor, yer gökte top, tüfek yankısı… Top tüfek yankısı dövüyor komutanın emrini, komutanın emri dövüyor top tüfek yankısını ‘’ Ya istiklal Ya ölüm! ’’’
Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
Kurşun metelik. Bayrağı tutan son Mehmetçik cepte, bir komutan cepte. Son Mehmetçik bayrağı dikiyor tepeye. Son Mehmetçik, ‘’ Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak/Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak’’ dizelerinin ispatı.
Arif Nihat son dizelerini yazar,
‘’Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye
Yattığı toprak belli
Tuttuğu bayrak belli
Kim demiş meçhul asker diye’’
Mehmet Akif, dizelerini yazar,
Doğacaktır sana vaat ettiği günler hakkın
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın
Aylardan Ağustos, hava sıcak mı sıcak, Kasıp kavuruyor sıcak. Toprak hendek hendek yarılı. Koşuyor cepheye Çanakkale’den sağ kalan gazisi, genci ihtiyarı. Koşuyor cepheye yeni yetişen eli silah tutan tüyü bitmemişler.
Doluyor her hendek, doluyor taşıyor. Kan kusuyor toprak. Toprak. Toprak… Sarıyor bağrına şehidimizi, düşmanımızı koyun koyuna. Her ölüm yarış, her ölüm şafağa bir adım.
3O Ağustos şafağı, Şafağı saran Zafer güneşi, cihana bedel. Cihanın şanı, cihanın süsü. Tepelerde dalgalanır bayrak.
Mehmet Akif son dizelerini yazar,
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hak'a tapan, milletimin istiklal!
Komutan, ününe ün katan komutan, Mustafa Kemal Atatürk, emri değiştirir’’ Ya istiklal ya istiklal! ’’
Mustafa Kemal Atatürk, Ankara yolunda.
Mustafa Kemal Ankara’da, bugün doksan iki yıl önce 29 Ekim’de Zafer güneşini taçlandırırır. İstiklalin adını koyar. Adı; ’’Cumhuriyet’’
Ne mutlu Türk gençliğine, o bayrağı tutan birler, bugün binler milyonlar… Ne mutlu Türk Geçliğine Cumhuriyet gibi bir yüce değerin emanetçisi, bekçisi. Ne mutlu Türk gençliğine yıllar önce Şehitler Tepesine dikilen bayrağın gölgesinde barınır, Cumhuriyet güneşinde aydınlanır. Ufuklara aydınlık bakar.
Ne mutlu Türk gençliğine o bayrağı taşır elden ele.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal ‘’
29 EKİM
Tören alanı dolmuş, konuşma sırası bana gelmişti. Başladım yazdıklarımı okumaya başta biraz heyecan… ‘’Hava soğuk mu soğuk. Mehmetçik uykusuz, Mehmetçik tir tir… Titrek el tetik’’ cümlesini okurken ellerimin titrediğini fark ettim.
‘’Kan kokusu sarıyor şafağın kızılını. Oluk oluk kan yıkıyor şehit bedenini. Sel sel dökülen gözyaşları… ‘’ Cümlesini okurken, arkadaşlarım öğretmenlerimle göz göze geldim, birçoğunun gözlerinden damlaların süzüldüğünü dördüm. Farkında olmadan kendi gözlerimden de göz yaşlarımın okuduğum kağıda düşüşüne şahit oldum.
Konuşmamın sık sık kesilen alkış seslerinde gözyaşlarımın durduğumu, yerini sevince bıraktığını hissettim.
……
Konuşmam bittiğinde inliyordu alkış sesi. Alkış seslerinin içinde yankıyan ‘’Görkem! , Görkem! ’’ sesleri…
Gözlerimden dökülen sevinç gözyaşları soruyordu bana ‘’ Aynı sevinç gözyaşlarını kurtuluşa tanık kaç Mehmetçik dökmüştür?
Bense kendi kendime soruyordum ‘’ Ömer Seyfettin dökseydi bu sevinç gözyaşlarını nasıl anlatırdı? ’’
Bildiğim mavi bulutlarda Atatürk’ün silueti bana bakıp gülümsüyordu mavi gözlerde…
VİCDANIMIZ NE DİYOR ACABA
Gülçin, sekizinci sınıf öğrencisi. Gülçin, okul öncesi yedi yılını, okul dönemi sekiz yılını babasının görevi nedeniyle sürekli değişik kasabalarda, değişik ilçelerde geçirdi. Kurulan arkadaşlık ilişkileri… Yıkılan arkadaşlık ilişkileri… Sürekli yeni ortamlara alışma mücadelesi…
Gülçin, evin tek kızı. Babasının, annesinin gözbebeği. Annesinin, babasının gelecek umudu. Gülçin’in yedi yıllık süreçte gösterdiği başarı, annesinin babasının umudunu arttırdıkça arttırdı.
Gülçin’in babasının tayini, İstanbul’a çıkmıştı. Gülçin, ilk defa eski arkadaşlarından ayrıldığına üzülmemişti. Babasının tayini İstanbul’a çıkmıştı. İstanbul; ‘’ her gün filmlerde izlediği İstanbul. Her gün haberlerde izlediği İstanbul.’’ İstanbul’u tanıyacak, İstanbul’da yeni yeni arkadaşlıklar edinecekti. İstanbullu olacaktı.
Gülçin,İstanbul’da, yeni sınıfına başladı. Birinci gün uzaktan izledi sınıftaki yaşıtlarını. Yaşıtları, birbirleri ile şakalaşıyor, kahkahalar atıyor. Gülçin arkada sessiz…
İkinci gün, üçüncü gün, yaşıtlarında şakalar, kahkahalar….Gülçin’de sessizlik…
Geçen günler, başlayan haftalar, sınıfta şakalar, kahkahalar… Gülçin’de içe kapanış, kahkahalardan kaçış…
İlerleyen haftalarda Gülçin’e sataşmalar… ‘’ Dilini yutmuş, espriden ne anlar? Mal. Köyden indim şehire...)
Sınıf, kahkaha makinesi... Gülçin hariç, otuz dokuz kişi, aynı anda gülebiliyor, çığlık atabiliyor.Her kahkahanın sonunda Gülçin’e Ferda’dan aşağılayıcı bir söz daha..
Gülçin, ilk ayın bitiminde Ferda’ya karşılık verdi. Bütün sınıfta bir kahkaha’’ Mallar ne zaman konuşmayı öğrenmiş? Gülçin, ‘’ Yeter! ’’ çığlığı ile birlikte elini Ferda’nın ağzına götürdü.
Gülçin, disiplinde. Gülçin’e uyarı.
Aylar ilerliyor. Sınavların birincileri bitiyor, ikinciler, üçüncüler… Sınıfta Kahkaha, Gülçin disiplinde…
Dönemin sonu geliyor. Gülçin’in karnesinde birler.. Annesinin, babasının hiç görmediği ‘’Bir’’ler… Annesinin, babasının hiç alışık olmadığı ‘’Bir’’ler…
Gülçin, sınıfta dışlanan, aşağılanan. Gülçin, evde aşağılanan…
Gülçin, hırçınlaştıkça hırçınlaşıyor. Gülçin, sınıfın eşkıyası. Gülçin, her gün disiplinde. Çantası sınıfta…
‘’Masal bu ya’’ olmayıp gerçek.
Bir gün Türkçe dersinde sınıftaki kahkahalar, bir an sessizliğe, şaşkınlığa bürünmüştü. Türkçe öğretmeni,‘’ Adalet’’ konulu yarışmaya Gülçin’in katılmasını istiyordu. İlk itiraz Gülçin’den geldi,
- Yarışmaya katılmak Ferda’nın hakkıdır öğretmenim.
Sınıf sessiz, Ferda şaşkın…
Öğretmen, ‘’Dikkat ettiyseniz, Gülçin dedim.’’
Sınıf sessiz, sınıf şaşkın… Gülçin telaşlı… Gülçin, saniyesinde üç ayda, beş ayda sınıfta olanları düşündü. Evde olanları düşündü. Yarışmaya katılmasa sınıfta olacakları düşündü, evde olacakları düşündü. Düşündü, düşünmek bile istemedi. Olacaklar korkutucuydu…
Gülçin, sessizce ‘’ Siz bilirsiniz, öğretmenim.’’diyebildi.
Gülçin, eve gider gitmez başladı yazmaya. Yazdı sildi, yazdı sildi.. Gülçin yazısını tamamladı, yattı. Gülçin’in uykuları kaçtı. Uyandı, yazdıklarını sildi, yazdı… Uyudu. Uyandı, sildi yazdı... Uyumadı, sabaha kadar tekrar tekrar okudu. Yazısı tamamdı. İlk ders, ilk defa, Gülçin, sınıfa karşı, bir yazı okuyacaktı. Okuyacaktı hem de kendi yazdığı yazıyı.
Ertesi gün ilk ders, Gülçin yazısını okumaya başladı. Gülçin’in ilk cümlesinde – Vicdanımızın sesini dinliyor muyuz? - başlar öne eğmeye başladı. Başlar öne eğildi, Gülçin okumasını sürdürdü. Beyinlerde bir yandan Gülçin’in okudukları, bir yandan vicdanların sesi yankılanıyordu. Vicdanların sesi arttıkça artıyordu. Artıyordu çünkü Gülçin okumasını bitirmişti.
Başlar ağırdan ağıra kalktı. Vicdanlar sesini alkışlara bıraktı. Alkış görülmemiş cinsten… Bir süre sonra alkışlar yerini sessizliğe bıraktı.
Gülçin, öğretmene; ‘’ Öğretmenim, yarışmaya katılmak Ferda arkadaşımızın hakkıydı, izin verirseniz yazıyı Ferda arkadaşımız adına gönderelim.’’
Sınıf sessiz, Ferda şaşkın… Ferda’nın öne eğilen başında gözlerinden akan iki damla gözyaşı…
Sınıfın sessizliğini, öğretmenin bir cümlesi bozdu, ‘’ Neymiş? Adaleti önce vicdanımızda aramalıyıymışız.
YETER Kİ UMUT YİTİRİLMESİN
Türkçe dersinde sınıf beşer kişilik gruplara ayrılmıştı. Her gruba bir kitap verilmiş, her grup kendi arasında işbölümü yaparak bir sunum gerçekleştirecekti. Sunumun sonunda birinci gelen grup, kitapla ödüllendirilecek ayrıca en yüksek ders içi performans notu alacaktı. Grupta: I. Kişi kitabı temin edecek, II. - III. Kişi okuyup özetleyecek, IV. Kişi kitabı tanıtacaktı. V. Kişi ise kitapta en ilginç bulunan yeri dramatize edecekti. Hazırlık için bir hafta süre verilmişti.
Umut grubu, kendi arasında iş bölümü yapmış dramatize işini Umut’a vermişti. Sunumunu yapacakları kitabın adı: ‘’ Yeter ki Umut Yitirilmesin’’ di. Umut, sınıfın komedi dükkânı olarak anılırdı. Sınıfta, sınıfı güldürmek harici hiçbir etkinlikte yer almazdı. Bu görevi de seve seve almıştı. Diğer gruplar Umut nedeni ile ‘’Umut Grubu’’nu şanslı görüyordu.
Bir haftanın sonunda, 4.ders Türkçe dersinde sunum başlamıştı. Umut Grubu panik içindeydi. İlk üç ders, sınıfta olan Umut 4. ders sınıfta yoktu. İlk dört grup sunumunu yapmış, sıra Umut Gurubu’na gelmişti. Öğretmenleri Umutsuz olarak sunumu yapmalarını istedi.
Grubun sözcüsü kitabı tanıttı.
II. Kişi özetledi. Özette,
‘’’ Kitapta umut bir yıldıza benzetilmiş. Umudu kaybetmek ışığın söndüğüne inanmak ve karanlığa bürünmektir.’’ ifadesinden sonra III. Gurubun sözcüsü,
- Sizin gibi mi? ’’ dedi.
II. Kişi,
- Merak etmeyin, kitapta o sorulara da cevap var. Kapanan her kapı, umuda açılmış yeni bir kapıdır.
II. Gurubun sözcüsü,
- Sizin Umut kapınız hepten kapalı.
Sınıf gülüyor, öğretmen devreye girip susturuyordu. Sınıf sakinleşince, Umut Gurubu’nun III. kişisi devreye girdi,
- On sayısının üç’e bölümünü ele alalım: Böldükçe bölünür. Umut onun gibidir. Böldükçe bölünebilen, çarptıkça çoğalabilen… Yeter ki bölebilelim, yeter ki çarpabilelim.
II. Gurubun sözcüsü,
- Onun için mi sizin Umut, her an her yerde, dersin her anında… (Bu ders hariç)
Öğretmen yine devreye girdi ‘’Arkadaşlar olayı tartışmaya dönüştürmeyelim, burada sadece sunumlarınızı yapacaksınız.’’
Sıra dramatize bölümüne geldi, Umut yok. Sınıf tempo tutup
‘’Umut, Umut, Umut
Korkak Umut, kaçak Umut
Ko-ko, koş, ka-ka, kaç
A-aa, avucunu ya- ya, yala
U- u umut, birinciliği u- u, unut!’’ diyordu.
Grubun dört kişisi hükmen yenilgiyi kabul etmiş bir yandan üzüntü bir yandan Umut’a kızma duyguları içerisinde idi.
Öğretmen III. Gurubu tam birinci ilan edecekti ki kapı çalındı, Umut içeri girdi. Tüm sınıfta, alaycı bir bakış; gülümsemeler… Öğretmen sordu:
- Sen niçin zamanında gelmezsin? Arkadaşlarına bunu nasıl yaparsın?
Umut,
- Öğretmenim, benim görevim: ‘’ Umutlar yitirilirse ne olur’’ onu göstermekti. Umutların yitirilmesi bundan güzel anlatılamaz ki… Burada beş grup var, bir grup kazanacak dört grup kaybedecekti ama hiç biri umudunu kaybetmeyecekti. Böyle bir durumda sadece bizim grup umudunu da kaybedecekti ve ben ömür boyu arkadaşlarımın sevgisini. Ben onu sergilemek istedim. Burada yarışmayı kaybetme durumunda (ki kaybedersek) arkadaşlarımın sevgisini kaybetmeyeceğim. O duygu yeter bana. Karar sizin.
Öğretmenin şaşkınlığını gören Umut konuşmasını sürdürdü.’’’ Siz beni bugüne kadar dersi dinlemeyen, hiçbir etkinliğini yapmayan, dersten kaçan olarak tanıdınız. Artık o ben, ben değilim. Ben bugünden sonra yeni bir benim. Umuttan umuda koşan, Umut. Yılmayan, umuda doymayan Umut. Bu konuşmamı bizim grubu birinci yapmanız için yapmıyorum, artık küçük hedeflerin sadece büyük umutlara bir basamak olduğunu biliyorum. Ben o basamağı çoktan geçtim.’’
Öğretmen şaşkınlık içerisinde ‘’Bu büyük değişim kararının sebebi nedir? ’’ diye sorduğunda,
Umut,
- Öğretmenim, kitapta depremde göçük altında kalan bir çocuğun bir ömür değil, bir gün değil, sadece bir dakika daha fazla yaşama umudu ile on yedi gün nasıl çığlık attığı ve on yedi gün sonra göçük altından çıkınca hayata nasıl dört elle sarıldığı yüreğimi parçaladı, rüyalarıma girdi. Eşini kaybeden birinin, eşinin öldüğünü bir daha geri gelmeyeceğini bile bile çocuklarına her gün; ‘’akşama babanız gelecek’’ demesi, her kapı çalışta gelecek umudu ile kapıyı açması… Çocuklarını babasızlık duygusundan uzak büyütmesi… Kendisini yalnızlık duygusundan uzak büyütmesi… Son cümle aldı götürdü öğretmeni farklı dünyalara.. Yanağında iki damla yaş belirdi.
Umut konuşmasını sürdürdü,
- Bugün hiç farkına varmadığımız bayrağın, okullara gelip gitmenin, yıllar önce yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığında bir tek umut ışığı ile nasıl dalga dalga büyüdüğü, bugünlere gelindiği anlatılmış. Annem babam, benden vatanı kurtarmamı istemiyor. Göçük altından çıkmamı istemiyor. Karnemde ‘’bir tek beş’’ görmek istiyorlar ve ben onu gösteremedim. Düşündüğümde bir tek beş almayı başarabileceğime inandım, bir de öğretmenlerimden ‘’bir tek’’inin sevgisini kazanabileceğimi. Okuduğum kitap bana bunu gösterdi ayrıca ‘’bir tek’lerden koskoca bir dünyanın oluşabileceğini…
Öğretmen, ‘’ O, bir tek öğretmen, ben oldum şimdi ve ‘’bir tek beş’’i veren öğretmen.’’ ‘’ Sen çoğulların peşinde koş şimdi.’’ dedikten sonra sınıfa dönerek, ’’ Ne dersiniz arkadaşlar, Umut çoğulları yakalayabilir mi sizce? ‘’ Umut gibi olanlar çoktan farklı dünyalarda arıyordu kendilerini, bu soru sanki paraşütle sınıfa inmelerini sağlamış gibi hayal dünyasından alıp çekmişti. Bütün sınıf, birincilik beklentisine kapılan III. Grup da dâhil, ‘’Umut! Umut! Umut! diye alkışlıyordu.
Böylece o gün, belki de hiç sönmeyecek bir ‘’Umut Fitili’’ ateşlenmişti.
MEHMETÇİĞİN HÜNERİ
Ders Türkçe. Okuma metnimiz; zamana yolculuk. Etkinliğimiz; sözlü ifade. Öğretmenimiz; ‘’Bu ders farklı bir uygulama yapacağız. Herkes gözlerini kapayacak, zamana yolculuk yapacak. Kendisini hayal ettiği zamanda hissedecek, bütün dikkatlerini hayallerini içinde olduğu zamana toplayacak. Bir de herkes kulaklarını tıkayacak. Sadece ben kime soru sorarsam o kulaklarını açacak.’’ dedi. Gözlerimizi kapattık. Kulaklarımızı tıkadık. Yolculuğumuz başladı.
Ben yüz yıl öncesindeyim. Soru bana gelmiş. ‘’ Nerdesin? ’’ Cevaplıyorum, ‘’Bir tepedeyim, öğretmenim.’’ Öğretmen;
-Tepenin adı ne?
-Tepenin adı yok, öğretmenim.
- O tepenin adı var. O tepede kalmaya devam et. Tepede gördüklerini gör, göremediklerini ben göstereceğim. Önce, ‘Bir şiir okuyayım.’’ diyor, başlıyor şiiri okumaya,
‘’Şehitler tepesi boş değil
Biri var bekliyor.
Ve bir göğüs nefes almak için;
Rüzgâr bekliyor’’
………………..
Şehitler sözcüğü aldı götürdü beni tepenin derinliklerine. Okuduklarım, öğretmenlerimden, büyüklerimden dinlediklerim serildi gözümün önünde...
Öğretmenim soruyor, ‘’Ne görüyorsun? ’’
- Tepe, yangın yeri ölen ölene. Her taraf mezar. Her taraf ölü…
Bu defa ben soruyorum, ‘’ Mezar var kazan yok, ölü var defneden yok, ölü var, ölü yıkayan yok.’’
Öğretmen, ‘’ O ölülerin her biri şehit. Şehitlerin kanı, milletin gözyaşı yıkar bedenlerini.’’
Soruyorum’’ Ya mezarlar? ’’ Öğretmen, ‘’ Vatan şehidine bağrını açar.’’ diyor. Soruyorum, ‘’Niye düşmanla, şehidimiz aynı mezarda? ‘’ Öğretmenim, ‘’ Şehidimiz bu vatan uğruna bu vatanda, düşmanımız bir hayal uğruna bu vatanda can verdi… O nedenle vatanın bağrında koyun koyuna yatar.
Öğretmen soruyor,’’ Ne görüyorsun?
- On, yirmi…, 0tuz iki düşman mezarda. Bir şehidimiz üstünde.
Öğretmenimiz, ‘’ O bir şehidimiz imame’’ diyor. Soruyorum’’imame nedir? ’’ Öğretmen, ‘’ İmame tespih başıdır.’’ diyor. Soruyorum ‘’Düşman niye tespihe dizilir? ’’ Öğretmen, ‘’ O Mehmetçiğin hüneri.’’ diyor.
Öğretmen, ‘’Zamanın ilerisine gel.’’diyor. Ben,
- Geldim, öğretmenim.
- Ne görüyorsun?
- Bir komutan yemin ediyor?
- Ne diyor?
- ‘’Bu vatanı ya kendime mezar, ya milletime yar ederim.’’ diyor.
- Komutanın gözünün rengine bak.
- Altın saçlı, deniz gözlü.
- O komutan Mustafa Kemal Atatürk. Yemini, verdiği emrin- Ya istiklal ya ölüm! -’ tekrarı.
Öğretmen zamanın ilerisine gel diyor. Ben,
- Geldim, öğretmenim.
- Ne görüyorsun, bir Mehmetçik tepeye bayrak dikiyor.
Öğretmenim,
- İşte o tepe ‘’Şehitler Tepesi.’’ diyor.’’ ‘’Zamanı ileri al’’ diyor. Ben,
- Aldım, öğretmenim.
- Ne görüyorsun?
- İstanbul’u düşman işgal ediyor.
- Başka ne görüyorsun?
- Altın saçlı, deniz gözlü komutanı.
- Ne yapıyor?
- ‘’Geldikleri gibi giderler.’’diyor.
- Zamanı ileri al.
- Aldım öğretmenim.
- Ne görüyorsun?
- Altın saçlı, deniz gözlü komutanı.
- Nerede?
- Sakarya’da öğretmenim.
- Ne yapıyor?
- Kaçan düşmanın ardından bakıyor,’’Geldikleri gibi gittiler.’’ diyor.
- Zamanı ileri al.
- Aldım öğretmenim.
- Ne görüyorsun?
- Ankara’da Atatürk’ü.
- Ne yapıyor?
- Doğan çocuğa adını koyuyor?
- Ne koyuyor?
- Cumhuriyet.
Öğretmen,’’ İşte, siz o dikilen bayrağın gölgesinde barınıyorsunuz, işte siz ‘’o ‘’ adı taşıyorsunuz. Her birinizin adı ‘’Cumhuriyet’’.
Ben şaşkın… Tek cümle söyleyebildim, ‘’Ne mutlu bize.’’
İNSANLIĞIN BEDELİ OLMAZ
Muzdarip Bey, annesi ve babasını hiç tanımadan hayata atılmış hayatın son basamaklarına tırmandığı son günlere kadar baba da olamamıştı. Babalık duygusunu tatmamış tattırmamış biri.
Yetiştirme yurtlarında büyümüş, azim ve çabaları sonucu en yüksek mevkilere gelmiş en sevdiği kızla evlenmiş ve mesut bir hayat sürdürmüştü. Ta ki eşini kaybedene dek keyfine diyecek yoktu. Eşini kaybettikten sonra kendini tamamen sosyal yardım kuruluşlarına adadı. Kiminde kurucu oldu, kiminde maddi destekçi, kiminde en aktif üye. Zamanının nerdeyse tamamını Çocuk Sevenler Derneği’nde geçiriyor, çocuklarla oynamak, onları güldürebilmek hoşuna gidiyor; onların başını okşayıp baba sıcaklığını hissettirebilmenin maddî yardımdan daha fazla yararlı olduğuna inanıyordu. Maddî destek verdiği kuruluşlar da vardı. Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, Türkiye Sokak Çocukları Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi kuruluşlar maddî destek verdiği kuruluşlar arasında yer alıyordu. Sosyal yardım kuruluşlarına maddî destek ve kimsesiz çocukları bağrına basmanın dışında kimsesiz yaşlılara da oldukça duyarlıydı. Arada bir hediyeler alarak İhtiyar Huzur Köşeleri Derneği’ne gider oradaki yaşlıların tek tek gönlünü almayı başarırdı.
Muzdarip Bey, parasının olduğu gibi zamanının da çok azını kendisine ayırırdı. Baharın esintisi kendisinde bir dolaşma hissi uyandırmıştı. Kim bilir belki de gençlik günlerini anımsayacaktı. Hiç yapmadığı şekilde özenerek giyindi, aynanın karşısına geçti, tekrar tekrar baktı; uygun bulmadığı gömlek, pantolon değiştirdi, değiştirdi… Aynanın karşısında ‘’tamam’’ dedikten sonra çıktı dışarı…
Muzdarip, caddede her gördüğü kişiyi yıllarca görmediği dostunu yeni görmüşçesine tepeden tırnağa süzüyor, yüzlerine gülümsüyor, göz göze geldiklerine selam veriyor. Selama kimisi hiçbir tepki göstermiyor, kimisi karşılık veriyor, kimisi de ‘’ bu nerden çıktı şimdi.’’ der gibi ters ters bakıyor. Ötüşen kuşlara bakıyor, bulutlara bakıyor, caddeden her gecen arabaya bakıyor, her birine el sallıyor.
Muzdarip Bey, parka giriyor, güllere bakıyor, gülleri kokluyor, fıskiyelerden fışkıran suyun her damlasına dokunuyor. Yerdeki her karıncayı tek tek izliyor, her biri ile sohbet ediyor. Banka oturuyor. Oturuş, o oturuş… Artık hiçbir şey görmüyor, duymuyor, tek duyduğu kasığındaki sancı. Eli ile ovuyor, elini bastırıyor… Ağrı gittikçe artıyor. Ağrıdan kıvranıyor… Önünden sarmaş dolaş geçen geçene, hiç biri dönüp acıdan kıvranana bakma gereği duymuyor.
Muzdarip Bey, kafasını kaldırır kaldırmaz ‘’HOSPİTAL…….’’ Levhasını gördü, içinden ‘’İyi olacak hastanın doktoru ayağına gelirmiş, şükür yakında hastane varmış.’’ dedi. Oturduğu banktan kalktı, derince bir nefes aldı. Gözü HOSPİTAL’da başladı yürümeye daha dorusu sürünmeye… Kıvrana kıvrana, inleye inleye ‘’HOSPİTAL…….’’ın kapısından içeri girdi. Danışmada bir bayan, bir yandan tırnaklarını törpülüyor, bir yandan sakız çiğniyor. Sakız çiğnemedeki mahareti gözden kaçmıyor. O küçücük ağızdan çıkıp şişen balonu çıkartıp al ağzından koy hastanenin bir köşesine, şişme yatak olur ya da tutun ucundan İstanbul’un semalarına açılırsın. Muzdarip Bey, görevli bayana yaklaştıkça yaklaştı. ‘’Şak, şak’’ eden sakız patlamaları nerdeyse kulak zarını patlatacak. Muzdarip Bey, ‘’ Acıya dayanamıyorum, ne olur yardımcı olun.’’ diye çığlık attı. Görevli, umursamaz lakayt tavırlarla ‘’Bağırma, sağır yok karşında, ver kimliğini.’’ diye karşılık verdi. Muzdarip Bey kimliğini verdi. Görevli sol eli ile saçlarını dalgalandırıyor, sağ işaret parmağı ile Muzdarip Bey’in Kimlik No’sunu tek tek girdi. Muzdarip Bey’e ‘’25 Tl fark üçreti ödemeniz gerekiyor.’’ dedi. Muzdarip Bey:
- Bir temiz hava alıyım diye evden alelacele çıktım. Şurama bir ağrı saplandı, adım atamıyorum. Ağrımı giderin bir koşu eve gider para getiririm.
- Beyefendi mevzuat el vermez.
- Mevzuat el vermesin, doktor bir el atsın yeter.
- Mevzuat Beyefendi, mevzuat.
- Mevzuatı karıştırmayın işin içine.
- Beyefendi, mevzuat hep işin içinde.
- İzin vermeyin.
- Mevzuat bu, izin mizin dinlemez.
Tartışmayı duyan başhekim gelir. Gözü ne hastada ne de görevlinin görevinde. Kral edasında,
- Ne oluyor burada?
Görevli:
- Beyefendi muayene olmak istiyor.
- Bırakın olsun.
- Beyefendi ücret ödemiyor.
Başhekim, Muzdarip Bey’e döner. Muzdarip’in acıdan kıvrandığı hiç mi hiç dikkatini çekmez. Bildik sorusunu sorar,
- Niçin ücret ödemiyorsunuz?
- Anlatayım efendim. Bir temiz hava alıyım diye evden alelacele çıktım. (sağ kasığını tutarak) şurama bir ağrı saplandı, adım atamıyorum. Ağrımı giderin bir koşu eve gider para getiririm.
Başhekim görevliye dönerek ‘’ Beyefendiye senet düzenleyin, sonra da muayenesini olsun.’’
Görevli,
- Tamam, efendim.
- Senedin miktar kısmını boş bırakın.
- Anlaşıldı, efendim.
Görevli, başhekimden gizlediği sakızı tekrar sahneye koyarak başlar senet düzenlemeye… Bir yandan karıştırılan dosyaların çıkarttığı ses bir yandan çiğnenen sakızın, ‘’Pat, Pat’’ sesleri… Bir müddet sonra - Muzdarip Bey’in dermanının, sarpının son sınırına dayandığı müddet- Muzdarip Bey ’e senedi imzalamasını söyledi. Muzdarip Bey, senedi imzalamasına imzalayacak gel gör ki senede bir türlü ulaşamıyor. Senede uzandıkça uzanmaya çalışıyor, görevlide kesintisiz ‘’şak, şak’’ sesleri. Muzdarip Bey arada bir düşecek oluyor, danışma kabinine tutunarak kalkıyor. Bir hamle, iki hamle derken onuncu hamlede senede ulaşabildi. Senedi imzaladığında ağrısını unuttu. Sanırsınız’ Muzdarip Bey’ in zoru senedi imzalayabilmek. Şükür senet imzalandı. Görevli vizite kâğıdı Muzdarip Bey’e uzattı, baloncuklar yapmaya devam ederken eli ile saçlarını dalgalandırmayı ihmal etmedi. Muzdarip Bey, dayanamadı sordu, ’’ Ben nere muayene olacağım Hanım Kızım? ’’ Görevli, görüntüsünden hiçbir taviz vermeden yine umursamaz tavırlar içerisinde ‘’ Beyefendi elinizdeki kâğıtta yazar.’’ Muzdarip Bey, ‘’ A kızım, kâğıda bakmaya dermanım var mı, görmüyor musun halimi? ’ dedi.’ Görevli, ‘’ Beyefendi, 2. Dâhiliye’’ Muzdarip Bey, 2. Dâhiliyenin yerini sormaya cesaret edemedi. Koridor girişine kadar zorlanarak yürüdü. Koridor girişinde polikliniklerin yerini belirten açıklayıcı levhalar vardı, tek tek hepsine baktı. 2. Dâhiliye… 2. Dâhiye; 2. Katta yazıyor, çare yok, ikinci değil 5. Katta da olsa sürüne sürüne çıkacaktı.
Muzdarip Bey, elinin biri ile merdiven korkuluklarından tutuyor, biri ile kasığını. Üç basamak çıkıyor, üç dakika dinleniyor, tekrar üç basamak, tekrar üç dakika… Son basamaktan ayağını çektiğinde bekleme süresi hayli uzadı, yorgunluk üç günlük yoldan gelmişliğin biraz fazlası. 2. Dâhiliyeyi bulmak zor olmadı, sırada beklemek fazlası ile zor. Beklemede geçen her bir dakika; saate, güne bedel.
Muzdarip Bey sıra kendisine geldiğinde derin bir nefes aldı. Sanki sorunu bekleme sırasının sonunu erişebilmekti. Sıranın sonunu getirdi, sevinçten ağrısını unuttu. Doktora vizite kâğıdını uzattı. Doktor,’’Şikâyetiniz nedir? ’’ diye sordu, Muzdarip Bey sağ kasığını göstererek ‘’ Doktor Bey, şuramda dayanılmaz bir ağrı var.’’ Doktor, ‘’ Ne kadar süredir var ağrınız? ’’ diye sordu. Muzdarip Bey’, ‘’ Yaklaşık iki saatten beri.’’ diye cevapladı. Doktor, ‘’ Bir muayene edelim anlarız sebebini, uzanın sedyeye.’’ dedi., Muzdarip Bey sedyeye uzandı, doktor önce mide üstünden bastırdı sordu,’’ acı var mı? ’’ Muzdarip Bey, ‘’yok’’ dedi, sonra, sol kasık, sağ kasık, cevap yine ‘’yok’’. Doktor sağ kasığın alt bölgesine bastırdığında Muzdarip Bey’den ses çıkmadı çıkmamasına yalnız dişlerden çıkan çatırdı çatır bir depremi andırır derecede, bedeninin kıvrılması depremde göçük altında kalmışlıktan daha ezik, daha büzük… Doktor, ‘’ Acı var mı? ’’ diye sormaya gerek duymadı, Muzdarip Bey’i n acıyı hissettiğini dişlerinin çatırtısından, kıvranmasından fazlası ile anlamıştı. Muzdarip Bey’e film çektirip getirmesini söyledi. Muzdarip Bey, 2. Kata çıkışını anımsadı, anımsadı çünkü röntgen; I.katta idi. İki kat; oldu gözünde dört kat, inecek tekrar çıkacaktı. Zor işti doğrusu. Çare yok ilk adımı atması ile hissettiği ağır yorgunlukla başladı yürümeye… Bu defa inişte basamakları saydı. İlk bölümde on basamak. Basamak sayışı işe yaradı; on, dokuz, sekiz… Basamak sayısı azaldıkça sıkıntısı azalıyor, ağrıları hafifliyordu. 2. Kat bitti. Bir on, bir on daha derken I. Kat da bitti. Şükür röntgende sıra yoktu. Filmi çektirdi. Filmin on dakikada çıkacağı söylendi. On dakika beklemek sıkıntısız geçti, merdivenlerden iniş yorgunluğunun dinlenmesene vesile oldu. Film çıktı. Muzdarip Bey filmi aldı bu defada merdinin basamaklarını sayarak başladı merdiven basamaklarını çıkmaya. Bir on, bir on matematikte olduğu gibi eşit olmuyor; yorgunluk her basamakta bir kat daha artıyor, yorgunluk ağrıyı bastırıyor, yorgunluk ağrıyı unutturuyor. Son nefes son solukta merdiven basamakları bitti.
Muzdarip Bey, filmi doktora uzattı, doktor ilk bakışta ‘’Apandisiniz var, ameliyat edeceğiz, önce siz yazacağım tahlilleri yaptırın, sonra sizi hastanede konuk edeceğiz, yarına da ameliyat ederiz.’’ dedi. Muzdarip Bey, ‘’ Ağrım! ’’ diyebildi. Doktor, ‘’Siz tahlilleri yaptırın, yatış işleminden sonra hemşireler size ağrı kesici bir iğne yaparlar, ağrılarınız hafifler.’’ dedi.
Muzdarip Bey, merdivenleri yine saymaya başladı. Laboratuar da ne yazık ki I.katta idi.
On, dokuz, sekiz… On, dokuz, sekiz…
Bir kan tüpü kan, bir kan tüpü kan daha, bir kan tüpü kan daha… Tahlil işlemleri tamam. Bu defa sonuç bekleme yok. Sıra yatış işlemleri; evrak al, evrak götür evrak kayıta. Evrak kayıt adı üstünde kayıt ediyor, kayıt etmiyor bekletiyor, bekle babam bekle. Muzdarip Bey, bayıldı bayılacak. Bayılmadı, düşmedi, ayakta. Ağrı unutuldu, gözler saatte, kaç dakika geçti geçecek… Dakikalar sayılırsa bırakın bir saati yarım saat olmadı. Muzdarip Bey’e sorsanız saatler, olmadı bir gün der. Kayıt tamam. Şimdi Sıra 10 Numaralı hasta koğuşunu bulmakta. 10 numaralı koğuş yan binada. Çık dışarı, dön köşeyi, geç karşıya, I. Kat hasta koğuşu hasta koğuşu olmasına da acil vakalar. Çık II.kata; II. Kat hariciye, çık III’e, III; ortopedi. Çık IV.kata; şükür IV. Kat; ‘’Dahiliye’’ 10 Numaralı koğuş koridorun sonu. Dört katı çıkan Muzdarip Bey, koridorun sonuna mı yürüyemeyecek bir solukta yürüdü. Kendisini yatağa atması görmeye değer, daha kapıdayken fırlattı kendini yatağa; nerdeyse ranza kırılacaktı. Çok geçmeden hemşire geldi, ağrı kesici iğnesini yaptı ve çıktı. Hemşirenin çıkması ile Muzdarip Bey daldı uykuya...
Muzdarip Bey, ne kadar uyudu bilinmez, tek bilinen uykunun en tatlı yerinde kapısı çalındı, hasta bakıcı yemeğini getirmişti, Muzdarip Bey, ağrıdan yorgunluktan yemeği çoktan unutmuştu, yemeği görünce aç olduğunu hissetti, ilk kaşıkta yemeğin tadını, son kaşıkta doyma hissinin mutluluğunu hissetti. Yemeğin üstüne bir su. Yemek, su, yorgunluğu unutturdu. Kendine güvenebilse kantine inecek bir de çay içecekti, gözü yemedi kantine inmeyi. Kolay olanı vurup kafayı uyumaktı; öyle yaptı Muzdarip Bey.
Sabah kahvaltını yaptıktan sonra, ameliyat için odadan alınmasını bekledi. Bekle, bekle… Arada bir saate bakıyor, bir saat, bir saat. Saatler geçiyor gelen giden yok. Kapısı açıldı. Kapının milim hareketinde Muzdarip Bey’de bir telaş. Almaya mı gelmişlerdi? Hayır, gelen odacı öğle yemeğini getirmişti. Muzdarip Bey yemeğini yedi bu defa kendinde kantine inip çay içme gücünü bulduğunu hissetti. Gidemezdi ya kendisini almaya gelirlerse… Beklemenin en kötüsü süreyi bilmeden beklemekmiş bekleye bekleye öğrendi.
Muzdarip Bey’in odasında sessiz bekleyiş. Dışarıda doktorlarda bir telaş bir telaş… Hastanenin Başhekimi hastaneye gelişte arabası ile bir tırın altında kalmış. Araba hurda. Başhekimde kırık çıkık fazlası ile… İç kanama, dış kanamanın haddi hesabı belirsiz. Kanamalar durduruldu. Dikiş, pansuman tamam. Kırıklara sıra gelmedi. Başhekimin kan kaybı fazlasının fazlasındaydı.
Muzdarip Bey, Başhekimle ilgili olduğunu sonradan örendiği anonsu duydu, ‘’ Dikkat, dikkat! Hastanemiz personelinden biri için çok acil 0 Rh+ kana ihtiyat vardır. Kan verebileceklerin danışmaya başvurmaları rica olur. Tüm hastane personeli ve hastalara duyurulur.’’
Anonsu duyan laborant Başhekimin bulunduğu ameliyathaneye koştu, apandis ameliyatı olacak hastanın kanının 0 Rh+ olduğunu söyledi. Başhekim kontrolü kendi elinde bulundurma düşüncesi ile hastayı yanına çağırttı.
Hasta bakıcılar, doktorlar, meraklılar 10 numaralı koğuşta. Muzdarip Bey, telaşta, heyecanda, bilgi veren yok. Asansörler açılıyor, çıkmak bilmeyen merdivenler saniyesinde iniliyor. Dakikalar dolmadan Muzdarip Bey, Başhekimin karşısında. Karşısında bir gün önce kükreyen aslan edasındaki Başhekim gitmiş yerini kapana sıkışmış bir yaratık çaresizliğinde yardım için yalvaran bakışlarda bir Başhekim…
Onca doktor ve Başhekim. Muzdarip Bey, şaşkın… Başhekimin huzuruna niye getirilmişti? Şaşkınlığı fazla sürmedi. Başhekim hazine bulmuş sefil sevincinde gözlerini ışılatarak direk konuya başardı,
- Muzdarip Bey, kan nakline ihtiyacım var, uygun kanın sizde olduğunu öğrendim. Bir ünite kanınızdan verirseniz bedeli kaç para ise öderim.
Muzdarip Bey, hiç düşünmeden sakin tavırlar içerisinde emin bir ifadeyle ‘’
Efendim, kanım insan kanı. Bir insana hizmet edecekse, insanlığın bedeli olmaz.’’ dedi.
Onca kalabalıkta çok az sayıda yüzler asıldı, maskeler düştü; zahmetlide olsa mahcubiyet duygusunu gösterebildi.
KAFAYI ÜŞÜTENLER DERNEĞİ
Yalnız Bey, soyu hanedanlara dayanan soyun son temsilcisidir. Dedesinin dedesinin büyük dedesinden kalma birkaç iş hanı, bir konak geçimini sağlamaya yetiyor da artıyor bile o nedenle çalışmasına hiç de gerek yok.
Yalnız Bey’in gençliğinde Hanedan soyundan gelmesine duyulan özenti hoşuna gitmiyor değildi, fırsat buldukça hanedan soyundan geldiğini vurguluyor çevresindekilerin gıptasına omuz kabartıyordu. Hanedan soyundan gelme üstünlük sıfatını ve mal varlığını bir başkası ve başkaları ile paylaşma durumunda azalacağına ve yok olacağına inandığı için evlenmeye de karşı olmuş ve hiç evlenmemişti.
Yaş ilerledikçe Yalnız Bey, yalnızlığının farkına varmış yalnızlığını giderme adına sorumluluk yüklemeyen, yasalara karşı suya sabuna dokunmayan ne kadar dernek varsa hepsine üye olmuştu. İlk önce Bana Neciler Derneği’ne üye oldu. Sonra Sana Neciler Derneği, ardından, Tekere Çomak Sokanlar Derneği, Suyu Yokuşa Akıtanlar Derneği, Yosunları Yaşatma Derneği, İlahi Taktir Cemiyeti, Süt İçtim Dilim Yandı Diyenler Derneği, Sürüngenleri Kurtarma Memurları Süründürme Derneği, Şakşakçılar Derneği, Taktakçılar Tıktıkçılar Derneği, Kürtajcılar Pürtajcılar Derneği, Leylekleri Çiftleştirme Derneği, Kaplumbağaları Yumurtlatma Derneği, Avutanlar Derneği, Avunanlar Derneği, Burnundan Kıl Aldırmayanlar Derneği, Keline Kıl Ektirtenler derneği, Karda Yürüyenler Derneği, Sapıkçılar Dayanışma ve Destekleme Derneği, Denize Karpuz Kabuğu Düşürenler Derneği, Eşeğe Ters Binenler Derneği, Deveye Hendek Atlatanlar Derneği, Uzaylılarla Dayanışma Derneği, Barışı Çökertenler Savaşı Hortlatanlar Derneği, Yandım Anam diyenler Derneği, Yananı Allah Görür Diyenler Derneği,, Anasını Alıp Gidenler Derneği, Sapsız Baltalar Derneği, Pabucunu Ters Çevirenler Derneği Çatısızlar Bacasızlar Derneği… Dernek dernek….. Kaç derneğe üye olduğunu kendisi bile bilmiyordu tek bildiği, dernekler adına aldığı kupalar, plâketler… Dernek yetkilileri ile çektirmiş olduğu resimler, bir de gazetelerde kendisi ile çıkan haberler, her birini çerçeveletir, evine her gelene tek tek gösterir, her biri adına saatlerce açıklamalar yapar. Bunlar Yalnız Bey’in ömründe tattığı en büyük mutluluk kaynakları…
Yalnız Bey’in hayat üçgeninde arada bir röportaj verdiği gazeteciler, dernek yetkileri bir de aksatmadan görüştüğü doktoru yer almaktadır. Bunun dışında bütün günlerini, dolaşmaktan bıkıp usanmadığı konağının bahçesini dolaşmakla geçirir.
Yalnız Bey, sabahleyin her gün olduğu gibi güneş doğmadan uyandı. Aşçısını çağırarak aşçısına, kahvaltı hazırlamasını emretti. Aşçısına, ‘’ Sen kahvaltıyı hazırlayana kadar ben bahçede dolaşıp bir temiz hava alacağım.’’ dedi. Bir de kahvaltıda bıldırcın yumurtası pişirmesini söyledi ve çıktı konağından dışarı. Güneş doğmadan bahçeyi dolaşmanın uğruna inanırdı. Kuş sesi ile birlikte titreşen her gül tomurcuğunu kendisinin uyandırdığını sanıp mutlu olurdu.
Yalnız Bey, konağın kapısından ilk adımı atar atmaz karşısında yere serilmiş erik dalları ile göz göze geldi, olanca hızı ile kırılan dallara koştu. Dallar kırılmış erikler etrafa saçılmış… Kırılan dalları eline aldı fırlattı, aldı fırlattı… Hem dalları fırlatıyor hem ‘’Konağın sahibi miyim yoksa bekçisi mi belli değil. Erikler yolunuyor, ben görüyorum, ben topluyorum.’’ diyerek kendi kendine söyleniyor, son dalı fırlatıyor, güllere yöneliyor. O da ne! Güller talan… Yalnız Bey, Yalnız Bey değil, oldu Şaşkın Bey… Güllere bakıyor, güller ona bakmıyor, kimi boynu bükük, kimi yoluk. Yalnız Bey, etrafa bakıyor, her gördüğü talan, gökyüzüne bakıyor, gökyüzü; bulut yüklü, üstüne düştü düşecek. Kendi kendine ‘’Erikler yolunuyor, ben görüyorum, ben topluyorum, güller yolunuyor ben görüyorum, ben saçımı başımı yoluyorum. Olmaz böyle, olmaz böyle! ’’ diye diye konağın kapısına geldi. Konağın kapısını yarı açtığında aşçısının ‘’Yalnız Bey, Yalnız Bey! Bıldırcın yumurtaları çalınmış.’’ dediğini duymasına fırsat kalmadan sağ eli kalbinin üstüne gitti, olduğu yere yığılıp kaldı. ‘’ Tansiyon hapımmm’’ diyebildi. Aşçısı hapını getirdi, Yalnız Bey, hapını yutmaya çalışırken aşçısı elinde getirdiği ıslak havlu ile Yalnız Bey’in terini silmeye çalışıyor. Ter sildikçe artıyor, aşçı siliyor, Yalnız Bey sağanak yağmur gibi yağdırıyor… ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’ sanki yer gök aynı cümleyi sayıklıyordu. Yalnız Bey’in beynindeki yankı, çarpanların katlarına katlanıyor. ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’, ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’, ‘’Bıldırcın Yumurtası çalınmış! ’’… Cümle tekrarlanıyor, yalnız beyin soluk alışverişi artıyor. Aşçı telaşlı… ‘’ Yalnız Bey, sakin olun, Allah göstermesin kalbiniz durur, olan eriklere olsun.’’ demesine kalmadan Yalnız Bey, ‘’Erik deme çıldıracağım! ’’ dedi. ‘’ Bıldırcın yumurtası çalınmış.’’ Yankısı gitti yerini bir film şeridi gibi gözleri önüne serilen kırılmış erik dalları, yolunmuş güller aldı. Film şeridi tekrar tekrar üstüne derken Yalnız Bey, kısa sureli uykuya daldı. Uykuda da rahat yok. Film rüyasında tekrarlıyor. Yalnız Bey, ‘’Mazbut! ’’ feryadı ile uyanıyor, başlıyor söylenmeye, ‘’ Konağın sahibi miyim yoksa bekçisi mi belli değil. Erikler yolunuyor, ben görüyorum, ben topluyorum. Güller yolunuyor ben görüyorum. Bıldırcının yumurtası çalınıyor, ben görüyorum. Bıldırcın boğazlanıyor ben görüyorum. Güya konağın bekçisi var, her ay tıkır tıkır maaşını alıyor, bir lira eksik alsa kıyameti koparıyor. Şimdi ben ona sorarım kıyamet nasıl kopartılıyor. Avazı çıktığınca bağırır,’’ Mazbut! Mazbuttt! Mazbut, gelir, hazır olda divan pençe,
- Emredin efendim!
- Erikler yolunmuş, bütün dalları kırılmış, görmedin mi?
- Gördüm efendim, kırılan dalları tek tek topladım. Topladığım dalları da kurutup yaksın diye Süliman Amcaya verdim.
Mazbut’un sakin hali ve vermiş olduğu cevaplar Yalnız Bey’in sinir kat sayısını bir kat daha arttırıyor. Yalnız Bey, sesinin olanca şiddeti ile,
- Bu nasıl görmek, dallar kırılmadan göreceksin!
Mazbut, gayet sakin,
- Gördüm efendim, dün dallar kırık değildi.
Yalnız Bey’in ağzından nerdeyse salyalar akacak, dişlerin gıcırtısını duyan, köpekler kemik yiyor sanacak. Yalnız Bey, ses tonunu arttırmak istese de ses tonu artmıyor, ses kısıldı bağırmaktan. Mazbut’un işiteceği şekilde,
- Dalları kırık, kırık değil görmeyeceksin, dalları kıranı göreceksin.
Mazbut sakinliğini koruyor, aynı sakinlikte:
- Dalları kıranı görmedim efendim.
Yalnız Bey, yumruklarını sıkıyor, dişlerini sıkıyor, bakışları ile Mazbut’u parçaladı parçalayacak:
- Güller kopartılmış, onu kopartanı da görmedim deme sakın.
Mazbut, ayarlı makine olsa aynı sakinliği koruyamaz, sakinlik aynı,
- Demeyeceğim efendim.
Yalnız Bey, aldığı cevaba sevinmiş gibi bu defa farklı bir ses tonu ile,
- Güzel, demek ki gördün gülleri kopartanı.
Mazbut aynı sakinlikte,
- Gördüm efendim.
Yalnız Bey, bu defa kızgınlık ölçüsünü kaybettiği yerden yakalayarak,
- Bir de gördüm diyor, olmadı bir de yardım etseydin.
Mazbut aynı sakinlikle,
- Ettim Efendim.
Yalnız Bey, kızgınlığını bir mertebe ilerleterek,
- Çıldıracağım! Kimdi kopartan, nasıl yardım ettin? Söyle deli etme beni!
Mazbut gayet sakin:
- Gülleri kopartan bendim efendim.
Yalnız Bey, kızgınlığı bir mertebe daha arttırarak:
- Nee! Sendin haa! Söyle, gülleri niye kopartın?
Mazbut, aynı sakinlikte,
- Söylüyüm efendim.
Yalnız Bey:
- Söyle diyorum sana, söyleee!
Mazbut sanki bahçe turunda, aheste aheste dolaşıyor, dolaşırken,
- Efendim, yoldan yeni evli bir çift geçerken ilk defa böyle bir bahçe gördüklerini çiçeklerin kokusuna bayıldıklarını söylediler. Ben de koklamaları için bir demet koparttım kendilerine takdim ettim.
Yalnız Bey, yumrukları sıkıyor, dişleri sıkıyor; sinirden kesik kesik sözcüklerle,
- Be- been, sana tak- takdim etmeyeceğim hatta ke-keseceğim, maaşından keseceğim.
Mazbut’ta sakinlikten taviz yok:
- Kesersiniz efendim, isterseniz kesik kesik verin, ben onları yapıştırıp bakkal çakkal birine yuttururum.
- Kes karşılık vermeyi.
Mazbut bu defa mazlum rolüne bürünüp boynunu bükerek,
- Kestim efendim. Kesmezsem maazallah kellemi kesersiniz
Yalnız Bey, sinir mertebelerinden iki üç basamak inerek,
- Bıldırcın yumurtalarına ne diyeceksin, onu merak ettim.
Mazbut bilgiç bir eda ile,
- Yımırta mı? Arka sokaktaki kadının gelişme engelli bir çocuğu varmış, doktor bıldırcın yımırtası yemesini söylemiş, zavallının yımırta alacak parası yokmuş. Yımırtaların hepsini topladım ona verdim.
Yalnız Bey, sinir basamaklarından birkaç basamak atlayarak,
- Her parası olamayanı ben mi düşüneceğim. Biri de gelip oturacak evim yok dese bu koskoca konağı mı vereceğim.
Mazbut yine mazlum rolünde,
- Öyle deme efendim, zenginin parası, garibin duası.
Yalnız Bey, sinir basamaklarının sona dayandığını, daha doğrusu kendisinin bittiğini anlayarak,
- Sus! Bir de akıl vermeye kalkma. Çık! Bahçe kapında bekle. Doktorum gelecek bekletmeden odama getir.
Mazbut, ‘’ Emriniz olur efendim.’’ diyerek çıkar, kapıda beklemesine gerek kalmadan doktorla göz göze gelir. Anında Yalnız Bey’in kapısını çalar. Yalnız Bey’in sinir basamakları harekete geçer, ‘’Yine ne var? ’’ diye bağırır. Mazbut her zamanki sakinlikte ‘’ Doktorunuz geldi efendim.’’ der. Yalnız Bey, ‘’Kaç kez söyleyeceğim doktorum geldi ise bekletme al içeri.’’
Doktor, gayet güler yüzlü, içeri girmeden kapıdan başlıyor konuşmaya,
- Sizi gayet iyi gördüm efendim, maşallah, Allah nazardan saklasın.
Yalnız Bey, hasta çocuk rolünde, isteksiz ifadelerle,
- İyi değilim doktor.
Doktor,
- Önce bir muayene edelim, anlarız sebebini. (Nabzını ölçer.) Nabız atışı gayet iyi. (Kalp atışını dinler) Kalp atışı gayet iyi. (vücut ısını ölçer) vücut ısınız da iyi. Peki iştahınız nasıl?
- Ye ye doymuyorum doktor.
- Sindirim, kabızlık, gaz…
- Vallahi doktor on dakika bir tuvaletteyim hiçbir sorun yok. Ben gece uyku uyuyamıyorum.
- Peki, şikâyetiniz nedir?
- Gündüz bir dakika yerimde duramıyorum hep sinir hep sinir… Gece uyku uyuyamıyorum.
- Sebep?
- Doktor ben çevreci biriyim. Tema Vakfı tarafından yüzlerce ödül aldım. Bu konağın bahçesinde bitkinin her türlüsü, meyvenin her çeşidi, evcil, yabani hayvanın her türü var. Bütün bunları huzur için yapıyorum gelin görün ki huzur yok. Bir bakıyorsunuz eriğin dalı kırılmış, bir bakıyorsunuz gül dalından kopartılmış, kümesten yumurta çalınmış. Bir keresinde kümesten tavuk çalan birine silahla ateş ettim, komşuları akıl vermiş davacı oldular. Yasalarımız yasa değil, neymiş efendim silahla sadece yatak odasında ateş edilirmiş. İşe bak, işe! Benim bildiğim yatak odasında ateşli silah kullanılmaz. Neyse lafı uzatmayalım altı ay hapis geldi. Para cezasına çevirdim, para bir şey değil, sinir yapıyor. Doktor konuyu değiştirme adına gözüne ilişen kupaları, plâketleri sorar, sorduğuna pişman olur. Yalnız Bey, başlıyor anlatmaya, ‘’ Doktor Bey, bu plâketi bana, Bana Neciler Derneği verdi. Hükümet yeni bir yasa çıkartmış. ‘’Sevgililere Bakışma Vergisi Düzenleme Yasası’’ Kahvede önüne gelen atıp tutuyor. Ben, bana ne dedim. Dernek bu plâketi verdi. Bu kupa Sana Neciler Derneği’nden.
Hükümet yeni bir yasa çıkartmış. ‘’Sevgililere Bakışma Vergisi Düzenleme Yasası’’ Kahvede önüne gelen atıp tutuyor. Ben, bana ne dedim. Dernek bu plâketi verdi. Bu kupa Sana Neciler Derneği’nden, Hükümet Yabancı Uyruklulara Mülk Edindirme Yasası çıkartmış yine kahvede önüne gelen atıp tutuyor. Ben önüme gelene sana ne, parası olan alır dedim. Hükümetin kulağına gitmiş, hemen Sana Neciler Derneği’ni harekete geçirmiş. Şu görmüş olduğun karpuz küre, Denize Karpuz Kabuğu Düşürenler Derneği tarafından verildi. Türkiye’de daha karpuz fideleri yeni dikilirken ben özel uçakla Madagaskar’dan karpuz getirdim, malum bizim basın böyle haberleri manşetten verir. Bu kupayı leylekleri Çiftleştirme Derneğinden aldım. Şu karşıda gördüğün ağaç leyleklerin çiftleşebileceği en doğal ortam olarak seçildi. Şu kupa Tekere Çomak Sokanlar Derneği’nden, Bu plâket Suyu Yokuşa Akıtanlar Derneği’nden, o plâket Yosunları Yaşatma Derneği’nden, Bu İlahi Taktir Cemiyeti’nden,
Doktor:
- Bu?
Yalnız Bey,
- O mu? O, Süt İçtim Dilim Yandı Diyenler Derneği’nden, Bu timsah rozeti, Sürüngenleri Kurtarma Memurları Süründürme Derneği’nden, Bu oyuncak Şakşakçılar Derneği’nden, bu tokmak, Taktakçılar Tıktıkçılar Derneği’nden, bu neşter Kürtajcılar Derneği’nden…
(Doktor bayılmadı ise de bayılmasına az kaldı denebilir. Gözler daldı dalacak. Beyin söylenilenleri algılamıyor, sadece her söze kafa inip kalkıyor.) Doktorun son anladığı cümle’’ Doktor Bey, çıldırmanın son kertesindeyim, anlıyor musun? ’’
Dokto,r birden kendini toparladı. Soracak soru bulamadı.
Yalnız Bey,
- Doktor Bey, ben sizi değil, siz beni uyutacaksınız…
Doktor, Yalnız Bey’in gözünün içine bakarak,
- - Şikâyetinizin sebebini anlayabilsem sizi uyutacağım da… İştahınız nasıl?
- İştah dediniz de aklıma geldi. Geçenlerde bir dernek kurdum, ‘’Fasulyeyi Kaynatanlar Derneği’’ Rakipler ‘’Kafayı Oynatanlar Derneği’’ni kurdu. Kurmalarına bir şey demem de bizim etkinlik gününde aynı yerde onlar da etkinlik düzenledi. Biz fasulye kaynatıyoruz kazan kazan… Onlar halay çekiyor, el ele, kol kola. Bizim kazanı gören ‘’ Aboovv’’ diyor başlıyor oynamaya.. Fasulyeler pişti. Ziraat odası başkanı ile benden başka kimse yok kazan başında. Başkan kibarlık olsun diye yemiyor, basına poz veriyor, demeç veriyor. Ben yiyorum yiyorum kazan eksilmiyor. Yemesem ödediğim para boşa gidecek. Yürüyorum bir iki, yiyorum iki tabak, yürüyorum bir iki, yiyorum üç tabak, yürüyorum bir iki, yiyorum beş tabak, tabak tabak…
Doktor,
- Hop hop! Yeter tabakhaneye döneceksin. Gaz, kabızlık var mı?
Yalnız Bey,
- Doktor o gün dakika bir taarruz beş’’ Zart, zart, zart, zart, zart! ’’
Mahalleli saldırıya maruz kaldığını sanıp mahalleyi akşamdan terk etmiş Benim ev okulun hemen köşesi. Sabah bir sessizlik bir sessizlik... Meğer okulun müdürü ilk dakika okulu tahliye ettirmiş.
Doktor,
- Öğrenciler bayram etmiştir.
Yalnız Bey,
- Beşi onu edememiş.
Doktor,
- Toplumun her kesiminde azınlık da olsa olumlu düşünen vardır. Eğitin aksamasına üzülenlerin olması şaşırtıcı olmamalı.
Yalnız Bey,
- Onların ki eğitim aşkı değil kör talih.
Doktor,
-O da ne?
Yalnız Bey,
- Üçü beşli kaçarken ayağını kırmış, geri kalan da korkudan altına işemiş.
Doktor:
- Korkmaları, hatta altlarına işemeleri gayet normal.
Yalnız Bey,
- Ne yani doktor, benim normal olmam için altıma mı işemem gerekir onumu demek istiyorsunuz?
Doktor,
- Siz beyninize işemişsiniz haberiniz yok.
Yalnız Bey,
- Doktor bırakın espri yapmayı bana gerçekleri söyleyin.
Doktor,
- Efendim siz ve sizin gibiler yalnızlık denizinde gemilerini bir müddet yüzdürürler ya da yüzdürdüklerini sanırlar ama sonunda mutlaka rotayı şaşırırlar.
Yalnız Bey,
- Doktor! Bırak denizi gemiyi, rotayı, ben gemi kaptanı değilim ben bu konağın sahibiyim ve kafayı üşütmenin kertesindeyim.
Doktor,
- Nihayet aynı şeyi söyleye bildik. Ben de diyorum ki siz ve sizin gibilerin kafayı üşütmesi tıbbi bir gerçek olmasa da kaçınılmaz bir gerçek.
Yalnız Bey,
- Ne! Şimdi ben kafayı üşütmüş müyüm?
Doktor:
- Maalesef Efendim.
Yalnız Bey, kafayı üşütmüş bir şekilde ‘’ Üşüdük, üşüdük’’ diyerek turalar. Birden,
Doktor, beni bu ödülleri aldığımdaki alkışlar bu hale getirdi.
Yarın ilk işim ‘’Kafayı Üşütenler Derneği’’ni kurmak. Şartı şurtu olmayan tek adres.
Aşağıdakiler ortadakiler
En üst katlardaki mutlu sakinler
Ben sen, onlar bunlar şunlar ve bizler
Biraz birazcık, azıcık üşüdük
İçerde dışarıda işte güçte
Sevdada kavgada uykuda düşte
Ben sen, onlar bunlar şunlar ve bizler
Biraz birazcık, azıcık üşüdük
Her birey, her okur derneğimizin doğal bir üyesidir. Bu kitabı bir arkadaşınıza daha okutursanız derneğimizin aktif sayısı ‘’ 1’’ artacak.
KÜLTÜRÜMÜZÜN MAYASI NASRETTİN HOCA
Hortuköyü bir ilke şahit olmuştu. Görülmüş bir şey değildi, ilk defa doğarken gülen bir bebekle karşılaşmak. Doğarken gülen bebek, üç ayda konuşan bebek, sekiz ayda yürüyen, onuncu ayda koşan bebek… Üç yaşında konuşması ile herkesi hayrete düşüren bebek…
Köyün, çevre köylerin dilden dile konuştuğu büyümüş de küçülmüş dediği Nasrettin altı yaşına girdiğinde annesi oturtur karşısına,
- Oğlum sen büyüdün. Seni bir sanata vereceğim.''Sanat altın bileziktir.''derler. Sanat öğreneceksin. Koluna altın bilezik takacaksın. Köyde bir demirci, bir berber, bir de terzi var. Söyle bakayım! Sen ne olmak istersin?
- Terzi olmak isterim anne!
-Tamam oğlum. Terzi, teyzemin oğlu. Seni dövmez. Güzel de öğretir. Ustalar, mesleğini çıraklara kolayca öğretmez. Sen dur. Ben hemencecik konuşup geleyim. Sen bugün başla. Bir gün, bir gün.
.- Tamam, anne sen git. Ben, şuracıkta beklerim.
Anne, ehramını örtünür terziye gider. Nasrettin, yalnız kalır. Kendi kendine konuşur:
‘’Ben terziliği öğrenebilir miyim? Ya elimi dikersem... (iki elini birleştirir tutar.) Elimi böyle tutarsam, iğneyi nasıl tutacağım? Demek ki iki elimi böyle dikme şansım yok. Diksem diksem (sağ eli iğneyi tutar, sol başparmağını, işaret parmağı ile birleştirir.) böyle dikerim.’’
Anne terzi ile görüşmüş, terziden beklediği cevabı almıştır, sevinçle eve gelir,
- Tamam, oğlum hemen gidiyoruz. Dur! Önce seni bir okuyum. Sana dua edeyim ki tez elden öğrenesin.
Yavrucuğum! Gurban olduğum Allah'ım, barmaklarına guvvet versin. Gözceğizine fer versin. Böyyük sabırlar versin. Allah'ım yolunu açık etsin.Gısmetlerini, gazancını bol eylesin.
Anne, oğul el ele tutar, terziye giderler. Terzinin dükkânına girerler. Anne,
-.Selamünaleyküm Veli Efendi.
.-Aleykümselâm, Elife Bacı
-. Öp oğlum Veli Amcanın elini!
Nasrettin terzinin elini öpme ile öpmeme arası öper daha doğrusu öpme taklidi yapar.
Terzi,
- El öpenlerin çok olsun yavrum. Sen cin gibi bir çocuğa benziyorsun. Cinliğini başka yerlere vermezsen mesleği çok çabuk kaparsın. Amma cinliğe verirsen kapamazsın.
Elife,
- Veli Efendi, çocuk sana emanet. Eti senin, kemiği benim. Bana müsaade.
- Müsaade senin, Elife Bacı. Gözün arkada kalmasın. Senin çocuğun, benim çocuğum sayılır.
Anne, oğlunu emin ellere teslim etmenin gönül rahatlığı ile eve döner. Nasrettin artık terzi çırağıdır.
Terzi,
- Nasrettin, al şu süpürgeyi dükkânı süpür. Bir çırağın, günlük yapacağı ilk iş dükkânı süpürmek. İkinci iş, ustasının ağzına bakmak.
- Veli Amca! Siz dikişi ağzınızla mı dikiyorsunuz?
- Tövbe tövbe..! Elimle dikerim tabi ki.
- Niye ben elinize bakmıyorum da ağzınıza bakıyorum?
- Söyleyeceklerimi duyabilmen için ağzıma bakacaksın. Şimdi bak bakıyım ağzıma.
- Bakamam amca?
- Bak yavrum! Çırak ustasına karşı gelmez. Bak diyorsam, bakacaksın?
- Bakamam amca!
- Bak diyorum! Niye bakamıyor muşsun?
- Ağzın açık değil ki ağzınıza bakayım.
Terzi, Sinirden ne yaptığını bilmez. Ağzını açabildiği kadar açar:
- Al bak o zaman!
-.AA! Amca, sizin on üç tane dişiniz yok.
-.Allah Allah... Ula oğlum! Bir bakmada nasıl saydın on üç dişi?
- O ne ki Amca! Ben bir bakışta gökte kaç yıldız olduğunu sayıyorum.
Terzi, kendi kendine konuşur: ‘’ Bu çocukla işim zor. Annesinin hatırı olmasa iş kolay, vurursun bir tepik, koyarsın kapının önüne.’’ Nasrettin’e döner,
—Sen şimdi ged. Yarın sabah ibibikler ötmeden gel.
- Amca ibibiktir bu. Kaçta öteceğini ben nereden bileceğim?
- O zaman güneş doğmadan gel! Bana da amca demeyeceğen. Usta deyeceğen tamam mı?
- Usta kısmı tamam da güneşe ben karışamam, koskocaman güneş… İstediği zaman doğar.
- Sen git. Annene söyle; Ustam benim güneş doğmadan dükkânı açmamı söyledi.’’ de yeter.
Nasrettin ertesi gün güneş doğmadan dükkâna gelir, dükkânı açar. Süpürgeyi alır eline, gözü kumaşlara takılır. Süpürgeyi bırakır. Kumaş topunun birini alır ‘’Terziler bu kumaştan niye kuşun kanadı gibi kanat dikmiyor? Dikseler insanlar da kuş gibi uçsa… Vallahi herkes alır. Terziler de zengin olur. Demek ki terziler zengin olmayı istemiyor.’’
Nasrettin, kumaşı kollarına kanat yapar, dükkândan bir baştan bir başa uçma taklidi yapar.
Vakit epey geçer. Ustası gelir:
- Oğlum! Ben sana gün doğmadan gel demedim mi?
- Dedin usta!
- Niye gelmedin?
- Geldim usta!
- Geldiysen niye dükkânı süpürmedin?
- Düşünüyordum usta.
- Dükkân süpürmenin nesini düşünüyorsun! Alırsın süpürgeyi şöyle eline, süpürürsün.
- Usta, ben onu düşünmüyordum.
- Ya neyi düşünüyordun?
- Terziler Bu kumaştan kuşkanadı dikse ne olur? ’’ diyordum.
- ….. olur. Tövbe tövbe.. Sen beni günaha sokacaksın. Al şu süpürgeyi, süpür şurayı!
Nasrettin dükkânı süpürür. Nasrettin dükkânı saat başı süpürür. O gün dükkân süpürmekle akşam olur. Nasrettin evine gider.
Nasrettin, ilk gün meslek öğrenme sevinci ile işe başlamıştı. Günler geçti, dükkân süpürdü. Haftalar geçti dükkân süpürdü, aylar geçti dükkân süpürdü.
Nihayet altı ay sonra terzi, Nasrettin’e dikiş söktürür.
O gün akşam annesi Nasrettin’e,
- Oğlum, altı aydır terzi yanına gedip geliyon. Söyle bakıyım ne öğrendin?
- Anne, ettiğin dualar sayesinde altı ayda dikiş sökmeyi öğrendim. Ömrüm yeterse dikiş dikmeyi de öğrenirim.
- Anlaşılan sen terzi olamayacaksın, yarın ben seni medreseye göndereceğim. Orada okuyup ‘’Din Âlimi’’ olursun.
Ertesi gün Nasrettin medrese tahsiline başlar. Bir haftada kıraat, altı ayda Kuran’ı hatmeder. Bir yıl, iki yıl- üç yıl derken Nasrettin ‘’ Din Âlimi’’ olur.
- Nasrettin kendi medresesini açar, ders vermeye başlar.
. Nasrettin Hoca, ilk gün Elif- Bey’i anlatır. Ders bitimi akçeleri toplar. Kesesine koyar.
Bir hafta sonra ders okuma dersi…
Öğrenciler gider Nasrettin Hoca paraları sayar:
—Bir akçe, İki akçe… Yüz akçe. Gidiyim pazara kendime iyi bir eşek alayım.
Nasrettin Hoca pazardan eşeği alır. Eşeğe ters biner.
Halk:
- Hocam eşeğe ters binmişsin!
- Binmişsini var mı? Bindim!
- Niye ters bindin o zaman?
.- Eşek önden gelenleri görüyor. Ben de arkadan gelenleri göreyim.
Nasrettin Hoca evine gelir, eşekten iner kendi kendine konuşmaya başlar,
‘’ Eşeği aldığın zaman, önce bineceksin. Seni düşürmüyorsa, yola da iyi gidiyorsa iyidir. Seni düşürüyorsa, yola da iyi gitmiyorsa geri vereceksin. Şimdilik iyi, bir de yükte denemeli. İyi de, ne yüklemeli? Oduna gitmeli.’’
Hanımına seslenir,
- Hanım, Hanım!
- Huu! Ne var Hoca Efendi?
- Baltayı getir! Oduna gideceğim.
Nasrettin Hoca, baltasını alır, eşeğine biner, ormanın yolunu tutar, ormana varır, eşeğe yükleyecek kadar odunu keser, eşeğe yükler. Eşeğinin kulağına,
—Sen, şu yoldan eve gideceksin ben ormanı dolaşacağım. Bakarsın bir keklik, bir tavşan yakalarım. Akşama ziyafet çekerim.
Nasrettin Hoca, dereleri tepeleri dolaşa dolaşa köye gelir, umut ettiği avı bulamamıştır. Eşeğe odun yüklemeyle kendini avutur. Hanımına eşeği sorar. Hanımı,
- Eşeği ben mi sana soracağım, sen mi bana soracaksın?
- Yahu, ben eşeğe odunu yükledim eve gelmesini söyledim, ben biraz avlanmak istedim.
- Hoca Efendi, eşek senin dediğini anlar mı?
- Anlar, anlar.
—Demek ki ben önce gelmişim. O, adı üstünde eşek.
Nasrettin Hoca, bir müddet bekler... Eşeğin gelmeyeceğini anlayınca arkadaşını çağırtır:
—Hanım, ben yoruldum, Hasan’a söyle, Çakal Deresi’ne kadar gitsin, eşeği arasın.
Hasan eşeği aramaya gider, vakit geçtikçe geçer, akşam olma vaktine yaklaşır. Eşek yok, Hasan yok. Bu defa Hoca Nasrettin Hasan’ı aramaya çıkar. Çakal Deresi’ne kadar varır. Baksa ki Hasan bir yandan ıslık çalmakta, bir yandan türkü söylemekte.
Hasan’a,
- Hasan sen ne yapıyorsun?
- Eşeği arıyorum Hocam.
Nasrettin hoca içinden,’’Demek ki el, elin eşeğini, türkü söyleyerek ararmış.’’der.
Eşeği kendisi aramaya başlar, bıraktığı yerde bulur. Eşeğe,
—Sen, daha bıraktığım yerde otluyorsun. Madem otlayacaksın, biraz da kendi aklını kutlan şuralarda otla. Bak, çayırlara çayırlar; yemyeşil.
Nasrettin Hoca, Hasan’ı çağırır: ‘’ Hasan, eşeği buldum, seni kaybedip bir de seni aramaya gelmeyim, gel birlikte gideceğiz.’’ Hasan gelir, önde odun yüklü eşek arkada Hasan, Hasanın ardında Nasrettin Hoca yola koyulurlar.
Odun yüklü eşek sağ salim eve gelmiştir artık. Nasrettin Hoca, eşeğin yükünü indirir, hanımına seslenir:
-Hanım, odun geldi kasaptan ciğer alıp geliyorum, bir güzel pişir yiyelim.
Nasrettin Hoca, ciğeri getirir, hanımına verir. Hanımına: ‘’ Ben köy odasına gidiyorum, sen ciğeri pişir, ciğer pişene kadar ben gelirim.’’der ve köy odasına gider.
Hanımı, kızını komşularına yollar: ‘’ Teyzelerini çağır bize gelsin.’’
Komşuları gelir. Nasrettin Hoca’nın hanımı,
—Komşular, Hoca Efendi ciğer getirdi, bir yalan uydurabilirseniz o ciğeri size yedireceğim. Böylece kursağınız da bir et görsün.
Zöhre,
- Ben buldum yalanı. ‘’Ciğeri kedi yedi.’’ deriz.
- Ay kız aklınla bin yaşa emi! Madem yalan hazır, elimizi çabuk tutalım Hoca gelmeden ciğeri yok edelim.
Hanımlardan biri ateşi yaktı, biri ciğeri doğradı, biri pişirdi, biri sofrayı hazırladı hep birlikte yediler derken son lokmada Hoca’nın ayak sesi duyuldu. Kadınlar bin telaşla ortalığı topladı, sessizce köşelere oturdu. Hoca geldi, başköşeye bağdaş kurup oturdu:
—Hanım, getir ciğeri, yiyelim.
—Hoca Efendi, ciğeri kedi yedi.
—Kediyi getir, o zaman.
Hanımı kediyi getirir.
Nasrettin Hoca:
- Koş kızım, sen de kantarı getir.
Kızı kantarı getirir. Hoca Kediyi tartar. Kedi bir okka.
Nasrettin Hoca:
—Kedi bir okka. Ciğeri kedi yediyse, ciğer nerde? Bu ciğerse kedi nerde?
—Vallahi onu kediye sorun Hoca Efendi.
—Ben, sana sormasını, sorarım da günaha girmekten korkuyorum. Seni Allah’a havale ediyorum.
Hanımı ağlayarak,
— Ben gidiyorum.
—Nereye?
— Havale ettiğin yere.
—Bırak sen o yeri… Evin yolunu bilip, geri gelemezsin.
Hoca’nın hanımı evin yolunu bulup geri döner mi bilinmez, tek bilinen ağlayarak evden çıktığıdır.
Aradan aylar geçer Hoca’nın hanımı eve dönmez. Eve dönmeme sebebi, evi bulamaması mıdır, yoksa Hoca’ya kızgınlığı mı bilinmez.
Aylar geçtikten sonra halktan biri hocaya,
- Hoca Efendi, dün sizin hanımı aşağı mahallede görmüşler, ev ev dolaşıyormuş.
- İnanmam!
Halktan başka biri,
- Geçen gün de bizim mahallede görmüşler.
- Yemin de etseniz inanmam.
- Yemin ederiz Hocam!
.- Şimdi burada kaç ev var, bilen var mı?
Beyaz sakallı biri,
- Ben varım, Hocam!
- Veledi Hüseyin sen misin?
—Evet, Hocam.
—Sen söyle, o zaman kaç ev var?
— On yedi Hocam!
Benim hanım evden çıkalı üç ay oldu. Dedikleri gibi ev ev dolaşsa, on yedi günde bir de benim eve uğrardı.
Hoca hanesi üç kişiliktir; bir eşeği, bir kendisi, bir kızı. Hoca, ibadet saatlerinde ibadetini yapar, ders saatlerinde dersini verir, artan zamanda eşeği ile dertleşir. Evden çıkarken eşeği ile vedalaşır, eve gelişte eşeği ile hasbıhal eder.
İlk horoz sesinde uyanan Hoca, kendisinden önce eşeğinin yiyeceğini vermek istedi, ahıra yöneldi. O da ne? Eşek yok.
Hoca,
- Komşular! Eşeğim çalınmış gören duyanınız var mı?
İlk gelen komşusu,
- Hoca, kapıyı kilitlemiş miydin?
.- Kilitlemedim.
- O zaman suç senin. Kilitlemiş olsaydın böyle olmazdı.
.- Bu hırsızın hiç mi suçu yok?
- Yoktur Hocam!
Eşeği ile dertleşen Hoca, eşeğin yokluğunda kendi kendine konuşmaya başlar ’’ Hanım gitti. Eşek gitti… Bırak gitmesini, gitmesine gitsin de, cemaat; hanımını bırak, bir eşeğine sahip çıkamadı diyecek. Ne yapmalı biraz para bulup bir hanım, artan paraya da eşek almalı. İyi de nerden bulmalı? Buldum! Göle yoğurt mayalayacağım. ‘’
Hoca, elinde kepçe, yoğurt mayası, gölün yolunu tutar. Köyün meraklıları takılır peşine… Kepçeyle yoğur mayasını göle döker, başlar karıştırmaya…
Köyün meraklıları,
—Hocam, hayırdır?
—Hayır, hayır. Göle yoğurt mayalıyorum.
- Hocam, göle maya tutar mı hiç?
- Tutmayacağını ben de biliyorum.
- Biliyorsun da niye mayalıyorsun?
- Ben ya tutarsa diyorum.
Göle yoğurdu mayalayan Hoca, Öğle namazı için camiye geldiğinde yine köyün başka meraklıları:
- Hocam duydun mu?
- Neyi?
— Senin boz eşek, Mısır’a kadı olmuş.
- Bak sen şu yüce Allah’ın işine… Ben hep bu eşekte bir şey var diyordum. Ben, çömezlere ders anlatırken, kulaklarını dikip, dikkatli dikkatli dinliyordu.
Her sözü hikmet bilinip dilden dile dolaştırılan Hoca, Hakkın rahmetine kavuştuktan yıllar sonra araştırmacılar şöyle bir not düşer tarihin sayfalarına ’’Fıkraları’nın en büyük özelliği; hem düşündürücü olmasının yanında ders verici olmasıdır. Hayat mücadelesinde aklın ve bilginin önemine işaret eder. Kısa ömrümüz içerisinde bir birimizle iyi geçinmez gerektiğini vurgulayarak toplumsal dayanışmayı savunur. Hoca, bazı insanların zenginlik, şöhret gibi geçici şeylere gereğinden fazla değer vermesini alaycı bir üslupla eleştirir. Onun fıkralarının kahramanı; eşeği, hanımı, mahallenin çocukları, esnafı, komşuları… Bu kahramanlar bugünkü dönemde de var olabilecek kahramanlar. Bütün bu özellikler Nasrettin Hoca’yı ölümsüz kılar. Nasrettin Hoca, topluma vermek istediği bilgiyi; eşek aramada arkadaşlık dostluk ilişkisi, eşek alımında ticaretin kuralları, eşeğin kadı oluşunda eğitimin inceliği gibi fıkraları içerisinde kimseyi kırmadan ustaca vermeyi başarmıştır. Nasrettin Hoca’nın bütün fıkraları incelendiği zaman; sadece bir güldürü ustası olmadığını her alanda bir bilge olduğunu görürüz. Bugünkü kültürümüzde, toplumsal değerlerimizde, bilgide, bilimde Nasrettin Hoca’nın mayası var. O sadece gölü değil, kültürümüzü de mayalamıştır. ‘’
O mayanın tadı değil midir Nasrettin Hoca’nın fıkralarını tatlandıran?
SOSİS ALİ
Türkçe Öğretmeni ilginç bulduğu öyküleri sınıfa getirir bizzat sınıfa kendisi okurdu. Öyküyü okurken adeta kendinden geçer, dış dünya ile bağlantıları keserdi. Öyküyü okumadan önce sınıfa gerekli uyarıları yapar, sınıfın kendisini dinlemeye hazır olduğuna kanaat getirdiğinde kendisini okumaya kaptırırdı.
O gün daha kendisi sınıfı uyarmadan tüm sınıf dersi kaynatma bahanesine koro halinde:
- Öğretmenim biz sizin okudunuz öyküleri dersten daha çok seviyoruz, bugün bize ne okuyacaksınız?
Öğretmen kendisini havaya kaptırdı, ‘’ Arkadaşlar, bugün size Amerika’da gerçek yaşanmış olayı konu alan bir öykü okuyacağım. Öykü azmin başarmadaki gücünü göstermesi açısından önemli bir örnek o nedenle hepinizin çok dikkatli dinlemesini isteyeceğim. Benim, bakışlarınızdan kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını çok iyi anladığımı bilmenizi isterim. Kimin dinleyip dinlemediğini soru sormadan bakışlarından anladığımı anlamışsınızdır. Öyküyü okurken gözüm üstünüzde olacak, en iyi dinlediğini tespit ettiğim öğrenciye soru sorup sözlü notunu ona vereceğim. Unutmayın en iyi dinleyen aynı zamanda en iyi anlayandır. Anlaşıldı mı? ’’ dediği anda tüm sınıf:
- Anlaşıldı Öğretmenim!
Öğretmen daha öyküyü okumaya başlamadan bütün öğrenciler bir zafer kazanmış sevinci ile birbirine bakışmaya başladı. Yüzlerinden kazanmış olmanın sevinci yansıyordu. O da yetmedi zafer işaretleri kalkıyor, iniyordu. Öğretmen öyküyü çıkartana kadar yer değişikleri yapıldı. Gerekçe hazır; ‘’ Öğretmenim, sizi daha iyi dinleyebilmek için ön sıraya geçtim, yanımdaki arkadaş konuşturuyor onun içinin ben arka sıraya geçtim, ben sağa, ben sola geçtim. Kısacası yer değiştirmeyen tek öğrenci kalmadı. Öğretmen içinden, ‘’ Uyarı nasıl da işe yaradı, not vereceğimi duyunca nasıl ciddiye aldılar.’’ diyordu.
Öğretmen, öyküyü okumaya başladı. Öykünün ilk cümlesinde kendini kaptırdı, sözcükleri olanca gayreti ile vurguluyordu. Tüm sınıf muhabbete çoktan başladı. Kimi kaş göz işareti yapıyor, kimi resimler gösteriyor, kimi işaretleşiyor, kâğıtlar yazılıp elden ele dolaşıyor öyle ki öğretmen bir cümleyi okuyana kadar kâğıt en arka sıradan, ön sıraya ulaşıyor yazılarak en arka sıraya dönüyordu.
Koca sınıfta dinleyen bir tek Ali vardı, o da öyküyü değil arkasındaki sırada oturan arkadaşlarının konuşmalarını dinliyordu. Arkasındaki sıradaki arkadaşlarının muhabbeti teneffüste birbirlerine çekecekleri ziyafetin muhabbeti… Yiyecekler, içecekler sayıldıkça Ali’nin içi gidiyor, ağzının suyu akıyordu. Ali konuşmaları daha iyi duyabilmek için arkaya yaslandıkça yaslanıyordu. Gözleri ile de öğretmenini takip ediyordu. Bu durum öğretmeninin dikkatini çekti. Ali’nin dinlediğini sanarak gözleri ile tasdik etti. Ali’nin tüm gayreti konuşulanların tek bir sözcüğünü kaçırtmamaktı. Arkadaki arkadaşının biri yanındakine soruyor:
- Kaç paran var?
- 20 lira.
- Ben de 30 lira var.
Ali, ‘’ 20 lira, 30 lira… 20 lira; 40 simit, tüm sınıfa yeter ayran dersen öyle.30 lira; 30 lira bir hafta yeter neler alınmaz ki…’’ diyordu.
30 lirası olan, 20 lirası olana ’’ Bugünkü ziyafetler benden. Yarında sen ısmarlarsın, söyle bakalım ne yemek istersin? ’’ diyordu. 20 lirası olan:
- Hamburger.
- Yanda içecek?
- Cola.
- Light mı, cappy mi?
Ali içinden, ‘’ Çocuklara bak, hem hamburger yiyorlar, yanda da cola. Bir de soruyorlar, light mı, cappy mi diye. Yuh be! ’’ diyordu.
Öğretmen, okumasını sürdürüyor, arada bir Ali’ye göz kırıyordu. Ali’nin kulağına öykünün sadece bir noktası takılmıştı. Öyküde hamam da üç gen iddiaya giriyor, üç genç hamamda giyeceklerini bırakacaklar, elbisesiz dışarı çıkacaklar ve bu şekilde hayatta kalma mücadelesi verecekler. Üç yıl sonra kim üç bin dolar biriktirse iddiayı o kazanacak, kaybedenler beş yüz dolar kazanana vereceklerdi. Ali hamburger muhabbetini dinlemeyi bıraktı, dolar hesabına daldı, kendi kendine ‘’ Üç bin dolar biriktirenin parası olacak, parası olmayan nasıl beş yüz dolar versin, neden parası olan olmayana vermiyor? ’’ diyordu. Bir an arkada ki arkadaşlarının konuşmalarını anımsadı, arkadaki arkadaşlarının parası var kendisinin yoktu. Parası olan olana ikramda bulunuyordu. Bugüne kadar sınıftan bir arkadaşı kendisine bir şey ısmarlamamıştı ama bir başkasına yani parası olana hep ısmarlamışlardı. Demek ki bu işler böyle oluyor. Para yiyecek, para içecek, ziyafet, dost, para, para… Ah Napolyon, Ah!
Ali, arka sıradaki arkadaşlarının muhabbetine kendini yine kaptırdı. Arkadaki arkadaşının biri öbürüne teneffüs ziline kaç dakika kaldığını soruyor, öbürü yirmi dakika kaldığını söylüyor, bu defa öbür teneffüste neler yenileceği, bir öbür teneffüste neler yenileceği, bir sonraki gün ne yenileceği sıralanıyor, liste uzadıkça uzuyor; hamburgerler, poğaçalar, açmalar, salamlar sosisler, tostlar, meyveliler, gazlı içecekler, lightler, cappyler…
Ali’nin iç çekişi hat safhada, ağzı sulandıkça sulanıyor, kafa geri gidip gidip geliyordu. Kendini tamamen unutmuş salamların, sucukların içine dalmıştı. Kendini tutamasa bağıracaktı, ‘’Gelsin, salamlar, sucuklar, coca colalar.’’
Öğretmenin öykü okuması bitti. Bütün öğrencilerin gözü öğretmene yöneldi. Öğretmen mutlu oldu, öyküyü okumayı iyi ettiğine inandı, öyküyü yorumlamaya başladı:
- Arkadaşlar, öyküyü hepinizin can kulağı ile dinlediğini gördüm hepinize teşekkürler. Öyküde azmeden insanların neleri nasıl başarabileceklerini gördünüz. Azim, azim. Azim başarının göbek adı. Başarmak için önce başaracağınıza inanacaksınız sonra azmedeceksiniz. Yılmayacaksınız. Tabi ki öncelikle neyi başaracağınızı bilmeniz gerekir. Hedef, hedef… Hedefsizlik rotasız gemiye benzer.
Bütün sınıf koro halinde’’ Haklısınız Öğretmenim, öyküyü çok beğendik bir daha okur musunuz? ’’ diyordu.
Öğretmen, ‘’ Arkadaşlar, öykü bir defa okunur, öyküde önemli olan mesajı alabilmektir, içinizde mesajı alamayan var mı? ’’ diye sorduğunda, bütün sınıftan ‘’ yok’’ cevabını aldı. Bunun üzerine konuşmasına devam etti,
- Arkadaşlar, ben mesajı hepinizin aldığına eminim verdiğiniz cevapta kuşkum yok. Bence Ali arkadaşınız mesajı almanın yanında öyküyü bire bir yaşadı. Ben arkadaşınızı kutlarım, öyle güzel dinledi ki öykünün bir cümlesini bile kaçırmadı. Dinleyici, okuyucu beğendiği olay yazılarında kendini kahramanların yerine koyar, onlarla birlikte sevinir, onlarla birlikte kızar, Ali de aynen öyle yaptı; zaman zaman yerinden fırlayacak gibi oldu, zaman zaman kendisini frenlemiş gibi ya da kendisine karşı bir saldırıdan kendini koruyacak gibi geri çekti. Gözlerini hedeften hiç mi hiç ayırmadı. Demek ki Ali’nin de elde etmeyi çok istediği bir şey var? Nedir Ali elde etmek istediğin şey?
- Sosis, Öğretmenim.
Tüm sınıfta bir kahkaha, öğretmen şaşkın… Birden Ali’nin kendisi ile alay ettiğini düşünerek Ali’yi azarladı, çıkardı not defterini bir de sıfır verdi. Bu defa Ali Şaşkın…
Ali, ne öğretmenine anlatabildi, ne arkadaşlarına, arkadaşlarının yediklerine nasıl iç çektiğini.
O dersten sonra Ali’nin adı Sosis Ali kaldı.
PROBLEM PROBLEMİ YUTARSA
Anne, akşam yemeğini hazırlama telaşında, baba Tv’de taraftarı takımın gol atması peşinde. Can ödevleri tamamlamanın peşinde…
‘’Semih aldı topu, rıdvana verdi. Rıdvan şut. Top tac. ‘’
Baba’’ Be şerefsiz, o pas taca çıkartılır mı? Allah senin belanı versin! ’’
Anne bir mutfak, bir oda; mekik dokur. Her odaya girişte babaya bir taş. ‘’ Bırak şu elinden kumandayı, işin bir ucundan da sen tu!’’
‘’’Hasan topu Mikoviç’e verdi, Mikoviç Oktava’ya. Oktava şut ve gol! Sayın seyirciler, mac 1-0 oldu.’’’
Baba ‘’ O gol yenir mi? Öküz gibi durursan kalede çok gol yersin daha! ’’
Annenin sesi yükselir’’ Herif, sana diyorum, sana, madem bana yardım etmiyorsun, kapat televizyonu çocuğun ödevine yardımcı ol! ’’
Baba,
- Hanım git başımdan, sinir tepemden aşkın.
- Sinir benim tepemden aştı, paçalarımdan dökülüyor.
- Topla paçalarını, sen sofrayı hazırla.
- Emrin olur, başka bir emrin. Başının altına yastık koyayım rahat izle. Al eline kumandayı, maçı sen yönet. Sen yıldızlardan da iyi top koşturursun, golleri de sen atarsın.
Anne dediğini yaptı. Beyinin başının altına bir yastık koydu. Beyinin keyfine diyecek yok. Geçti beyinin karşısına, baktı beyinin gözünün içine…
‘’Rıdvan rakipten aldı topu. Rıtvan kaleye yöneldi. Kale boş. Rıdvan şut! ’’
Anne çekti Tv’nin fişini.
Babada sinir kat sayısı hâkimiyet sınırın bir mil ilerisi. Fırlattı kumandayı, Tv’ye mi hanımına mı belli değil. Kumanda pencerenin çerçevesine çarptı. Kumanda param parça…
Anne sakin. Anne mutlu ‘’ Otur rahatça maçını izle, birazdan yemeğin de önüne gelir! ’’ dedi ve mutfağa gitti.
Anne gitti elinde defter Can geldi ‘’ Baba ödevlerim var. ‘’ Baba ödevlerini kendin yapmayı öğreneceksin.’’ Can ‘’ Yapamadıklarım var baba.’’ Yapamadıklarını öğretmenine soracaksın.’’ Can ‘’ Öğretmen kızıyor baba.’’ Baba’’ Öğretmenin beni kızdırmasın eve ödev vermek yasak, şikâyet ettirmesin kendisini.’’
Anne, babanın karşısında. ‘’ Ben bu çocuğun annesiysem sen de babasısın. Çocuğunun bir ödevine yardımcı olmaktan acizsin. Oldu olacak bilmiyorum de kurtul.’’
Baba, Tv’de elle kanal arama mücadelesinde.
Can tekrarlıyor ‘’ Baba ödevim var! ’’ Anne tekrarlıyor ‘’ Çocuğun ödevi yapılmadan sofraya oturmak yok! .’’
Baba yakaladı kanalı.
‘’ Maçın son dakikaları. Beraberliği Semih’in atacağı şut belirleyecek. Semih aldı topu. Semih Şut! ’’ Televizyonun fişi yine çıktı.
Baba saçını başını yolmada. Anne tekrarda ‘’ Çocuk bekliyor! ’’ Can tekrarda ‘’ Şu soru baba.’’
Baba aldı defteri. Baktı probleme. Problem yaş problemi ‘’ Babanın yaşı senin yaşının iki katının 10 fazlasıdır. Annenin yaşı babanın yaşından5 eksiktir. Annenin yaşı kaçtır? ’’
Baba yazdı deftere,
‘’’Annemin bağırması babamın bağırmasından yüz fazladır. Annemin bağırması kaçtır? ‘’
Can ertesi gün hiç bakmadan defterini götürdü. Ödev kontrolünde gönül rahatlığı ile açtı. Ödev kontrolü kendine geldiğinde öğretmen dikkatlice okudu. Can’a ‘’ Bu ödevi kim yaptı? Can ‘’’ Babam yaptı öğretmenim.’’ Öğretmen ‘’ Tahmin etmiştim.’’ Can ‘’ Babam yüksek mimardır öğretmenim.’’ Öğretmen ‘’ Belli oluyor, bak bakalım baban nasıl çözmüş? ’’
Can probleme baktı. Problemde ’ ‘’’Annemin bağırması babamın bağırmasından yüz fazladır. Annemin bağırması kaçtır? ‘’
Öğretmen’’ Bu problemi babana söyle, annene çözdürsün.’’ Can atıldı devreye ‘’ O problemi çözmede ne var ki? ’’ dedi. Öğretmen ‘’ Tamam, o zaman kalk tahtaya çöz de görelim.
Can tahtaya kalktı.
‘’ Öğretmenim, babam bağırdığında annem bağırmaya başlamışsa babam susar. Bu durumda babamın bağırmasına 1 dersek annemin bağırması da 100 ise 1+100=101 olur.’’ Dedi.
Öğretmen Can’ın defterine yeni bir ev ödevi sorusu yazdı ‘’ Babanın bağırma kat sayısı+ Annenin bağırma katsayısı x Can’nın yaşadığı korku: 100=? ’’
Bu problem problemlerin yutanı olmuştu. Kalem yazmaz, dil söylemez olmuştu.
Can okulu bitirmişti. Anne baba problemi çözmeye çalışıyordu.
ŞEHİDİN İLK DAMLASI VATANINA SON DAMLASI OCAĞINA DÜŞER
Salih’in evi alışıla gelmiş günlerden farklı bir gün yaşıyordu. Salih’in büyük oğlu, küçük oğlu Can’nı öpmüyor, Can’la oynamıyordu. Abisi Can’nın tanıdığı tanımadığı büyüklerin elini öpüyordu, abisini büyükler öpüyordu. Abisini annesi öptü. Annesi hıçkıra hıçkıra ağlıyor, dönüp dönüp abisine sarılıyor. abisi, annesinin elini öpüyor. Abisi, babasının elini öpüyor, babası abisini…
Abisi Can’ı öpüyor. Can şaşkın.. Abisi, ‘’Hoşcakalın.’’ diyor. El sallıyor. Abisi gözden kayboluyor. Anne, ağlamaya devam ediyor. Baba sessizliğe bürünmüş, bakışlar durgun. Eş dost akraba,’’ Allah kavuştursun.’’ diyor. ‘’Sayılı gün tez biter.’’ diyor. ‘’Allah sağ salim dönüşünü nasip etsin.’’ diyor. Annesi soruyor, ‘’Kınalı kuzum sağ salim döner mi? diyor. Eş- dost, ‘’ İnşallah.’’ diyor. Can, olan biteni anlamaya çalışıyor. Kulaklarında büyüklerin sözleri yankılanıyor. Sözler peş peşe, ‘’ İnşallah, şaş Allah, sağ sağ, salim, salime, selim’, ’Kınalı kuzu’’ İyi de evde kuzu yok. Bir tek Can’nın bildiği ‘’ Miyav’’’ var.
Evde bir sessizlik bir sessizlik… Salih gitmiş, eş dost dağılmış. İçin için ağlayan bir anne, duvarla bütünleşmiş bir baba… Babanın kucağında Can. Can şaşkın… Babaya bakıyor, baba evin yedek duvarı. Can bilse nabız atışını yoklayacak. Nefes alıp verdiği, nabızlarının attığı kuşkulu.. Anneye bakıyor, anne gök gürültüsüz yağışta, Gözyaşı, sel. Dökülen gözyaşları şalvarının oluşturduğu vadide toplanıyor. Şükür eşyalar güvende. Can anlıyor, üzücü bir durum var. Başlıyor sorulara,
- Baba, anne niye ağliyi?
- Oğlum, abini askere yolladık.
- Asgerlik kötü bi şey?
- İyi bir şey oğlum.
- Anne niye ağliyi?
- Oğlum annen sevinçten ağlıyor.
- Abi ev garanlik olince geliy?
- Gelmeyecek oğlum.
- Ev şavk olunca geliy?
- Ev aydınlık olunca da gelmeyecek oğlum.
Can, fırlıyor babanın kucağından, oyuncağı elinden alınmışçasına basıyor çığlığı. Çığlık sesi bastırdı annenin çığlığını. Çığlık sesi, durdurdu annenin göyaşlarını… Anne, adı üstünde anne… Anne hemen aldı Can’ı kucağına, öptü, okşadı. Gözlerinin içine baktı, ‘’Niye ağlıyormuş benim bir tek yavrum? ‘’ Bir tek’’ sözü sevgi göstergesi mi, yoksa gerçekten tekliğin ifadesi mi? Can’da gözyaşları yerini titremeye iç çekişlere bırakır. Can annesinin sorusuna cevabı verir,
- Abi getdi, getdi.. Beni payka kim götüycek, kim oyuncak aliycak? Ben kime abiy diycem?
- Gelecek oğlum, gelecek?
- Ne zaman?
- Askerliği bitince gelecek oğlum.
Can yüzünde kalan son gözyaşı damlaları gömleğinin kolu ile siler. İç çekişler, titremeler bitmiştir. Şaşkınlık devam ediyor. Can, babaya döner. Hecelenen sorular peş peşe;
- AA- as-kee-ker-lik ney?
- Oğlum, askerlik bir çocuğun büyümesi. Büyümesi erkek olmasıdır. Bak, abin büyüdü, erkek oldu, asker oldu. Sen de büyüyeceksin.
- Ben erkek olcem mi?
- Olacaksın oğlum?
- Asger olcem?
- Olacaksın oğlum.
- Ben mama yiyecek, mama çok yiyecek, büyecek erkek olacak, asger olcek, abiye gidecek.
Anne devreye girer:
- Ben sana mama yedireyim çabuk büyü.
Can’nın mama yeyişi; mama yeyiş yarışmasından daha hızlı… Mama yeyiş Can’a bütün üzüntüyü unutturmuştur.
Can uykuda. Can, yüzüyor derin rüyalarda. Can asker elbisesi giyor. Can’ın eli silahta. Can çığlık atıyor, ‘’ Silah, boyumdan büyük, silah agir, galdiremiyem! ’’ Çığlık annenin uykularını böler. Anne yüreği….. Anne Can’ı öper, okşar. ‘’ Oğlum büyecek, oğlum asker olacak.’’ Can derin uykuda. Can koşuyor rüyadan rüyaya. Can koşuyor düşman peşinde. Can’da çığlık,’’Düşman gaçma! ’’
Sabah Can kahvaltıda. Bu can başka Can. Can sofrada ne var ne yoksa hepsinden yiyor. Mama devri bitti. Can büyüme yolunda. Kaşık elde. Kaşık dalıyor her tabağa. İki kaşık dökülüyor ele yüze. Bir kaşık buluşuyor ağızla. Lokmanın biri yutulmadan biri daha. Anne,
- Yavaş ye oğlum, boğazına tıkılacak.
- Çok yiyiycem, yiyiycem, böyiycem, böyiycem, asger oliycem.
Can bahçede…
Can sokakta. Can tek başına oyun oynuyor. Can’ın tek oyunu askercilik. Can koşuyor, can yakalıyor. Yakaladığı çoğu kes bir ağaç dalı, bir odun parçası, bir taş, bahçeye atılmış bir eşya parçası; her biri can için bir düşman.
Can, ola ki bir yaşıtını bulursa ‘’ Benle askercilik oyniy min? ’’ Derse ki arkadaşı ‘’Oynayalım.’’ Can, ‘’ Sen düşman ol, ben asger, sen gaç, ben seni yakaleyim.’’ Arkadaşı derse ki’’ Sen düşman ol.’’ Can kabul ediyor. Amaç askercilik oynamak.
Can düşman, arkadaşı asker. Can koşar, bahçe bahçe, sokak sokak. Can düşer, can kalkar, arkadaşı kovalar, arkadaşı yakalar. Can düşer, can kalkar. Can savaş kaçkını... Elbisesinde yırtılmadık yer, vücütta çizilmedik yer kalmaz. Can’ da üzülme yok, can’da ağlama yok. ‘’ ‘’Asker ağlamaz.’’
‘’Can asker olacak. ‘’ Askercilik, Can’ın oyunu,, askercilik Can’ın rüyası. ‘’ Can asker olacak.’’ Canın babası Can’a asker elbisesi alıyor. Can’daki sevinç asker olmadan da öte. Can giyiyor elbisesini. Elbiseye bakma sevini saman alevi… Can’dan ilk soru gelir:
-Hani silagim? Silagsiz asger oliy mi?
Baba biliyor silahsız asker olmaz., Baba biliyor silah ölüm.. Baba Can’ın dünyasında oyuncak da olsa silah olsun istemiyor.
Can, tekrar sorar,
- Bana silag alcan mi?
- Oğlun silah düşmana kullanılır, burda düşman yok, bir ben var, bir annen. Silahı sen asker olunca verecekler. O silahla düşmanın peşinden gidersin.
- Çok yemek yiycem, yiycem, çabucak büyiycem, asger oliycem.
- Tamam oğlum, sen büyü, büyü asker ol.
Günler geçiyor, Can oynuyor, Can yiyor, Can büyüyor. Can soruyor, baba cevaplıyor.
Can oyun oynuyor, annenin gözü televizyonda, kulağı şehit haberlerinde. Her şehit haberinde gözünün önüne kınalı kuzusu gelir. Her şehit haberinde kendisini yatak odasına atar, gözyaşlarını yanaklarında süzer.
Anne TV karşısında. Anne yerinden fırlar, ‘’ Allah kahretsin, yine şehit, yine şehit.’’ Can,
- Şehit nediy?
Baba çaresiz, sözcükler boğazında düğümlenir.Can sorar,
- Şehit kim diy?
Baba tane tane anlatır’’ Askerde vatan uğruna.. ‘’ (Bir türlü ölen sözcüğü çıkmaz ağzından.)
Can,’’ Her asker şehit miy? ’’ diye sorar. Baba,
- Değildir oğlum. Sadece ölene şehit denir.
Artık her şehit haberinde bir asker öldüğünü Can da anlamaya başlamıştır. Her şehit haberinde babasının bakışlarındaki değişiklik, annenin gözyaşları Can’ın yüreğine de absinin ölüm korku tohumlarını serpmeye başlamıştır.
Can’ın ‘’ Asker olacağım.’’ Sözüne bir yenisi eklenmiştir. ‘’ Ben asker olacağım, abiyi ben koruyacağım.’’
Can’ın soruları değişmiştir. ‘’ Abim ne zaman gelecek?
- Az kaldı, oğlum.
- Günler geçmiş ‘’ Ne zaman’’ sorularının yerini ‘’ Kaç gün’’ soruları almıştır.
Günler azalmış azalmış son bir rakamına düşmüştür. Her çalan kapı zilinde, her açılan kapıda abi geldi beklentisi son çalan telofanla birlikte uçup gitti. Çalan telefonda abi ‘’ Teskere bıraktım, onbaşı oldum.’’ diyordu. Babanın yalvarmaları, annenin çığlıkları fayda etmedi, verilen karara.
Anne dövünüyor, anne hıçkırıyor. Can soruyor,
- Abi şehit mi oldu?
Baba cevaplıyor:
Şehit olmadı, onbaşı oldu.
- On başlı mı oldu, başı mı kesildi?
- Oğlum onbaşı; komutan. Abin askerliğini bitirdi, komutan oldu.
- Ben asker olunca on başlı olacağım
- Oğlum sen binbaşı olacaksın.
- On başlı on kişinin komutanı, bin başlı bin kişinin komutanı.
Can artık oyun oynamıyor. ‘’ Komutan oyun oynamaz.’’ diyor.
Annenin gözü televizyonda, kulağı şehit haberlerinde. Can’da bitmeyen teselliler. ‘’ Ben komutan olacağım, abimi ben koruyacağım.’’
Can okulda. Can artık ‘’ Binbaşı’’ diyebiliyor. ‘’ Ben okuyup binbaşı olacağım.’’ diyebiliyor.
Can’ın okulda ‘’ Binbaşı olacağım.’’ deyişi bir gün sürdü. Ağşam eve geldiğinde evde ilk defa görülmemiş bir kalabalık, görülmemiş bir ağlama kargaşası görüyordu. Can annesinin ağladığını her gün görmüştü babasını ilk. Baba ağlıyor baba ‘’ Ben öldüm.’’ diyor. Can ‘’ Baba ölen abim.’’ diyor. Baba,‘’Oğlum, şehidin ilk damlası vatanına, son damlası ocağına düşer. O damla beni, anneni her gün öldürür.’’ dedi.
Can kendi kendine ‘’ Abi öldü, baba, öldü, anne öldü, ben yaşıyor muyum? ’’ diyordu.
Sahi, Can yaşıyor mu? Sahi, yaşayan bedenler kaç ölü beden taşır can bedende?
SİFONU ÇEKTİM
Her anne bir Karatay… ‘’Çocuğuma ne yedireceğimi, nasıl yedireceğimi en iyi ben bilirim!’’ diyor. ‘’ Tabağına ne koyarsam onu yer, hele bir yemesin!.. Açarsın ağzını, tıkarsın lokmayı ağzına, kaşığın sapı ile tulum peyniri basar gibi basarsın. Lokma nimettir, çocuğum yemedi diye lokmayı çöpe döken kadınlar var ya kadınlar hiç mi hiç Allah korkusu yok. Afrika’da, Somali ‘de milyonlarca çocuk açlıktan ölürken biz de milyonlarca ton yiyecek çöpe gidiyor. Yazık, Yazık!’’ Allah sizi inandırsın daha tek lokmayı çöpe atmadım, kurban olduğum Allahım attırmasın.’’ diyor.
Her anne- baba bir Cüceloğlu… Kimi baba ‘’ Çocuğa nasıl yaklaşılır en iyi ben bilirim, testten başını kaldırdı mı basarsın sopayı. Bak bakayım bir daha kaldırabiliyor mu?
Kimi anne ‘’ Çocuk çalışırken işi gücü bırakacaksın. Çamaşır, bulaşık bekler. Çocuk beklemeye gelmez. Çocuğun başında nöbet tutacaksın, elin ensesinde olacak. Başını kaldırdı mı elin ensesinde olacak. Nefes aldırmayacaksın. Nefes aldırmayacaksın ki okuduğunu sindirsin. Bir nefes aldı mı bütün okudukları uçar gider. Çocuk öküzün trene baktığı gibi bakar kalır ardından…’’ diyor.
Oldum olası derslerden anlamam. Testlerden hiç mi hiç anlamam. Tek tutkum futbol. Bir de vurdulu kırdılı filmler, az da olsa polisiye romanlar… Bunları annene gel de anlat. Anlatamadım tabi ki. Bir anlaşma imzaladım annemle. Anlaşmayı rızamla imzaladım dersem hâşâ, yukarda Allah var, çarpar. Anlaşmayı mecburiyetten imzaladım. On teste karşılık bir sayfa roman okuyabilecek, yüz testte karşı bir saat top oynayabilecektim. On test, yüz test kolay. Topu topu yüz harfi yuvarlak içerisine alacaksın. Gel gelelim topu nasıl oynayacaksın? Diyeceksiniz, tutkusu olan biri top oynamayı niye dert edinir? Okuldan 3.00’te çıkıyorsun, eve gelişin 3.30. Üzerini değiştirdin, yemeğini yedin saat oldu 4.30. Yüz test çözdün oldu saat 6.30.. 6.30’da hava kararmış, sokaklar boşalmış, topu kiminle oynayacaksın.
Kendi kendime dedim ki ‘’ Testi, fazlası ile çöz, top oynamayı hafta sonuna kaydır, hafta içi haklarını da ekle üstüne, hafta sonu iki gün doya doya top oyna.’’
Okuldan eve geliyorum, geçiyorum testin başına. Dikiliyor annem başıma. Sorulara bakıyorum, sorular bana bakıyor. İşin garibi ben soruları görüyorum, sorular beni görmüyor.
Önce soruyu okurmuş gibi yapıyorum, sonra başlıyorum düşünmeye, bir yandan düşünüyorum, bir yandan her satırın altını iyicene çiziyorum. Arkadaşlar öyle yapıyordu. İyi kötü sekiz senede sekiz harf öğrenmiştim. A, B, C, D, öğrendiğim harfler arasındaydı. Düşünmeyi sindirdikten sonra gözüme kestirdiğim harfi dairenin içine alıyorum. Annem başlıyor saymaya, ‘’ Bir’’ Ben daire içine alıyorum annem ‘’ İki’’ , ben daire içine alıyorum annem sayıyor ‘’ Üç, dört…….., doksan dokuz…’’ Çoğu kez yüz demeden uyumuş kalmıştır.
Ben test çözdükçe daha doğrusu çözer gibi yaptıkça annem kendini kaptırıyor. Test çözer gibi yaptıkça dedim, ben asla yalan söylemem, yalan söyleyenden hoşlanmam. Bu huyumdan değil mi sınıfta çok az arkadaşım oluşu.
Ben test çözer gibi yapıyorum annem coşuyor. Ben test çözer gibi yapıyorum annem coşuyor. Her daire içine aldığım cevap şıkkı annemde rakip takımın kalesine atılan bir gol sevinci. Test çözme oyunu nerdeyse bana top oynamayı unutturdu unutturacak. Ben çözdükçe annem gaza geliyor ‘’Yatmadan önce on test daha çöz, aklında kalır.’’ Sabah kalkıyorum ‘’ Dur, yüzünü yıkamadan on soru çöz! ‘’ Sofraya oturacağım ‘’Oturma, on test çöz, iştahın açılır! Sıkışmışım tuvalete gideceğim ‘’Dur, sık dişini, on test çöz, dirayetini arttırır!’’ Tuvaletten çıkıyorum ‘’ Ara verme, araya soğukluk girmesin hemen on test çöz!’’
On test; yatak duam, on test, iştah açıcım, on test; isal sökücüm, on test yemek üstü sindirim kolaylaştırıcı meşrubatım, bol köpük ayranım. On test hayatım.
On test annemin sevinci. Annemin övünç kaynağı. Komşularımıza nasıl hava atar bir bilseniz ‘’ Benim oğlan var ya, benim oğlan, on test çözmeden yatağa girmez, benim oğlan var ya benim oğlan, on test çözmeden sofraya oturmaz. Benim oğlan var ya, benim oğlan on test çözmeden tuvalete gitmez. Benim oğlan on test çözmeden tuvaletten çıkmaz.
Annemin test sevinci birinci TEOG sınavına kadar katlayarak sürdü. Allahtan TEOG sınavı çabuk geliyor yoksa annemin mahallede tek dostu kalmayacaktı, anemi yolda sokakta kim görse yolunu değiştirirdi. ‘’ Şimdi yine başlayacak, oğlum var ya oğlum, diye.’’ diyerek.
TEOG sınavında annemin yerini kafesinden fırlayacak bir aslan aldı. Annelik dürtüsü olmasa beni tek pençede parçalayacaktı, ben TEOG’ta sıfır almıştım. Annemin ilk sözü ‘’ Bunu bana nasıl yaparsın?’’ Beni derin bir düşünce aldı TEOG’a niçin girmiştim, anneme bir şey yapmak için mi? Cevabını bulamadım, anneme verilecek cevabı buldum. Bülbül gibi şakıdım’’ Canım annem, cicim annem, vallah billâh sınav başlamadan öncede yüz test çözmüştüm, hepsi de doğru idi. Sınav başlamadan önce bir sıkıştım bir sıkıştım, koşa koşa tuvalete gittim. Tuvalete zor yetiştim. Sınava geç kalmamak için bir yandan pantolonumu çektim bir yandan sifonu. Sifonu çektim, bütün cevaplar uçup itmiş. Sınava girdiğimde hiçbir şık gözükmüyordu, soruda A, B, C, D var, cevap anahtarında küçük küçük kutucuklar var, o koca soruları ben küçücük kutucuklara nasıl sığdırılacağını bilemedim. Söz, yarın ben o sifonu kırarım.’’dedim. Annem ‘’ Sen sifonu kırmadan ben kafanı karacağım.’’ dedi demesine. Tabi ki kırmadı, kırsaydı ikinci TEOG sınavından nasıl sıfır alacaktım?
DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK MÜZESİNE HOŞ GELDİNİZ
Demokrasi… Özgürlük… Söyleyişi bile okşuyor insanın gönlünü tıpkı insanın birinden ‘’ Seni seviyorum.’’ sözünü duyması gibi…
Ozanlar değil midir en güzel sevgi sözünü söyleyenler? Ozanlar değil midir en güzel değerlere gönül verenler? İşte, ozan dememiş miydi ‘’Adını dağlara, taşlara yazarım/ Hey özgürlük!’’
15 Temmuz gecesinde inlemişti dağ taş ‘’ Özgürlük’’’ sesiyle. Caddeler dolmuş taşmıştı. Gündüz boşalmış, geceler bir daha bir daha dolmuş taşmıştı. Bir başkaydı özgürlüğün sesi gecelerin yelinde, bir başkaydı yıldızların altında. Her gece, katlandıkça katlanıyordu tadı, kokusu. Mırıldayan her dudakta aynı terennüm’’ Hey özgürlük’’ Kaybedilişinde anlaşılan bir değer gibi 15 Temmuz’un kertiğinde katlandıkça katlanıyordu.
Yarınlara bu duyguyu en iyi ben anlatmalıydım. Yarınlara, çocuklarıma, torunlarıma… İyi de nasıl anlatmalıydım? Belki de bugünden başlamalıydım anlatmaya.
Anlatacaktım anlatmaya, fırsat verse ikizim. Atılıyor lafa ‘’ Hangi saniye benden ayrı idin?’’ Benden yanıt yok. Sorular diziliyor ‘’ Anlatacaksak birlikte anlatacağız. Ben yok, biz var. Biz demek; birlik demek. Birlik demek; güç demek, başarı demek.’’ Susmak bilmiyor. Veriyorum kalemi eline. Yazıyor, siliyorum. Alıyorum kalemi elime yazıyorum, siliyor…
Olmuyor, olmuyor. İçimden bir ses ‘’ Öykü öyle yazılmaz.’’diyor. Gözlerim ışılıyor. Birden öğretmenimin ‘’ Yazdıklarınızı içten yazınız, içten yazmak için içinizdeki sese kulak verin.’’ sözü çınlıyor kulaklarımda. Oldu bu iş. İçimden, ses geldi. Kendimi teslim ettim içimin sesine. Söylediklerini yazmaya, yazdıklarını okumaya başladım.
Aman Allahım, o da ne? Ben yaşlanmışım. Saçlar beyaz, gözde gözlük. Bel kambur, elde baston. Tekrarlıyorum aynı sözü ‘’ Dünyaya gözümü yummadan, toprağı öpeceğim.Çeşmeden bir su içeceğim. Köyümün derelerinde ayağımı serinleteceğim. Torunum soruyor ‘’ Toprak ne, çeşme ne? Dere ne?’’ Ben ‘’ iniş takımlarınızı takının yerküre iniyoruz.’’ diyorum. ‘’ Takımlarımıza ….. koordinatlarını yükleyin’’ diyorum. ‘’ Hazır! Butona basın.’’ diyorum.
Butona basılmış, inmişiz odak koordinata. Kanatlar katlanmış, ayağımız yere basmış. Karşımızda bir yazı ‘’ DEMOKRASİ - ÖZGÜRLÜK PARK VE MÜZESİ’’ Yaklaşıyoruz kapıya. Bir ses ‘’ Lütfen, butona basınız.’’ Benim torun hem çevik, hem meraklı, çoktan basmış bile butona. Yine bir ses ‘’ DEMOKRASİ-ÖZGÜRLÜK PARK VE MÜZESİNE HOŞ GELDİNİZ.’’ Bir ses daha ‘’ Lütfen, butona basınız. ‘’ Butonum, torun; ben bir şey demeden hallediyor. Bir kapı açılıyor. Köhne bir kamyon, direksiyonda siyah ferace içinde yaşlı bir kadın. Bir ses ‘’ Lütfen butona basınız.’’ Butona basılır basılmaz başlıyor kadın şoför konuşmaya ‘’ Ben Şerife Boz, 15 Temmuz demokrasinin son virajında, direksiyona el atan.
Yeni buton yeni kapı, Askeri üniformalı ‘’ Ben, Ömer HAlİSDEMİR, ben o gün ölümden korksaydım, o gün ölmeseydim bir başka gün yine ölecektim. Ben o gece öldüm, binlercesi ölmesin diye. O gece öldüm özgürlüğün tadı kadran olmasın diye. Aslında ben ölümsüzlüğe adım attım o gece…
Buton, bir kapı daha. Tank. Tankın altında bakışları ışık saçan biri ‘’ Ben, Metin Doğan. Bir hiç uğruna ölmektense vatan uğruna ölmeyi tatmak istedim o gece. Binlercesine ışık, binlercesine yol oldum o gece.
Erol OLCAK, Abdullah OLÇAK ‘’ Vatan sevgisi evlat sevgisi, vatan sevgisi baba sevgisi.’’ diyor baba- oğul.
Yeni müzeler, yeni kapılar. Vatanı yoktan var edenler: Anafartalar Komutanı, Seyit Onbaşı, Meçhul Askerler…
Nene Hatunlar, Hasan Tahsinler, Sütçü İmamlar, Karayılanlar…
İyi ki butonlar var. Yoksa torun ‘’ O ne, bu ne?’’ diye diye kalan iki tel saçtan edecekti.
Parkın çıkışında yeni bir müze daha. Bu defa butonlar yok. Torun soruyor ben cevaplıyorum ‘’ Bu, kitap insanlar yıllar önce kâğıtlara yazardı. Bu, araba. İnsanlar yıllar önce sadece karada yaşardı. Bir yerden bir yere araba ile giderdi.
Torun sordukça soruyor ‘’ İnsanlar niye şehit, niye gazi oluyordu?’’ Ben anlatıyorum ‘’ insanlar yaşam alanlarının sadece toprak olduğunu sanıyordu. O nedenle güçlü olan güçsüzün toprağını alma sevdasındaydı. Vatanı uğruna ölmeyi göze alan koruyabiliyordu vatanını tıpkı Çanakkale’de, Sakarya’da olduğu gibi 15 Temmuz’da olduğu gibi. Torun soruyor ‘’ İyi mi ettiler?’’ ‘’ İyi ettiler tabi ki taşımış olduğumuz Y1 Belgesi onların sayesinde. Bu gün sadece G1Belgesi taşıyanlar vatanı olmayan sadece gökte barınma hakkı elde edenler. Onlar da G1 Belgesi olanlara her yönden bağlı, hakları kısıtlı.
Torun sordukça ben şakıyorum. Nerdeyse ihtiyarlığımı unutup periler gibi hünerler sergileyeceğim.
Torunun son sorusu yetişti imdadıma ‘’ İnsanlar yaşamayı, yaşatmayı bilmiyor muydu? Tek öğrendikleri birbirlerini öldürmek miydi?’’ Susmuştum..
Ben sustum ikizim girdi devreye ‘’ Ne yazık ki insanoğlunun ‘’Demokrasi ve Özgürlük’’ ü keşfi, uzayın keşfinden fazla zaman aldı.
İkizimden geri kalamazdım, şaşkınlığımdan sıyrılıp son sözü ben söyledim. ‘’ Demokrasi özgürlük volkanların suskun hali. Uyum hali. Bir yer değiştirirse katmanlar, Yerkür’ün, Uzöbir’in Cehennem hali.
DEMOKRASİ, ÖZGÜRLÜK ŞEHİTLERİ BENİ BAĞIŞLAYIN
Alışılmış bir gece değildi o gece. Selalar vakitsiz okunuyordu. Sofralar ortada kalmış, yorganlar açılmamıştı…
Selalar vakitsiz okunuyordu… Soranlara müezzin ‘’ Birazdan ölüm haberleri duyacağız. Ölülerimize vaktinde sahip çıkmazsak ölümlerin ardı arkası kesilmez.’’ diyordu.
İlk ölüm haberi gelmişti. Ölmüştü Ömer HALİSDEMİR. Bu ölüm; ölümlere ‘’Dur! ’’ deyiş… Bu ölüm; ölümlere barikat, ölümlere kelepçe. Bu ölüm; umutlara müjde.
Tanklar koyulmuştu yollara. Uçaklar gözü dönmüşçesine uçuyor, gözü dönmüşçesine fır dönüyordu. Nere, ne zaman konacak, nereyi ne zaman vurdu vuracak bilmece.
Bu gidişe kim’’ Dur! ’’ diyecek?
Bu gidişe, bu vatanı kendine yurt etmiş yediler - yetmişler ’’ Dur! ’’ diyecek. Yediler - yetmişler ‘’Dur! ’’ diyecek, görülmemişçesine, duyulmamışçasına…
Sofrasını yerde bıraktı Şerife Boz. Giydi feracesini. Geçti köhne kamyonun direksiyonuna. Geçti yan komşusu yan koltuğa. Mahalle çoluk çocuk kasaya…
Binler yol, binler kurşun. Milyonlar gözyaşı. Sele döndü dönecek. Hainleri boğdu boğacak. Tank Boğazı geçti geçecek. Vatan gitti gidecek.
Tanka takoz gerek, takoz kazandıra üç beş saniye. Üç beş saniyede milyonlar imdada yetişti yetişecek.
Metin DOĞAN takoz. Tank çare peşinde. Ölüm tablosu bu kadar mı güzel olur? ‘’Ölüm soğuk, ölüm ürpertici.’’ Bu ölüm başka. Bakışlar ışık saçıyor. Dudaklar en güzel ezgileri mırıldıyor. Yumruk; özgürlük abidesi. Bakışlar ışık. Koşuyor milyonlar ışığa. Yaşasaydı Picasso, Dali, Van Gogh, Da Vinci, Miro, Renoir, Mone çoktan girişmişti savaşa. Her biri resmi en iyi kopyalamanın, resmi önce abideleştirmenin mücadelesinde olacaktı.
Tank can havli… Bariyere tırmanır, bedene tırmanır. Tırmanışlar nafile. Üsküdar sel olmuş akıyor, Acıbadem sel olmuş akıyor.
Cağaloğlu ölüme koşuyor. Boğaz ölüme koşuyor. Yedi - yetmiş ölüm yarışında. Yarışmayı ilk göğüsleyen baba- oğul Erol OLCAK, Abdullah OLÇAK. Şüphe yok tanık olabilseydi Mehmet Akif Yazacaktı:
Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber
Sana aguşunu açmış duruyor peygamber
Vatana bedel ödemek bu kadar mı sevindirirdi insanı? ‘’ Bir bacağım kurban olsun vatanıma, ikinciyi vermeye hazırım.’’ diyordu en gür seste Derya OVACIKLI.
Oğlunu kaybeden Bayram KOCATÜRK ‘’ Oğlum, baba ben şehit olacağım' diye gülerek söylerdi. Oğlumu gülerek uğurlayacağım.’’ diyordu.
Verilen canlar, dökülen kanlar şairin:
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır
dizelerine bir göndermeydi.
Akan her kandamlası sahiplik belgesine atılan bir imzaydı.
………..
Binler yürek yüreğe, binler el ele. Birikiyor biyo enerji. Birikiyor… Eriyor koskoca tanklar. Yükseliyor gözyaşı seli. Yutuyor koskoca tanklar.
Çankaya- Tandoğan…
Namlu çevrilmiş masum yüzlere. El tetik. Tetik çekti çekecek. Binler öldü ölecek. Yükseliyor ‘’Allahü Ekber’’ sesleri. Her Allahü Ekber bir şamar, her Allahü ekber bir kurşun. Her Allahü Ekberde donup kalıyor bir tetik el. Her Allahü Ekberde atıyor bir hain kendini yere. Düşen her hain, diliyor el aman. Tükürüyor suratına yedi - yetmiş. Tükürüyor, kurşun sıkmıyor, boğazını sıkmıyor. Biliyor insan, insan canına kıymaz. İnsan, insana can verir.
Bir Mehmet iki ateş arası son mektubunu yazıyor ‘’ Milletime çare olamadığım için milletimin kurşunu ile öleceğim, milletime kurşun sıkamadığım için hainin kurşunu ile öleceğim. Ölüm beni korkutmuyor. ‘’Vatan haini’’ diye anılmak beni korkutuyor. Ne olur ızdırabımızı anlayın. Dua mua da istemeyiz hani. Yeter ki vatan haini diye anmayın.
İstanbul caddeler dolmuş taşmış. Yer gök Al yıldız bayrak Ankara- İzmir caddeler dolmuş taşmış. Yer gök Al yıldız bayrak. Adana- Samsun caddeler dolmuş taşmış. Yer gök Al yıldız bayrak. Edirne- Kars caddeler dolmuş taşmış. Yer gök Al yıldız bayrak
Seksen milyon bir yürek, seksen milyonun dilinde:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
………
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklal.
Her doğan yeni günde her yaşama merhaba diyen ‘’ Inga, ınga! ’’ seslerinin ardından üflüyor kulaklarına imamlar, kimisine Ömer, kimisine Olçak…
Her Ömerler, Olçaklar yarınlara bir tohum.
Öğretmenler sınıflarda aşılıyor ‘’Biz birlik, biz yarın. Biz özgürlük. Biz demokrasinin bekçisi. Her birimiz bir Ömer, bir Halis, Bir Olçak…’’ sözü ile duyguların en güzelini.
Bense şehitlere, gazilere sesleniyordum ‘’Ey yüzlerce şehit, binlerce gazi! Bağışlayın beni. Ben, ne Picassolar gibi resmedebilirim sizi, ne de Mehmet Akif gibi şiirlerde yüceltebilirim. Ben, ancak sizi naçizane gönlümde yüceltebilirim.’’
FİLM ADI:
VATAN KURDUNU BÖYLE ATAR
FİLM ÇEKİM ZAMANI:
FİLMLERİN MAKARA SARDIĞI GECE
FİLM ÇEKİM MEKÂNI:
ANADOLU’NUN TÜM SATHI
VATAN KURDUNU BÖYLE ATAR
Kırlangıçlar susmuştu Temmuz akşamı. Atmacalar göç etmişti dağların kuytusuna. Yer gök inliyordu. Yer gök deprem… Her dört duvar deprem merkezi. Her çarpan yürek fay hattı.
Bu deprem başka deprem…
Çığlıkların yerini ‘’ Allahü Ekber’’ sesleri almıştı. Bu deprem başka deprem. Kaçmıyordu ölümden insanlar. Korkmuyordu ölümden. Koşuyordu ölüme yarışırcasına.
Bu deprem başka deprem…
Yardıma koşmuyordu Somali. Yardıma koşmuyordu, Arjantin. Bu deprem başka depremdi. Taziyede bulunmuyordu Putin, taziyede bulunmuyordu Obama. Meraktaydı, İngiltere. Meraktaydı, İtalya. Film izliyordu, Fransa Belçika. Bu film, bol serüven, bol trajedi.
Bir filme tanık Temmuz gecesi…
Bu film başka film. Seksen milyon yönetmen. Seksen milyon başrol oyuncusu. Seksen milyon senarist. Mekân; cadde, boğaz. Mekân; yer gök. Perde semalar. Perde tüm satıh Anadolu. Dekor kostüm; bol çeşit, bol çeşni.
SAHNE:1
Bu film başka…
Alt üst görev yetki. Alt üst makam mevki. Başçavuş Ömer, albay olmuş, albay piyade. Gürlüyor Ömer ‘’ Emir bende, ölüm sırası sende. Türk askeri vatanı korumak için emir beklemez, bedenini siper etmek için emir beklemez. İşte Sırat. Önce vatan kurdunu atar Sırat’tan. Peşinden yiğidini salar uğurlamaya. Merak etme kaçmam, birlikte çıkarız sorgu makamına. Suratını görmek isterim sorgu meleği karşısında.’’ dedi ve sıktı bir kurşun, bir kurşun, bir kurşun daha... Albay uçtu Sırat’tan tepe taklak. Ömer bu, bırakır mı peşini, takındı otuz kanat uçtu peşi sıra. Sırat altı çukur, Sırat altı tünel. Tünel adım başı barikat. Karış karış demir çivi döşeli. Ömer kanatlı kuş. Albay sürüngen. Bir kanatta süzülüyor Ömer. Tünel ağzı Cennet-i ala. Albay her kulaçta bürünüyor yaradan yaraya.
SAHNE:2
‘’ Dağ-tepe aşan tank; bir bedenden geçemez.’’ Senarist böyle yazmış. Yönetmen emrediyor ‘’ Bu film çekilecek!’’ Yönetmen emrediyor ’’ Bu film, montaj olmayacak noter huzuru gerçek olacak.’’ Yedi düvel noter, milyon optik mercek. Milim sahne gözden kaçmaz. Milim yalan, milim montaj imkânsız.
Metin Doğan başrol oyuncu. Atıyor bedenini palettin altına. Beden demir kütlesi. Beden sağ.Palette ‘’ Tık ‘’yok. Fizik profesörleri şaşkın. Optik mercekler şaşkın. Oscar ödüllü yönetmenler, Berlin ödüllü senaristler şaşkın. Aktörler şaşkın. ‘’ Beden tank eziyor.’’ Bu nasıl olur? Cevap peşinde fikir babaları. Toplantıda Benjamın, Thomas, Faraday, Andre, Wılhelm. Labarotuvarda Luıgı, Hennıg Joseph, Robert, Carl.
SAHNE: 3
Baba- oğul tek kurşunda ölecek. Baba oğula gülecek. Oğul babaya. Başrolde Erol Olçok, Abdullah Olçok. Tek kurşunda seriliyor yere baba Erol. Tek kurşunda seriliyor yere oğul Abdullah. Kıvrılıp dönüyor baba oğula, oğul babaya. Gülümsüyor baba oğula, oğul babaya. Güller açıyor babanın yanağı, güller açıyor oğlun yanağı. Işık saçıyor babanın gözleri. Işık saçıyor oğlun gözleri.
SAHNE: 4
Gözyaşı sel olacak. Cadde sokak sel olup akacak. Vatan kurdunu ‘’Marmara’ya dökecek. Gözyaşı sel olup aktı Üsküdar, aktı Acıbadem. Doldu taştı Marmara. Kızıla boyandı deniz, ay yansıdı üstüne. Yer gök al yıldız bayrak.
Şair okudu şiirini:
‘’ Ey Marmara! Nelere kadirsin
Yüzyıl öncesi yuttun boğazında yedi düvel
Yüz yıl sonrası yuttun öbür boğazında yedi çakal
Ey düvel-i cihan bak da ibret al
SAHNE:4
Bedenden kale yükselecek. Meclis kaleye hapsedilecek. Kurşun işlemeyecek kaleye. Tek taş oynamayacak yerinden. Kale havadan, karadan kurşun yağmuruna tutulacak- Film gerçekçi olacak- Kale örüldü bir nefeslik an biriminde, Eyfel yüksekliğinde.
START!
ÇEKİM!
F-16’lar kuş sürüsü. Kurşun sağanak yağmur. Köşe başlarından destek atış. Her kurşun depiyor geri.. Her kurşun gül açıp süzülüyor semalara. Peşinden kanat çırpıyor beyaz güvercinler. Bir taş güvercin olup uçmadan bir taş konuyor yerine. Kurşuna geçit yok.
Gökyüzü güvercin sürüsü, yeryüzü alkış sesi. İnliyor kale, ecel havli F-16’lar.
SAHNE: 5
Bütün satıh ay yıldıza donatılacak, gökyüzü yıldıza. Beyaz güvercinler ‘ ‘ Semaha duracak’’
START!
ÇEKİM!
Bütün satıh al yıl yıldız, Semalar yıldız kümesi. Güvercin sürüsü semahta.
Bu nasıl organize? Bu Nasıl senarist, nasıl yönetmen? Soruları ile gelen şaşkınlık ‘’ Bu nasıl görsellik(!)..
Şair şiirine bir yenisini ekledi:
:
‘’Ey Rabbim! Bahşettiğin Cennet-i Ala bu olsa gerek
Dost düşman bakıyor imrenerek’’
Vatan kurdunu attı
Kurulsun düğün dernek
Çalsın zurna, çekilsin halay
Bu diyar başka diyar, bayrağı al
Ölüm şerbeti yiğidin, şanı şehit
Mekânı Cennet, toprağı gül
DİP NOT:
Biz bu filmi yedi asırda yazmıştık. Biz bu filmi yüz yıl önce çekmiştik Çanakkale’de, Dumlu- pınar’da, karlı tepelerde, buza kesen gecelerde katığımız buğday tanesi, süngümüz yürek, tırnağımız keski.
Şimdi Temmuz akşamı çektik yıldızlı gecelerde. Şükür karnımız tok, sırtımız pek. Ayağımız yalın değil. Silahımız aynı. Yüreğimiz süngü, tırnağımız keski. Yönetmenimiz aynı, senaristimiz aynı. Oyuncumuz aynı. Bir düşmanımız ayrı. Bu düşman bedenimizin parçaları. Elimiz, ayağımız, gururumuz. Adı ‘’ İhanet’’
İMZA:
Seksen milyon senarist Seksen milyon yönetmen Seksen milyon oyuncu
GÖSTERİM:
Yedi asır
TÜM DÜNYA SİNEMALARINDA
GECEYLE GELEN ŞAFAĞIM
İlk defa uykusuz geçirdiğim geceydi, 15 Temmuz gecesi. Bir türlü geçmek bilmeyen gece… Sabahı karanlık olan gece… Yanıtsız sorularla dolu gece… Sabaha ne olacak? Sabahı görebilecek miyiz soruların top sesleri ile yarıştığı, top seslerinin ‘’Allahu ekber!’’ sesleri ile yankılandığı gece…... 15 Temmuz öncesi anneme, babama kafamı kurcalayan başka başka sorular sorardım. Onların cevabı kısa ve net ‘’ Zamanı gelince anlarsın.’’ Kızardım onlara, bir soruya cevap vermek zor mu diye. ‘’ Zamanı gelince anlarsın.’’ Çocukları baştan savmanın kolay yolu muydu? Annemin bıkmadan tekrarladığı söz ‘’ Anne olunca anlarsın anne sevgisini.’’ Anne olmadan anlaşılmaz mıydı anne sevgisi? Büyüklerin deyimiyle ‘’ Zamanı gelince anlarsın…’’ Anlamsız ya da basit bulduğum öğretmenimizin sorusu ‘’ Vatanınızı seviyor musunuz?’’ Gülümserdim’’ Bunu bilmeyecek ne var.’’ Öğretmenin sorusuna Sınıfın en yaramazından en çalışkanına ‘’ Severim!’’ diye karşılık verirdik. Savaş, barış, dost, düşman okumuştuk kitaplardan, dinlemiştik öğretmenlerimizden. Öğretmenlerimiz sormuş, biz cevap vermiştik. Çok zaman ‘’ Doğru söyledim, 100 aldım.’’ diye övünmüştüm. Darbe masallarını- 15 Temmuz’a kadar masaldı benim için- babamdan çok duymuştum. Kızardım babamın filmin en heyecanlı yerinde ‘’ Biz ne darbeler gördük.’’sözüne. Kendi kendime ‘’ Gördüysen gördün, bize ne.’’ derdim hep. ‘’ Zamanı gelince anlarsın!’’ 15 Temmuz bir zamandı. Tekrarı olmayan bir zaman. Anlamanın kapımı çaldığı zaman. Darbenin ne olduğunu anlamamın zamanı. Kitaplarda okuduklarımdan farklıydı, babamdan duyduklarımdan farklı. Sabaha kadar uyumadığım, ölüm korkusunun soluklarımla yarıştığı darbe. Babama kızmanın suçluluğu üzerime çöken bir yük; bedenimde ayrı bir savaş, sokakta ayrı bir savaş. 15 Temmuz; vatanı sevenin, sevmeyenin tartı zamanı, ayna zamanı. 15; Temmuz dost kim, düşman kim anlamanın zamanı. 15 Temmuz’da vatanı sevmenin ‘’ Seviyorum.’’ demek olmadığını anladım. Vatanı sevmek tankın altına bedeni sermekmiş meğer. Vatanı sevmek; vatana zarar vereceğini hissedenin kurşunu kendi kafasına sıkmasıymış meğer. Vatanı sevmek; vatana göz koyanın kafasına kurşun sıkmakmış meğer. Vatanı sevmek; aylar boyu açlığı susuzluğu, uykusuzluğu göğüsleyip, evdeki evladı terk edip vatana sarılmakmış. Vatanı sevmek; kini, düşünce farklılıklarını bir saniyede yok edip tek yumruk olabilmekmiş. 15 Temmuz’da bir tek ben mi çok şey öğrendim? 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanından-başbakanına, yedisinden yetmişine, yetmiş beş milyon çok şey öğrendik. Bunlardan en önemlisi; gerektiğinde tek yumruk olabilmek. Gerektiğinde vatan uğruna seve seve can verebilmek. 15 Temmuz, adını tarihe yazan şehitlerimizin ölümsüzlüğünü tarihle birlikte kalplerimize kazıdı. 15 Temmuz, bir güneş bakmasını bilene, 15 Temmuz, bir yol yürümesini bilene. 15 Temmuz, bir hazine, harcamasını bilene. 15 Temmuz; vatanı sevmenin, millet olmanın dosta düşmana, bütün cihana haykırmanın zamanı. Selam olsun 15 Temmuz’u ölümsüz kılan şehidine, gazisine, gecesini gündüzüne katan, yüreğini yıldız yapıp karanlığımızı aydınlatan daha nicesine… Selam olsun yurdumun kurduna kuşuna. Selam olsun Anadolu’ma, selam olsun Türkiye’me. 15 Temmuz, vatanın bir parçası olduğumu anladığım geceydi. 15 Temmuz, bu vatanın sahipsiz olmadığımı anladığım geceydi ve bu vatana bir can borcum olduğunu anladığım geceydi.
RÜYALAR GERÇEK MİYDİ ?
Birinci ders başlamıştı. Ben sessizliğe bürünmüş, rüyamın beşiğinde bedenden bedene giriyordum ninnilerin eşiğinde…
Birinci ders, öğretmenin dikkatini çekmemiştim. Anlattıklarını işitmiyordum. Hareketlerinden, dersi anlattığını anlıyordum.
İkinci ders, ben öğretmeni fark etmemiştim, öğretmen beni. Ders ne zaman başladı, ne zaman bitti anlamamıştım. Derssin bittiğini, dersin değişmesinden, öğretmenin değişmesinden anlamıştım. Ders ‘’Dil ve Anlatım’’dı.
Daha öğretmen derse başlamadan yanıma kadar geldi ‘’ Görkem, bu şiiri senin okumanı istiyorum.’’ dedi. Ben ‘’ Okuyamam öğretmenim.’’dedim. Öğretmen görmediğim kadar şaşkındı… Şaşkındı, benden hiç beklemediği bir cevap almıştı. Eğildi, gözümün içine iyice baktı ‘’ Yanlış duymadım değil mi?’’ dedi. Ben açıklama yapmak zorunda kaldım, üzülmüştüm şaşırmasına. ‘’Öğretmenim, kendimde değilim.’’dedim. Öğretmen ‘’ Belli, kendinde olmadığın, kendinde olsan bu cevabı vermezdin.’’ dedi. Cevabım öğretmeni rahatlatmıştı. Ruhumu okşayan bir sesle ‘’ Özel değilse sebebini paylaşmanı istiyorum.’’ dedi. ‘’ Özel değilse’’ sözüne birkaç arkadaşım alaycı alaycı gülerek bana baktı. Onlara göre ben yaşta biri kendinden geçmişse aşk acısı kıskacındadır. Acaba öğretmenime de mi öyle gelmişti? ‘’ Özel değilse…’’ demişti. Öğretmenimle paylaşmasam kuşkuları abideleştirecektim.
Öğretmene ‘’ Gördüğüm rüyanın tesirinden kurtulamadım.’’ demeden gülenlerin sayısı arttı. ‘’ Gördüğün rüya neymiş acaba?’’ soruları sıralandı peş peşe… Öğretmen, gülen ve konuşanları susturdu. Doğrusu anlatacağım rüyayı öğretmenimin de çok merak ettiği bakışlarından belliydi.’’
Başladım anlatmaya ‘’ Öğretmenim hani okulun girişinde iki asker var ya...’’ Öğretmen ‘’ Hangi asker?’’ diyor. Ben ‘’ Hani Çanakkale Şehitlerinden, birinin pantolonun yarısı yok, pantolon düşmesin diye bir iple bağlamış, Birinin çorabı yok…’’ Öğretmen, ‘’Anladım, sonuca gel.’’ diyor. Ben devam ediyorum anlatmaya, daha doğrusu gördüğüm rüya bir film gibi geçiyor gözümün önünden… Ben izliyor, ben irkiliyor, ben tüylerim diken diken, arkadaşlarıma, öğretmenime aktarıyorum.
‘’ Öğretmenim, ders sizin dersinizdi. Siz yoktunuz. Biz sıraların üstünde koşuyor, olmadık naralar atıyorduk. Kitaplarımızı yırtıp uçak yapıp pencereden fırlatıyorduk. Birkaç defa müdür geldi, ‘’ Bu ne gürültü!’’ diye bize kızdı. Müdür gitti, biz yine başladık gürültüye. Birden kapı açıldı. Biz müdür geldi sandık, fırladık ayağa. Bir baktık sınıfa giren o iki asker. ‘’ Üşüyoruz!’’ diyorlar. Biz, bir kahkaha attık.’’ Bu şekilde giyinirseniz tabi ki üşürsünüz.’’ dedik. Onlar başladı konuşmaya ‘’ Kıyafetimiz bizim onurumuz. Onurumuzla oynarsanız da çok üşürüz. Çoğu zaman bizi hiç görmediniz. Bizse sizin hepinizi tek tek her saniye gördük, Siz sıralara çeltik attıkça biz üşüdük. Siz duvarlara kötü sözler yazdıkça biz üşüdük. Siz boş geçen derslere sevindikçe biz üşüdük. Siz başarısızlıkta yalana sığındınız, biz üşüdük, üşüdük. İşin en kötüsü vatanın başköşesine resmimizi asmıştık ‘’ Biz bu vatanı böyle kurtardık.’’ diye. Arada bir, birileri resmimizi kaldırmaya kalkıyor, kendi resmini asıyor’’Biz bu vatana böyle ihanet ettik.’’ diye. İşte, o zaman buza keseriz. Ne olur, resmimize sahip çıkın. Yoksa çok mu bir şey istedik?
Bazen yüreğimize su serptiniz Mayıslarda, Temmuzlarda. Bazen içinizden birileri üstümüzü örttü. Siz bilmediniz, belki onlar da bilmedi, olsun, biz bildik. Biliyor musunuz siz bu vatanda bir çiçek gibi süzüldükçe biz ısınırız. Ne zaman bir çiçek soldu, ne zaman ki vatanın bağında bir çatlak oluştu, işte, biz o zaman üşürüz. ‘’ dedi.
Sanki gördüğüm bir rüya değil, bir filmdi. Filmin birinci perdesi kapanmış ikinci perdesi başlamıştı. Asker sınıftan çıkıyor beyaz kanatlı nineler giriyordu ‘’ Ben Kara Fatma’yım.’’ ‘’ Ben Elif Bacıyım.’’ Nene Hatun ‘’ Bebek anasız büyür, vatansız büyümez diyerek bedenimi düşmana siper etmiştim. Beden geçici, vatan kalıcı demiştim, görüyorum ki yüreklerinizde yaşıyorum. Biliyor musunuz vatan diriyi yaşattığı kadar ölüyü de yaşatıyor.’’ diyordu.
Karacağız delikanlılar giriyordu. ‘’ Ben Çakırcalı’yım.’’ diyordu. ‘’ Ben, Demirci Efe.’’ Ben Karayılan’’diyordu.
Bir öğretmen giriyordu ‘’ Ben bağımsızlığa atılan ilk adım, bağımsızlık kelepçesine sıkılan ilk kurşun Hasan Tahsin’im.’’ diyordu.
Gördüğüm rüya gördüklerime benzemiyordu. Bir tarihin serüveniydi. Bir rüyaydı rüya olmasına; ömür boyu gerçeğim olmasına inandığım.
Ben sözümü bitirmiştim, rüyadan uyanmıştım, öğretmen rüyaya dalmıştı. Bir öğretmen mi? Başta gülenler de rüyaya dalmıştı…
SIĞINAĞIMI YAKACAĞIM, ATEŞİNİZ VAR MI?
Bahane başarıda gözü olmayanın sığınağıdır. O sığınakta iskele yok ki demirleyeler. Dalgalarda yaprak gibi savruldukça savrulurlar. Girdaplarda boğuştukça boğuşurlar. Girdap çeker dibine dibine. Çırpınışlar nafile. Şans eseri vurmuşsa beden kıyıya, dudaklardan dökülür ‘’ Kaderimde varmış.’’ Bilmezler limana sığınan kendileri, kader dedikleri yazgı kendi hünerleri.
Sığınak dediğin iş ola, aş ola. Yarınlara yol ola, taşıya bizi yarınlara. Bahane dediğimiz sığınak ağzımızdan çıktığı an gitmiştir. Kalan biz. Elde var sıfır. Birikir sıfırlar, birikir… Biz hiç. Biz kendi gölgesinden korkan. Bitmiştir bahaneler. Tek söylem ‘’ Benden bir ….. olmaz.’’ ‘’ Şans yüzüme gülmedi.’’
Bahane sığınağı başlangıçta çocuğa bir eğlence gelir. Ortak eder eğlencesine annesini, babasını ‘’ Ben öğretmeni sevmiyorum.’’ İnanır anne- baba çocuğunun sözüne. Çocuk mutlu, çocuk kahraman. ‘’ Ben oturduğum yeri sevmiyorum, arkadaşımı sevmiyorum, dersi sevmiyorum.’’ Sevmiyorum uzar da uzar. Döner anne-babaya ‘’ Sizi sevmiyorum.’’ Hazır yeni bir bahane ‘’ Ergenlik belirtisi.’’ Üzerine varmayalım.’’ Eklenir sevmiyorumlara bir yenisi ‘’ Ben yaşamayı sevmiyorum.’’
İnsanın yaşamı sevmesi kendisini sevmesiyle başlar. Sevmeler arkadaşa, çevreye yaşama yayıldıkça yayılır, bağlar bizi yaşama.’’ Yaşamı seviyorum.’’ demenin çığlıkları yükselir.
İnsanın kendisini sevmesinin yolu bahane sığınağını yerle bir etmekten geçer. Başarıya giden yola ilk adımı atmaktan geçer. Çocuk tatmalı kalemi tutmanın sevincini. Görmeli sözcükleri yazdıkça kendine yeni pencereler araladığını. Farkına varmalı arkadaşı ile uğraşmadığında arkadaşının kendisi ile uğraşmadığını. Görmeli kendisi ile uğraştıkça arkadaşlarının kendine hayran kaldığını. Görmeli kendisi ile uğraştıkça başarı yolunda adım adım ilerlediğini. İnanmalı o küçük adımların kendini zirveye taşıdığını.
‘’Başarmak için yola çıkanlar asla yorulmaz.’’ Onun içindir ki asla mola vermezler. Yorulanlar sığınacak bahane arayanlardır.
Atacak adımı olanlar bir saniye bile tereddüt etmeden atmalı bir adımı. Görmeli bir adımlar bizi nerelere taşıyacak.
İLK ADIM
İlk adım…
İlk adım atılması kolay. Peşinden sürüklediği adım bir o kadar çok. Say say bitmez. Hayatımız boyunca o kadar çok adım atarız ki attığımız adımlar aldığımız nefese eş.
Öyle adımlar atarız ki peşinden döner durur boş adımlar yolunu kaybetmiş göçmen kuşlar gibi. Bu adımlar getirisi olmayan bize bedel ödetmeyen zararsız adımlardır, sadece yolumuzdan ala koyar.
Öyle adımlar vardır ki yayından çıkmış bir ok. Saplar bizi hedefe. Çeker bataklığa. Ömrümüz bataklıktan çıkmak için çırpınmakla geçer. Çırpınmalar nafile. Ok yaydan çıkmıştır bir kere. Atılan adım geri dönüşü olmayan adım. Adım adım taşır bizi uçurumun ucuna. Korku sarar bedenimizi. ‘’ Düştüm, düşeceğim!’’ çığlıkları yankılanır uçurumun kayalıklarında. Çevrenize kulak verirseniz bu çığlıkları duyarsınız. Hepsinin söylediği aynı cümle ‘’ Arkadaş kurbanıyım.’’ ‘’Bir defa uymuştum, bir defa denemiştim, sonrası geldi.’’ Tekrarlanan ‘’Bir defalar’’ ilk adımın, tek adımın ifadesidir aslında. Her şeye kadir olan ilk adım…
Öyle adımlar vardır ki taşır bizi zirveye, bir at gibi koşturur başarıdan başarıya. İlk adımın çoğunu çoğumuza farkında olmadan birileri attırmıştır, elimizden tutarak, yetmedi gözümüzün içine sokarak. Bu adımın sahipleri çok şanslı kişilerdir aslında, piyango hayatının başında vurmuştur da farkında değiller.
Öyle adımların bir kısmı gelip bizi bulmuştur, biz adımı değil. Bu da şansı olana binde bir vuran şanslı adımlar.
Öyle adımların bir kısmını arayıp bulup kendisi atanlar yok mudur? Vardır elbet. İşte onlar eli öpülesi kahramanlar.
DESTANLAR DİYARI ANADOLU
Babalarımızın anlattıkları bize masal gelirdi, değil mi? Bana da öyle gelmişti doğrusu. Tekrar tekrar anlatılmasından sıkılsak da onlar anlatmaktan sıkılmazdı.
Babam, babasından Çanakkale Savaşları, Kurtuluş Savaşı masalları dinleyerek büyümüş. Babamın babası her iki savaşa katıldığı için anlatımı yaşayarak anlatırmış. Belki de bu yüzden masallaştırmadan anlattığı için sıkılmadan anlatırmış. Babam da sıkılmadan dinlemiş olmalı ki benim sıkılacağımı aklının köşesinden bile geçirmeden anlatırdı hep. Masalın her sonunda da’’ Bu günlere şükür. Allah yurtsuz yuvasız bırakmasın. Bayrağımızı yerlere düşürmesin.’’ derdi.
Bir de sınıflarda, vatan, millet, bayrak şiirini en güzel okuyan yarışına girerdik. Öğretmen de en güzel okuyanı seçerdi. Seçilen sevinir, seçilmeyen üzülürdü. Vatanın, milletin, bayrağın ve de özgürlüğün bizim birinci seçilmemiz kadar önemi yoktu ta ki 15 Temmuz’un zorlu gecesine kadar.
O gece savaşın masalını dinlemiyor, kitaplardan okumuyordum. Savaşı yaşıyordum. İnsanların ölüm yarışına, insanların öldürme yarışına girdiği gece. Ben ölecek miydim? Ben sabaha çıkabilecek miydim? Çocukların gözünün önünde anne babaları öldürülüyordu. Kardeşleri ölüyordu.’’’ Ya aynı durumda ben kalırsam..’’ düşüncesine bile dayanamıyordu bedenim. ‘’Ya onlar nasıl dayanıyor?’’ sorusu sınavlarda zorlandığımız sorunun binlerce kat zorluğu…
Meclis yıkılıyordu. Evimiz yıkılacak mıydı? Okulumuz yıkılacak mıydı? Arkadaşlarım olacak mıydı? Sorular uzadıkça uzuyordu. Sorular geceyi uzatıyordu, gece soruları… ‘’Sabah olacak mıydı?’’
Sabah olmuştu. Ortalık aydınlanıyor. Silahlar susuyor, silahlar toplanıyordu. Silahların yanında silahtan daha tehlikeli tetik eller toplanıyordu.
Yediden yetmişe halk sokaktaydı, günlerce gece. Gecenin karanlığını aydınlatıyordu.
Yediden yetmişe halk sokaktaydı, günlerce gece. Vatanın kokusunu kokluyordu. Özgürlüğün havasını soluyordu günlerce gece. Hiçbirinde ne korku, ne yorgunluk, ne uykusuzluk, ne açlık-susuzluk. Uykusuzluğun ilacıydı özgürlüğün havası. Açlığın ilacıydı özgürlüğün havası. Korkunun ilacıydı özgürlüğün havası.
Anlamıştım cevapsız soruların cevabının vatan olduğunu, özgürlük olduğunu. Anlamıştım vatan için, özgürlük için bedenin vatana kurban edildiğini.
Ve anlamıştım birine masal gelenin birinin gerçeği olduğunu. Vatanın gerçeğimiz, nice adsız şehidin, gazinin gerçek kahramanları olduğunu, yüz binlerin masalın okuyucuları olduğunu.
Ve anlamıştım masallardan ne destanlar yazıldığını, ne destanlar yazılacağını.
Ve anlamıştım destanlar diyarının Anadolu olduğunu, Anadolu’nun vatanımız olduğunu.
İbrahim Şahin 2
Kayıt Tarihi : 2.4.2017 21:17:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!