A- HİKÂYELER
Onu, oldukça soğuk bir sonbahar sabahı görmüştüm ilk kez. Teknik Üniversitede ikinci yılımdı. Her günkünden biraz daha erken çıkmıştım evden. Sonbahar sonlarının ayazına rağmen, havayı ısıtamasa da, insanın içini ısıtan bir güneş vardı gökte ve ben kaç gündür özlemiştim o sonbahar güneşinin içimi ısıtmasını. Kabataş'tan bindiğim otobüs, Gümüşsuyu'na gelirken, güneş, şeytan olup girivermiş olmalı ki on dokuz yaşımın kaynayan kanına, dışarıda bu pırıl pırıl İstanbul günü dururken, fakültenin loş koridorları, birden çok itici geldi bana ve o gün okulu asmaya karar verdim. Otobüsten inmedim ve Taksime kadar devam ettim. Saat sekiz buçuk civarındaydı ve Beyoğlu, henüz günlük insan yoğunluğuna ulaşmamıştı. Taksim'den Galatasaray'a doğru, kâh vitrinlere, kâh gelip geçenlere göz atarak, âvare âvare yürürken onu gördüm. Sekiz-on adım kadar ötede, karşıdan geliyordu. Telaşlıydı sanki. Bir an, olduğum yerde çakılıp kaldım, ipnotize olmuş gibiydim. Ne ayaklarım, ne gözlerim, beynimden hiç bir komut almaya gerek görmemişti. Yolun üstünde durmuş onu seyrediyordum. Koyu mavi, biraz da kısalmış bir manto giyiyordu ve aynı renk bir kaşkolu sarmıştı başına. Kaşkolun altından sarı saçları alnına ve omuzlarına doğru taşmıştı. Rujsuz, fakat soğuktan iyice kızarmış dudakları ve hele o lâcivert gözleriyle ancak yüce Tanrı'nın yaratabileceği güzellikte bir tablo gibiydi yüzü... Ve o muhteşem tablo, o muhteşem güzellik, yanımdan süzülüp geçtiği kısacık zamanda, âdeta beynime nakşolmuştu. Hem de aklımdaki her şeyi, bir anda silip süpürürcesine...
Bu bir anlık şoktan kurtulunca, hemen yanımdaki dükkânın vitrinine bakar gibi yaptım ve kendimi toplayıp, bilinçsizce yürüdüm peşinden. Sadece bir kaç adım atmıştım ki, onun az ilerideki bir dükkânın önünde durduğunu ve elindeki anahtarla dükkânın kapısını açıp içeri girdiğini gördüm. Ben de o dükkânın vitrini önüne geçtim. Burası, gömlek, kravat, çorap, mendil, çakmak, portföy gibi erkek aksesuarları satılan bir dükkândı. Ben, tabii vitrini değil, içerisini görmeye çalışıyordum. O, mantosundan sonra, başına eşarp gibi sardığı kaşkolu çıkartınca, altın sarısı saçları dökülüvermişti omuzlarına... Bir süre, hayran hayran onu seyrettikten sonra büyülenmiş gibi ayrıldım oradan. Fakat bu ayrılış, sadece bir kaç dakika sürdü ve ayaklarım beni tekrar o vitrinin önüne taşıyıverdi. İçeriyi izleyişim epey uzun sürmüş ve onun da dikkatini çekmiş olmalı ki, birden kapıya doğru yürüdü, karşımda durdu ve o lâcivert gözlerini gözlerimin içine dikerek,
'Beğendiğiniz bir şey var mı? ' demez mi...
O an, hiç düşünemeden ağzımdan 'siz' sözü çıkıverdi. O, gülmemek için, dudaklarını büzerek içeri dönerken, ben de utancımdan terler dökerek koşarcasına uzaklaştım oradan... O gün, hattâ o gece, o muhteşem güzellik, beynime nakş olmuşcasına gözlerimden hiç gitmedi...
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...