Basit bir hayatım olsun istemiştim. Bahçesindeki limon, mandalina, portakal ağaçlarının çiçeklerinden yayılan acımsı kokulara eşlik eden sağlam, taş bir evde çıplak ayaklarımla dolaşırken uzaklarda tüten denizin buğusunu seyredecektim. Haliyle kalabalıklara mesafeli, tabiatla uyumlu, sırlarının kuytusunda gizlenen sade bir hayat ihtimali beni sakinleştiriyordu. İstediğimde insanın saplantılı tutkularından, özlemlerinden, nedensiz öfkesinden, ürkütücü hırsından kaçabilme özgürlüğü sunan, ruhumu sınırlı zamanın hapishanesinden kurtaran ‘sessiz’ bir geleceğin hayaliyle avunuyordum. Toplumun anlamsız kurallarından uzakta, istediğim zaman uyanmak, acıktığımda yemek, sadece istediğim kitapları okumak, hayal kurmak, ertesi gün sözcüklere dönüşecek gece düşüncelerine eşlik eden gökyüzünü seyredebilmek için ihtiyacım olan koşullara sahip olabileceğimi sanıyordum. Fena halde yanılmışım. Bu ülkenin insanı bezdiren tuhaf bir sistemi var. Böyle yazılar yazarak o istediğim hayata hiç kavuşamayacağımı idrak etmiş bulunuyorum. Öyle bir hayatın bedelini ödemek için yirmi yıl çalışmış olmak da yetmiyor. Yönetmenin veya yönetilmenin sıkıntılı zorluğuna katlanmak, ‘sipariş’ yazılar yazmak, hatta çirkin siyasi kavgalara karışmak, hatta bazen epeyce ‘hafif’ olmak da gerekiyor maalesef. Nedense o zaman sahte bir biçimde ‘görünür’ oluyorsunuz ama aksi gibi ben o ‘gücün’ beni görmek istediği gibi olmak fikrinden pek hoşlanmıyorum. Üstelik bu sisteme isyan edebilecek kadar özgür değilim. Ne olacak şimdi?
Birilerini sığ bir yaklaşımla ‘paketleyen’ yazarları neden her gün ısrarla okuduğumu soruyorum kendime. Bana ne bu insanlardan? Ben siyasetin hayattan kopuk olduğunu hiç düşünmedim ve elbette o tercihlerin hayatta durduğumuz yeri, kim olduğumuzu gösterdiğine ve bu tavrın önemine inanırım. Ama belli bir gücü elde etmek, tuhaf bir biçimde değişime direnmek uğruna insanın olduğundan daha farklı davranmasını, yazmasını da biraz acıklı buluyorum doğrusu. İnsanlar artık ‘basit’ olabilmenin kıymetini unutmuş gibi davranıyor. Her gün köşelerinde birilerini ‘bir şeyci’ olmakla itham edenler, neden net bir tavırla iyi ve doğru olanı savunup, kötü ve yanlış olanı vicdanla, kalple, adalet bilinciyle eleştiremiyor? Neden bu kadar zor?
‘TUTKU BANA EGEMEN OLAMAZ’
Boğazın ışıldayan tepelerinde içinden eriyen kırmızı bir mum gibi gökyüzünde asılı kalmış dolunaya bakarken işte böyle pek de eğlenceli ve ‘romantik’ olmayan düşüncelerden kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Bir de ‘tutsaklık’ kötü bir şey diye söylenirken yemekten ziyade seyretmeyi sevdiğim iri, şehvetli kirazlara bakıyordum o sırada. Sonra aniden Kazancakis’in ilkel, köylü Zorba’sı geldi aklıma. Zorba filmi de yapılan o romanda ‘patron’ diye hitap ettiği dostuna özlem duyduklarından nasıl kurtulduğunu anlatıyordu. Çocukken parası olmadığı için kiraz alamıyormuş, her gün o kirazları düşünüyor ve bu rezillikten utanıyormuş. Bir gün babasının cebinden çaldığı parayla bir sepet dolusu kiraz almış. Bir çukurun içinde midesini doldurup hepsini kusana kadar yemiş. Sonra büyüyünce şarap ve sigara için de aynı şeyi yapmış. “Hâlâ içiyorum ama istediğim zaman ‘harp’ diye kesiyorum, tutku bana egemen olamaz” diye anlatıyordu tutsaklığını. Ona göre insan böyle kurtuluyordu bağımlılıktan, zevk düşkünü ya da keşiş olarak değil.
Yüz lira maaşlı kibar bir adam.
Evlenir, sedire taşınırlar.
Mektuplar gelir adreslerine:
$en Yuva Apartmanı, bodrum kati.
Kutu gibi bir dairede otururlar.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta