N aa.
Uzun yıllar sonra bir yaratık doğmuştu. Adı Bamu’ydu. Gerçi adının nasıl konduğunu, onu kimlerin koduğunu, ya da bunun ne anlama geleceği konularında bir fikir yürütemezdi ama, adı buydu. Ve bu boynuna asılı sallanan o yengeç yampirisi künyede yazıyordu. O nereye koştursa, künye de sallanıp duruyordu. Bamu çok yemek yiyordu, ve kemirirken her şeyi döküp saçıyordu –kemiren bir memeli? Ara sıra koşmaya başladığında; bazen iki ayakları üzerinde koşuyor, bazense dört ayak üzerinde devrilip gitmeye çalışıyordu.
Cangıldan çıktı. Çok yollar gitmişti; ona ulaşan dünya zamanı, ki insanlık tarihinin ona yetişmiş olması gibi belki de… Statik.
Bamu bir şehre ulaştı. Bir şekilde bir şehre ulaştı. Oraya nasıl geldiği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Onu sürükleyen şans faktörü, bir otoparkın zemininden dolambaçlı yolları evirip çevirerek yukarı ulaşmasını sağladı onun, sekizinci kata. Büyük otopaktı bu.
Yine karnı acıkmıştı. Yiyecek bir şeyler aramaya başladı. Homurtusuna etki edecek başka bir ses yoktu. Yan merdivenlerden 8. katın çok yayvan, yılbaşı zamanı kalabalık alışveriş merkezlerini andıran ortalık alanına doğru tökezlemeler sergilemişti.Otomatik o makinalardan buldu Ve nasılsa, pörsümüş kotundan çıkardığı bir bozuk parayı o büyükçe kutunun özel, klişe kilit yerinden attı. El maharetiyle çıkarmıştı o parayı üstelik. Kutu da ona bonkör davranmış, ve bisküvi paketini hızla dışarı bırakmıştı. Bisküvilerin hepsini bitirdi. Homurdana homurdana etrafta dolaştı.
Bamu bir mutantikti ve bu dünyada ne yaptığını düşünecek kadar bile aklı kalmamıştı artık; belki de, sabrı.
Yürüdü o, bazı yerlerde büro gibi yerler buldu. Birinin balkonuna çıktı. Gömleğinin üst cebinden seri bir hareketle çıkardığı sigara paketinden bir tane aldı, çakmağı olmadığını fark ettiğinde sigarayı balkondan aşağı attı. Neden en azından kışın, karın ve kurtların Jack London’ı gibi en azından bir kibriti olmadığına hayıflandı ki, ilginçtir…
Çevreyi seyrederken yine o her günkü garip manzarayı gördü. Yapayalnız, bulsa bile o sinemaya gidip, kısaca Woodstock günlerini anmaya yetecek enerjisi bile yoktu Charlton Heston’un yaptığı gibi hayalleriyle sirenlerinde, belki de onu seyredecek kimse olmadığı için beyaz perdenin öte yakasında ve dev dişli, sessizlik abideleşmişi makaraların.
O şehir boş. Binalar gene var. Ama ne ölüler şafaklanıyor; ne de ankesörler, sihirbazlar gibi kendi kendine çalmıyorlar bile.
Bütün bir savaşla yok ettiler…
Çöktü oturdu o balkonda, bacaklarını karnına çekerek büzüştü.
Ne kadar sürdüğünü bilmediği bir zamanda uyandı. Herhalde akşam oluyordu, güneş inmekteydi. Üstüne koyacak şalı yoktu, veya şalı koyacak birisi…Bir gün daha bitiyorken, titremeye başladı. Akşamın soğuğu yaklaşıyordu.
Koşa koşa çıkmaya çalıştı o otoparktan, bir yere yetişecek olmadığı halde. Ne trafik vardı artık, ne de kimse. Yollarda koşturdu o gün ve özgürce, fırıl fırıl dönen gözlerle o çoğu saçma şekilde tarihte yerlerini almış azizsi ama intizamlı, zarif heykellere bakabildi. Ama bunu fark edecek adam kalmamıştı artık. Bundan üzüntü duydu. Sonra sarkan eline baktı, parmakları sallanıyordu hafif rüzgarda, o bir mutantikti. Daha da üzüldü, gerçek dünyaya döndü…
-
distopik bir hikaye
b.
İnsanlar olsa, nasıl algılanacağını düşündü Bamu.
Dairesine gitmiş, gene yemek yemeye başlamıştı; kendisine yemek yapmıştı. Oturduğu bina, eskiden İş Bankası olarak nitelendirilen, Ankara şehrinde Kızılay bölgesine doğru açılacak bir yerdeydi. Her yer boşaldıktan ve savaşanların adlandırdıkları tabirle, “arındırıldıktan” daha sonraki bir süreçte, buraya yerleşmişti. Çeşitli ülkelerin bir saldırması olmalıydı bu, hem onlar hem de dünyanın geri kalanının yokoluşuna … Doğduktan sonra gezetelerden öğrendikleriyle, bir şeyler anlamaya başlamıştı yarım yamalak…
‘Artık bunların bir önemi olmayacak.’
Yalpalaya yalpalaya gene, boş alanlara çıktı. Orda, kenarda, bir roveri vardı. O ellerle zar zor kullandığı arabaya atladı, biraz dolaşmak istiyordu. Tunalı Hilmi bölgesinin yukarı baş tarafına gelince, durdu. İndi ve yürümeye başladı ordan. Bir süre sonra kuğuların parkına gelmişti. Ne çaycılar ne de simitçiler yoktu artık, yan yan oturan türbanlıyla laf cenkleşmesine giren o chpli sarışın, aydın kadın da yoktu; hatta simitçinin az karşısında, köşede, çakmak doldurmaya çalışan o sakat mı değil mi anlaşılmayan ama pek de tekin olmayan o eciş bücüş adam bile yoktu…
Sessizliğin diyarların sıra dışı döner masa şövalyelerinin yuvarlak masası olarak adlandırılabilecek o parkın sonlarında sayılabilecek yekün banka giderek oralara oturdu.
Kendisine bir kağıt defter çıkardı. Yazmaya çalıştı… Alacağı notlar neye yarayacak?
‘Hiç değilse şöyle bir makine olsa da, içine giriversem, çıktığımda bedenen ve ruhen yenilenmiş olsam…’ diye buğulandı.
Havada dönen rüzgarın sesi, sonsuzluğun şekilsiz getirisine atıf yapmakla vakit geçire dursun; o arada, hafiften yağmur da atıştırmaya başladı. Hava giderek soğuyordu. Ama onun o banklardan kalkmaya niyeti yoktu bu sefer… Kollarını göğüslerinde kavuşturdu,ve ısınmaya çalışarak öylece oturdu.
Defterine yazmakta olduğu şiiri bitirmiş olmanın rahatlığı, az dışa çıkmayı başarabildi; yaşayan, sakatlığını, öte yandan bu dünya halini görebilecek olan yoktu. Fakat bu aklına gelince gene üzüldü, ve tüm bu yoğun düşünceler garipçe birleşerek, şiir yazmış olmasının küçük getirisi o sevinci de alıp götürdü.
Ayağa kalktı ve suya goğru doğruldu birkaç yengeç misali yuvarlanan büyük adımda. Havuz kenarındaki o banka oturdu. Eskiden gece olunca bu sulara ışık vurur da yansımaları şahane olurmuş. Bunu bir yerden duymuş olmalıydı… Arka taraflara yürüdü, o pahalı çay verilen yere. Ordaki lokantadan bozma yere oturmuş, meşkale arayan insanları aradı gözleri: eskiden buralara insanlar otururlarmış; sonra o garip, ses vermelerinin bir iletişim mi değil mi olduğu neyim anlaşılmayan o garson kız ve erkekler, onlar da yok…
Arabasına geri dönerken yürürken, artık iç tarafı küf ve tozdan harap denecek mağaza vitrinlerine baka baka geçti boş sokaktan... Her şeye rağmen, o, kıyıdan kumdan alınıp kuma verilen denizyıldızlarının anlamlı hikayesini hatırladı. “İyi niyetten israr, başarı getirir”. Acaba o da mo bunu uygulasaydı. Naftalin bir yerlerden bulabilir miydi. ‘Bu dünya eski haline hiç değilse, gelebilir mi’ diye düşündü…
Aynalı’ya uğradı ve kapıda bir kafes kilidi yoktu. Mal çalabilecek gece hırsızları artık olamazdı, ne de kapı görevlileri…
İçeri girerek alt katlara bacaklarının ulaşmasını sağladı: Gördükleri içini bir değişik tuhaf etti. Bazı pet şoplarda, zamanın çürümeye terk ettiği o küçük kemik yığınlarını buldu, kedilere, köpeklere, kuşlara vb. ait olduğunu sandı…
Çıkmadı o pasajdan. Vakit geceye yönelirken, daha fazla soğuk yemek istemiyordu dışarıda. Oracığa yattı, yerlere…
Radyasyonun varil azrailini tanımak istiyordu; yorgun gözleri uykuya kapanmaya direnemezken, gene bunları düşündü. Kendisi neden bu hallere gelmişti, insanlar neden savaşlar çıkarmıştı, barış içinde tutunamayanlar’a sebep etkenler nelerdi. Anlamaya çalıştı hep bunları Ve de, çalışacaktı….
:‘Ordan buradan orak sallayan pelerinliye bir sunak sunmak lazım; öyle ki, onun içinde o gene devasa olmasınlar ama işte o küçücük böcekler olsun, ve hepsi gitsin onu kemirsin! ’
Bu hikayenin devamlarını cii.blogcu’ya asıcam. Orası farklı amaclı, b.kurgu ve fantezi edebiyat kosesi :)
c.
Sabah evine vardığında, iki tane çiçeği vardı, onları suladı. Bir toprak birikintisinde, bir duvara karşı direnirken bulmuştu onları… Sanki ikisi birbirine yoğun bir sevdayla tutulmuşlar da, bu dünyadan göçüp gitmemek için var güçleriyle asılıyorlardı. Bir kenenin gerçekliğinden pek fazlası bulunmayan bu at gözlüğünün tek iyi yanı, onlardı, şu an Bamu’nun karşısında duran, ki bu da bir bakıma her şey demekti.
Bamu onları çok sevdi. Onları saksıya alıp yerlerinden ettiği için de bazen kendisine kızıyordu ama dayanamamıştı: ‘onlar birbirlerine aşıksalar bile, beni de sevsinler, bir dost olarak…’ diye düşünceleri vardı…
Yağmur suyunu biriktiemeye yarayan düzenekleri yardımıyla, onları her gün suluyordu. Çiçekler, sanki gülüyor gibiydi. O her su verişinde, havada şarkılar yankılanıyordu. Onun su veren parmaklarını öpüp, ruhunu okşuyorlardı.
Böyle bir yaşam neye yarayacaktı. Bamu, ‘bir şeyler yapmak lazım. Bir yerlerden, bir hayat başlatmak lazım, ama nasıl? ’ diyordu.
Dünya’da gerçekten hiç de insan kalmamış mıydı acaba? Bir yerlerde birileri varsa, tanışıp arkadaş olmalıydı. Hem belki, bu kişiler, onu anlarlarsa, alay etmezlerdi.
Dışarıda yağmur gürledi o gün. Gördüğü en şiddetli havalardan biriydi. Camlarını kapadı, kapıyı itinayla kilitledi; dışarıya bakmak bile istemiyordu. Kıyıdan köşeden, çeşitli öğretim yuvalarından ve şehir kütüphanesinden bulduğu hoşuna giden kitaplara bakmak üzere köşebaşı minderine çekildi. Okuma yazması yoktu, ama resimlere baktı. Bu resimleri çok seviyordu, renkli renkli, bir canlılık saçıyorlardı. İçindeki fırtınaları dindirmek için kitapların başından kalkıp bir an pencere başına gitti. Dışarıda gerçekten çok kötü bir hava vardı. Sakinleşti. geri döndü,ve kitaplarına…
Kalemin ömrü uzundu, çayın belki ve gıdanın ise kısa. Bu kitaplardan değil kendi tecrübelerinden öğrendiği bir şey olmuştu. Renkli kalem kutusunun kapağını açarak raflara doğru yöneldi. Şüphesiz bu sefer canı resim yapmak istemişti; en sevdiği boyama kitabını aldı…
Bir şimşek çaktı, çok yakına bir yerlere yıldırım düştü.
Bamu korkudan ne yapacağını bilemedi. O heyecanlıydı, ama her seferinde, alışamıyordu. Ne zaman böyle beklenmedik olaylar olsa, şaşırabiliyordu.
Bir çatırtı sesi duydu; ardından, büyük bir gümbürtü. Yakınlara bir yere bir ağaç devrilmiş olmalıydı.
Aklına bir şey geldi. O ağacı keserek belki küçük bir ev daha yapabilirdi. Ne büyüklükte olursa olsun, bu pek bir şey değiştirmezdi. Sadece olsun. ‘Bir şey yapalım.’ derdi. Bir şey yapalım, ve hala varolduğumuzu ispat edelim.’
Evinin sağlam duvarında kendi el yazısıyla, şu yazı asılıydı: 'Farkedilmek güzeldir ama her şey değildir, böyle bir hayat için...Sadece, ayakta kalmaya yetecek kadar, buna yetecek kadar bir aşkı iletişim'…
Evet, gerçekten bir ağaç devrilmişti. Ertesi gün, hava dinginleştiğinde, sabırsız Bamu o ağaçtan bir vazo çıkarmayı başardı. Sonra çiçeklerini o tahta vazoya taşıdı. Artık tek bir vazoda hayatlarını sürdürecek çiçekler, belki daha mutlu olurlardı: ‘Onlar ne kadar mutlu olurlarsa o kadar iyi’ diye düşündü Bamu:
‘Bu sessizlikte kaçıp gitmelerine de olanak yok; o yüzden, tek ruh iki beden, elmanın iki yarısı gibi olmak bile değildir. Hem de göklere ulaşıp da yokolmak da yok, burada yanımda kalacaklar…’:
Yıldırımlardan o pencere önlerinde çektiği gerilimli enerjiyi piller olarak bir şekil nakledebileceğini öngördü o gece Bamu. Bunu gerçekleştirmeye kararlıydı. Eğer böyle piller oluşturabilirse, çiçeklerine ve kendisine gönlünün müziği dışında müzik de dinletebilecekti.
d.
Bir sabah acayip seslerle uyandı, kökü aşağıdan bir yerlerden gelen. Hemen cama giderek bakındı ama görünürde kimse yoktu. Bunun nasıl olabileceğini düşündü. “İlginç” diye kendi kendine fısıltıyla söylendi, ki bu kuru bir ses tonu da değildi, ama sonra hemen ürkerek geceden hiç sağlama almayı aksatmadığı büro dairenin kapısı kilitli mi değil mi kontrol etmeye koştu. Boş bir dünyada insan neden kapısını kilitlesin ki. Boş bir dünyada aşağıdan nasıl ses gelebilirdi ki? ... Bir başkentin bir gökdeleninin kıyısında ya nasıl bir ağaç devrilebiliyordu, ki bu oluşumun etkisi nasıl oluyordu ona? Aşağıdaki arabası ne markaydı?
Bamu’nun duyargaları yoktu duymamak için, unutmak için gelişmesine müsaade ettiği bir hafızası hiç olmamıştı, mazinin bazı böcek türü insanlarının duyarga geliştirdiği cinsten. Hemen hiç önyargı sahibi değildi, ancak bu olaylara alternatifler üretmesine de mani olamıyordu iyi sonuçlara kapılar açmak için. Kapı mapı kilitlese de, gene de kulağı hep kirişteydi, umut dolu hem de…
‘Eğer burada birileri varsa, o zaman başka yerlerde de olabilir. Onlar, bu aşağıdakiler, ve diğerleri; hepimiz, hepimiz yeni bir dünya oluşturabiliriz’: Aklından geçenlere kendisi bile şaşırdı. Ne var ki, bu heyecanlanmalar arasında aşağıdan gelen sesin kaybolduğunu farkedemedi. Acaba ne zaman kesildi diye meraklandı. İçini değişik bir telaş sardı. Acaba yukarı mı çıkmaya karar vermişlerdi?
‘İyi insanlar buralara gelmeye bu eforu sarfedebilir.’ diye düşündü Bamu. Etraftan toparladığı taze şeyleri hızla kemirmeye başladı.
Sonra kapının altından duman sızmaya başladı. Belki de, buluşup kendileriyle, şekillenip, griler olarak ortaya çıkacaklardı. Neden olmasındı? Böyle metafor yaşam’da gerçi hiç de garip olmazdı Bamu için; arta kalan koyu yeşil dünyada uzaylılar…
Gündüz olmasına rağmen seçebildi kapının altından sızan başarılı zerrecik oluşumunu.
Penceredena atlasa ölürdü, belki de kapıyı açmalıydı…
Eksikçe virane durumdaki duvarındaki tahta üzerindeki kendi elcaazlarıyla kendi imarı keskivari o şeyle kabarttığı dizelere baktı bu sefer:’
Sarsıntılar içteki, gösterir size hayatta doğruyu;
orgasm maker, orgasm maker! not only an assistant of image maker.’
Disease are hands, when cure’s are really a band’…
Baktı ellerine; çalışan demir ışıldar…
Felaketten sonra bura civar yörelerinden birinde bir fasıl doğmuş, doğmayı becermiş Köktemiş Baba’nın yazılarıydı bunlar.
Hızla kapıya koştu ve, karşısında bir küçük beyaz şirin köpek buldu, çalışan tırnaklarıyla kör kapıyı köz eşelemeye. Dumanlarsa, bir hayalden öteye gitmedi.
‘Ama devam ediyor…’…
Sarıldı ona, kucağına onu aldı; hemen şehri dolaştırmaya çıkardı. Boynuna ip takmadı. Özgürce salınıp gezmesini, sevecek…
Çiçekleriyle onu da tanıştıracaktı.
Bunu tabi ki umudedebildi; Tanrı’nın insana fazlasından, taşıyamayacağından çok yük vermeyeceğini umudetti.
Kayıt Tarihi : 11.10.2007 17:59:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
TÜM YORUMLAR (2)