Bahçıvan
Nasıl yanıtlar ki sorunu, bu yolda hep kaybolan?
F. Attar
Mahşeri kalabalıkların devasa ıssız çöllerindeydik. Sahi nasıl bir şeydi aradığımız; tam olarak bilmiyordu kimse. Aranan insan çoğu zaman boyuyla posuyla, uzun saçları, iri gözleriyle,yani görüntüsel yanlarıyla önem kazanıyordu; sonra ansızın tüm bunların önemsiz olduğu gerçeği düşünülüyordu. Binlerce yıldır, tüm kuşaklar önemsememiş miydi güzelliği ve yakışıklılığı; ama bunlar tek başına, bir insanı sevgili yapmaya yetmezdi, bilinirdi. Neyi arıyorduk biz. Sonra neden her defasında, ellerimiz ayaklarımız kanayarak, mutsuzluklarımızı sırtlayarak gerisin geri döndük, biraz daha çoğalan yalnızlığımıza. Yalnızlığın gecesi yıldızsız oluyordu, aşkın gecesinde yıldızlar bir peri masalının kandilleri. Yalnızlığın gecesinde küflü bir ay, kalbimiz kadar cansız oluyordu; aşkın peri masalında, yârimiz ay oluyordu. Yalnızlık, kimi zaman, işte o elimiz ayağımız kana boyanmış, mutsuzluğumuzu sırımıza vurup döndüğümüzde, yaralı hayvanların ini kadar güvenli bir barınaktı. Belki de hep yalnızdık, anamızdan doğmadan başlayan bir başka dünyaydı orası, bu yüzden, aşkı seçtik yalnızlıklarımızın karanlığından kurtulmak için. İnsan evrenin farkına vardıkça insandı, çoğalıyordu, yalnızlaşıyordu. Bizi bu sonsuz karanlıkta aşktan başka kurtaracak başka ne vardı. Ama her defasında, en yalnız yerimizden incinerek geri döndük, daha da büyüyen karanlığımıza. Sahi, biz ne arıyorduk, ne istiyorduk; hiç tam olarak bilebildik mi bunu.
Dikenlerle, yaban otlarıyla kaplı bir tarla verdiler bize. Oysa hayalimizi her tür çiçekle bezeli, büyük yemyeşil ağaçların yaprakları arasından mavi gökyüzünün elendiği, güneşin sağıldığı bahçelerle donatmışlardı. Aradan akan çayların türküsüne ay tav olup, o sularda saçını yıkıyordu. Yaprakların birbirine dokunuşu, ruhumuzdaki şimdiye kadar açılan tüm yaraları iyileştiriyordu. Böyle bir şey olmalıydı aşkın bahçesi. Ama hayır, bize bir diken tarlası olarak geldi her insan. Biz karanlıkta gelen mis gibi doğa ve toprak kokusuna yanıldık. Gözümüz kararmış, kör olmuştu da, kuş seslerine aldandık. Ellerimizi uzattıkça, dikenler doldu parmaklarımıza, dikenler doldukça acıyla geri çekildik.
Bu dünyada cenneti andıran hangi bahçe, kendiliğinden var oldu. Hiç düşünmedik bunu. Mutlaka bambaşka bir yaşamdan geliyordu her insan bize doğru. Kim bilir hangi acılardan geçmişti, hangi çileli yollarda aşınmıştı ayakları, ne derin uçurumlara düşüp çıkmıştı; tıpkı bizim gibi insanımız da. Kalbi bir diken tarlasına dönmüştü, en altta kalmıştı aşkın yediveren toprağı. Eğer katlanmazsak, onun yaralarını sarıp, dikenlerini nasıl ayıklardık. Bize ters gelen, diken gibi batan her bir yanı, kim bilir nice olumsuz koşulların, onun kalbine vura vura açtığı hasarlar sonucuydu. Madem ki aşktan söz ettik, onun yaralarını bizden iyi kim sarabilirdi. Elimize batan dikenlerden korkup, yıla yıla kaçtıkça, onun bağrında dikenler büyümeye devam edecekti. İlk dikenden sonra dokunduğumuz toprağı parmaklarımızla okşayarak, öpmesini bilmedikçe, hiçbir zaman bir bahçemiz olamayacağını aklımıza bile getirmedik.
Kuşkusuz, fiyatını öderseniz, size hazır parklar verirler, çok önceden her şeyi ayarlanmış, sularının şarkıları bile yapay fıskiyelerle oluşturulmuş bir park bulunur bir yerlerde; asla sizin var ettiğiniz bir güzellik olarak değil, satın aldığınız bir mal olarak, görevini yerine getirir.
Neyi aradığını asla bilmeyecek insanoğlu. Doğduğu andan başlayarak, seçimleri başkaları tarafından belirlendiğini de bilmeyecek pek çoğu. Oysa siz bir şey seçmediniz. Doğmayı, doğma zamanını; ölmeyi, ölme zamanını seçmediniz. Var olduğunuz yeri seçmediniz. Ananızı babanızı ve diğer akrabalarınızı seçmediniz. Mahalle arkadaşlarınız da sizin gibiydi, hangi mahallede oturacağınız sizin seçiminiz olmadı, var olduğunuz dünyanın koşulları gereği ailenizin bulunmak zorunda olduğu yerdeydiniz. Arkadaşlarınız da oradan olmak durumundaydı. İlkokul birinci sınıftan başlayarak, kimlerle aynı sınıfları paylaşmışsanız, o da bir zorunluluğun sonucuydu. Siz size sunulan benzerler arasında yaptınız seçimlerinizi. Bütün yaşamınızda belirleyici olan da hep bu oldu. Peki, neyi seçtiniz siz. Beğenileriniz, yaşadığınız, ülkenin, bölgenin, siz doğmadan var olan ve onunla eğitilerek büyüdüğünüz; inancınızın, eğitildiğiniz sistemin, yalnızca sizin yaşadığınız ülkede ve dünyada ve zamanda olan kitapların sizin içinizde yoğurduğu ve yaşamınızda pişirdiği bir bileşim değil mi. Hangi yerde zamanda, hangi egemen gücün boyunduruğunda büyürse büyüsün her insan başkadır sonuçta. Sürüyken sürüyle bir davranan ‘başka’.Oysa olması gerektiği gibi değildir. Ağaç gibi, kendi doğasında, koşullarında, ikliminde gelişirse özgün olur kişi. Toprağına hormon, dalına tuhaf aşılar yaparsanız, benzersizliği bile hastalıklı bir benzersizlik olacaktır. Biz neyi kendimiz seçtik. Bize sunulan seçenekler arasında gerçekten seçmek istediğimiz var mıydı ki.
Biz, neyi seçeceğimizi, neyi istediğimizi ne kadar bilebildik ki. Ailemizin bizim için öngördüğü bize öğrettiği, ülkeyi ve dünyayı yönetenlerin bize “doğru”,”iyi”, “güzel” diye sunduğuyla aynı olmadığı sürece, onların reçeteleriyle aradıklarımız hep yanlış olacaktı. Aslında aşk, neyi aradığını bilmeden aramaktı. Bize verilen bahçede, dikenlerin ötesine geçince başlayan sayısız sürprizle süren sonsuz keşfetmedir. Sayısız mucize saklıdır diken tarlalarında. Ömrümüzden de öteye uzanacak olan mucizelerle ancak orada buluşabiliriz.
Ellerin yaban otlarına dağlanmadan bahçıvan olamazsın. Kimisi bu kıraç topraklara su verir sabırla; bunun karşılığında ise toprak kendinde olanı büyütecektir. Bakarsın ortalık azman otlarla doluverir. Kimisi toprağı hazırlamadan kendi istediği bitkileri diker ama suladığı zaman yine ayıklanmamış yaban otları olacaktır bahçeyi dolduran.
Varlığımızda bulunan her yanlış koparken acıtır. Ne kadar zordur kendi yanlış yanlarımızı kopartıp atmak. Yanlışlarımızın bağımlısı değil miyiz ve hayat yanlış ve doğrularımız arasında med-cezirler yaşanan bir süreç değil mi?
Sevdiğin ölü bir tarla değil ki, senin ayaklarının dibinde uzanıp, vuracağın çapalara kazmalara sabırla susup, döktüğün suları içerek senin onu gül bahçesi yapmanı beklesin. Sevginin doğrularını iyilerini büyüttükçe toprakta, yaban olan ne varsa, o güzelliğin söylediği şarkıya eşlik eder. Bize yanlış ve eğri geleni bir hamlede söküp atamayız. Kuşkusuz ki kökleşmiş yanlışlarla uğraşmak kolay değildir. Gerek bizim gerekse sevdiğimizin kökleşmiş yanlışları direnç gösterip yaralayacaktır bizi. Avuçları patlamadan kütük sökemez insan. Yanlışlar ertelendikçe büyür, kök salar. Kökleşmiş yanlış ilişkiler küflenmiş kütüklere benzer; ne kadar sularsan sula yeşermez; sökmeye kalkınca da kırılır, toz olur, içinden kurtlar dökülür.
Çoğu birliktelikler zaman geçtikçe yanlışlarından arınarak, yeşerip dal sürmek yerine yeni yanlışlar üretir. Ölmüş bir sevgiyi diriltmek umuduyla kurtuluş sayılan yeni çocuklar doğar; belki de Agamemnon’un gemiler yürüsün rüzgâr çıksın diye tanrılara kurban etmeye kalktığı kızı İphigenia’dir onlar biraz. Sevgisiz sorunlu ve asla güzelleşmeyecek bir ilişkiyi kurtarsın diye tam da bu ilişkinin cehennemine doğarlar. Ana karnında kurban edilmek değil midir bu.
Sevdiğiniz de sizi aradı sizden önceki yıllar boyunca. Sahi onun aradığı insan siz misiniz? Bu soruyu hiç sormaz insanlar; ”onun aradığı insan ben miyim? ”, “onun beğenilerine uygun muyum? ”,”onun beynine, yüreğine, en derinlerine hitap edebiliyor muyum, bakışımla, susuşumla, dokunuşumla, gülüşümle? ” bu soruları neden sormaz insanlar. Kedinden kat kat kültürlü olanı kat kat güçlü olanı ister de neden kendine bakmaz. İşte tam da bu noktada işin içine şeytan karışıyor, İnsanoğlunun karşısındakini kendi bataklığına çekmesinin aşağılık oyunları. Cinsel kırıtmalar, gözyaşları, duygu sömürüleri, her türlü entrikalar; ruhsal yıkıntısı olanın, güçlü olanı kendi bataklığına çekme eylemidir; ya da yakışıklı ve güzeli çirkin veya tipsizin… Kariyer, para, lüks, gösteriş gibi şeyler, ortaya dökülür, göz boyanır. Kolasına uyku ilacı katılıp hamile bırakılan kız hikâyesi, binlerce değişik göz boyama yöntemleriyle, bir insanın diğerini eşya gibi alması hatta gasp etmesi oyunu olarak sahnelenir. Siz buna yanlışlıkla hamile kalan kızın erkeği çektiği bataklık da diyebilirsiniz; ha hasan kel ha kel hasan, fark etmiyor. Sonuçta bu hikâyelerden bir aşk hikâyesinin çıktığı ise görülmemiştir.
Her insanoğlu için ayaklarını sağlam yere basmak, her türlü ortam ve ilişkide birinci koşuldur. Güvensizliğin karnında oluşup, büyüyen her tür yapı, güvensizliğin damgasını taşır. Güvensizlik kaygının ve kuşkunun anasıdır. Güvensizlik ve onu toprağında büyüten kaygı ve kuşku giderek insanın içinde kök salıp ve dal sürerek, kişinin tüm özgürlüklerini yok eder. Giderek sağlıksız bir kişilik oluşur.
Siz çocuğunuza güvenmediğiniz sürece onun beynine kendine güvensizliği ekersiniz. Siz çocuğunuza güvenmiyorsanız o da kendine güvenmez ve o toplumda bir birey olarak insanlara güven veremez. Yarın ne olacağını bilemeyen toplumlarda, gelecek kaygısı bir hastalık olarak yayılır. Eğer insanların yaşamı ve geleceği tek tek devlet tarafından güvenceye alınmamışsa, o toplumlarda insanlar hastalanınca parasızlıktan ilaç alamıyor, doktora gidemiyorsa, işsiz kalınca, iş bulamıyorsa, evlerine ekmek götüremiyorsa; giderek canavarlaşır, insanlığından çıkar, çıkarı için olmadık yollara başvurur. İşlerini halledebilmek için, yaltaklanır, yavşar, akla hayale gelmedik yollara başvurur. İşinde kendini güvenceye almak için, üstlerinin gammazı olur, dostlarının ayağını kaydırmaya, çıkarı için arkadaşlarını harcamaya çekinmez. Sosyal ve ekonomik zemini batma riskiyle dolu toplumlarda, gammazlık, iftira, dedikodu, başkalarının kişisel özgürlüğünü yargılama, kin, nefret, korku, kaygı, büyür ve yayılır. Zemini bu hale getirenlerin yapması gereken önemli bir iş vardır; bunun normal olduğuna toplumu inandırarak, her bireyin yaşadığı sıkıntılardan kendisini sorumlu tutmak, giderek suçu kadere yazgıya yüklemek. Ulusal gelirden payına kuru ekmek düşenler, ya bunun kaderleri ya da kişisel başarısızlıkları olduğuna inandırılır. Diyelim bir salgın hastalık mı ortaya çıktı, diyelim deprem oldu da derme çatma evlerde oturan binlerce insan mı öldü, bunun nedeni yüzde yirmi bile olmayan azınlığın ülke gelirinin yüzde doksanını gasp etmesi değil de, toplumun ahlaksızlığı olur. Nuh ve Lut kavminde olduğu gibi yaratan onları cezalandırmıştır. Demek ki, kişisel ve toplumsal ilişkilerde en önemli unsurlardan biridir, belki de birincisidir güven.
Sevgi dağların arkasından eşyayı uyandırarak çıkan güneştir. Yaşamın asıl kaynağı odur. Suyun kalbi ve yaprağın nabzı onunla atar. İnsanın en has gülüşünden sevginin güneş ışıkları parlar. Işık dokunduğu nesneyi aydınlatır, sevgi gibi. Güven olmadan oluşan sevgi var mı; yıkılmak zorundadır. Sevginin sakatlanması, her tür insan ve toplum ilişkilerinin sakatlanması anlamına gelir.
Sevgi duygusunu yeterince alamadan o güne gelmiş insanlar, çocuklarına yakınları sevgi vermesini bilemezler. Bazen sevgileri öfkelerinin dikenleri arkasına saklanmış olarak ortaya çıkar, bazen kırgınlıklarının derinliği kadardır size göstermeye çalıştıkları sevgileri. Duygu dünyası bataklıklarla dolu topraklarda büyümüş insanlar, doyumsuz bir sevgi açlığı taşırlar. Yüreği diken tarlasına dönmüşse kişi, size dikenden başka ne ikram edebilir gönül sofrasında. Yüreklerinde açılmış kraterler dolmayı bilmez onların. Sevgiyi ve güveni karşıdan beklerler hep. Sevmek çoğu insan için sahip olmaktır. Sahip oluncaya kadar korkunç cabalar harcayıp, sonra da sahip oldukları varlığı lüks bir eşya gibi kullanır ama aç gözleri daima tanımını bilmedikleri en iyiyi kovalamaktan yana doymayı bilmez. Yüreği kör bir girdap olanlar için, sevmek sahip olunca biten bir olgudur. Bu nedenle ki, evlilik bir sahip olma kurumudur. Birliktelik yüreklerle değil, yasalarla, sözleşmelerle, çeyiz senetleriyle devlet güvencesine alınan, şirketsel bir kurumdur. Şirketlerde aşk yaşamaz. Aşk yalnızca ona ulaşma sürecinde vardır. Ulaşınca evlilik onu öldürmüştür. Evlilik bir canavardır o halde. İyi de, evlilik dediğin kâğıt üzerinde iki imza ise, nasıl bir canavar oluyor.
Belki sizin insanınız, size gelinceye kadar güvensizliklerde kulaç attı. Yaşadığı ilişkilerde defalarca kırıldı. Kalbinin heyelanlarında yanardağ lavlarının yanıkları var. Orada yaban otlar büyüdü, vahşi dikenler boy attı. Her diken bir canlının korunma silahıdır. Rahat bırakın kalbinizi. Şimdiye kadar beyninize enjekte edilen kof gururlardan, içi boş benlik duygulardan arının ve rahat bırakın kalbinizi. Birbirinin dilinin bilmeyen çocuklar, nasıl bir süre sonra birlikte oynamanın bir yolunu bulur ve hemen bir ortak dil geliştirirse, rahat bırakın kalbinizi; iki kalbin ortak dilini bulmaya gitsin bırakın. Vücudun kaşınan yerini nasıl bilir insanın eli. Bırakın kalbinizi, kendine ait olana ve ait olduğuna gitsin. Ağaçların kökleri nasıl arayıp bulur kör toprağın altında suyu. Bırakın kalbinizi, içindeki sevginin değinini yapsın. Çocuklar ne çok kavga edip ağlar ve ne çabuk barışırsa, yüreğiniz yârin yüreğiyle dilleşmeyi öğrensin düşe kalka bırakın. Yaban otları büyütmüş topraklarınızı güllerle donatamazsınız başka türlü. Kuşkusuz ki bahçeniz güllerle dolsa bile güllerin dikeni hep var olacaktır.
Sizin ilişkiniz hakkında karar verme yetkisi yalnızca size ait olduğu zaman, sizi birbirinize bağlayan şeyler ortadan kalkınca, o ilişkiyi sırtınızda bir ceset gibi taşımazsınız. İlişkinize sizden başka bir güvence var mı? Her şey iki insan arasında gelişip var olduğu sürece, hangi güç kaçınılmaz sonucu değiştirebilir. Evlilik sözleşmesi, ilişkinize dışardan sokulan, güven sözleşmesi değil mi. Peki neden bir taraf bırakır da, diğer taraf onun peşinden sürüklenir, onun yakasını bırakmaz. Nedir yüreğinde kendisine dair aşk kalmamış olanın peşinden giderek almaya çalıştığı. Nafaka, tazminat nikâhın ve yasaların maddiyat güvencesi yanı değil mi. Eğer aşk varsa, onun bittiği yerde, bitişi düşmanlığa ve kine boğan kavramlar bunlar. Devlet tarafından güvence altında olan insan, kendisini bırakıp gidenden, para kopartmaya çalışmaz; olsa olsa istediği ortak çocuklarının masraflarıyla katkı isteği olacaktır. Bu da olması gerekendir zaten.
Bitkiler beslendikleri toprağa ve yükseltiye göre çeşitlilik gösterir. Her iklimin ve yüksekliğin kendi bitkileri var. Dikenler de, çiçekler kadar doğaldır ve toprakların üzerinde kardeşçe boy verirler. Dikenler çiçekli dalların korunma araçları oldu hep. Diken ve gül ayrı şeyler değildi. Güzelliğinden ne çok şey kaybederdi dikensiz bir dünya.
İnsanın da dağları, ovaları, akarsuları uçurumları, çölleri var. Bu dağların yamaçlarında ve denizlerin diplerinde, o çöllerin kıracında büyüyor duygularımızın ormanlarından çayırlarına kadar. Varoluşuna, doğallığına müdahale edilen doğada, hormonlu bitkiler büyütülünce dengeler bozuldu. Aşkın katili insanın yüreğindeki onun insan yapan duygulara da hormon katarak, onu insanlığından çıkardı.
Toplumun farklı kesimlerinde farklı insanlık trajedileri yaşanıyor artık. Köylü farklı yaşıyor aynı yozluğu, hamal farklı yaşıyor, memur başka türlü, küçük burjuva aydını daha farklı yaşıyor hormonlu yozlukları. İnsanın yapısında var, yanlışını makul hale getirip rahatlamak. Değilse ne fahişeler ve hızsızlar, ne sonradan vicdanını kaybedenler, masumiyetini ağır ağır yitirenler; değilse vicdan azabından kurtulamazlardı. Aç kedinin yavrularını fareye benzetip benzetip yemesine benziyor bu. İkili ilişkilerde, yanlış yapan kişilerde yanlışını kabullenmek erdemi taşımayanlar, savunma mekanizmalarını saldırı aracına çevirip, sanki o an o yanlışı yapmamış gibi, karşısındakine “sen de şunu yaptın”,” sen de bana böyle demiştin”, gibi sözlerle kendi yanlışlarını makul göstermeye çalışıyorlar. Binlerce yol ayrımına, tam da buradan gidiliyor işte. Suçluyken, suçlamak; hatalıyken karşısındakine hata yüklemek, belki kendisini o an için rahatlatıyor; ama karşısındakini kaybettiğinin farkına bile varamıyor. Ortalığa bir cephe ve iki kamp açıyor ve savaş başlamış oluyor. Artık sevişmeler bile bu cepheyi kapatamaz ve artık ellerin okşaması farklı olacaktır.
Aşkın katili, kediye yavrusunu fareye benzettirip yedirtiyor. Her toplum kesiminde hormonlanan ilişkiler, oranın iklim ve toprağına göre biçimleniyor. Yaşadığı olumsuz hayatın suçunu, şansızlığa, kadere ve kendine yükleyenlere sunulan bir gözbağcılık oluyor aşk ve küçük burjuva aydınları, sinemacılar, reklâmcılar, gazeteciler, yazarlar birer gözbağcı oluyor. Artık dağ köyündeki çoban kızı Hatçe komşu oğlu Memet’in kaval sesine değil, dizi filmlerdeki adamlara âşık oluyor. Aşkın katili geniş yığınlara yalancı aşk peygamberleri sunuyor. Onlar da bir gecelik ilişkilerini aşk diye yazıyor kitaplarında. Yeryüzünde en çok yarını olan, devletlerden ve saltanatlardan daha kadim olan duygu, bir gecelik sevişme sanılıyor. Aşkın katilinin TV’lerinde sürekli olarak sevgili değiştiren fahişeler, sürekli olarak gösteriliyor ve onlara “sanatçı” deniliyor adlarına. Aşkın katilinin TV’lerinde ilkokul çocuklarına bile eşcinselliği ve lezbiyenliğiyle ön plana çıkanlar, sanatçı olarak sunuluyor. Topluma idol diye sunulan kim varsa, sanat diye, yalnızca pislik üretiyor; ne roman, ne şiir, ne film, ne müzik, yalnızca pislik. Belirli bir “güzel” kavramı kalmamış, neyi aradığını bilmeyen, kekliğe benzeteceğim diye kendi yürüyüşünü kaybetmiş insanlar da, sürekli saçlarını sakallarını, kılıklarını, konuşma biçimlerini onlara benzetmeye çalışarak, onlarla özdeşleşiyor. Geri kalmış, yağmalanan, sömürgeleşmiş, fabrika imalatı insanlar dolaşıyor geniş caddelerden, kenar mahallelere, hatta köy kahvelerine kadar.
Bu sırada, itiraz edenler, karşı çıkanlar, bunları, sözle, yazıyla, resimle, müzikle, şiirle dile getirenler, yargılanıyor, zindanlara kapatılıyor veya tecrit ediliyor. Aşkın katili, her şeyin katili olarak, vatan hainliğini bile alkışlıyor ve ödüllendiriyor.
Güzel ve çirkin akıllı ve aptal iyi ve kötü hep vardı. Güzele güzel davranıldı hep. Her yerde, tanrının yarattığı ağzının burunun vücudunun biçimi ile ön plana geçti. Çocukken güzelliği söylene söylene şımartıldı. Okulda, işte ön planda tutuldu. Onun hataları affedilir oldu, çirkin sayılana göre. Onun başarısı daha önemsendi. Hep ilgiye alıştı o, hep narin bir çiçek sayıldı. Oysa bazılarının burnunun büyüklüğü suç oldu, bazılarının ağzının iriliği. Başarıları görmezden gelindi, sevgileri değersiz sayıldı. Prenseslere benzetilen güzel, hep beyaz atlı prenslere layık görüldü. Bu fiziksel görünüm, aşkın nedeni sayıldı. Gün olur, her canlı ve cansız yaşlanır ve eskirdi; hiç kimse engelleyemezdi doğanın bu akışını. Aşka gelince, gittikçe çoğalması gereken bir duyguydu. Güzellik ve aşk ters orantılı gelişiyordu. Aşkın kendi güzellik anlayışında ise, aşk çirkini güzel kılan bir duyguydu, tıpkı güneşin karanlığı aydınlatması gibi. Genel anlamda eğer insan yüzü kalbinin kitabesiyse, insanın çirkini ve güzeli değil, sevimli ve sevimsizi olması gerekiyordu. Siz hiç görmüyor musunuz vücut hatları dökülmüş, etleri sarkmış, göbekleri çıkmış, yaşlı çiftlerin el ele mutluğunu. Aşk ki, yalnızca, güzel diye, yakışıklı diye sunulana ait olsaydı, diğer tüm insanlar kovalamak için bir hayal bile bulamazlardı. Aşkın katili, aşkı, güzel dediği biçimle özdeş kılarak, çirkin sayılana bir ömür boyu kovalama ve arama illüzyonu verdi. Bu dehşetli ayrım biçimi, beğenilmeyenin ruhunu sakatladı. O da giderek kendini eksikli kabul etti. Başkalarının ona biçtiği gibi, bacağının kolunun biçimiyle kendini aşağıladı. Ne zaman ki çocukken beynimize ekilen illüzyondan arınırsak, gerçek aşkı yaşama şansımız o zaman olacak. Çünkü sen ancak aşkın kadar güzel olabilirisin. Çünkü sen ancak sevdiğin için en güzel ve en yakışıklı olabilirsin. Bunu böyle bilince, aşkın katilini bir adım daha geriletmiş olduğunu göreceksin.
Bir Japon filminde gördüm; adam ordularıyla bir kenti kuşatmıştı. O kentin sahibi olan düşmanları da, adamın sevdiği kadını rehin almışlardı. Haber gönderdiler komutana; ”eğer saldırırsan, sevdiğini öldüreceğiz”.Komutan,”geri çekilmeyeceğini, kenti alacağını, sevdiğini öldürmelerini” söyledi. Sevdiği kadın hiç istifini bozmadan, oturuyordu. Kentin sahibi olanlardan haris bir kadın ona; ”bak “dedi,”sevdiğin senin öldürülmene ferman yazdı, buna razı oldu.”Tutsak sevgili ona şu cevabı verdi; ”işte sizlerle bizim aramızdaki fark da bu. Eğer sizin gibiler öyle düşünmeseydi yeryüzünde düşmanlık, kin ve savaşlar olmayacaktı. Çünkü aşk, sevdiğinin sizin hakkınızda ölüm kararını onaylaması halinde bile, onun en doğru kararı verdiğine inanmaktır.”
Adnan Durmaz
18.09.2006
Kayıt Tarihi : 22.9.2006 02:24:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Adnan Durmaz](https://www.antoloji.com/i/siir/2006/09/22/bahcivan-duzyazi.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!