b KİTAP Şiiri - Ünal Beşkese

Ünal Beşkese
1008

ŞİİR


61

TAKİPÇİ

b KİTAP

A- HİKÂYELER

Onu, oldukça soğuk bir sonbahar sabahı görmüştüm ilk kez. Teknik Üniversitede ikinci yılımdı. Her günkünden biraz daha erken çıkmıştım evden. Sonbahar sonlarının ayazına rağmen, havayı ısıtamasa da, insanın içini ısıtan bir güneş vardı gökte ve ben kaç gündür özlemiştim o sonbahar güneşinin içimi ısıtmasını. Kabataş'tan bindiğim otobüs, Gümüşsuyu'na gelirken, güneş, şeytan olup girivermiş olmalı ki on dokuz yaşımın kaynayan kanına, dışarıda bu pırıl pırıl İstanbul günü dururken, fakültenin loş koridorları, birden çok itici geldi bana ve o gün okulu asmaya karar verdim. Otobüsten inmedim ve Taksime kadar devam ettim. Saat sekiz buçuk civarındaydı ve Beyoğlu, henüz günlük insan yoğunluğuna ulaşmamıştı. Taksim'den Galatasaray'a doğru, kâh vitrinlere, kâh gelip geçenlere göz atarak, âvare âvare yürürken onu gördüm. Sekiz-on adım kadar ötede, karşıdan geliyordu. Telaşlıydı sanki. Bir an, olduğum yerde çakılıp kaldım, ipnotize olmuş gibiydim. Ne ayaklarım, ne gözlerim, beynimden hiç bir komut almaya gerek görmemişti. Yolun üstünde durmuş onu seyrediyordum. Koyu mavi, biraz da kısalmış bir manto giyiyordu ve aynı renk bir kaşkolu sarmıştı başına. Kaşkolun altından sarı saçları alnına ve omuzlarına doğru taşmıştı. Rujsuz, fakat soğuktan iyice kızarmış dudakları ve hele o lâcivert gözleriyle ancak yüce Tanrı'nın yaratabileceği güzellikte bir tablo gibiydi yüzü... Ve o muhteşem tablo, o muhteşem güzellik, yanımdan süzülüp geçtiği kısacık zamanda, âdeta beynime nakşolmuştu. Hem de aklımdaki her şeyi, bir anda silip süpürürcesine...

Bu bir anlık şoktan kurtulunca, hemen yanımdaki dükkânın vitrinine bakar gibi yaptım ve kendimi toplayıp, bilinçsizce yürüdüm peşinden. Sadece bir kaç adım atmıştım ki, onun az ilerideki bir dükkânın önünde durduğunu ve elindeki anahtarla dükkânın kapısını açıp içeri girdiğini gördüm. Ben de o dükkânın vitrini önüne geçtim. Burası, gömlek, kravat, çorap, mendil, çakmak, portföy gibi erkek aksesuarları satılan bir dükkândı. Ben, tabii vitrini değil, içerisini görmeye çalışıyordum. O, mantosundan sonra, başına eşarp gibi sardığı kaşkolu çıkartınca, altın sarısı saçları dökülüvermişti omuzlarına... Bir süre, hayran hayran onu seyrettikten sonra büyülenmiş gibi ayrıldım oradan. Fakat bu ayrılış, sadece bir kaç dakika sürdü ve ayaklarım beni tekrar o vitrinin önüne taşıyıverdi. İçeriyi izleyişim epey uzun sürmüş ve onun da dikkatini çekmiş olmalı ki, birden kapıya doğru yürüdü, karşımda durdu ve o lâcivert gözlerini gözlerimin içine dikerek,
'Beğendiğiniz bir şey var mı? ' demez mi...
O an, hiç düşünemeden ağzımdan 'siz' sözü çıkıverdi. O, gülmemek için, dudaklarını büzerek içeri dönerken, ben de utancımdan terler dökerek koşarcasına uzaklaştım oradan... O gün, hattâ o gece, o muhteşem güzellik, beynime nakş olmuşcasına gözlerimden hiç gitmedi...

Ertesi sabah ilk işim, doğruca Beyoğlu'na, o dükkâna koşmak oldu. Vitrinden içeri bir göz attığımda onun çoktan gelmiş ve dükkânın içinde bir şeyler yapmakta olduğunu gördüm. Bütün gece yaptığım plânı uygulamak üzere içeri girdim. Çok kibar bir tebessümle karşıladı beni ve 'buyrun efendim, hoş geldiniz' dedi. Konuşmasında çok hafif belli olan bir lehçe hissettim. Bir kravat almak istediğimi söyledim. Ve ona yakın olmak, o güzelliği daha yakından yaşayabilmek için, dakikalarca, dükkândaki tüm kravatları teker teker inceledim. O da, minik beyaz elleriyle, kravatları üzerime tutuyor, üzerimdeki kıyafetle hangisinin daha uyumlu olacağına dair fikrini söylüyordu o tatlı lehçesiyle. Benim ise kravatlara baktığım bile yoktu. Ben, gözlerimi onun güzel yüzünden, lâcivert gözlerinden alamıyordum bir türlü... Yarım saate yakın süren bu kravat seçimi, dükkâna başka bir müşterinin girmesiyle sona erdi. Kravatlardan birini aldım ve teşekkür edip çıktım dükkândan. Plânımın ilk adımı gerçekleşmiş ve onunla ilk yakınlaşmayı sağlamıştım. Bu yakınlaşma metodu çok hoşuma gitmişti. Fakat her gün bir şey satın alacak kadar çok param yoktu. Sonraki gün, pul kolleksiyonumdan bir kaç seri alıp, önce Yüksekkaldırım’da bir pulcuya gittim. Onları yarı fiyatına satıp dükkâna koştum, güzel, markalı bir mendil aldım, tabii yine uzun bir sohbetten sonra... Bu arada, mendildeki harfi bahane edip, adımı söyledikten sonra, onun adını sordum. Gülerek, 'sen deseniz yeter' dedi ve adını söylemedi.

Aynı sistemdeki alış verişimin dördüncü günüydü. Artık o da bu alış verişlerimdeki esas gayemi anlamıştı. Daha önceki günlerde, alış veriş sohbetlerimiz sırasında talebe olduğumu da söylemiştim. Ondan çok hoşlandığımı anlamış olması, gerek onun karşısındaki toyca heyecanlanmam, gerekse ona hep nezaketle davranmış olmam, onu yumuşatmıştı. Ve bana biraz güven, biraz da sıcak bir ilgi duymasını sağlamış olmalı ki, tatlı bir gülüşle yüzüme baktı ve 'Her gün bir şeyler almanız gerekmiyor, isterseniz, sabahları, buradan geçerken sadece bir günaydın demek için de uğrayabilirsiniz' deyiverdi... Bu sözler, benim bayramım olmuştu. Sonraki bir kaç gün de, bu kısacık günaydın sohbetleriyle yetindim. Nihayet, ertesi haftanın ortalarında, ona iş çıkışı, bir pastanede pasta yemeyi teklif ettim. Biraz düşündükten sonra, 'bu gün olmaz, belki yarın...' dedi. Ertesi sabah da, annesinden izin aldığını ve yarım saat için teklifimi kabul ettiğini müjdeledi. O akşam ilk kez karşılıklı oturduk ve çaylarımızı yudumlarken, birbirine sevgiyle bakan iki arkadaş gibi sohbet ettik...

Pastane sohbetlerimiz, aralıklı olarak sonraki günlerde de devam ederken, bir yandan da giderek aramızda daha sıcak, daha samimi bir dostluk oluşmasını sağlamıştı. O tatlı lehçesiyle kendisi ve ailesi hakkında bana oldukça ilginç gelen, hattâ biraz da şaşırtan şeyler anlattı.
Adı Aleksandra'ydı ve onsekiz yaşındaydı. Anneannesi,1917 Bolşevik ihtilâli sırasında Rusya'dan kaçıp Türkiye'ye iltica eden Beyaz Ruslardanmış. Dedesi, Çarlık Rusya’sında önemli görevlerde bulunan bir Rus asilzadesiymiş ve ihtilâlciler, onu ihtilalin ilk günü evinden almışlar, bir daha da hiç kimse görmemiş onu. Bir aile dostları, anneannesiyle, o zamanlar küçük bir çocuk olan annesinin kaçışlarını sağlamış. Çok maceralı ve meşakkatli bir yolculuktan sonra İstanbul'a ulaşmışlar. Anneannesi, yanında getirmeyi başardığı bir servet değerindeki mücevherleri birer birer satarak, uzun süre, buradaki geçimlerini rahatça sağlamış. Bu mücevherlerin tükenmeye yüz tuttuğu yıllarda, annesi de artık, Aleksandra gibi çok güzel bir genç kız olmaktaymış. Tam o günlerde, Rus konsolosluğunda çalışan bir görevli, Aleksandra'nın annesini bir yerde görmüş, çok beğenmiş ve onunla evlenmek istemiş. Zaten maddi sıkıntıya girmek üzere olan anneanne de, adamın Galatasaray ile Tünel arasında bir dairesi olduğunu da öğrenince, bu teklifi hemen kabul etmiş ve kısa süre sonra bu evlilik gerçekleşmiş. Bundan sonra, aile, damadın, Tünel yakınlarındaki eski bir taş binanın üst katlarındaki loş dairesine taşınmış ve orada yaşamaya başlamışlar. İşte, Aleksandra da, bu izdivacın ilk ve tek mahsulü olarak dünyaya gelmiş... İlk yıllarında gayet mutlu ve huzurlu bir yaşamları varmış. Aleksandra çok küçükken anneannesi vefat etmiş. Yine de onu hayâl meyal hatırladığını ve çok sevdiğini söyleyerek: 'Beni hep lâternada müzik çalarak uyuturdu ve yemeğimi yedirmek için Rus halk şarkıları söylerdi, güzel sesiyle' diyordu.
Babası, Aleksandra'nın öğrenimine çok önem veriyormuş. Aleksandra'yı Alman lisesine kaydetmişler. O da çok başarılı bir öğrenciymiş. Fakat ne olduysa, onun lisenin ilk sınıfına geçtiği yıl olmuş. Önce konsolosluktan, babasına, Aleksandra'nın, hâlâ bilmediği bir görev verilmiş. Babası, onlara kısa bir süre İstanbul dışında çalışması gerektiğini, döndüğünde bu görevle ilgili daha çok bilgi verebileceğini söyleyerek yanlarından ayrılmış. Fakat o kısa süre, hiç bitmemiş. O günden beri, babası ne geri dönmüş, ne de ondan bir haber alabilmişler. Konsolosluğa yaptıkları hiç bir başvuruya da, onları aydınlatan bir bilgi alamamışlar. Başka bir gelirleri olmadığından, annesi, kendine kalan mücevherleri satarak bir süre idare etmeye çalışmışsa da, giderek artan geçim sıkıntısı, başa çıkamayacakları boyuta ulaşınca, Aleksandra, önce öğrenimini erteletmek zorunda kalmış. Sonra da iş aramaya başlamış ve benim onu gördüğüm mağazada tezgâhtar olarak çalışmaya başlamış. Ev kirası vermediklerinden, kıt kanaat de olsa onun getirdiği ile geçiniyorlarmış.

Aleksandra, pastaneye gittiğimiz akşamlar bunları parça parça anlatmıştı bana. Bazı yerinde, mutlu bir tebessüm beliriyordu güzel yüzünde, bazen de o lâcivert gözlerinde parlak damlacıklar oluşuyordu. Sık sık da özür diliyordu hep kendinden bahsettiği için. Ve her şeyi bana böyle anlatmasını da iki nedene bağlıyordu: Biri, benim onu ilk gördüğüm günlerdeki saf görünecek kadar çocuksu ve içten davranışlarım, biri de, şu beyaz karanfiller... Yeri gelmişken, o beyaz karanfillerin ilginç öyküsünü de anlatayım:
O zamanlar, Taksim Sineması'nın yanındaki hanın kapısında, akşamları çiçek satan 20-25 yaşlarında bir Roman kız dururdu. Bir akşam, önünden geçerken, bir adım öne çıkıp, 'hey, yakışıklım, bir cigara versene' diye seslenmişti. O zamanlar, sigara içmiyordum. Fakat keyifli bir ânıma denk gelmiş, ya da bu 'yakışıklım' hitabı hoşuma gitmiş olmalı ki, bir an durakladım. O yıllarda, Amerikan sigaraları kaçak satılırdı ve aynı hanın kapısında duran biri de, geceleri bu işi yapardı. Ondan bir paket Kent sigarası aldım ve kıza verdim. Bu hareketim pek hoşuna gitmiş olmalı ki, o geceden sonra, ne zaman oradan geçsem, bana ya bir demet menekşe, ya bir kırmızı gül uzatır, 'yakışıklım, al, benden' derdi. Ben de çoğu kez, teşekkür eder, saçını okşayıp geçer, nadiren de, onu kırmamak için uzattığı çiçeği alır, bolca bir bahşiş bırakırdım önündeki sepete.

Bu pastane buluşmalarımızın ilk akşamında, çiçekçi kızın bana uzattığı tek beyaz karanfili almış ve buluştuğumuzda Aleksandra'ya vermiştim. O da, mutluluğunu belirten bir tebessümle, teşekkür ederek aldığı çiçeği önce koklamış, sonra dudaklarına değdirmiş ve o akşam gidene kadar elinden bırakmamıştı. Sonraki akşam, yine bir beyaz karanfil almak istedim. Kız, karanfillerin en güzelini seçip verdi ve elimi cebime attığımı görünce: 'Çok üzersin beni, darılırım' demiş ve para almayı reddetmişti. Daha sonraki akşamlarda da, daha beni görür görmez, beyaz bir karanfil seçiyor ve kesinlikle de para kabul etmeden bana uzatıyordu... Böylece, pastaneye gittiğimiz her akşam, bir beyaz karanfil sundum Aleksandra'ya... Meğer karanfil, Aleksandra'nın en çok sevdiği çiçekmiş ve hiç bir akşam, gidene kadar elinden bırakmadı çiçeği, kâh koklayıp öperek, kâh lâcivert gözlerini çiçeğe dikip hayâle dalmış gibi uzun uzun seyrederek... İşte, bir paket sigara ile gönlünü almış olduğum çiçekçi kızın vefâlı ve cömert davranışı ve bana âdeta zorla hediye ettiği beyaz karanfiller, Aleksandra'nın gönlünde, bana sıcacık bir yer açmış oldu.

Aleksandra ile aramızdaki münasebet, giderek renksiz bir dostluktan öte, sevgi ağırlıklı bir renge dönmekteydi. Ben, fakültedeki öğrenimimi tamamen göz ardı etmiştim sanki. Sabahları dükkândaki kısa günaydın sohbetleriyle akşamlardaki pastane sohbetleri arasında kalan zamanımı da onu düşünmekle geçiriyordum.

Bir akşam, ona pazar günü birlikte sinemaya gitmeyi teklif ettim. Bana, yine, önce annesine soracağını söyledi. Ertesi gün söyledikleri ise ben epey şaşırtmıştı. Zira annesi, bu izni vermeden önce beni görmesi gerektiğini söylemiş ve bunun için de, kararlaştıracağımız uygun bir zamanda, bir çay içmek üzere beni evlerine davet etmesini istemişti. Annesini tanımadığım için, bu teklif önce beni epey tedirgin etti. Bunun, uzun vâdeli bir plânın ilk ayağı olabileceğini düşündüm. Fakat sonra, en azından, bir miktar tanıdığım Aleksandra'nın bu tarz bir oyuna alet olmayacağını düşündüm ve teklifi kabul etmeye karar verdim. Ve o cumartesi akşamı, dükkândan çıktığında, pastaneye gitmeyip, beni evlerine götürmesi için anlaştık Aleksandra'yla...
Cumartesi günü, yine pul kolleksiyonumdan bir kaç seriyi feda ederek maddi durumumu takviye ettim. En sevdiğim takım elbisemi giymiş, güzelce traş olmuştum. Benim çiçekçi kıza, güzel bir demet çiçek hazırlattım ve Aleksandra'yı dükkân çıkışında aldım. Galatasaray ve devamında Tünel'e doğru yürümeye başladık. Tünel'e yakın eski bir taş binanın önünde durdu ve 'geldik' dedi. Nedenini bilmiyordum ama birden heyecanlandığımı hissettim. Apartmanın dış kapısı açıktı. İçeri girdik. Basamakları yenmiş mermer merdivenleri çıkıp dördüncü kata ulaştığımızda Aleksandra, büyük ahşap daire kapısının önünde durdu, yüzüme bir tebessüm gönderip kapının ziline dokundu. Bir kaç saniye sonra kapı aralandı. Bir an şaşkınlıktan donakaldığımı hissettim. Karşımda Aleksandra'nın biraz daha olgunlaşmış bir eşi duruyordu sanki. Aynı lâcivert gözler, aynı güzel yüz... Sadece saçlarının rengi, biraz daha koyulaşmış gibiydi.
'Hoş geldiniz' diyerek bizi içeri alırken, Aleksandra da bizi, birbirimize takdim etti. Annesi, çok güler yüzlü ve kibar bir hanımdı. Hatır sorma merasiminden sonra, Aleksandra, annesinin hazırlamış olduğu kek ve çay servisini yaptı. Çaylarımızı yudumlarken, annesi, yani Madam Olga'nın, hatır sormak kalıpları içinde, ben ve ailem hakkında bir şeyler öğrenmek istediğini hissetim. Ben de, bir yandan onun nezaket gereği görünümündeki sorularını cevaplarken, bir yandan da, etrafa göz atıyordum pek belli etmemeye çalışarak... Loş salonda gözüme çarpan bir kaç parça eşya, bu kadının yüzünde gördüğüm güngörmüş ifadeyi doğrular mahiyetteydi sanki. Bir köşede siyah şamdanlı bir piyano, bir başka yanda büyükçe bir laterna, duvarda oldukça büyük bir çerçeve içinde, göğsü madalyalarla dolu siyah sakallı ve oldukça yakışıklı bir Rus subayının resmi v.s vardı... Duvardaki resme baktığımı gören Madam Olga, bu resmin, Rusya'da kalan babasının, ihtilalden önceki bir resmi olduğunu söyleyerek sözü aldı ve anlatmaya başladı:
Çocukluğunu, Leningrad'da muhteşem bir malikânede geçirmiş. Malikânenin mermer bir balo salonu varmış ve orada sıkça balolar, yemek davetleri, piyano ve keman resitallari düzenlenirmiş. Kapılarında duran dört atlı bir faytonları varmış ve gidecekleri yerlere onunla giderlermiş. Madam Olga, çocukluğunun en mutlu anlarını, bale derslerinde ve bu faytonla yapılan gezintilerde yaşadığını söylerken, gözlerinin hafifçe dumanlandığını gördüm.

Aleksandra çaylarımızı tazelemek için kalktığında, Madam Olga, sehpanın üzerinden, kapağı gümüş işlemeli büyük albümü alarak yanıma ilişti. Albümdeki her biri mazide kalmış aristokrat bir yaşamın anılarını yaşatan resimler hakkında, kısa kısa bilgiler verirken, ben de göz ucuyla bu güzel kadının, içini yakan bu anıları gizlemeye çalıştığı bir hüzünle ve adeta yeniden yaşayarak anlatışını, saygıyla izledim hep.

Madam Olga, albümdeki resimler hakkında, arada farkında olmadan Rusça kelimeler de karıştırarak verdiği bilgileri tamamladığında, ikinci çaylarımız da çoktan bitmiş ve vakit de epey ilerlemişti. Ben, her şey için teşekkür edip, müsaade istedim ve yavaşça yerimden kalktım. O zaman, Madam Olga da hızla yerinden kalkıp önüme geçti ve gözlerimin içine bakarak titreyen bir sesle 'Bakınız delikanlı, bu kız bu güzelliklerden hiç birini göremedi, bahtı, onun yüzüne hiç gülmedi. Bundan sonra, onun seninle sadece iki arkadaş olarak uygun saatlerde uygun yerlere gitmesine izin veriyorum, yalnız unutma, onu bir an bile üzersen, onun üzüleceği en küçük bir hareketin olursa, şu kadın halimle, dünyayı sana zindan ederim' dedi. Bu uzun konuşmanın en sonundaki kelimeleri söylerken, anneliğin verdiği bir duyguyla, bir dişi aslan gücünde ve çok da inandırıcıydı. Bu ziyaretimde dikkatimi çelen bir husus da, Madam Olga'nın, buradaki evliliğinden, Aleksandranın babasından ve onun gaybubetinden hiç bahsetmemiş olmasıydı...

O gece ayrılırken, ertesi gün için konuşamamıştık Aleksandra'yla. Fakat sonraki hafta içindeki buluşmalarımızda, sonraki pazar için seyretmeyi düşündüğümüz filmi ve buluşma saatimizi kararlaştırdık ve o pazar ilk kez birlikte olmanın mutluluğunu yaşadık. Günün uzun sürelerini birlikte geçirdiğimiz mutlu pazarlar birbirini izledi o günden sonra... Kâh bir sinemada, kâh Boğaziçi'ndeki bir kır kahvesinde ama hep yan yana, hep artan bir sevgiyle beraber olduk. Benim talebe bütçemin izin verdiği ölçüde oluyordu gezmelerimiz. Genelde, İstanbul'un güzellikleri yardımcı oluyordu bu konuda bana... Bir gün, Emirgân'da, Çınaraltı'nda içtiğimiz birer çaydan sonra, kâğıt helvalarımızı yiyerek deniz kıyısında yürümekle, bir başka gün, Kanlıca İskelesi'nin yanıbaşında, pudra şekerli yoğurtlarımızı yiyip geçen gemileri seyrederek, ya da, Moda Burnu'nda, gün batışını bir şiir okur gibi seyrederek ve hep yanyana, hep başbaşa mutluluğu doya doya yaşıyabiliyorduk. Bazen bir bardak çayı bitirene kadar diker, hiç ayırmazdı o lâcivert gözlerini gözlerimden, eridiğimi sanırdım bakışlarının sıcaklığından, bazen de bir deniz kıyısında gelir, yanıma oturur, başını omzuma koyup gözlerini kapatır, dakikalarca hiç konuşmadan öylece dururdu... İlkbahar biterken, benim fakülte ile ilişkim, o yıl için tamamen bir bozgun yaşamaktaydı.

Onun bana sevgisi arttıkça, büsbütün bağlanmıştım ona ve başka hiç bir şey düşünemez olmuştum. Ondokuz yaşın toyluğuyla, ayaklarım yerden, aklım da başımdan epey yukarıda yaşıyordum aylardır ve Aleksandra da her haliyle, her davranışıyla, adeta, sadece benim yanımdayken mutlu olduğunu belli ediyordu... Akşamları çoğu gün, onu dükkândan alıp evine kadar yürüyorduk beraber.

Bir akşam, tam Aleksandra dükkânı kapatmaya hazırlanırken, takım elbiseli, kravatlı, bol ve sarı saçlı, iri yarı bir adam, telaşla girdi dükkâna. Önce, bana ters bir bakış fırlattıktan sonra, doğru Aleksandra'nın yanına yürüdü ve kısık bir sesle Rusça konuşmaya başladı sinirli sinirli... O konuştukça, Aleksandra'nın yüzü önce kızardı, sonra sarardı, sonra da bembeyaz oldu. Tezgâha yaslanmasa, düşecek gibiydi, titriyordu, yıkılmıştı adeta... Hiç konuşmadan dinledi adamı. Arada bir kaç kez, sadece tek heceli hayret ve üzüntü ifadeleri dökülüyordu ağzından ve bazen de, kabul etmek anlamında başını sallayabiliyordu... Adam konuşması bittikten sonra, tehditkâr bir şekilde parmağını sallayarak, bir kez daha yüzüne baktı Aleksandra'nın, sonra yine bana doğru sert bir bakış fırlatıp, geldiği gibi süratle çıkıp gitti... Hemen yanına gidip, başını elimle omzuma doğru çektim, ne olup bittiğini sordum. Bir süre hiç konuşmadan hıçkırdı için için ve sonra, zorla, kesik kesik anlatmaya başladı:

Bu adam, üç yıl önce, Konsolosluktan gelip, babasına o gizli görevi veren kişiymiş. Babasına, Suriye ve Irak'ta Rusya'nın çıkarları doğrultusunda bazı görevler verilmiş. Bu görevleri yakın zamana kadar başarıyla yerine getirmiş. Ancak geçen hafta Irak polisi tarafından yakalanmış, sorgusu sırasında kimliği ortaya çıkmış. Ve muhtemelen Türk Milli İstihbaratına bilgi verilmiş, bir kaç gün içinde Türk Emniyetinden, Aleksandra'ya ve annesine bazı sorular sorulacakmış ve bu sorgu sırasında kesinlikle bu görevin Konsolosluk tarafından verilmiş olduğunu söylememeleri gerekiyormuş. Babasının bir gün aniden yok olduğunu ve bir daha hiç haber almadıklarını söylemeleri gerektiğini söylemiş. Ve sonunda, parmağını sallayarak, ‘aksi halde annen ve senin için çok kötü olur’ diyerek bir tehdit savurup gitmiş.

Morali çok bozulmuştu Aleksandra'nın. Onu, o haliyle eve götürmeden önce, açık havada biraz rahatlamasını sağlamak ümidiyle Taksim Gezisi'ne kadar yürüyüp bir bankta oturttum. Bir kaç kez, kafasındaki karmaşayı dağıtmak için, değişik konularda laf açmaya çalıştımsa da, o hiç konuşmadı oturduğumuz sürece... Sonunda, daha fazla gecikmeden kalkmamız gerektiğini düşündüm ve kalktık. Yolda, yine hiç konuşmadı ve apartman kapısına kadar öyle yürüdük. Sonra ona, üzülmemesini söyledim ve ayrıldık.
Sonraki bir kaç gün, Aleksandra benimle pastaneye bile gelmedi. Çok üzgün ve çekingen bir hali vardı. Çok az konuşuyor, hiç bir şey anlatmıyor, hattâ konuyla ilgili sorularımı üstünkörü cevaplarla geçiştirip, adeta koşar adımlarla bir an önce evine ulaşmaya çalışıyordu. Üzüntüsüne saygı duymakla birlikte, elimde olmaksızın, bu halinden rahatsız olmuştum ben de. Her ne kadar, ailesiyle ilgili konuları bana açmasını gerektirecek kadar çok derin ve çok uzun bir arkadaşlığımız olmasa da, onun daha içten davranmasını, derdini benimle paylaşmasını bekliyordum zira. Sonunda bu kırgınlığımı ona hissettirmek için bir kaç akşam onu almaya gitmemeye karar verdim. Zaten, evdeki durumum da tatsız bir hâl almaya başlamıştı. Her ne kadar, küçük yalanlarla fakülteyi bütün yıl boyunca dışlamış olmamın sonuçlarını eve aksettirmemiş de olsam, annem ve babam, davranışlarımdan, bir problemim olduğunu hissetmiş olmalılar ki, sık sık, dostça sohbetlerle ağzımı arar gibiydiler.

Bir yandan da, onu çok merak ediyor ve gitmemek için zor tutuyordum kendimi. Sonunda, dayanamadım ve bir hafta başında, sabah, doğru dükkâna gittim. Fakat dükkânın kepenkleri dahi açılmamıştı. O gün, değişik saatlerde iki üç kez daha denedim, fakat hep aynı durumla karşılaştım. Merakım son haddine ulaşmıştı. Evinin önüne kadar gittim, fakat bir türlü çalamadım kapıyı. Bir gün daha beklemeyi tercih ettim. Ertesi sabah, dükkânın açık olduğunu görünce çok sevindim, ancak kapıdan girer girmez sona erdi bu sevincim. Çünki, içeride sadece orta yaşlı bir bey vardı. Artık, içeri girmiş bulunduğumdan, yüzümü kızdırıp, burada çalışan tezgâhtar kızın niye gelmediğini sordum. Adamcağız, gayet sakin bir sesle, o kızın işten ayrıldığını, artık bu dükkânda çalışmadığını söyledi. Teşekkür edip ayrıldım. Bir süre, İstiklal Caddesi'nde bilinçsizce dolaştım. Sonra ne yapmam gerektiğini düşünmeğe çalıştım. Sonunda, her şeyi göze alıp Aleksandra'nın evine gitmeye karar verdim. Apartman kapısı yine açıktı. Merdivenleri bir çırpıda çıkıp, Aleksandra'ların daire kapısının önüne ulaştım. Bir dakika kadar nefeslenip heyecanımı yatıştırmaya çalıştıktan sonra, içimden bir besmele çekip kapıyı çaldım ve bir adım geri çekilip bekledim. İçerden telaşlı bir ayak sesi geldi, sonra, sanırım göz deliğinden bakacak kadar bir süre geçti ve kapı açıldı. Elimden geldiği kadar sakin görünmeye çalışan bir sesle iyi günler diliyordum ki. Madam Olga, 'Girin, hadi girin içeri' dedi ve adeta bu daveti pekiştirircesine bir el işareti yaparak hafifçe geri çekildi. Rahatsız etmekten çekindiğim gibi bir şeyler söylemeye çalışırken, kolumdan çekercesine 'Girin, girin, konuşmamız lazım' dedi ve salona doğru yürüdü. Ben şaşırmıştım. Salona girer girmez gördüğüm ilk koltuğa oturdum. Madam Olga da karşımdaki koltuğa oturdu ve hiç beklemeden anlatmaya başladı:

Konslosluktaki adam, beş gün önce yine gelmiş. Güstav'ın (Aleksandra'nın babasının adı) Irak'ta Rusya için bir takım yasal olmayan faaliyetlerde bulunurken yakalanıp tutuklandığını, işkence altında sorgulanmakta olduğunu, eğer işkenceye dayanamayıp Rus Konsolosuğunca görevlendirilmiş olduğunu itiraf ederse, bunun uluslararası bir skandal yaratacağını ve Rusya'nın çok zor durumda kalacağını, dolayısıyla bir an önce kaçırılması gerektiğini anlatmış.

Madam Olga, nefes almadan anlatıyordu. Bu ara, benim heyecanım geçmiş, yerini güçlü bir merak duygusu almıştı. Bir yandan, bu ilginç öyküyü dinlerken, bir yandan da Madam Olga'yı izliyordum. Kadıncağız, onu gördüğüm günden bu güne, sanki on yıl yaşlanmış, zayıflamış, çökmüş gibiydi. Bembeyazdı rengi ve gözlerinin altı morarmış, çukurlaşmıştı. Ben onu izlerken, o, konsolosluk görevlisinin söylediklerini anlatmaya devam ediyordu:

Güstav, Irak'ın kuzeyinde, Türkiye sınırına çok yakın bir yerde yakalanmış ve halen aynı yerde tutuklu imiş. Aslında oralarda rüşvet çok geçerli bir yöntem olduğunu, onu bu yöntemle kaçırmanın oldukça kolay olduğunu, ancak bütün problemin, üst makamların, onunla görüşmesine izin verecekleri, şüphe çekmeyecek bir ziyaretçi bulmak olduğunu, bu kişinin de eşi veye kızından başka kimse olamıyacağını söylemiş. Aile için de Güstav'ın kurtarılmasının önemi varsa, Rusya'nın bu konuda her türlü fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu bildirmiş. Sonra da hiç beklemeden, siz düşünün, ben yarın tekrar geleceğim diyerek, çıkıp gitmiş.

O gece, Aleksandra ve annesi hiç uyumamışlar. Özellikle, babasını çok seven Aleksandra perişan olmuş. Ana - kız, sabaha kadar hem ağlamışlar, hem düşünmüşler ve sonunda, konsolosluk görevlisi tekrar geldiğinde, sunacağı imkânları akla yakın bulmaları halinde, ikisinden birinin bu işi kabul etmeleri gerektiğine karar vermişler. Ertesi gün, adam geldiğinde bu kararlarını bildirmişler. Konsolosluk görevlisi, yaşı ve fiziği ile Aleksandra'nın oralarda daha etkileyici olacağını ve onun gitmesinin uygun olduğunu söyleyip gitmiş. Zaten bu tehlikeli göreve, annesinin gitmesini hiç istemeyen Aleksandra, ilk iş olarak, çalıştığı mağazanın patronuna, bir mazeret beyan ederek işten ayrıldığını bildirmiş. O akşam, konsolosluk görevlisi yine gelmiş. Bu kez, içinde Aleksandra için bir pasaport, Güstav için sahte bir kimlikle o kimliğe göre düzenlenmiş bir pasaport, rüşvet olarak kullanılacak 9.000 dolar ve Aleksandra'nın yol ve sair masrafları için de ayrıca 1.000 dolar bulunan bir çantayı bırakarak, Aleksandra'ya neler yapacağını bütün ayrıntılarıyla anlatmış. Buna göre, Aleksandra önce Siirt'e gidecek ve onu orada Aliço diye tanınan biri karşılayacakmış. Bu adam, uzun yıllardır Şırnak'ta ikamet eden, sınır ticareti adı altında kaçakçılıkla geçinen sık sık Suriye ve Irak'a girip çıkan ve bu arada parasal menfaatler karşılığında bazı konularda bilgi toplamak, o ülkelerde Rusya adına gizli görev yapan kişilere gerektiğinde yardım ulaştırmak gibi işler beceren, Rus asıllı bir elemanlarıymış onların. Aleksandra'nın bütün görevi, rüşvet parasını bu adama vermek ve onunla birlikte Irak'a geçerek, babasını ziyaret için izin almaktan ibaret olacakmış. Gerisini, Aliço halledecekmiş.

Bu konuşmadan sonraki gün, Aleksandra bana haber vermek için çırpınmış, fakat ulaşabileceği hiç bir imkân bulamamış. Sonuçta iki gün önce, sabah erkenden, ana - kız gözyaşlarıyla vedalaşmışlar ve otobüsle Siirt'e gitmek üzere evden ayrılmış.

Madam Olga, anlattıklarının bu noktasında birden, boğulurcasına, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tâ çocukluğundan, Rusya'daki o muhteşem hayatı terk edip Türkiye'ye göçmelerinden başlayıp, maddi - manevi bir çok üzüntülerle, sıkıntılarla geçen hayatı, sonunda onu bu çok kritik noktaya da sürüklemişti. Bunca yıllık eşi, çocuğunun babası, bir başka ülkede, siyasi bir suçtan yakalanmış, işkence görmekteydi, onun kurtulmasının tek çaresi olarak gencecik kızı, bilmediği yerlerde, karanlık bir adamın peşinde bir maceraya girmiş ve iki gündür ondan en küçük bir haber alamamıştı. Onun bu halini anlamamak mümkün değildi. İşin daha da kötüsü, onu teselli edebilecek, endişelerini geçiştirmeye yardımcı olabilecek hiç bir şey yapamıyordum. Kadıncağıza üzülmemesi, her şeyin düzeleceği gibi bomboş bazı laflar ettim, bir haber aldığında ya da ihtiyaç duyduğunda araması için evimin telefon numarasını verdim ve Allah'ın ona, kızına ve eşine yardımcı olmasını dileyerek veda ettim. Çıktığımda, o hâlâ hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı.

Ertesi gün ve daha sonraki gün, akşamı nasıl ettim, gece, günün ağarmasını nasıl bekledim, bilemiyorum. İçime bir sis gibi çöken karamsarlık, boğucu sıkıntı, nefes almamı bile zorlaştırıyordu.. İki gün, evden hiç çıkmadan, ümitsiz bir heyecan içinde her telefona boşuna koştum, durdum. Nihayet, üçüncü gün sabah çalan bir telefonu açtığımda, Madam Olga'nın titreyen sesi çıktı karşıma. 'Siz Ünal Bey misiniz' dedikten sonra, günaydın dememe, hatır sormama dahi fırsat vermeden, 'hemen gelebilir misiniz lütfen' dedi, ve cevabımı dahi beklemeden kapattı telefonu. Evlerinde telefon yoktu. Belli, dışarıdan aramıştı beni. Büsbütün meraklanmıştım. Olabildiğince süratle hazırlanıp evden çıktım. O zamanlar Boğaz Köprüleri olmadığından, dolmuşla Kadıköy'e, vapurla Karaköy'e geçip Tünel'den onların evine ulaştığımda saat 11 e geliyordu. Madam Olga, kapıyı açtığında, neredeyse boynuma sarılacaktı. Kadıncağız bütün bu bilinmezlikler ve üzüntüler içinde, derdini paylaşabileceği tek dost olarak görmüştü beni. Hemen içeri aldı ve kekeler gibi anlatmaya başladı:

Dün gece geç saatte, yine o konsolosluk görevlisi gelmiş. Kapıdan girmeden, bu gün için öğlen saatlerinde gelip Madamı, kızının yanına götüreceğini, hazır beklemesini söylemiş. Madamın hiç bir sorusuna cevap vermemiş, sadece 'yarın göreceksiniz nasılsa' deyip gitmiş. Madam Olga da, nereye götürüleceğini dahi bilmediğinden, kendi kendine gitmeye cesaret edememiş ve sabaha kadar düşünüp, bana haber vermeye karar vermiş. Düşündüm de, bu durumda güç alabileceği tek kişi olarak beni görmesi, benden başka destek alabileceği bir dostu olmaması, kadıncağızın ne kadar zor bir durumda olduğunun, neler çektiğinin en açık göstergesiydi. İşin içinde Aleksandra olmasaydı bile, ona elimden geldiğince yardımcı olmam, sadece insanlık açısından bile boynumun borcu olmalıydı. Havadan sudan konular açıp kadıncağızın kafasını dağıtmaya çalışsam da, bu pek de mümkün olmuyordu. Böylece bir saat kadar geçti. Nihayet kapı çalındığında, ikimiz de sanki korkuyla sıçrar gibi fırladık yerlerimizden. Gelen, o gece dükkanda Aleksandra'yla konuşurken gördüğüm kişi, yani malum konsolosluk görevlisiydi. Bana ters ters baktıktan sonra Madam Olga'ya Rusça birşeyler söyledi. Madam ne dedi bilmem ama adamın ikinci cümlesini, Madam, kendinden beklemediğim sert bir sesle, adeta paylar gibi kesti ve adamın bir daha konuşmasına fırsat vermeden, bana dönerek, 'haydi, gidiyoruz' dedi.

Merdivenlerden inerken, adam birden çok temiz bir Türkçeyle konuşmaya başladı. Şimdi, bizi Aleksandra'nın yanına götüreceğini, onun biraz rahatsız olduğunu ve konsolosluk tarafından, Nişantaşı'nda bir özel klinikte tedavisinin sürdüğünü söyledi. Kapıdan çıkınca bir taksiye bindik. Biz, Madam Olga ile arka koltuğa oturduk, o da, öne, şoförün yanına oturdu ve şoföre, Nişantaşı'ndaki bir özel kliniğin adını söyledi ve araba hareket etti. Kısa süren sessizliği bozarak, Aleksandra'nın nesi olduğunu sordum. O da, başını arkaya doğru çevirip, konuşmamamı ima eder şekilde kaşlarını kaldırdı ve, 'önemli bir şeyi yok, sadece biraz ateşi var' dedi. Hem onun ikazı nedeniyle, hem de bu cevapla biraz olsun rahatlayarak, Nişantaşı'nda, kliniğin önünde arabadan ininceye kadar, bir daha hiç konuşmadık.

Bir hemşire refakatinde odasına girdiğimizde, Aleksandra, yatağın yükseltilmiş arka kısmına yaslanmış yarı oturur durumdaydı. Bir koluna serum bağlanmıştı. Madam Olga, 'Aleksimmm' diye bir çığlık atarak ona doğru koşarken, Aleksandra da serumun hortumunu korumaya özen göstererek bir küçük hamle yaptı yatağın içinde ve ana kız adeta yapıştılar birbirine... İkisi de gözyaşlarını ve hıçkırıklarını tutamamışlardı.

Aleksandra'nın durumu için çok daha kötü şeyler vehmederken, onu böyle görmek beni de çok sevindirmişti. Ana - kızın bu heyecanlı kavuşması, hemşire hanımın Aleksandra'yı sakin olması gerektiği şeklinde ikaz etmesiyle biraz sükûnet buldu. Aleksandra da bir yandan gülümsemeye çalışarak eliyle bana selam verir gibi bir hareket yapıyordu. Hemen yanına gittim ve elini avcumun içine aldım. Ve aynı anda bir ateş yürüdü sanki elimden yüreğime doğru... Kızın eli yanıyordu sanki. O ise, belki de annesinin daha fazla meraklanmaması için, bu yüksek ateşini belli etmemenin gayreti içinde gibiydi.

Bu ilk kavuşma dakikalarından sonra konsolosluğun adamı yine Rusça bir şey söyledi ve başıyla hafif bir selam verip odayı terk etti. Sonra, hemşire de, Aleksandra'ya bir ihtiyacı olup olmadığını sorup, fazla hareket etmemesini tembihledi, bize de hastayı yormamamızı ve onun yanında bir saatten fazla kalamayacağımızı söyleyip odayı terk etti. Ne evden gelirken, yolda, ne de burada, gerek o hain bakışlı adamın, ne de Aleksandra'nın, Güstav'dan hiç söz etmemeleri dikkatimi çekmişti. Fakat şimdi sorup, belki de yeni bir üzüntüye sebep olmamak için, konuyu daha uygun bir zamanda gündeme getirmeyi düşündüm. Madam Olga'nın gözlerinden hâlâ yaşlar dökülmekteydi sessiz sessiz...

Aleksandra'yı yormak istemiyordum, fakat annesinin de en az benim kadar merak içinde olduğunu bildiğimden, bir ağrın sızın var mı, şimdi nasılsın gibi sorulardan ve onun nisbeten olumlu cevaplarını aldıktan sonra, 'Eğer seni çok yıpratmayacaksa, kendini yormadan anlat biraz canım, yavaş yavaş, neler oldu gittiğinden beri' diye soracak oldum. Aynı anda, Madam Olga da, 'Aleks, baban nerede? ' diyecek oldu. Hani, bazen, gökyüzü simsiyah bulutlarla dolar, dolar da, birden şimşeklere, yıldırımlarla, gök gürültüleriyle beraber afet gibi bir sağnak başlar ya, işte, o ana kadar sakin gözükmeye çalışan Aleksandra, deminden beri boşalmak için bu anı beklermiş gibi, birden kendini kaybedercesine sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Onu teskin etmek, annesinin ve benim çabamıza rağmen çok zor oldu. Sonunda, hıçkırıklarıyla kesile kesile anlatmaya başladı zavallı kız:

Bir buçuk günü aşan bir otobüs yolculuğundan sonra, Siirt'e vardığında, çoktan hava kararmış, gece bastırmış. Aliço onu terminalde karşılamış. Aliço'nun, savaş artığı gibi eski bir jipi varmış. Ona biner binmez, Aleksandra, içinde para ve kimliklerin bulunduğu çantayı Aliço'ya teslim etmiş. O da çantayı açıp, içindekileri inceledikten sonra, Aleksandra'ya ait olan pasaportu ve parayı iade edip, o saatte, yapılacak bir şey olmadığını söyleyip, Aleksandra'yı bir otele yerleştirmiş ve ertesi sabah erkenden gelip, onu alacağını, hazır olmasını söylemiş, otel kâtibine de, kızın rahatsız edilmemesi için göz kulak olmasını sıkıca tembihleyip gitmiş. Aleksandra, bu uzun otobüs yolculuğundan öylesine yorgun düşmüş ki, bu yabancı yerde tek başına olmasından doğan korkusuna rağmen o gece deliksiz bir uykuya dalmış. Ertesi sabah, oda kapısının ısrarla vurulmasıyla ancak uyanabilmiş.

Kapıyı vuran Aliço'ymuş ve hemen aşağıya gelmesini, onu lobide beklediğini söylemiş. Kahvaltı bile etmeden hemen yola çıkmışlar. Silopi'de kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırıp, doğru sınır kapısına gitmişler. Sınırda hiç bir problem çıkmamış, ikindi vaktinden önce tutukevinin olduğu yere ulaşmışlar. Sahanın girişinde iki askerin nöbet tuttuğu bir kapı ve hemen yanıbaşında tek katlı küçük bir ofis binası varmış. Birlikte girmişler içeri. Masada oturan genç bir subay varmış içerde. Aliço, Aleksandra'nın pasaportunu alıp, biraz geride beklemesini söyleyerek subayın yanına yaklaşmış, bir şeyler konuşmuşlar, sonra cebinden çıkardığı bir miktar parayı arasına koyarak pasaportu subaya vermiş. O da, pasaportu inceler gibi bir kaç sayfa çevirip, içindekileri sükûnetle cebine indirdikten sonra Aleksandra'ya da şöyle bir bakmış ve tutukluyu ziyaret etmelerine dair bir izin kâğıdı yazıp, imzalatıp mühürleyerek Aliço'ya vermiş. Sonra tekrar jipe binmişler, izin belgesini kapıdaki nöbetçilere gösterip sahaya girmişler. Jipi tutukevinin önüne park edip içeri girdiklerinde, içeride üç hücre olduğunu, fakat ikisinin boş olduğunu ve tek tutuklunun Güstav olduğunu görmüşler. Burada da nöbet tutan bir asker varmış. Aliço, izin belgesini ona da göstermiş, sonra da kulağına bir şeyler fısıldamış ve cebinden çıkardığı bir tomar parayı göstermiş ona. Asker, bir süre tereddüt ettikten sonra, paraları alıp, hücrenin kapısını açmış. Baba - kız bir sevgi yumağı gibi sarılmışlar birbirine. Bu kavuşma sevincini, Aliço'nun sert müdahalesi kesmiş. 'Hadi, çabuk olun' diyerek, onları jipe almış ve hareket etmişler. Kapıdaki askerlerin önüne gelip bariyerin açılmasını beklerken, askerlerin biri, üç kişi olduklarını fark etmiş ve bariyeri açmayarak, jipten inmelerini istemiş. Bunun üzerine Aliço, derhal gaza basıp bariyeri parçalayarak kaçmak istemiş. Aynı anda, askerler de arkalarından otomatik silahlarıyla yaylım ateşine tutmuşlar arabayı…

Aleksandra, anlattıklarının burasında, birden yine boğuluverdi hıçkırıklara... Bir kaç dakika, onu teskin etmeye çalıştım. Madam, sanki kendinden geçmiş gibi, uyur gibi, boş gözlerle bakıyordu etrafına. Aleksandra biraz kendine gelir gibi olunca, kesik kesik de olsa konuşmasına devam etti:

İlk silah sesiyle birlikte, babası, Aleksandrayı korumak amacıyla onun üzerine kapanmış, Aliço ise tam gaz sürmüş arabayı, Aleksandra önce ne olduğunu anlamadığı bir sıcaklık hissetmiş beline doğru, sonra bir yanma ve elini o yanan yere bastığında elinin kan içinde olduğunu görünce, belki biraz da korkuyla kendini kaybetmiş, bayılmış. Bu durumda ne kadar süre geçtiğini bilmiyor, ancak kendine geldiğinde, üstü başı kan içindeymş, araba, ağaçlık bir yerde, ağaçlar arasında duruyormuş. Aliço ve babası arabada yoklarmış. Önce ne yapacağını şaşırmış, arabadan inmeyi düşünmüş ancak daha ilk kıpırdayışında belinde büyük bir acı hissetmiş, kımıldayamamış yerinden. Bu arada, belinde kalın bir şey sarılı olduğunu görmüş. Bağırarak Aliçoya ve babasına seslenmek istemiş, ancak bunun sakıncalı olabileceğini düşünüp vaz geçmiş ve ne olduğunu, ne olacağını bilemez bir durumda, çaresiz beklemeye başlamış. Epey zaman geçmiş böyle. Sonra, Aliço, yalnız olarak dönmüş arabaya. Aleksandra, korku, heyecan ve merak dolu bir sesle, sadece 'babam' diyebilmiş. Aliço, bir tereddüt geçirmiş önce, ağzında saçma sapan bir takım sözcükler geveledikten sonra, bu tür işlere alışık olmasından kaynaklanan soğukkanlı bir sesle, 'Metin ol kızım, babanı kaybettik' demiş.

Bu sözleri duyan Madam Olga, 'Güstaaav' diye feryat edip, yığıldı yine oturduğu yerde... Sözün burasında, Aleksandra da hıçkırmaya başlamıştı… Ben bile, şoke olmuş gibiydim. Karşımda, hasta yatağında yatarken, babasının ölüm haberini veren bir genç kız ve eşinin ölüm haberini alıp baygınlık geçirmekte olan bir kadın vardı. Ne yapmam gerektiğini düşünemiyordum. Önce, hemşireyi çağırmayı düşündüm, fakat bunun bazı bilgilerin açığa çıkmasının aile açısından zararlı olabilir diye vazgeçtim. Kolonya dökmek, su vermek gibi ilkel yöntemlerle onları sakinleştirmeye çalıştım. Bir yandan da, hemşirenin izin verdiği görüşme süresi dolmadan, olayın devamını öğrenebilmek için telaş içindeydim. Aleksandra'nın saçlarını hafifçe okşadıktan sonra, ona, annesinin açılmasını beklemeden, anlatmaya devam etmesini söyledim, o da hıçkırıklar arasında konuşmaya çalışarak Aliço'nun söylediklerini anlatmaya devam etti:

‘Babacığım, silah sesini duyar duymaz, beni korumak için üzerime kapanmış. Arabaya isabet eden üç kurşundan biri boşa gitmiş, fakat biri benim belim civarında bir yere, diğeri de babacığımın başına isabet etmiş ve babam oracıkta hayatını kaybetmiş.’
Aliço, önce, kime ne olduğunu bilmeden, can havliyle, son süratle uzaklaşmaya çalışmış. Sınır kapısına değil, kaçakçılıkta kullandığı dağ yoluna doğru sürmüş arabayı ve bizim topraklarımıza girdikten sonra, rastladığı ilk ağaçlıkta, arabayı mümkün mertebe gizleyecek şekilde park edip inmiş ve arkadakilerin durumuna bakmış. Güstav'ın ölmüş olduğunu görünce, onu kenara, bir ağaç altına sürüklemiş, sonra da Aleksandra'ya bakmış. Yarasının hâlâ kanadığını görünce, kendi ceketini yaranın üstüne tampon gibi bastırıp, ceketin kollarıyla da sıkıca bağlamış ve onu öylece bırakmış. Sonra da Güstav'ın cesedini yoldan daha uzakça bir yere sürükleyip, çukur bir yere bırakmış, üzerine de kuru dallar, yapraklar ve kazıyabildiği kadar toprak, kum, çakıl v.s doldurup arabaya dönmüş.
Madam Olga, henüz tam olarak kendine gelmemişti. Gözleri biraz aralanmış, hiç reaksiyonsuz bir halde, öyle duruyordu.
Aleksandra devam etti:

'Aliço, hava kararana kadar, kimsenin olmadığı, yol bile olmayan yerleri kullanarak beni Silopi'ye, doğru kendi evine götürdü. Eşiyle bir şeyler konuşup, telaşla tekrar dışarı gitti. Eşi de bir yandan teselli etmeye çalışan sözlerle oyalarken, bir yandan da beni hemen kendi yatağına yatırdı.
Hiç bilmediğim bir yerde, hiç tanımadığım insanların evinde, kan ve acı içindeydim ve bir kaç saat önce babamı, hem de yanı başımda kaybetmiştim.
Hem maddi, hem de manevi açıdan tamamen yıkılmış, bitmiş durumdaydım.
Adeta, sonsuz bir karanlığın içinde, boşlukta yuvarlanmaktaydım.
Biraz sonra, Aliço, yanında başka bir adamla birlikte geldi. Sonradan, sağlık memuru filan olduğunu tahmin ettiğim adamın elinde, doktorların kullandıklarını andıran bir çanta vardı. Çantasını, masanın üzerine bıraktıktan sonra, bana, 'Geçmiş olsun kızım, biraz daha dayan, merak etme, canını hiç acıtmayacağım' dedi ve önce itinayla belime bağlı olan ceketin kollarını çözüp ceketi iki yana açarak, yaranın üzerini açtı. O bölgedeki giysiler, tamamen kana bulanmış, adeta kabuklaşmış gibiydi. Sonra, çantasından çıkardığı bir makasla, giysinin o bölümünün etrafını çok dikkatli bir şekilde, yavaş yavaş kesti. Daha sonra, bir yandan Aliço'nun eşinden, sıcak su getirmesini isterken, bir yandan da, çantasından bir şişe ve bolca miktar gazlı bez çıkarttı. Elindeki şişeden, gazlı bez topağına epey bir miktar boşaltmasıyla birlikte, bir anda odayı çok kesif bir koku kapladı. Sonra da yanıma geldi, başımı çevirmeme dahi imkân vermeyen sert ve seri bir hareketle, elindeki ıslak bezi burnuma dayayıverdi. Bu, o geceden aklımda kalan son sahneydi, bayılmışım. Gözlerimi açtığımda, hava ağarmaya başlamıştı. Yara aldığım bölgemde oldukça şiddetli bir sancı vardı. Elimi, belimin o bölgesine doğru götürüp, yaranın durumunu dıştan da olsa bir kontrol etmek istediğimde, muntazam sarılmış olduğunu gördüm. Gün iyice ağardığında, önce eşi, sonra da Aliço yanıma gelip hatırımı sordular. Sonra, karısı bana bir tepsi içinde, oldukça zengin bir kahvaltı getirdi. Fakat bir şey yiyecek halim yoktu, sadece biraz süt içmekle yetindim. Sonra Aliço gitti ve yine o sağlık memuru sandığım adamla birlikte döndü. Adam, bandajı açıp, yaranın üzerine bir toz serpti ve tekrar itinayla kapattı yaranın üzerini. Sonra gün boyu içmem için, ağrı kesici ve uyuşturucu türünden iki ilaç bıraktı ve ertesi gün yine uğrayacağını söyleyerek gitti. O günün hemen tamamını, ilaçların etkisiyle olsa gerek, hemen tamamen dalgın şekilde geçirdim. Akşam, Aliço geldikten sonra da, bana çok iyi davrandılar, rahatsız etmemek için, yanımda konuşmadılar bile. Ben zaten, devamlı olarak yarı baygın haldeydim. O geceyi de, bu ilaçlar sayesinde, sancıdan çok fazla etkilenmeden geçirdim. Sonraki sabah, o adam yine geldi, yine itinayla yaranın üzerini açtı ve canımı acıtmamaya gayret ederek, yarayı temizleyip yine o tozdan serpti ve üzerini kapattıktan sonra, Aliço'ya 'Bu gün de istirahat etsin, akşam götürebilirsin. Yalnız, mümkün olduğunca sarsmamaya dikkat et ve İstanbul'a varır varmaz mutlaka br hastaneye yatırılmasını sağlayın' dedi ve gitti. O günü de, bir önceki gün gibi, ızdırabımı fazla hissetmeden, adeta yarı baygın geçirdim. Aliço'nun eşi, o gün de ilaçların saatlerini dikkatle takip etti, akşama doğru da, beni mümkün olduğunca hareket ettirmemeye çalışarak, üzerimdeki giysileri çıkarttı ve temiz bir şeyler giydirdi. Hava kararırken Aliço geldi ve eşiyle birlikte, iki yanımdan destek olarak kapının hemen dibine yanaştırdığı oldukça lüks bir arabanın arka koltuğuna yatırdılar. Aliço, yolda sık sık durup ilaçlarımı verdi ve ilaçların etkisiyle yol boyunca devamlı uyudum. Gece, Sivas ile Kayseri arasında bir yerde mola vermişiz, fakat hiç farkında değildim. Aliço, üşümemem için, hem arabanın kaloriferini çalıştırmış, hem de ceketini örtmüş üzerime. O da bir süre uyuyup dinlendikten sonra tekrar yola koyulmuşuz. Nihayet ertesi gün, öğleden sonra, İstanbul'a vardık.'

Aleksandra zorlukla da olsa, anlatıyordu, bense, sözünü hiç kesmeden, biraz merak, biraz da dehşet içinde dinliyordum onu. Tam bu sırada kapı vuruldu ve hemşire hanım girdi odaya. Bana dönerek ' bir saat oldu, artık hastayı yalnız bırakmanız gerek. Zaten bir de iğne yapmam lazım şimdi' dedi.
Hemen kalktım. Ona, hâlâ şokta ve yarı baygın duran Madam Olga'yı işaret ederek, 'Hastanın annesi çok kötü durumda, ona da bir ilaç vermeniz veya başka bir şeyler yapmanız mümkün mü? ' dedim. Şöyle bir göz attı madama ve bana, dışarı çıktığımda durumu doktora anlatmamı söyledi ve doktorun odasını tarif etti. Doktorun kapısını vurup odasına girdim. Doktor, beyaz önlüklü, ak saçlı, gözlüklü ve yaşlıca biriydi. Ona Aleksandra'nın odasında, annesinin iyi olmadığını, yardımcı olmasını söyledim. Doktor hemen yerinden kalktı, karşıma geldi ve benim, Aleksandra’nın nesi olduğumu sordu. Sadece yakın bir arkadaşı olduğumu söyledim. Bunun üzerine 'Bak oğlum, annesiyle hemen ilgileneceğim. Fakat önce sana anlatmam gereken çok önemli şeyler var. Ben, yıllardır Konsolos Bey'in özel doktoruyum, artık arkadaş sayılırız, ailece de görüşürüz. Bana telefon etti ve bir hasta kız göndereceğini, ilgilenmemi rica etti. Durumu bilmiyordum ve kabul ettim. Sonra iki adam bu kızı getirdiler. Bir tıp adamı olarak yaptığım ilk incelemelerde adeta şoka uğradım. Yara, sanırım bir kurşun yarası. Kurşun girip çıkmış, fakat karaciğerde çok büyük bir hasar bırakmış. Elden gelen her şeyi yapıyoruz, fakat karaciğerin kendini toparlaması imkânsız gibi. Ayrıca, yaraya mikrop kaptırmışlar, kan zehirlenmiş, bir yandan kan vererek, bir yandan da serumla o konuyu halletmeye çalışıyoruz. Fakat karaciğerin düzeleceğini hiç sanmıyorum' dedi. O an, sanki tüm dünya üzerime yıkılmıştı. Ayakta durmakta güçlük çekiyordum. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Doktor devam etti:

'Durumu, annesine nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Sizi görmem iyi oldu. Allahtan ümit kesilmez, fakat bir tıp adamı olarak, maalesef, ben kızın yaşaması için hiç ümit göremiyorum.'

Önce duvara yaslanarak bir süre sessizce durdum. Sonra da doktora, 'Sizden bir ricam var' dedim. ' Bu geceden itibaren Madam Olga'nın geceleri refakatçi olarak kızının yanında kalmasına izin verin ve bana anlattıklarınızı, ona hiç hissettirmeyin, tabi kıza da... Eğer sizin de evladınız varsa, bir annenin duygularına saygı duyacağınıza ve bu ricamı kabul edeceğinize inanıyorum. Bir de, hemşire hanıma, benim ziyaret saatlerimi tahdit etmemesi için bir talimat verirseniz, bu güzel ve günahsız kızın, son günlerini daha huzurlu geçirmesini sağlamama yardım etmiş olursunuz.' dedim. Bunları söylerken titreyen sesime mi, yoksa bu bahtsız ana kızın kaderine mi acıdı bilmem, doktor, bir süre düşündükten sonra, elini omzuma koydu, onun da gözleri dolmuştu. ' Tamam oğlum, tamam...' dedi ve Madam Olga'nın durumuna bakmak üzere Aleksandra'nın yattığı odaya doğru yürüdü. Ben bir süre öylece, duvara dayalı, dikilip kalmışım.
Allah gayret veriyor insana herhalde, nasıl ayakta durabiliyordum, iyi kötü nasıl bir şeyler düşünebiliyordum, ben de şaşırmıştım. Önce, doktorun odasındaki lavaboda, elimi yüzümü soğuk suyla yıkayıp biraz kendime gelmeye çalıştım. Sonra da, renk vermemeye çalışarak, Aleksandra'nın odasına girdim. Doktor, ne yapmış ne konuşmuştu bilmem, ama Madam Olga'yı biraz toparlanmış, gibi gördüm. Doktor, odadan çıkmadan önce, Madam'a dönerek, isterse geceleri, hastaya refakat edebileceğini söyledi ve ortadan, ‘hepinize geçmiş olsun’ deyip çıktı.

Daha fazla dayanamayacağımı biliyordum. Bir hata yapmamak için, bir an önce çıkmam gerektiğini düşündüm. Önce Madam'a dönerek, 'Geç olmadan buraya dönmeniz için, şimdi kalkalım, ben sizi evinize bırakayım, gece burada kalacağınıza göre, gereken şeyleri alıp tekrar gelirsiniz' dedim.
Geceleri beraber olmak, hem anneyi, hem de kızını biraz olsun rahatlatmış, memnun etmişti. Madam Olga kalkarken, bu kez, Aleksandra’nın yanına yaklaştım. Ona da, 'Biz şimdi gidelim, annen dönecek ve gece seninle kalacak, ben de yarın yine gelirim, gün boyunca beraber oluruz. Sen bu gün çok yoruldun, şimdi uyumaya, dinlenmeye çalış' dedikten sonra, dudaklarımı usulca alnına dokundurdum ve oda kapısına doğru yürüdüm.
Anne - kızın vedalaşması, biraz daha uzun sürdü, sonra madamla birlikte odadan çıktık. Hastanenin önünden bir taksiye bindik, ben madamı evinin önünde bıraktıktan sonra, Tünel'de arabadan indim ve Tünel'le Karaköy'e, oradan da vapurla Kadıköy'e doğru yoluma devam ettim. Vapurdan indiğimde, hastaneden ayrılalı bir saate yakın zaman geçmişti, fakat ben, henüz kendime gelememiştim... Deniz kıyısından Moda'ya kadar yürüdüm ve burundaki sakız ağacını dibine bıraktım kendimi.

Bu ağacın dibi, zaman zaman Aleksandra'mla beraber oturup günün batışını seyrettiğimiz yerdi. Rüzgâr ve iyot kokusu, biraz olsun kendime getirmişti beni. Bir insanın, ömür boyunca yaşayabileceği kadar üzüntülü olayı bir gün içinde yaşamış, üstelik bu üzüntümü dışa vurmadan, belli etmeden yaşamak zorunda kalmıştım. Şimdi yalnızdım ve artık hislerimi gizlemek zorunda değildim, o gerginlikten kurtulmuştum en azından...

İnsanın, alın yazısı karşısında ne kadar aciz kaldığını düşündüm.
Daha bir iki hafta önce, burada Aleksandra'mla beraber oturmuş, gurubu seyretmiştik. Ben, güneşin kızıllığını, onun yüzünde, lâcivert gözlerinde seyretmiştim o gün. Aleksandra'mla beraber geçen güzel günlerim birer birer geçiyordu gözlerimin önünden...

Bir süre öyle dalıp gitmişim. Yanaklarımdan süzülen ıslaklık, elime damlayıp beni uyardığında hava kararmak üzereydi... Elimle yanağımdaki yaşları silip kalktım oturduğum yerden ve eve yollandım.

O gece, hiç uyuyamayacağımı sanmıştım. Oysa yatağa uzandıktan az sonra dalıvermişim. Sabaha kadar sık sık kesilen ve kâbuslarla dolu bir uykudan, ertesi sabah kuvvetli bir baş ağrısıyla kalktım. Önce bir banyo yapıp biraz dinlendikten sonra, kahvaltımı yapıp çıktım evden. Taksim'e vardığımda, benim çiçekçi çingenem, tezgâhını henüz düzenlemekteydi... Tezgâhtaki tüm beyaz karanfilleri aldım ve bir dolmuşa binip Nişantaşı'na geldim. Hastaneye girdiğimde saat on bire gelmekteydi.

Kapıyı vurup Aleksandra'nın odasına girdiğimde, doktor gelip gitmiş, onlara, ümitlerini canlı tutacak bir şeyler söylemişti. Madam Olga, bir önceki güne göre daha güçlü görünüyordu. Aleksandra ise, sanki bizi üzmemek için, ızdırabını belli etmemeye, gülümsemeye çalışıyordu. Onlara günaydın deyip, Aleksandra'nın alnına küçük bir öpücük kondurduktan sonra karanfilleri kucağına bırakıp, hemen yanı başına oturdum. Çiçekleri önce göğsüne bastırdı, sonra yüzüne çekti, kokladı, kokladı... Sonra da, çok içten bir tebessümle bana teşekkür etti.Hatrını sorduğumda da, gözüyle çiçekleri işaret ederek, 'Şimdi daha yiyim' dedi.

O gün akşama kadar yanında kaldım onun. Arada dalıp gittiği dakikalar dışında, ona hep eski günlerden, İstanbul'un beraber gezdiğimiz güzel yerlerinden filan bahsettim durdum.
Sonraki günler de hep öyle geçti. Her gün ona bir beyaz karanfil götürdüm.
Bazı günler Madam Olga, bizi yalnız bırakıp kendi ihtiyaçları için çarşıya veya evine gidiyor, sonra akşama doğru dönüyordu. Adeta nöbet değiştiriyorduk o zaman. Fakat her gün, Aleksandra'nın gözlerindeki o lâcivert renk, biraz daha soluyor, nefes alırken çektiği güçlük, daha bariz hâle geliyordu. Arada, fırsat bulup, doktora durumu sorduğumda, her sefer daha ümitsiz cevaplar alıyordum.
Böylece yedi gün geçmişti. Yedinci günün akşamı Madam geldikten sonra ben kalkarken, Aleksandra, elini güçlükle bana uzattı. Bir şey söyleyeceğini anlayıp, eğildim ona doğru. Güçsüz ve ümitsiz bir sesle 'Hani Kanlıca İskelesi'nde çay içip yoğurt yediğimiz bir yer vardı, beni yarın oraya götürür müsün' dedi. Yataktan kalkacak hali olmadığını ikimiz de biliyorduk. Bu durumda bu isteği beni çok duygulandırdı nedense. Gözlerimde biriken yaşı görmemesi için, başımı olumlu anlamda sallayıp, süratle geri döndüm ve çıktım odadan.

O gece çok geç yattım ve sık sık uyandığı, kâbuslarla dolu bir gece geçirdim.
Sabaha karşı dalmış olacağım ki, uyandığımda saat on bire geliyordu ve başım çok fazla ağrıyordu. Bir ilaç alıp biraz dinlendikten ve bir de duş yaptıktan sonra hazırlanıp evden çıktım. Hastaneye vardığımda, saat biri geçmişti. Alışkın adımlarla Aleksandra'nın yattığı odaya yöneldim, fakat oda kapısını ardına kadar açık görünce, bir tuhaf his girdi içime, heyecanlandım. Kapıdan içeri girdiğimde Aleksandra'nın yatağının boş olduğunu gördüm. Ortalıkta hiç kimse gözükmüyordu. Heyecanım, giderek kötü bir his halini alıyordu. Ne yapacağımı şaşırmış durumdaydım. O sırada omzuma bir el dokundu. Başımı çevirdiğimde doktorun yüzündeki üzgün ifadeyle karşılaştım. Lafı hiç gevelemedi ve 'Başınız sağ olsun oğlum' dedi. Bu benim için, ümitlerin bittiği ve yıkıldığım an olmuştu... O, son bir yılımda bütün mutlu anlarımı paylaştığım yüreği güzel, yüzü güzel gencecik çiçek, artık yoktu...

O gün ve takip eden günler neler olduğunu uzun uzun anlatmayacağım. Aleksandra, Ortodoks Kilisesinde yapılan bir cenaze töreninden sonra toprağa verildi. Annesi ise iki ay sonra bir gün, yatağında ölü bulundu. Kalbi, bunca acıya daha fazla dayanamamıştı.

Aradan tam elli üç yıl geçti. Şimdi, ne Budak Pastanesi var Beyoğlu'nda, ne de Taksim'deki çiçekçi çingene kız... Aleksandra'yla ilk kez tanıştığım mağazanın yerinde ise, ayakta bir şeyler yenen bir dükkan var.
Bu yazıyı yazdığım gün, Aleksandra'yı son gördüğüm günün elli dördüncü yıldönümü. Her yıl, bu yıldönümlerinde, onu mezarında ziyaret edip dua ile anar ve mezarı üzerine bir beyaz karanfil bırakıp buraya gelirim.
Burası, bu yazıyı yazdığım yer, Kanlıca İskelesinin yanında, onunla beraber çay içtiğimiz, el ele tutuşup denizi seyrederken hayâller kurduğumuz yer.
Karşımda boş bir iskemle ve üzerinde Aleksandra var. Dışarıda, boğazın lacivert sularında onun gözleri, güneşin elimi ısıtan sıcaklığında onun elleri var. Ve şu an kâğıda damlayan tek damlada Aleksandra var, biliyorum, tıpkı, yüreğime akan ve hiç dinmeyen damlalarda olduğu gibi...

:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::....

2-ÇINAR YAPRAĞI VE AKŞAM SEFASI

O, çevredeki en ulu çınarın en yüksek dalının tepesindeki en genç ve en
güzel yapraktı...Parlak yeşil rengi ve göklere ulaşan yeri nedeniyle çok mağrurdu.
Etraftaki bütün bitkilere yüksekten bakıyor ve onları çok küçük görüyordu.
İki sevgilisi olduğuna inanmıştı; Güneş ve Rüzgâr...Bunların ikisinin de kendine âşık olduğunu sanıyordu.
Gerçekten, Güneş, sabahın ilk ışıklarını hep ona gönderir, en önce ona 'günaydın' derdi. Nasıl da gururlanırdı o ışıklarla pırıl pırıl parlarken...
Rüzgâr da hafifce eserek gelir dansederdi onunla sık sık...Ne kadar mutlu
olurdu rüzgârın kollarında sağa sola kıvrılırken...
Bütün bir yaz boyu sürdü o güzel günler...Fakat, o farketmese de, bu iki güçlü aşk, giderek yıpratıyordu onun narin bedenini. Bir yandan Güneşin yakıcı sevdası yakıp kuruturken yüreğini, bir yandan da Rüzgârın ateşli dansları çok yoruyordu onu.
Başlangıçta pek farkına varmasa da yavaş yavaş hissetmeye başladı sararıp solduğunu. Âdeta damarları kuruyordu günden güne...
Bir gün, kendini çok halsiz hissedip, Rüzgârla dans etmekte isteksiz davranınca, sanki kızan Rüzgâr, öylesine güçlü bir tokat gibi çarptı ki yüzüne, kopuverdi o ulu çınarın en yüksek dalından ve savruldu kaderin elinde...
Uçtu...uçtu...Ve tüm ömrünü geçirdiği ulu çınarın biraz ötesinde, bir yerde buldu kendini...
Sararmış, solmuştu ve artık ona hayat veren çınardan da, yaşamak için bir ümit bulamıyordu. Oysa, bedeni ölmüş de olsa, yüreğindeki sevmek isteği hâlâ canlıydı...
Düştüğü yerin yakınında bir akşam sefası vardı. Yaprağım gözü hep yükseklerdeyken, hiç dikkatini bile çekmemişti bu güzel çiçek..O, diğer yapraklardan hiç bir farkı olmadığı halde, tesadüfen en yüksek dalın ucunda olmasını, kendi özellikleri sayesinde ona değer verilmesinden sanmış ve kendine ancak Rüzgârın, Güneşin aşkını lâyık görmüştü. Şimdi hayret ediyordu, her akşam etrafına renk renk gülümseyen bu güzel çiçeği daha önce nasıl olmuş da fark etmemişti....
Yüreğinde sahipsiz kalan sevgi, giderek akşam sefasına karşı bir aşka dönüşüyordu. Fakat, bu olsa olsa ümitsiz bir aşk,bir kara sevdâ olabilirdi.
Zîra o, artık ayaklar altında ezilen, toz toprak içinde kalmış, sararmış bir kuru yapraktı. Akşamsefasının, onu sevmesi mümkün değil diye düşünüyordu.
Oysa, Akşamsefası da, onun taa o yükseklerdeki görkemli duruşunu, hep sevgiye benzeyen bir beğeniyle izler ve ona karşı içinde büyük bir hayranlık beslerdi.
Şimdi de, bu kuru ve sararmış yaprağın, her akşam gün batışında, üzerine vuran güneş ışığında bakır renginde bir kızıllığa dönüşen yüzüne meftun oluyor ve sırf ona güzel görünmek için, her akşam çiçeklerine en parlak renkleri sürüyordu hep... Çünki artık, Akşamsefası da, o kuru yaprağa âşık olmuştu...

Yaprakla çiçeğin bu hazin aşkları, birbirinden habersizce, günlerce sürüp gitti güz boyunca...Taa ki, bir akşamüstü, bir çalı süpürgesi o kuru yaprağı bir faraşa sürüp çöpe atıncaya kadar...Zaten, o günden sonra, Akşamsefası da çok yaşamadı, bir iki gün sonra kurudu, gitti...

Ne var ki, sevgiyi bir kez tatmıştı Akşamsefası ve kurumadan önce toprağa döktüğü tohumlara miras bırakmıştı bu sevgiyi...Sonraki yıllarda, orada yeşeren tüm akşamsefaları, hep sevginin parlaklığında, renk renk açtılar çiçeklerini, ama hep bir hüzün görürüz o çiçeklerin yüzüne dikkatle bakınca..
Belki de, kuru bir çınar yaprağının hazan sarısı rengi aksediyordur...
Kimbilir.....

3-KADERSİZLER

Yusuf, köyün en yakışıklı, en güçlü ve en sevecen yürekli delikanlısıydı. Tanrı, onu yaratırken, sanki yüreğinin güzelliğini yüzüne yansıtmıştı. Kara ve iri gözleri, gece siyahı yele gibi saçları, geniş omuzları ve upuzun boyuna yakışan adaleli kollarıyla, âdeta bir heykel görünümündeydi.
Küçük yaşta anasız babasız kalmış, baba yadigârı tarlasını ve üç, beş baş hayvanını o küçücük yaşında, azimle, ölümüne çalışarak korumuş, belki de o güçlü kolları o çalışmaları sonunda oluşmuştu. Köyün tüm kızları âşıktı ona. Fakat o, tüm komşu kızlarını kardeş bellemiş, kısmetinin daha uzaklardan geleceğine inanmıştı.
Bazı hafta sonları civar köylerde düzenlenen yağlı güreşlere katılır, ödül olarak kazandığı koçları da hep, köyün fakir ailelerine hediye ederdi.
Allah, benim rızkımı kendi toprağımdan veriyor, gayrisini ne edeyim diyerek...
Yine bir hafta sonu kazandığı koçu sırtlamış, köyün yolunu tutmuşken, o kader ânı gelip çatmış, yolda bir köylünün güttüğü boğa, bir sesten ürküp fırlamış ve Yusufu devirip boynuz darbeleri ile yüzünü, gözünü paramparça etmişti. Yusuf canını kurtarmıştı ama o günden sonra, o güneş gibi güzel yüzü tanınmaz hale gelmişti. Zamanla yaraları kapanmış, fakat artık onun yüzünü görmek için can atan komşu kızları onun yüzüne bakınca âdeta korkup kaçışır olmuşlardı. Yusuf bundan da çok şikâyetçi değildi. Allahın takdiri böyleymiş deyip geçiştirmişti bu durumu, tâ ki o güne kadar...
Tarlasındaki işi bitirip, kimseyi ürkütmeden derdini yanık türkülere dökmek için köyün dışında, komşu köyle aralarındaki dere kenarına gidiyor, ağaçların altında oturup türkülerle dile getiriyordu kadere sitemini... O gün, ağaçlarla, dere ile türkülerle paylaşmaya giderken, derdini, o güne kadar gördüğü kızlardan çok farklı, ay parçası gibi bir güzele ilişti gözleri ve o an yüreğinde şimdiye kadar duymadığı bir çırpınma başladı. Kızı uzaktan izledi kaybolana kadar... Âdeta ezberledi onun kara kara saçlarını, gözlerini ve gece sabaha kadar hep o yüzü, o saçları, gözleri yaşattı odasının kireç badanalı duvarlarında...
Ertesi gün ve daha sonraki günler hep o kızı gördüğü yere gidip onu beklemeye, uzaktan da olsa onu gördüğü an duyduğu o yürek çırpıntısıyla mutlu olmaya çalıştı. Kıza görünmekten kaçınıyordu onu korkutmamak ve biraz daha yakından görebilmek için azıcık yanaştığında, kızın korkuyla kaçışını görüyor, kahrediyordu alnına o kara kazayı yazan zalim kaderine… Artık günleri hep o kızın yolunu beklemekle ve geceleri onu düşünmekle, kaderine yanmakla geçiyordu.
Sonunda düşündü, taşındı; yüreğindeki sevgi çok yüceydi. O kızı alabilse mutlaka bu sevgi kıza yansır ve kız da onu severdi. Ayrıca onun iyi davranışları mutlaka kızı yumuşatır, kendisine alıştırırdı zamanla. Kararını verdi. Böyle devam edemiyecekti yaşamaya… Onu çok seven köyün en yaşlısı Rüstem Emmi’ye derdini açtı. Rüstem Emmi, onu tanır ve çok severdi.
‘’Tabii evlâdım, seni herkes tanır, ne delikanlı olduğunu biliriz, hele kızın kimin nesi olduğunu bir belle, bubasından isteriz.’’ dedi…
O gün Yusuf’un ömrüne yeni bir ümit, yeni bir güneş doğmuştu. Birkaç gün sonra kıza yaklaşmadan, onu komşu köye kadar izledi ve evini öğrendi. Rüstem Emmi’ye anlattığında, Rüstem Emmi’nin kaşları çatıldı, yüzünden kapkara bir gölge dolaşıp geçti sanki…
‘’Bu Davut Ağa’nın evidir, o köyün en aksi, en para canlısı, Allah’tan korkmaz adamın biridir. Ama sen mademki sevmişsin, hele bir gider, ister, şansımızı deneriz.’’dedi.
Ertesi gün Rüstem Emmi, komşu köyün kahvesine kadar gidip, Davut Ağa’ya, gel hele bir acı kahve ikram edeyim’’ diye başlayıp, konuyu en güzel sözlerle açtı kızın babasına…Davut Ağa, hiç de olumsuz bakmadı bu teklife, ancak bir şartı vardı.. ‘’Ben bu gızımı yer yarılsa, bunca gaymeden aza salmam bu haneden, kim benim evime bu niyetle gelecekse, önce cebine bu parayı goyup gelsin, Yoksa karşıma oturtup gonuşmam, bilesin.’’ dedi ve Rüstem Emmi’nin ne yalvarması, ne niyazı onun bu sözünden bir adım geri gitmesine yetmedi.
Rüstem Emmi, o gece evinin kapısında oturmuş, müjdeli haberi bekleyen Yusuf’a, gırtlağından yılların zorladığı soluklarla birlikte, hırıltı gibi çıkan kelimelerle haberi ilettiğinde, Yusuf bir an allak bullak oldu. İstenen başlık onun hiçbir zaman bir arada göremediği kadar çok bir paraydı. Rüstem Emmi’ye teşekkür etti ve kendi evinin yolunu tuttu, sanki başkasının kumanda ettiği sallanan adımlarla…
Gece sabaha kadar düşündü Yusuf… Rüstem Emmi, kızın adını da öğrenmişti. ‘’Asiye’’ Artık onsuz yaşaması mümkün değildi. Asiye, Asiye, diye sayıklar gibi tekrarlıyordu sevdiği kızın adını. Sabaha kadar düşündü ve kararını verdi. Asiye olmadan ne edecekti, tarlayı, hayvanları.
Ertesi gün tez, doğru muhtarın yolunu tuttu ve kararını söyledi.
‘’Ben, dedi, ‘’Benim tarlayla, hayvanları satıyorum Muhtar Efendi.’’ Muhtar, şöyle sakalını sıvazladıktan sonra, ‘’Oğlum, iyi düşündün mü, şu sıralar kimse çok para vermez onlara’’…Yusuf hemen atıldı. ‘’Düşündüm mıhtar efendi düşündüm, bana zaten şu kadar para lâzım, onu da verir herkes dedi. Sonra ayrılıp gitti evine Yusuf. Bu toprak ona baba yadigârıydı. Yıllarını vermiş, teriyle, emeği ile sulamıştı bu toprağı. O toprak da onun rızkını vermişti bunca yıl. Etle tırnak gibiydiler. Ya Sarıkız’ı, Kocaoğlan’ı, tosunları… Bir kere bile sopayla dürtmeye kıyamadığı can yoldaşlarıydı onlar… Ama Asiye’nin hayâli, bütün bu düşüncelerinin üzerindeydi onun için. Nasıl olsa başlarını sokacakları iki göz yuvaları duruyordu. Irgatlık yapar, rızkını yine çıkarırdı. Hele, Asiye’nin eli değdiğinde, sevgiyle kaynaşan emekler, bu evi sıcacık bir yuva yapmaya yeterdi mutlaka…
Bir iki gün sonra tarla ve hayvanlar Yusuf’un talep ettiği fiyata satıldı, muhtar işlemi yapmış, parayı da Yusuf’a teslim etmişti. Şimdi iki göz evinden başka hiçbir şeyi kalmamıştı ama Davut Ağa’nın istediği başlık parası avcunun içindeydi artık. Hattâ şöylesine bir köy düğününe yetecek kadar bir şeyler de kalıyordu geriye…
O gece hep, Asiye geldiğinde evin şirin görünmesi için neler yapabileceğini düşündü. Anacığının vefatından beri elini sürmediği tahta sandığın içinden al yorganı bulup çıkardı ve o yorgana ne kadar yakışacağını düşündü mutlu gecelerinin…

Ertesi gün başlık parasını tekrar tekrar saydı, bir gazete kâğıdına sardı ve o akşam Rüstem Emmi’nin elinde para paketi, Yusuf’un elinde köy bakkalından aldığı şeker ve bir dünya dolusu mutluluk umudu, tuttular komşu köyün yolunu…

Davut Ağa’nın kapısını tıklattıklarında kapıyı Asiye açtı. Yusuf bir an devrileceğini sandı, âdeta Rüstem Emmi’ye yaslanarak zor durdu ayakta. Ne zamandır düşlerini süsleyen, yüreğini kavuran o güzeller güzeli karşısındaydı ve ona bakmaktaydı… Yusuf, artık hiçbir şeyi görecek, duyacak, fark edecek durumda değildi. İçeri nasıl girdiler, sofraya nasıl oturdular, ne yendi, ne konuşuldu hiç ama hiç görmedi, duymadı… Sadece bir ara, Rüstem Emmi’nin verdiği para paketini, Davut Ağa’nın açıp teker teker saydığını ve el sıkıştıklarını gördü. Sonra kapıdan çıkıp, Rüstem Emmi’nin sırtına vurarak’’Gözün aydın, oldu bu iş, hayırlı olsun’’dediğinde ayıldı Yusuf, biraz da soğuk havanın etkisiyle. Sarıldı Rüstem Emmi’nin ellerine, öptü, öptü, başına koydu…

xxx

Asiye,anasının, babasının tek kızıydı. Daha üç yaşındayken, annesinin ona bir kardeş getireceğini söylemişlerdi kulağına...Köylük yerde, herkesin kardeşleri vardı zaten. Asiye, bu habere çok sevinmş, minicik dünyasında hep kardeşiyle oynayacağı oyunları, ona ablalık etmenin tatlı taraflarını hayâl etmişti. Fakat bir gün, annesinin tarlaya giderken geçirdiği küçük kaza, onun bu hayallerine son verdi. Annesi, sadece bebeğini kaybetmekle kalmamış, bir daha doğum yapmak şansını da kaybetmişti. Bu olay, onun küçük dünyasındaki ilk hayal kırıklığı oldu. O günden sonra, içine kapanık ve yalnız yaşamayı seven bir çocuk olmuştu. Bu durum, genç kızlığında da devam etti. Akranları, bazen bir araya gelir, köyün delikanlılarından konuşur, gülüşürlerken, o hiç aralarına katılmaz, bazen evlerinin bahçesindeki ceviz ağacının dibinde oturur, bazen de komşu köyle aralarındaki derenin kıyısına gider, yanık türküler söylerdi kendi kendine.

Yıllar onu çok güzelleştirmiş, kapkara gözleri, simsiyah, beline kadar uzanan saçları ile köyün en güzel kızı olmuştu. İçinde henüz tanımadığı, adını koyamadığı bazı duyguların oluşmaya başladığı günlerde, köylerinde yapılan yağlı güreşler sonunda baş pehlivanlık ödülünü kazanıp, sırtına vurduğu koç ödülüyle köyüne dönmekte olan aslan gibi bir yiğit gördü... Uzakça olmasına rağmen, onun ay parçası gibi yüzüne, aslan yelesi gibi saçlarına, selvi boyuna ve geniş omuzlarına vuruluverdi birden. Köyün kızları fısıldaşırlarken duydu ki, bu, komşu köyün en yakışıklısı, tüm kızların hayran olduğu Yusuf adında bir yiğitmiş. O günden sonra, bahçedeki cevizin dibinde hayal kurup otururken, yaktığı türküleri, hep o yiğidi düşleyerek söyledi yanık yanık....
Artık yaşı, köy törelerine göre gelinlik çağına yaklaşıyordu.
Köyün delikanlılarından bir iki kez talibi çıksa da, babasının istediği başlığın miktarı, hepsinin gözünü korkutmuş olmalı ki, taliplerin arası uzamıştı. Asiye bu durumdan şikayetçi değildi. Böylece o, gönlündeki yiğidini hayal ederek düşlerinde mutlu olmaya devam edebiliyordu...
Bazen de, derenin kenarına gider, başındaki yazmayı çözüp rüzgârın saçlarını uçurmasından duyduğu haz içinde, söğütlerin suya uzanan dallarını izleyerek düşünürdü gönlündeki yiğidini...
Yine br gün dere kıyısında dolaşırken, içinde, sanki biri onu gözlüyormuş gibi garip bir his uyandı.
Bir başka gün ise, korkunç suratlı, dev gibi bir adamın onu izlediğini farketti ve ağzından kaçıveren bir çığlıkla koşarak döndü evine. Kimseye bir şey demedi ama bir süre hiç gitmedi dere kıyısına...
Epey zaman sonra, çok dikkatli bir şekilde etrafını izleye izleye dereye gittiğinde, o korkunç yaratığın orada beklediğini ve kendisine yaklaşmakta olduğunu gördü. Avazı çıktığınca bağırıp, zor kaçtı oradan...
Bir daha da gitmedi günlerce dere kıyısına.

Bir gece, babası Davut Ağa annesine söylerken işitiverdi; bu kez iyi bir kısmet çıkmış kendine ve ertesi akşam istemeye geleceklermiş. Asiye buna çok üzüldü, fakat bir yandan da, kimsenin, nasıl olsa babasının istediği başlığı veremiyeceğini düşünerek teselli etti kendini.
Ertesi akşam, kapı çalındığında, karşısında, o, dere kenarında gördüğü korkunç adamı görünce, yüreciği dışarı fırlayacak gibi oldu. Üstelik, babası paraları sayıp, el sıkıştığında, dünya başına yıkıldı Asiyenin. Misafirler gittikten sonra, saatlerce, başını anacığının kucağına koyup, hiç durmadan ağladı Asiye. Fakat, göz yaşlarının hiç faydası yoktu, bu evde Davut Ağanın dediği olurdu...
Asiye, o gece, herkes yattıktan sonra saatlerce, hem ağladı, hem düşündü kendi kendine... Babası, resmen satmıştı onu, o insan azmanı çirkin yaratığa. Bir yandan, böyle, eşya gibi satılmayı onuruna yediremiyor, bir yandan da, o korkunç yaratıkla ömür boyu aynı evi, hele aynı yatağı paylaşmayı gözü yemiyordu. Göz yaşları tükenmişti sabah ezanına yakın, ve o korkunç yüz gitmiyordu gözünün önünden, kimbilir yüreği de ne kadar çirkindir, parasına güvenip kendine körpecik bir kızı karı olarak almaya çalışan bu adamın, diye düşündü. Belki de başka karıları da vardı bu zalim adamın, belki de kuma gidecekti onların arasına...
Sonunda, aniden fırladı döşeğinden, kararını vermişti,
Ölürüm de gitmem ona... diye söylendi kendi kendine...

xxx

Yusuf, ertesi sabah erkenden kalktı, önce evi sildi, süpürdü, sonra etrafta ne kadar çiçek varsa toplayıp, bir bahçe gibi süsledi evi… Sonra çıkıp, davulcu ve zurnacıyı nikâh için de caminin imamını buldu, konuştu. Rüyası artık gerçek olmuştu…’’Devrisi gün biter bu iş’’ diye düşündü ve yürekten bir ‘’Elhamdülillah’’ deyip derin bir nefes aldı.
İşte ne olduysa tam o sırada oldu… Rüstem Emmi’nin sırtını sıvazlamasıyla geri döndüğünde, onun nemli gözleriyle karşılaştı.
‘’Hayırdır Emmi? ’’ diyecek oldu ama Rüstem Emmi, bir iki yutkunduktan sonra konuşabildi;
‘’Metin ol evlât, haber hayır değil, başın sağ ola’’ dedi… Yusuf önce şaşırdı, çünkü yıllardır kimi, kimsesi yoktu. Birden aklına hiçbir şey gelmemişti. ‘’Kim ki Emmi? ’’ diyecek oldu. Ve az sonra da sorduğuna, soracağına, hattâ doğduğuna, doğacağına pişman oldu. Koca dünya başına yıkılıvermişti sanki…’’Asiye’’ diyebildi Rüstem Emmi sadece, sonra gözünde deminden beri gizlediği damlayı tutamadı ve ekledi:’’Sabah, bahçelerindeki ceviz ağacının yanındaki kuyuda …’’ Arkasını ya o getiremedi, ya da Yusuf duyamadı… Yusuf zaten o andan sonra hiçbir şey duyamadı.
Delice sevdiği ve uğrunda her şeyini feda ettiği Asiyesinin, aslında kuyuya düşmediğini, sırf kendinden nefret ettiği için canına kıydığını, belki de hiç öğrenemedi. Çünkü o günden sonra ne dinleyecek, ne anlayacak, ne de düşünecek durumda olamadı bir daha.

O günden beri her gün iki köyün arasında, o Asiye’yi ilk gördüğü ağaçlıklarda, köyün içinde, her yerde, sabah akşam bir şarkı söyleyip dolanıp durdu meczuplar gibi, bazen aç, susuz… Adı Deli Yusuf a çıktı… Şimdilerde, kimi ona bir lokma ekmek veriyor, bazen de onu tanımayan çocuklar’’Deli, deli’’ diye ardından seslenip taşa tutuyorlar onu… O ise, bunları hiç duymuyor ve ağzında hep o şarkı, güftesi; tek kelime ‘’Asiye’’ olan şarkıyı söyleyip dolanıp duruyor yollarda… Asiye ise, ona gitmemek için canına kıydığı kişinin, genç kızlık yılları boyunca sevgisini bir kara sevda gibi yüreğinde taşıdığı kişi olduğunu bilmeden, genç bir selvinin dibinde, taze bir mezarda, belki halâ gözlerinde o ışık, belki halâ yüzündeki umutla ve belki halâ o simsiyah saçlarındaki parlaklıkla sanki halâ canlı gibi yatıyor sanırım.
Çünkü Yusuf’un sevgisi, her yağmurda, yağmur damlalarıyla birlikte topraktan süzülüp onun cansız bedenine ulaşıyor m
utlaka…

4-ŞANS MELEĞİ

Güz güneşinin insafsız ışıkları, perdeler arasından sızıp, beni gözlerimi açmaya zorladığında, henüz, önceki gecenin yorgunluğunu atamamıştım üstümden.
Yataktan kalkmaya hiç niyetim yoktu, fakat iş olsun kabilinden kolumdaki saate bir göz attım, 9 u 9 dakika geçiyordu. Uzunca süre, tekrar uyuyabilmek ümidiyle, tembel tembel yuvarlanıp durdum yatağın içinde...
Hafta boyunca her gün, erkenden kalkıp traş olmak, ayak üstü bişeyler atıştırıp koşa koşa daireye, şefin afyonu patlamamış, meymenetsiz yüzünü görmeye gitmek, tatil günlerinde biraz yatak keyfi yapmak hakkı veriyor bana diye düşündüm kendi kendime...
Gerçi, boğaz tokluğu gibi bir maaş için çekilmezdi bu hayat ama, doğru dürüst bir meslek sahibi olacak bir eğitim görmek yerine, haylazlığı yeğlemiş olmamın sonucuydu bu ve kapağı ancak bu işe atabilmiş olmam tamamen kendi hatamdı, şikayet etmeye de hiç hakkım yoktu şimdi.

İyi ki Melek vardı, yoksa daha da zor olurdu bu yeknasak yaşam.
Melek, aynı iş yerinin bir diğer bölümünde çalışan, adı gibi melek yüzlü, melek huylu lise mezunu bir kızdı, gerçek bir melekti...
Yemek paydoslarında, çay aralarında, fırsat buldukça, ya o benim yanıma gelir, ya ben onun masasına giderdim, dertleşir, konuşurduk havadan sudan... Dinlemesini bilen, hayata umutla bakan, bardağın hep dolu yanını gören yaşından çok daha olgun bir kızdı Melek.
Onunla çok iyi anlaşıyorduk. Aramızda, adını koymadığımız bir sevgi filizlenmişti zamanla. Bir süre sonra, tatil günlerimizde ya bir çay bahçesinde, ya bir sinemada o iki yılın en güzel zamanlarını paylaşmaya başladık onunla.
Hiç unutmam, bir keresinde, ay sonu, ikimizde de paranın suyunu çektiği bir pazar günü, Kordonda yanyana yürürken, yol kenarında kazı-kazan satan bir bayi gördük. Melek, benden 1 lira istedi. Kumarda hiç şansım olmadığından, o işlerle hiç ilgilenmezdim. Fakat, onu kırmamak için verdim 1 lirayı, bir bilet aldı, kazıdı ve çocuklar gibi sıçramaya başladı, 50 lira ikramiye kazanmıştık. Gülerek yüzüme baktı ve
-Ben, artık senin Şans Meleğin oldum dedi. O parayla, İzmirin meşhur! kumrularıyla karnımızı doyurmuş, sonra da bir çay bahçesinde saatlerce çay keyfi yapmıştık.
O günden sonra, onun aramızdaki adı, Şans Meleği olarak kalmıştı.
Gerçekten de şans getiriyordu bana. Kumar oynamaya ne niyetim ne de gücüm yoktu ama, bazen aklıma esip bir piyango bileti alsam, ona çektirdiğimde, en azından bir amorti isabet ediyor, ya da spor toto cinsi bir şans oyununu ona doldurtursam, üç - beş lira kazanıyordum.

Yine bir pazar günü, Hatayda bir sinema çıkışında, mini etekli ve çok güzel bir kız görmüştük. Farkında olmadan biraz dikkatli bakmış olacağım ki, kadınsı bir güdüyle, kolumu sıkarak,
-Bak, bir erkeğin bir tane Şans Meleği olabilir. İkincisi işi karıştırır demiş ve
-Eğer, bir gün, benden başka bir Şans Meleği daha seçecek olursan, haberin olsun, bütün şanssızlıklar başına gelecektir, bilmiş ol. diye tamamlamıştı bu şakayla karışık ikazını.
İki yıla yakın bir süre, onunla böyle güle oynaya, dostça ve temiz bir sevgiye dayanan arkadaşlık yaşadık. Bu arkadaşlık, bizim yavan günlerimizi yaşanabilir kılan tek can simidimizdi.

Taa ki, geçen ay, onun Ankaraya tayininin çıkmasına kadar. Bu habere ikimiz de çok üzüldük. Fakat, elimizden gelen bir şey yoktu. İleriye dönük beraber olmak ümitlerimizi, içimizde saklayarak, mektuplaşmak, haberleşmeyi kesmemek konusunda anlaşmıştık. Dün, onun İzmirdeki son günüydü.
Bu son günde, onu gönlümce ağırlamak ve küçük de olsa bir armağan vermek istiyordum. Bu, çok istememe rağmen, iki yıl boyunca, bir türlü gerçekleştiremediğim bir isteğimdi.
Bu nedenle, müdüriyete baş vurup, yarım maaş avans istedim. Neyse ki, kalbim temizmiş, iki gün önce bu para elime geçti.
Ona, gönlümden geçen mütevazi bir hediye aldım ve dün gece, Karşıyakada, güzel bir restoranda, iki yıldır ilk kez, ona gönlümce bir logos ziyafeti çektim. Tabii, bu arada, efkarımızı dağıtmak için, kafalarımızı da epey cilalamamız gerekti. Onu son otobüse yetiştirdiğimde, vakit gece yarısını geçmişti. Otobüse binerken son defa yüzüme baktı, yanağıma dostça bir öpücük koydu, gece için teşekkür etti ve hafifçe gülümseyip, parmağını bir ikaz anlamında, yüzüme doğru sallayarak:
-Bak, unutma, başka bir Şans Meleği daha seçersen,
onun sana şanssızlık getirmesi için dua edeceğim, sakın haa... dedi. O, hareket eden otobüsün penceresinden el sallayıp gözden kaybolurken, ben, ilk kez sahip olduğu balonu elinden uçuvermiş bir çocuğun şaşkın hüznü içinde baka kaldım arkasından...
İşte, bu sabah, yatağımda, vücudum, İzmir güneşinde mayışmış bir kedi keyfinde yuvarlanırken, bir yandan da, film şeridi gibi aklımdan geçen bu anıların hüznüyle doluyordu yüreğim.
Tadım kaçmıştı, son bir gerinişle bu ataleti üzerimden atmaya çalışarak
yataktan kalktığımda, vakit öğleye yaklaşmıştı.
Bir duş alıp, birşeyler atıştırdım, kendime güzel bir kahve pişirip, odama dolan güneş ışığında sigaramın dumanını dalgın dalgın seyrederken, gözüm takvime ilişti. Bu gün 9 Eylüldü, İzmirin kurtuluş günüydü. Dışarı çıkıp biraz dolaşırsam, içine girdiğim bu sıkıntılı havadan kurtulabileceğimi düşündüm. Pantolonumun ceplerini karıştırarak, dün geceden geriye kaç param kaldığına baktım. 9 tane bütün yüzlük ve bir miktar da bozukluk vardı ceplerimde. Ay başları dışında, cebimde bu kadar para olmazdı pek. Garip bir keyifle cebimi okşadım ve çıktım evden.

Uzunca süre, ellerim cebimde, İzmirin güzel havasını soluyarak, amaçsız şekilde yürüdüm. Bir ara yorulduğumu hissettim ve biraz dinlenmek için, otobüs durağında oturmuştum ki, oldukça boş bir otobüs geldi durağa.
İçimden geldi ve nereye gittiğine dahi bakmadan biniverdim otobüse. Sadece otobüsün numarasını görmüştüm binerken, 9 du otobüsün numarası...
Epey gittik otobüsle, arada güneşin ve sıcağın etisiyle gözlerim kapanıyordu kendiliğinden.
Birden, biletçinin sert sesiyle kendime geldim. Hipodrom, buraya kadar diyordu biletçi. Mecburen kalktım, vakit ilerlemişti, yapacak bir işim yoktu, hipodroma girip bir iki at yarışı izleyebilir, hem serinler, hen de açılırım diye düşündüm. Bu fikir cazip gelmişti, bir giriş bileti aldım ve içeri girdim. O sırada, iç hoparlör, biraz sonra 9. koşunun yapılacağını anons etti.
İste o an, sabahtan beri yaşadığım ilginç rastlantılar, bir şimşek gibi çaktı beynimde. 9.ayın 9 nda, saat 9 u 9 geçe uyanmıştım, 9 numaralı otobüse bindirmişti beni kaderim, hipodroma getirmişti. Burada da, 9. koşu koşulacaktı ve cebimde tam 9 tane yüzlük vardı. Hemen bir yarış programı alıp baktım,
9. koşuda 9 tane at kayıtlıydı ve 9 numaralı at 9. kulvardan çıkacaktı. Bu atın ganyanı da, bire 9 veriyordu.... Bu kadar tesadüf, boşuna olamazdı, Mutlaka Şans Meleğimin, dün gece için teşekkürüydü bu...Bir de, 9 no lu atın ismini görünce büsbütün kesinleşti bu fikrim, tüylerim diken diken oldu.
Atın ismi de Şans Meleği değil mi...
Benim güzel Meleğimin bir hediyesi, bir teşekkürüydü bu. Hemen gişeye koştum ve 9 tane yüzlüğü sayıp 9 numaralı ata ganyan oynayacağımı söyledim.
Gişe memuru, yüzüme bir tuhaf baktıktan onra, 9 numaraya mı, hepsi ile mi? diye sordu ve başımı olumlu anlamda sallayınca, 9. koşuda 9 nolu
ata 900 liralık ganyan biletini düzenleyip verdi elime.
Bileti cebime koyduğımda, bir yandan da elimi cebime sokup sıkı sıkı aldım avcuma, çünki bu biletin değeri 8000 liranın üzerindeydi, yani benim üç aylık maaşımdan fazlaydı. İçimden, bir daha teşekkür ettim benim Meleğime, taa Ankaradan yetişmişti imdadıma...
Tribüne çıktım ve yarışın başlamasını beklemeye başladım.
:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
Eve geldiğimde, hava kararmış, saat 9 olmuştu. Tabanlarım patlıyordu sanki.
9 Numaranın tılsımı gerçekten bozulmamıştı. 9. koşuda 9 no.lu at, 9 atın koştuğu yarışta 9., yani sonuncu olmuştu ve ben, yol param kalmadığından taa hipodromdan eve kadar yayan gelmiştim.
Tek tesellim, hatayı nerede yaptığımı bulmam oldu: Şans Meleğimin
ısrarlı ikazlarını unutup, kendime ikinci bir şans meleği, Şans Meleği isimli atı seçmiştim...

Birazdan kalkıp, evdeki bütün saatlerin kadranlarındaki 9 rakamlarını kazıyacağım ve takvimdeki her ayın 9 una ait yaprakları yırtıp atacağım. Ve ölünceye kadar ne 9 no.lu otobüse bineceğim, ne de hipodromun civarından geçeceğim.
Yarın, işe yayan gitmek zorundayım, şimdiden ay sonunu getirebilmek için kimlerden ödünç isteyebileceğimi düşünmeye başlamam gerekiyor.
Üstelik, şimdi Şans Meleğim de yanımda değil...

5- AKREP

O, genç ve iyi yürekli bir akrepti.
Daha küçük bir çocukken, dinlediği bir masalda, akrabalarından bazılarının geçmişte yaptığı kötülükleri duymuş ve çok üzülmüştü.
O gün karar vermişti, büyüyüp güçlü bir akrep olduğu zaman da, o hiç kimseye zarar vermiyecekti.
Bir gün, bahçede dolaşırken, evin güzel kızının bacağındaki bir gül dövmesini gördü. Birden gencecik yüreğini bir sıcaklığın kapladığını hissetti. O ne güzel bir şeydi. İçinde, ona dokunmak için tarifsiz bir istek duydu. Sevgi dedikleri, aşk dedikleri şey, bu olsa gerek diye düşündü.
O gece, gizlendiği taşın altında hep o gül dövmesini düşündü. Ertesi sabah ve ondan sonraki günler, hep o güzel kızın bahçede dolaşmasını bekledi ve her gördüğünde o gül dövmesini, kıpır kıpır bir şeyler oynadı yüreğinde.
Sonunda kararını verdi. Ne yapıp yapıp denemeliydi ona dokunmayı...
Evin bahçe kapısının açık olduğu bir an, bütün dikkatiyle kimseye gözükmeden içeri süzüldü.Ve gece,kızın yattığı odayı görünce, doğruca içeri girdi. Kızın yorgandan çıkmış ayak bileğinde o büyük aşkı gül, onu bekliyordu.

Yatağa tırmandı ve kızın ayağına çıkarak o gül dövmesine yöneldi. Hayatının en mutlu anlarını yaşıyordu. Dövmenin üzerinde dudaklarını dolaştırmaya başladı. Minik yüreği, çırpınırcasına çarpmaktaydı. Mutluluktan ölebilirdi sanki.

Gülün üzerinde bir süre sevgiyle gezdi
Fakat kız, ayağında bir şey dolaştığını sezdi
Hain kız, bir çığlıkla silkeledi onu yere, çok hissizdi
Akrep, sevdiğinin yanında küçük düşmüştü, ümitsizdi
Utandı, şaşırdı, öylece kaldı, yaşamdan bezdi
Ve kız, terliğin topuğuyla akrebi ezdi, ezdi, ezdi...

Meğer vaktiyle bir akrep bir kızı sokmuş,
O günden beri, akreplerin, gülleri sevmeye hakkı yokmuş.

Oysa, akrebin bile iyisi olabilir,
Sırf, adı 'akrep' diye, ezilip ölebilir.

Herkes, mutluluğu kendi çevresinde bulmalı,
Hayâl etmenin bile bir sınırı olmalı.

6-KÜÇÜK KARINCA (Manzum)

Bir dağ yamacında yeşil bir yonca
Üstünde yürüyen minik karınca;

Delice esince dağdan fırtına
Sanki kanat takmış gibi sırtına,

Uçtu da karınca çok çok uzağa,
Söylendi, 'ben nasıl düştüm tuzağa? '

Yiyecek bulmaktı bütün dileği,
Oysa burkulmuştu şimdi bileği.

Bu halde yuvaya nasıl giderdi,
Yuvadakiler hep alay ederdi

Hem topaldı şimdi, hem eli boştu;
Topal bacağıyla her yana koştu.

Birşey bulamadı, fakat ne çâre,
Yorgun düştü kaldı, garip, bîçâre.

Ümidi kalmadı, bir yere çöktü,
Oturdu, sel gibi gözyaşı döktü.

Sonunda çâresiz kalktı yerinden,
Kaderine bir 'aah' etti derinden,

Ruhunu sonsuz bir acı bürüdü,
Yuvaya doğru tam bir gün yürüdü.

Bir ara gökte ay gözünü çeldi,
İçinden Tanrı'ya yakarmak geldi:

'Ey Tanrım, madem ki beni yarattın,
Yonca yaprağında bir şey arattın

Karıncalar bile senin kulundur,
Üstelik, yolumuz senin yolundur,

Bak yalvarıyorum, sen Tanrı, ben kul,
Kurtar şimdi beni, bana çâre bul'.

Dua, ona bir güç getirdi birden,
Azimle yürüdü kaldığı yerden.

Tanrı, karıncayı sanki kükretti,
O da Tanrısına bolca şükretti.

Yuva gözükmüştü şafak sökerken,;
Birden bir şey gördü yolda giderken.

Bir bütün buğdaydı, bu bir ganimet,
Karıncalar için en büyük nîmet...

Büyük bir gayretle sırtına aldı,
Zaten yuvaya da çok az yol kaldı.

O, çalışmış, doğru yolda gitmişti,.
Tanrı görmüş, ona yardım etmişti.

Sırtında buğdayla eve varınca,
Omuzlara yükseldi küçük karınca...

..................................................

Yürekten bir dua gelirse dile,
Dua eden, olsa karınca bile

Tanrı duyar onun ne dediğini,
Cömerttir, verir her istediğini...

7-ÇOCUK VE KÖPEK (Manzum)

Bir duvar dibine çökmüş bir çocuk,
Çıplak ayaklarını kanatmış taşlar.
Gözleri iki siyah kocaman boncuk,
Akmadan kurumuş üstünde yaşlar.

Elinde bir küçük ekmek parçası,
Tek büyük serveti o kuru ekmek,
Bütün gün onun tüm nafakası,
O ekmek, can demek, yaşamak demek...

Rüzgâra tutulmuş bir yaprak gibi
Titriyor, belli ki, hem çok üşüyor,
Avcunda sımsıkı, lokmanın dibi,
Bazen küçük başı, yana düşüyor.

Ve tam karşısında bir garip köpek
Dikmiş gözlerini, dostça bakıyor,
Onun da özlemi bir lokma ekmek,
Baktıkça ağzının suyu akıyor...

O mahzun bakışa çocuk yüreği
Dayanamadı ve sonra vaz geçti,
Uzatıp o küçük lokma ekmeği,
Biri doyacaktı; köpeği seçti.

Sallandı şükranla hemen kuyruğu,
Bir lokmada yuttu ekmeği köpek,
Hem sevgi, hem şükür Tanrı buyruğu
Şimdi gerekiyordu teşekkür etmek...

Üstüne atılıp küçük çocuğun
Kırk yıllık dost gibi sarıldı birden,
Kalp atışlarından sevgiyi duydu,
Başını soktuğu o sıcak yerden.

Çocuk da sarıldı ona sevgiyle,
İlk kez biri ona sarılıyordu
Ürperdi yüreği, bilmedi, niye?
Sevginin hazzına varılıyordu...

Ertesi sabah yoldan geçenler soğuk taşlar üzerinde yatan bir küçük çocuk cesedi gördüler...Minicik yüzündeki o kocaman gözlerinde, mutlu bir ifade kalmıştı çocuğun.
Ve çocuğun baş ucunda bir sokak köpeği, sanki onu yeniden canlandırmak ümidiyle, hiç durmadan yalıyordu onun cansız ellerini, yüzünü, çıplak ayaklarının...
Hergün, önünden geçerken, onun iri siyah gözlerinde âdeta yalvaran, çaresiz bakışları gömezden gelerek yürüyüp geçiveren insanlar, şimdi birer merhamet âbidesi kesilmişler, üzüntüyle seyrediyorlardı bu hüzün tablosunu...
Bu sırada, kalabalıktan heyecanlı bir ses yükseldi Bu aç köpek, cesedi yemeye çalışıyor diye...Ve aynı anda bir tekme patladı zavallı hayvanın karnında,
Köpek 4-5 metre öteye düştü, bir iki hırıltı çıktı boğazından, can bile çekişmedi, adeta bu pis dünyada yaşamaya değmez dercesine ve o da oracıkta can verdi..

Şimdi taşların üzerinde cansız bir çocuk ve ölü bir köpek vardı.
Hiç kimse fark etmedi ama, ikisinin de gözlerinde, bir huzur ifadesi kalmıştı sanki..
Çünkü, ikisi de, ölmeden az önce, yaşamlarında ilk kez, sevmenin ve sevilmenin mutluluğunu tatmışlardı...

8- İ bret için

O, daha küçücük bir balıkken bile, diğer balıklardan farklı görürdü kendini...
Büyüdükçe, büsbütün arttı onda bu düşünce. Kendisinin, denizdeki en güzel balık olduğuna inanmaya başladı.
Pullarını daha da parlak göstermek için hep kıvrım kıvrım kıvrılırdı yüzerken.
Hele kuyruğunu sağa sola sallayışının, ona çok yakıştığını, bütün balıkların ona hayran olduğunu düşünürdü.
Bu denizdeki tüm balıklardan çok güzel olduğuna inanıyor ve hepsini çok değersiz buluyordu. Zaman zaman, arkadaşlık etmek istercesine yanına gelip beraber yüzmeye çalışan balıkları, kendi arkadaşlığına lâyık görmez ve süratle yanlarından uzaklaşırdı.
O bunların çok üstünde yaşamalıydı...
Buna karar verdikten sonra, hep denizin en yukarılarında, suyun yüzüne en yakın yerlerde yüzmeye başladı..
Şimdi güneşin ışıklarını biraz daha hissediyordu üzerinde ve pulları gümüş gibi parlıyordu yüzerken. Güneşin, onu çok daha güzel gösterdiğini anladı. Şimdi hep suyun dışını seyretmeye başlamıştı
Her gün, denizin, bu yüzeye en yakın yerlerine gidiyor, güneşi, kuşları seyrediyordu.

Fakat, artık denizin en üstlerinde olmak da yetmemeye başladı ona. O, bu denizlere değil, daha yükseklere layıktı. O da özgürce göklere yükselmeli, kuşlar gibi uçabilmeliydi.
Bu artık onda vazgeçilmez bir tutku halini almıştı. Sabah akşam, hep, sadece göklere yükselmeyi, kuşlar gibi uçmayı hayâl eder olmuştu.
Bıkmıştı bu denizden, göklerde uçmalıydı o, kuşlarla dostluklar kurmalıydı.
Bir gün, yine suyun çok üzerinde yüzüp bunları hayâl ederken, bir martının yıldırım gibi ona doğru geldiğini gördü... Heyecandan ve mutluluktan bayılacaktı neredeyse...
Nihayet, kendisine layık gördüğü biri, güzelliğini fark etmişti,hayâlleri gerçekleşiyordu işte... Gözlerini kapattı ve naz dolu bir rehavetle bıraktı kendini suyun üzerine...

Oysa balıklar hep içinde yaşadıkları denizi sevmeli ve mutluluğu onun güzellikleri içinde aramalılar... Göklere yükselmeyi, göklerde uçmayı düşlememeliler.
Çünki, balıklar, ancak, bir martının ağzındayken uçabilirler...
Martının rızkı olarak...

9-GARİP BİR AŞK HİKÂYESİ

...........Henüz öğrencilik yıllarımdayken tanışmıştım seninle. Önceleri, hep kuytu köşelerde, küçük kaçamaklar şeklinde başladı ilişkimiz.
Sen yanımda olduğun zamanlar, seninle beraber görünmekten âdeta gurur duyuyor ve arkadaşlarımın arasında daha saygın, daha olgun görüldüğümü sanıyordum.
Yaşım ilerledikçe, birlikteliğimizi gizlemek zorunluğu duymadan, daha rahat, daha sık beraber olmaya başladık. Artık, benim için, bir tutku olmuştun.
Dudaklarım sana değdikçe, tüm sıkıntılarımdan kurtuluyordum sanki. Sensiz duramıyor, sensiz olamıyordum. Soluklarımla ciğerlerime sinmiştin, damarlarımda dolaşıyordun sanki. Ve bu tutku, yıllar yılı hep böyle sürdü, gitti.
Derken, ben yaşlandığımı hissetmeye başladım, oysa sen halâ ilk tanıştığımız günlerdeki halindeydin.Bu durum, zoruma gitmeye başlamıştı. Beni sevenler, hep seni terk etmemi söylüyorlardı. Artık, dudaklarımın sana her değişi, yeni bir ısdırabın başlangıcı oluyordu benim için.
Birlikteliğimizin bitmesi gerektiğine, artık ben de inanıyordum. Ancak,
yarım asırlık bir sevgim vardı sana ve seni terk edemiyordum.
Çünkü, ben sâdık bir âşıktım ve sen sâdık bir düşmandın SİGARA! ..

10- SABAHAT (Manzum)

Bir yan dağlar, bir yan Fırat,
Köy ortada, sanki Sırat,
Kış felaket, hava berbat;
Bu köyde doğmuş Sabahat..

Ümitsizmiş her yıl hasat,
Hayvancılık zaten kesat,
Doğa, sanki köye fesat;
Çok zor büyümüş Sabahat...

Böylece sürerken hayat,
Töreler hep eski, bayat;
Bulmuşlar kırklık bir damat
On üçündeyken Sabahat.

Kızcağızda figan, feryat,
Anasından ummuş imdat.
Ana sözü geçmez, heyhat,
Gelin olacak Sabahat.

Köyde sözü geçen zevat,
'Uygun' deyip, vermiş berat.
Çocuk yaşta haraç- mezat
Satılıvermiş Sabahat.

Zâlim koca bir de hoyrat;
Hem sever, hem döver gavat!
Karar verip de tam sür'at
'Kaçarım' demiş Sabahat...

Kaçış yolu bir fecaat.
Fikrinden etmeyip ric'at,
Her zorluğa sabır,sebat
Ederek kaçmış Sabahat.

Köyden kaçıp gelmiş, fakat
Şehirde yalnızlık sakat...
Kem gözlerden bir barikat;
Şaşırıp kalmış Sabahat...

Namuslu işmiş ilk murat,
Kime gitse asık surat...
Dertler birikince kat kat
Perişan olmuş Sabahat...

Bitip tükenince tâkat
Artık duramamış rahat.
Onda yoksa da kabahat
Pavyona düşmüş Sabahat...

Sigara, içki, sefahat;
Buna dayanır mı sıhhat?
Çabuk gelmiş vakt-i saat,
Kurtulmuş, gitmiş Sabahat...

Helâllik vermiş cemaat,
İki tekbir, bir salâvat,
Dört kolluyla bir seyahat
Yazık oldu be Sabahat! ..

11-GÜL İLE BÜLBÜLÜN AŞKI (Bir Efsane)

Bir gülistan içinde, kanadı kırık bülbül;
Nice gülün dikeni saplanmış sinesinde,
Her diken bir hatıra, şimdi her diken bir gül
Her dikenden bir acı, bir hüzün var sesinde...

Ve hazan bahçesinde açılmış bir güz gülü;
O kızıl yaprakların ipektendir dokusu,
Açıldıkça açılır, davet eder bülbülü,
Sarhoş eder bülbülü, onun o misk kokusu...

Bülbülde kanat kırık, uçup güle gidemez,
Dikenler, ciğerine batar da, koklayamaz.
Yüreği sevgi dolu, hem sevmeden edemez,
Hem sevgiyi, aşkını içinde saklayamaz.

Her gün bir adım daha yaklaşırken ölüme
Biri koklasa gülü, bülbülün canı gider
İnleyerek yalvarır; dokunmayın gülüme
Sesi bitene kadar haykırır, figan eder...

Onun sevgiyle dolu, hüzünlü bakışını
Farkedip, gül de onu içten sever dururmuş
Çaresiz figanında sevdalar yakışını
Dinledikçe, bu sevda, gülü içten vururmuş.

Sonunda dayanamaz, bülbül toplar gücünü,
Uçamaz da, kendini, o güle doğru atar;
Kader almıştır yine sevenlerden öcünü
Bülbül, sevdiği gülün dibinde cansız yatar...

Gül görünce bülbülü, öyle cansız yatarken
Soluvermiş al rengi, gülün beli bükülmüş
Gülün de sonu olmuş, bir akşam gün batarken
Aşkın göz yaşı gibi, yaprakları dökülmüş...

Şimdilerde ne o gül, ne bülbülün sesi var
Fakat onların aşkı, şarkılara can vermiş,
Dillerden düşmeyen bir sevda efsanesi var;
Bülbülle gülün aşkı, ölümsüzlüğe ermiş...

12-BİR ADAM, BİR AĞAÇ, BİR ÇOCUK VE BİR AKŞAM (Manzum)

Bir adam,
yaşlı ve yalnız...
Bütün sevdiklerini elinden alan
acımasız yıllardan
elinde kalan
sadece eski bir keman...
Ve her gün, akşama doğru
oturup açık penceresinin önünde,
fersiz gözleri
ufukta, belirsiz bir noktaya dalarak
titreyen elleriyle
hüznünü paylaşıyor,
kemanı telleriyle...

Bir ağaç,
o da yaşlı ve yalnız...
O da bıkmış gibi yaşadığı yıllardan,
güçsüz dalları yorgun ve yılgın
her yıl yapraklarını döken
hazan rüzgârlarından...

Bir çocuk,
hem yetim, hem öksüz...
Her paydos vakti, çıktığında
boğaz tokluğuna çalıştığı tamirhaneden
bu ağacın altına oturur,
sebebini bilmeden,
düşünmeden...
Daha, bu küçücük yaşta
hem o masum yüzü,
hem minik yüreğindeki yaşama ümidi solmuş,
ellerindeki çatlaklara, siyah motor yağları dolmuş,
sırtını dayayıp o ağaca
ve kapatıp gözlerini
bu keman sesini dinliyor,
belli, o hüzünlü seste
kendinden bir şeyler buluyor.
Sonra, uzatıp öne doğru
iki incecik ve çelimsiz bileği
avuçlarını açıp bir dua ediyor,
kim bilir, nedir dileği...

Ve bir akşam,
puslu bir gökyüzü,
hava,sanki uğursuzluk kokuyor,
çocuk yine ağacın altında
ve gözleri,
can havliyle dala tutunup kalmış tek yaprakta,
keman, bu akşam nedense kesik kesik çalıyor...

Sonra meş'um bir esinti,
ürperdi sanki her şey,
yaprak düştü,
keman sustu
ve bir bulut ağladı
tıpkı o çocuk gibi...

Sonra hep sessiz ve yalnız kaldı
ağacın dibi...

:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::

_B- İSTANBUL NOSTALJİLERİ

1- İSTANBULUN, İSTANBUL GİBİ OLDUĞU YILLAR

Yaşlılık mıdır sebebi bilmem, çağa yakışmadığımı hissediyorum.
En azından, mesleğim dahi, teknoljinin getirdiği nimetleri inkâr etmeme mani, ama götürdüklerini sindiremiyorum içime bir türlü....
Ve isyan ederim zamana, elimden aldıkları için... Ölüme sözüm yok, o Allahın emri de, güzellikleri neden süpürüp götürdü diye...

Bazen bir taş plâk koyarım gramofona, oturur, bir de sigara yakarım. Seslenmez mi o cızırtılı plâktan Eftalya Hanım; Biz Heybelide her gece...diye... Alır götürür beni başka zamanlara, başka zamanların İstanbuluna...

İşte, o zamanlara, hani İstanbulun İstanbul gibi olduğu yıllara...
Anadolunun, bin yıllık Anadolu temizliğiyle, saflığıyla, dürüstlüğü ile, cömertlik, misafirperverlik ve üretkenlik örflerini yaşatarak yaşadığı, İstanbulun ise havasına, suyuna sinmiş bir Osmanlı Saltanatı asaletini, halâ korumaya çalıştığı yıllara...

İstanbulda yaşayanların İstanbullu gibi olduğu, kadınlara hanımefendi diye, erkeklere beyefendi diye hitap edildiği, dahası, kadınların gerçekten hanımefendi, erkeklerin de gerçekten beyefendi olduğu yıllara...
Arabesk müziğin, henüz ne Anadolumun yanık türkülerinin, ne de klâsik müziğimizin şâheserlerinin ırzına geçemediği, kadınlarımızın bluegean pantolon ve ciğerci sabolarına rağbet etmeye başlamadıkları ve kirli sakalla gezen erkeklerin yakışıklı ya da entel sayılmadığı zamanlardı o yıllar...
Hanımefendiler, mevsimine ve yerine göre, beyaz keten tayyör de giyerler, siyah tüllü şapkalar da takarlardı, beyefendiler ise fötr ve kravat bir günlük kıyafetin gereği olarak kullanırlardı.
Otobüse, tranvaya binerken, erkeklerin kadınlara, gençlerin yaşlılara yer vermesi, adeta mecburiyet telâkki edilirdi.

Halk kahramanlarının, Beyoğlunda atla gezmesi de pek düşünülmemişti o zamanlara kadar...Çünki, Beyoğlu, İstanbulun en kaliteli sinemalarının, mağazalarının ve lokantalarının bulunduğu, hanımefendilere, beyefendilere ait bir muhitti, atların dolaşmasına uygun bir mahal değildi.

İstanbullu zerafetinin en güzel bir örneği de Kadıköy vapurlarında yaşanırdı. Başka bir yazımda, müstakil olarak anlattığım bu yolculuklarda yaşananlar, iddia ederim ki, batı dünyasının hiçbir zaman ulaşamadığı bir uygarlık ve asalet sembolü olarak kalacaktır hatırlarda...

İstanbulda yerden mantar gibi bitmiş bilmem kaç katlı kule gibi apartmanlar yoktu, ama Erenköyde çamlık bahçeler içinde ahşap köşkler, Üsküdarda cumbalı konaklar vardı. O bilmem kaç daireli apartmanlarda yaşayıp, aynı çatı altındaki komşusunun ölümünden haberdar olmayan, olsa da cenazesine katılmayı bile külfet sayan insanlar yerine, komşusunun en küçük rahatsızlığında bir tas çorba ile yardımına koşmayı görev sayan sevgi dolu dost komşular vardı.

Kalorifer yoktu evlerde ama, şimdilerde kaybolan sevgiyi ısıtan sobalı odalar vardı.
Televizyon olmadığı için, ahlaksızlığın her türlüsünün halkın bilinç altına pompalandığı diziler yerine, o sobalı odalarda, radyo tiyatroları izlenirdi, çoluk çocuk hep birlikte, arada soba üstünde pişen kestanelerin, ya da mangalın külüne sürülen cezvelerde köpüklenen kahvenin keyfiyle...
Asfalt değildi sokaklar, ama o eğri büğrü arnavut kaldırımı sokakların iki yanında, erik, dut ve incir ağaçları ve daha da güzeli her yağmurdan sonra çocukların kâğıt gemiler yüzdürdüğü yağmur derecikleri olurdu.

Bilgisayar tutkunu, gözleri bozulmuş, benizleri sararmış çocukların değil, açık havada çember çeviren, misket oynayan, topaç döndüren, uçurtma uçuran hayat dolu çocukların...
Maçları bile yanyana seyrederdi İstanbullular, Fenerlisiyle, Galatasaraylısıyla ve İstanbul nezaketini en çok zedeleyen tezahürat, bir baba hindi temposuna sinerdi. Naklen yayın yoktu ama, sahaya atılan şişeler de, küfürler de yoktu...

Şimdilerde,üstündeki koca koca anten kalabalığıyla dev bir kirpiyi andıran
Çamlıca tepesi, o zamanlar isminin içeriğini açıklar görünümdeydi. Ya yemyeşil sırtlarından, kıyıdaki el oyası zerafetindeki yalılardan ne kadar güzellik kalmış ki bugünkü Boğaziçinde?
Martıların bu günki gibi, rızkını çöp tenekelerinden değil, kendi sînesinde aradığı, yunusların teknelere refakat ettiği bir Marmarası vardı İstanbulun, deterjan artıkları, mazot sızıntıları, tanker yangınları onun da sağlığını ve güzelliğini yok etmeden önce...

İşte ben hep o yılların İstanbulunu özlüyor ve ya bir taş plâkta, ya keyifle tüttürdüğüm bir sigaranın dumanında bulabiliyorum o sevgili şehrimi...

O GÜZEL ANILARI, İÇİMDE TAŞIYORUM
BAKMAYIN OTURDUĞUM YERE, ÜSTÜME GELMESİN ZAMAN
BEN HEP O AHŞAP KONAKTA YAŞIYORUM

2- KÖŞE BAKKALLARI

Köşe bakkalları vardı eskiden, arnavut kaldırımı sokaklarımızda
Ve “kredi”, banka kartlarında değil, kişiliklerde olurdu bizim zamanımızda.
Ya sigara ya ekmek, önünden geçerken aklımıza mutlaka bir ihtiyaç gelirdi,
Hiçbirşey almasak da, en azından “selâm” alınır,verilirdi.
Her alış-veriş veresiyeydi, ”yaz deftere” denirdi,
Güven, saygı ve sevgi vardı bolcana, sadece onlar peşin ödenirdi.

1950 li yıllara kadar, İstanbul’un hemen bütün mahalle aralarında sokaklar, hep “Arnavut Kaldırımı” denen türdendi. Bu sokaklar, birbirine hiç benzemeyen, gerek şekilleri, gerekse boyutları tamamen farklı, hiç bir geometrik şekle uygun olmayan, üst yüzeyleri yuvarlanmış taşlardan oluşurdu.
Sokağın orta sırasına, mutlaka diğerlerinden daha büyük olan taşlardan bir sıra dizilir ve kenarlara doğru sokağa çok hafif bir bombe verilerek, yağmur sularının sokağın iki yanına doğru akması sağlanırdı. Böylece, suyun bir kısmı, kenarlara gidene kadar, taşların arasından toprağa sızar, çok şiddetli yağmurlarda ise, yolun iki kenarında bırakılmış olan taşsız boşluklarda, küçük derecikler oluşur ve su, yolun meyline uygun bir yönde toprak tarafından emile emile akar giderdi... Bu küçük derecikler, bizler için kâğıttan yapılmış kayıklarımızı ya da boş kibrit kutularına bir kibrit çöpünden direk yaptığımız “gemicik”lerimizi yüzdürmek için en büyük eğlence kaynağımız olurdu...

İşte bu arnavut kaldırımı sokakların bir vazgeçilmezi de “Köşe Bakkalları”ydı. Süper Marketlerin adını dahi duymadığımız o yıllarda, bu mahalle bakkallarına “köşe bakkalı” denilmesiniz sebebi, daha çok eve, yani daha çok müşteriye hitap edebilmek için, bu bakkalların, dükkânları için, mümkün mertebe, iki sokağın kesiştiği köşeleri seçmeleriydi.
Her sokak sakini, çok büyük bir kabahatini görmedikleri sürece, alış-verişlerini genelde, kendi sokaklarındaki bakkallardan yaparlardı.
“Her sokakta bir milyoner yaratmak” felsefesinin henüz uygulanmadığı o yıllarda, insanlar, maddî imkânlarının el verdiği ölçüde aybaşlarında daha merkezî yerlerdeki toptancılardan peşin parayla alış-veriş yaptıktan sonra, ay boyunca ufak-tefek günlük ihtiyaçlarını genelde veresiye olarak bu köşe bakkalarından giderirlerdi. Ödemeler, umumiyetle aybaşından aybaşına yapılır, fakat herkezin birbirini tanıdığı, insanların birbirini sevdiği ve dostluğun maddiyattan çok üstün tutulduğu o günlerde, hastalık, evlenme v.s özel mazeretleri olan müşterilerin 2-3 ay ödeme yapmadan alışverişleri de olağan karşılanırdı.

Dükkânlar genelde 20-25 metrekarelik mekânlardı, daha küçük de olabilirdi. Dükkânın içinde,arka yanında“Bakkal Amca” nın oturduğu bir tezgâh-masa olurdu daima... Bunun bir gözünde, nadiren yapılan peşin alış-verişlerden gelme bozuk paraların konduğu bir göz kasa” görevini üstlenirdi. Tezgâhın üzerinde ise, iki sarı kefesiyle bir terazi ve büyükçe boy bir kalamoza dururdu ki, bu bakkalın en önemli eşyasıydı bence. Bunun her sayfasında, bir müşterinin aylık hesabını kaydederdi “Bakkal Amca”... Ayrıca, her müşteriye küçük bir cep defteri vermek de, bakkalın yükümlülüğündeydi.
Bu cep defterine, veresiye yapılan her alış-veriş, kalem kalem işlenir, ve bu defter müşteride kalırdı. Her alış-verişte, bakkal amca, kulağının üzerinde taşıdığı kurşun kalemi (tercihan sabit kalemi) , büyük bir ciddiyetle çıkartıp, okunması çok zor yazısıyla hem müşterinin cep defterine hem de kendi kalamozasında, o müşteriye ait sayfaya kalem kalem, sattığı malın adını ve fiyatını işlerdi. Bu kalamozanın adı “Veresiye Defteri” idi ve dükkânda yalnız kaldıkça, bakkal amcanın en büyük zevki, ara yekünler alıp o anki servet (!) yekûnunu hesaplamasıydı.
Her ne kadar, bazı bakkaların, zaman zaman veresiye defterinde kalem oynattığı gibi söylentiler çıksa da, bunlar “kuru iftira” olarak nitelendirilirdi, zîra, ay sonunda, müşterideki defterle mutlaka mutabakat tesis edilmeden ödeme yapılmazdı.

Tezgâhın iki yanında, genellikle birer camlı dolap olurdu. Bunlardan birinde bir kaç paket çikolata, kırmızı-beyaz boyalı halk şekerleri, bir miktar tahin helvası v.s, diğerinde de bir tekerlek kaşar peyniri ile bir miktar pastırma ve birer emaye tabak içinde dükkândaki beyaz peynir ve zeytinden az miktar örnek bulunurdu. Beyaz peynir ve urfa yağı büyük tenekeler içinde tezgâhın arkasındaki küçük bölmede muhafaza edilir, ancak müşteriye önce örnekten bir miktar tattırılmadan satış yapmak, raconuna uygun düşmezdi Bakkal Amca’nın.

Sucuk kangalları, genellikle, gündüz kuruması için bir iple tavana asılır, gece dükkân kapanacağı zaman ise, fare tehlikesine karşı camekânda muhafaza edilirdi. O zamanlar düşünemediğim bir ayrıntıyı, burada,yazarken belirtmeden geçemiyeceğim; aylık ödemeyi, faiz gibi bir mevhumu düşünmeden kabul eden ve kazandığı her kuruş, anasının sütü kadar helâl olan bu küçük esnaf, vereceği firenin kendi zararına olmasına rağmen, sattığı malın kalitesini iyileştirmek için, sucuğu kurutmayı bir mecburiyet gibi telâkki ederdi...

O zamanlar “hijyen” kelimesi bile meçhulümüzdü ama, Bakkal Amca, mutlaka kar gibi beyaz bir önlük giyerdi, ve peynir, pastırma gibi, elini kullanmak zorunda olduğu her satıştan sonra, mutlaka, dükkânın arka köşesindeki küçük lâvaboda elini yıkardı.
Bir de tavana asılı yapışkan kâğıtlar vardı. Bu günki neslin pek benimsemiyeceği bir yöntem olmakla beraber, dükkâna giren sineklerden kurtulmanın bir yolu olan, üzerine tatlı ve yapışkan bir madde sürülmüş bu kâğıtlar da,”hijyen” in bir diğer parçasıydı...

Fasulye, pirinç, mercimek, un, toz şeker gibi malzeme ise, yan yana sıralanmış cam kapaklı büyükçe gözlerde muhafaza edilir ve bu gözlerden birinde pırıl pırıl metal bir kürek bulunurdu. Müşteri bunlardan birinden satın almak istediğinde, Bakkal,önce küreği alır, istenen malzemenin bulunduğu gözü açar, elinde tuttuğu ve genelde gazete kâğıdından yapılmış kese kâğıdını şöyle bir üfleyerek ağzını araladıktan sonra, küreğe doldurduğu malzemenin bir kısmını kâğıda koyup terazinin kefesine bırakır, sonra da diğer kefedeki gramlarla denkleşene kadar küçük hareketlerle kürekten kese kâğıdına yavaş yavaş dökerek istenen miktarı hazırlardı. Sonra küreği tekrar göze bırakıp cam kapağı kapatırdı.
Şimdi naylon torbalar içinde tartılmış miktarda malzemeyi, kendimiz seçip sepetimize koyuveriyoruz. Mutlaka daha pratik. Ancak, satıcının bundan aldığı bir zevk olduğunu düşünebilir misiniz? Bakkal, yaptığı işten, sadece ticaret yapmak değil, ekmek parasını, meslek terbiyesi içinde bir iş yaparak kazanmanın hazzını da yaşardı o zaman...

Neler neler bulunmazdı ki” köşe bakkalı” nın dükkânında... Renk renk kap kâğıtlarından yapılmış uçurtmalar ve göbeği çıngıraklı çemberler genelde dükkânın dışında asılı dururdu.
Biz çocukların ilgisini çeken başka şeyler de bulunurdu topaçtan sakıza, niyet kartonlarına kadar...1950 ye yakın yıllarda, üzerinde bir siyâhi kız resmi bulunan ve içinden artist resimleri çıkan çıkletler ve meşhur “Kovboy” çıkletleri de girmişti repertuarımıza...Bu Amerikan sakızı, galiba kapalı ekonomiden çıkışın ve Amerikan malına duyulan saf hayranlığın belki de ilk başlangıcıydı bizler için ve arkası maalesef bu ülkeye, bu millete çok pahalı faturalarla gelecekti o açarken hep içinden “John Wayne”ın resmi çıksın diye çırpındığımız “Kovboy Çıkletleri”....

Bütün bakkallar için geçerli olmasa da, benim mahallemdeki “Bakkal Amcam”, ezanı duyunca, dükkânda müşteri varsa, ona vereceği hizmeti bitirir bitirmez, tezgâhın arkasına seccadesini serer ve dükkânın kapısını kapatmaya dahi gerek duymaksızın namaza dururdu. O zamanlar, insanlar bugünkü kadar aceleci, hayat bu kadar bir koşuşmaca değilmiş her halde ki, o namazdayken gelen müşteri de, onun selâm vermesine kadar beklerdi istediğini söylemeden...

Zamanla, arnavut kaldırımı sokaklar, yerini delik deşik asfalt yollara, köşe bakkalları, önce “market” lere, sonra “süper market”lere, veresiye defterleri de kredi kartlarına terk etti. Ve en kötüsü de, bu değişim içinde, o birbirine destek olmak için çırpınan sevecen insanlar da, maddiyatı her türlü sevgiden üstün tutan, birbirini tanımayan, birbirinden en çok nasıl istifade edebileceğinin hesabı içinde olan insanlara dönüştü...
Bu günki süper marketlerde, köşe bakkallarının o küçük dükkânında satılanlardan yüzlerce kere fazla çeşit mal satılıyor kuşkusuz.Fakat o küçücük mekânlarda bulabildiğimiz karşılıklı güven, saygı, yardımlaşma ve en önemlisi de “sevgi” yi reyonlarına sığdıramıyorlar süper marketler...
Ve bizim üzerinde kâğıt kayıklar yüzdürdüğümüz yağmur suları, şimdi medenîleşen şehirlerimizde toprak tarafından emilmek yerine, medenî (!)
seller olup o insanları yutuyor ne yazık ki...

3- KADIKÖY VAPURLARI

Kadıköy vapurlarıyla yapılan eski yolculuklar ve bu yolculukların iki ucundaki iskeleler, özellikle eski Kadıköylülerin unutamadığı nostaljik anılardır.

İstanbul nüfüsunun sadece ''yüzbin'lerle ifâde edildiği 1940 lı yıllarda ''Boğaz Köprüsü'' henüz bir hayâlden ibaretti ve şehrin iki yakası arasında yolculuk yapacak kişiler için deniz yolu, tek ve zorunlu yolculuk güzergâhı durumundaydı. Bu nedenle, kentin iki yakasını birleştirmek, ancak''Şehir Hatları İşletmesi'' nin gemileriyle mümkün olmaktaydı.

Kadıköy yolcusunun sayı ve kalite itibarıyla bilinen üstünlüğü nedeniyle, Şehir Hatları İşletmesi de, ''Heybeliada'', ''Moda'', ''Suvat'', ''Ülev'' gibi en yeni ve en modern gemilerini bu hatta tahsis ederdi.
Bu gemilerin yolcularını, öğlen saatlerinde genellikle Beyoğlu'na alışverişe veya sinemaya giden şık hanımlar, akşam üzerleri de lâcivert üniformalarıyla okuldan dönen azınlık okullarının öğrencileri oluştururdu.
Bu gemilerin alt kıç güverteleri ve üst kıçüstü açık güverteleri 'lüks' mevki sayılır ve burada yolculuk edenler bir fark ücreti öderlerdi.
Beyoğlu yolcusu bu şık hanımlar tüllü şapkaları, mutlaka çizgisi düz çorapları ve mantar topuklu ayakkabılarıyla genelde lüks mevkide yolculuk yaptıklarından, geminin bu bölümü nefis parfüm kokularıyla bezenmiş küçük bir moda gösterisi gibi olurdu...

İş saatlerinde ise, yolcular temiz giyimli, mevsimine göre pardösülü veya kruvaze ceketli, fakat mutlaka kravatlı ve fötrlü beylerden oluşurdu.
İş dönüşü saatlerine denk gelen 17.15, 17.35 gibi seferlerin yolcuları genelde hep aynı kişiler olur, hattâ bunlar çoğunlukla geminin hep aynı yerinde yolculuk ederlerdi. Öyle ki,Falanca Bey'in oturduğu yer boş dahi olsa,bir başkası,oraya oturmayı âdeta saygısızlık addederdi.

Garsonların, alışkanlıklarını öğrendikleri bu yolcuların kahvelerini, hiç sipariş almaksızın önceden hazırlayıp, şekerli- orta- sade herkesin kendi zevkine göre dağıtmaları, bir aile yapısı içinde geçen o seferlerin ilginç bir güzelliğiydi.
Bu arada,o zamanki çocuk hafızama bir fotoğraf gibi sinmiş olan 'Büfe Ücret Tarifeleri'nden de söz edeceğim.Geminin her salonunda asılmış,büyük boy bir fiyat listesi olurdu.
Bunda 'çay-5 kuruş', 'gazoz -7,5 kuruş', 'kahve -10 kuruş' olarak gösterilir, fakat kahvenin yanında,parantez içinde (nohut) yazardı.Zira, savaş ekonomisi gereği, kahve ithali durdurulduğundan, kahve genelde kavrulup çekilmiş nohuttan yapılırdı.
Listede 'ıhlamur','adaçayı','tarçın' da yer alırdı ve onların fiyatı da 5 kuruş olarak görülürdü ama, gerçekte bulunur muydu bilemiyorum, çünki içenleri pek görmemiştim...
Aralarında,bu yolculuk arkadaşlığından gayrı hiç bir müşterek yanları olmayan bu beyler, gemiye binip yerine geldiğinde, önce yarım bir tebessümle ve küçük bir hareketle fötr şapkasını çıkartır gibi hafifce oynatarak sıra arkadaşlarına 'İstanbul Efendiliği' örneği zarif bir selam verir, sonra garsonun getirdiği çayını ya da kahvesini yudumlayarak günün yorgunluğunu çıkarmaya çalışırlardı.
Yolculuğun kalan kısmı ise genellikle, ya sabahtan alınıp henüz okunamamış olan Cumhuriyet, Yeni Sabah, Vatan gibi gazetelerin, ya da bulvar gazeteciliğinin Ülkemizdeki öncülerinden sayılabilecek,son haberleri de baskısına yetiştirip tam bu saatlerde satışa sunulan Gece Postası gazetesini hatmederek geçerdi...

Hattın Karaköy tarafında, eski köprünün hemen başındaki eski iskelenin ikinci katında işadamlarının yoğun bir gün dönüşünde stres attığı, hattâ bazen küçük kaçamaklar yaptığı nezih bir içkili lokanta vardı.
Kadıköy'deki iskelenin (şimdiki Beşiktaş İskelesi) ikinci katı ise yolcuya açıktı. Ancak, yolcu yoğunluğu alt kattaki salonu kullandığından, girişin de turnikesiz olduğu o günlerde, bu ikinci kat, bir buluşma mahalli olarak kullanılırdı.

Vapurdan çıkışta ise, iskele ve Kaymakamlık binası arasındaki (U) biçimindeki avlu, taksi parkı olarak kullanılırdı. Özel araba tutkusu henüz yaygınlaşmadığından, hali vakti yerinde olan yolcular evlerine
taksi ile dönerlerdi. Bu kişiler her akşam alıştıkları aynı şoförü tercih ettiklerinden, bu şoförler o saatte başka müşteri almaz, vapur boşalırken 3-5 adım öne çıkıp müşterilerini karşılarlardı.
Bu avlunun bir kenarında ise,daha eski yıllarda yaz mevsiminde, genelde Moda yönüne kısa yolculuk yapacak yolcuların tercih ettikleri faytonlar park ederdi.

İskelenin, şimdiki ''Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'' tarafına bakan alan ise, tramvayların merkez durağı idi. (4) numaralı Bostancı, (6) numaralı Fenerbahçe, (20) numaralı Moda, (12) numaralı Üsküdar, (1) numaralı Kısıklı ve (8) numaralı Gazhane (Hasanpaşa) tramvayları, gemiden boşalan halkı evlerine taşırken, İskele Meydanı yeni bir vapurun yolcuları gelene kadar sükûnete bürünür, bu, geç saatlere kadar böyle sürüp giderdi...

1940 lı, 50'li hattâ 60'lı yıllara kadar, şehrin karşı yakasını Kadıköy'ümüze bağlayan deniz ulaşımı, sadece Kadıköy İskelesi ile yetinmeyip, Moda, Kalamış, Caddebostan, Bostancı'ya da, özellikle iş saatlerinde muntazam seferler de içermekteydi. Gerek şehir nüfusunun, gerekse çalışan hanımların ve sonuçta iki yaka arasındaki yolcu yoğunluğunun bugün ile kıyaslanamayacak kadar az olmasına karşın, deniz yollarına verilen bu önem, şehrin trafik sorununun çözümünde '' deniz yolu'' nun önceliğinin o yıllarda daha iyi anlaşılmış olduğunu gösteriyor bence...

. O yıllarda Moda, Kalamış, Fenerbahçe, Caddebostan ve Suadiye gibi, Tanrının İstanbul'a cennetten örnek olarak sunduğu bu emsalsiz güzelliklerle bezenmiş ve özellikle gençlerin deniz keyfini en güzel yaşadıkları sayfiye semtleri, Bodrum - Çeşme curcunasının henüz moda haline gelmediği o yıllarda Şişli, Nişantaşı gibi semtlerde oturan zengin ailelerin vaz geçilmez yazlık tercihleriydi
Bu zengin ailelerin reisleri, işe gidiş-gelişlerinde genellikle bu semt iskelelerinden yararlanırlardı. Her ne kadar bu hatlardaki yolculuk 'yandan çarklı gemilerle yapılır ve biraz daha uzunca bir süre alırsa da, hele bahar ve yaz mevsimlerinde, o yılların masmavi Marmara'sında, püfür püfür iyot kokusuyla dolu bu yolculukların keyfini, bugünün mazot ve egzos kokulu ''Boğaz Köprüsü'' işkencesiyle kıyaslamak mümkün mü?

......Ve bu iskelelerden boşalan yolcuları, buram buram manolya veya leylak kokan sakin sokaklarda, çamlık bahçeler içindeki ahşap konaklar beklerdi...
Hele bir de yemekten sonra, ailece yapılan küçük yürüyüşleri süsleyen nefis arnavut dondurması ve unutulmuş bir başka İstanbul nostaljisi olan, ulu çınarlar altına sığınmış bahçe sinemalarında Sezer Sezinli ya da daha sonraları Ayhan Işık'lı - Türkân Şoray'lı siyah-beyaz bir Türk filmi seyretmek varsa....

Ne demiş şair:
''Belki hâlâ o besteler çalınır
Gemiler geçmeyen bir ummanda...'

Bunları yaşamış gözlerimin nemiyle,

4- BOĞAZ VAPURLARI

İskele görevlisinin, bekleme salonunun demir parmaklıklı kapısını açıp, seslenmesiyle başlardı yolculuk, 'Üsküdar, Kuzguncuk Çengelköy,
Beylerbeyi, Ortaköy, Bebek, Küçüksu, Kandilli, Yeniköy, Çubuklu,
Paşabahçe, Beykoz, Kavaklara kadaaaar! ' diye...
Elimizde sevdiğimizin eli, İstanbul'u yudum yudum içtiğimiz o, parasız talebelik günlerimizde, her günkü meskenimizdi o Boğaz Vapurları...

Yeni ve daha yollu gemiler genelde Kadıköy ve Adalar hattında çalıştığından, Boğaz hattında akıntıyı arkasına aldığında canlanan, ters akıntılarda ise yavaşlayan eski tip gemiler çalışırdı...Üstelik,bu seferler, Boğazın hemen tüm iskelelerine uğrayarak yapıldığından, halk arasında bu gemilere 'dilenci vapuru' denirdi. Hep aynı hatta çalışmanın sağladığı deneyimle, çımacıar, iskeleye yanaşırken, çımayı kement gibi atarak bir seferde oturturlardı iskeledeki babalara...

Gerçi bizim hiç şikâyetimiz olmazdı gemilerin yavaşlığından, çünki ne kadar uzun süre geçirsek,o kadar mutlu olurduk, karşılıklı oturup pencere kenarında, bir yandan Boğaziçinin o zamanki yemyeşil sırtlarını, kıyılardaki el oyası gibi yalıları, bir yandan da sevdâlı gözlerimizi seyrederek...

Genellikle hep aynı kaptanlar yönetirdi bu gemileri ve bazılarının sahildeki yalılarda bir gizli 'aşna' sı olurdu. Gemi, o yalıya yaklaşırken kıyıya iyice yakın seyrederdi ve şifreli gibi bir uzun, bir kısa sonra bir de çok uzun düdükle haber verirdi geçmekte olduğunu.
Yalının ya en üst katındaki kuş yuvası misali çatı odasının penceresinde, ya da deniz kıyısındaki taşlığında, o evin genç kızı veya yetiştirmesi, yahut da evlenmemiş orta yaşlı bir hanım beliriverirdi hemen...
Elleriyle saçını düzelterek alırdı bu düdük selamını o masum sevgi ilişkisinin sahildeki tarafı, kimsenin görmediğini, anlamadığını düşünmenin rahatlığı içinde...
Oysa, bizim gibi bu hattın devamlı yolcuları, hep bilirdik hangi gemi kaptanıyla hangi yalı sakini arasında bu masum 'eski zaman sevdası'nın yaşandığını...

Bu vapurların en kalabalık olduğu günler, maç günleriydi. Çünki o yıllarda, Boğazın Anadolu yakasında, Beykoz'da, Türkiye'nin en güçlü futbol takımlarından biri vardı. Genellikle Boğazın sert ve temiz havasında yetişen semt gençlerinden oluşan ve Türk futboluna bir çok unutulmaz yıldız yetiştiren bu amatör ruhlu takım, sık sık Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray gibi büyük takımları da dize getirirdi. Şimdiki Çırağan Oteli'nin bulunduğu sahadaki Şeref Stadında, ya da daha sonraları Dolmabahçe'de oynanan maçlara, Beykoz'dan çok kalabalık bir seyirci grubu giderdi.
Maç sonrası ise bu gruptakiler, Beşiktaş'tan vapurla dönerlerdi Beykoza...
Vapur, taşıma kapasitesinin iki - üç katı yolcuyla, kaptan köşkünün etrafına kadar salkım salkım insanla dolu olarak dönerdi Beykoz'a...
Hele, Beykoz kazanmışsa o gün, gemi Paşabahçe'den, Çubuklu'dan itibaren hiç durmadan düdük öttüre öttüre yaklaşırken, maça gidememiş olan yaşlı ya da küçük Beykoz'lular, kadını ile, erkeği ile doldurur, ana - baba gününe çevirirlerdi Beykoz İskelesini, bu zafer kafilesini karşılamak için...

15 kuruşluk talebe biletiyle, boğazın manzarasını, havasını, çekindiğimiz gözlerden uzak, saatlerce yaşayabildiğimiz bu yolculuk, haylaz günlerimizin en huzurlu rengi olduğundan, ikinci meskenimizdi âdeta Boğaz Vapurları...
Boğazın,her gün bir başka uzak ve kuytu köşesine gider,orada Boğazın o misk gibi havasıyla beraber yirmili yaşların her türlü mutluluğunu solurduk

Kavaklarda balık yemek, aşardı babamızın verdiği harçlıkla beslenen talebe bütçemizi ama, Küçüksu'da mısır, Kanlıca'da birer kâse şekerli yoğurt yemenin ya da Emirgân'da, Çınar altında birer bardak çay içmenin keyfini unutmak mümkün mü, hele kuytu köşelerde bahardaki kuşlar gibi saatlerce süren koklaşmalardan sonra....
Hava ister yağmurlu, ister karlı olsun, ıslansak da, üşüsek de vız gelirdi, çünki nasıl olsa dönüşte yine bir Boğaz vapurunun çay ocağı karşısındaki sıcacık köşenin boş olduğunu bilirdik. Ve bir şiirimde dediğim gibi;

'Sokulup birbirimize, ısınır, kururduk;
Onbeş kuruş vapur, onbeş kuruş çay;
Otuz kuruştu mutluluk'...

5-FENERBAHÇE-GALATASARAY REKABETİ

Bu hafta sonunda, spor camiamızın merakla beklediği bir futbol müsabakası var, Fenerbahçe ile Galatasaray arasında...Bu iki güzide kulübümüz, 100 yıllık bir rekabet içinde defalarca karşı karşıya gelmişler futbol sahalarında ve defalarca yenmişler birbirlerini. Ne var ki, ikisi de, yenildikleri zaman da büyüklüklerinden hiçbir şey kaybetmemiş ki, bugün hâlâ Türk Sporunun en büyük iki çınarı olarak şerefleriyle ayaktalar...
Ben, bu yazımda, son zamanlarda, toplum yaşamımızın her yönünde olduğu gibi sportif alanda da yaşamakta olduğumuz yozlaşma döneminden önce, bu rekabetin ne kadar asil duygularla bu günlere geldiğini gösteren iki anımı nakledeceğim.

1-
Bizzat yaşadığım bir anı;

1940 lı yılların ikinci yarısıydı, henüz ilkokul 3. sınıftaydım. Babamın, inşaat malzemeleri satan bir işyeri ve bunları nakleden bi kamyonu vardı.
O gün, öğleden sonra, Kadıköy'de, Fenerbahçe'nin o zamanki ahşap tribünlü stadyomunda, Fenerbahçe ile Galatasaray bir kez daha karşılaşacaklardı. Babam, beni, işini yoluna koyduktan sonra o maça götüreceğinden, sabah evden birlikte çıktık.
Şimdiki Moda Camii'nin olduğu yerlerde bir inşaata, kamyonla tuğla nakledildi. O zamanın tekniğinde,tuğlalar kamyondan elle boşaltıldığından, epey bir süre bekleyecektim. Bu arada, inşaatın hemen yakınındaki çayırda, top oynayan birilerini gördüm ve yaklaşıp izlemek istedim. Biri esmer, biri sarışın iki delikanlı, taşlardan yapılmış bir kalede duran bıyıklı ve çok şakacı bir başka delikanlıya şut çekiyorlar, onu çalıştırıyorlardı.O günlerde futbol 18 parçalı, dikişli ve içinde ucu memeli lâstik bir iç olan meşin toplarla oynanırdı. Lâstik iç şişirildikten sonra, meme, ayakkabı bağcığı gibi karşılıklı delikleri olan bir dilimden içeri sokulur ve sırım bağcıkla bu parça sıkıca kapatılırdı. Bu topa, değil sahip olmak,bir kere vurabilmek bile biz çocuklar için büyük bir hayâldi.
Bir ara top, benim izlediğim yere doğru gelince sevinçle koşup topu aldım ve şut çeken ağabeylere yaklaşarak onlara doğru vurdum. Ve işte yaklaştığım zaman gördüğüm ağabeyleri hemen tanıdım. Bunlar, şekerleme kâğıtlarından resimlerini görüp ezberlediğim kişilerdi.
Fenerbaheli sağaçık Erol Keskin ve santrafor, rahmetli Suphi Ural'dı bunlar.
Fakat anlamındaki yüceliği sonradan idrak ettiğim olay, Fenerbahçe'nin bu iki unutulmaz forvedi, öğleden sonraki maça, taşlar arasındaki kalede duran o bıyıklı delikanlıyı, Galatasaray kalecisi rahmetli Osman İncili'yi hazırlıyorlardı...
İşte, Fenerbahçe-Galatasaray rekabetindeki ölümsüz asalet, buralardan geliyor. Tribünden atılan şişeler bile kirletemez bu büyük dostluğu.
Tabii Fenerbahçe'liliğin ve Galatasaray'lılığın ne büyük değerler olduğunu idrak edebilenler için....

2-
Birinci elden dinlediğim bir anı;

Lig şampiyonluğunu etkileyecek çok önemli bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı için, her iki takım da kampa girmişti. İşin ilginci, iki takım da aynı otelde, Yeşilyurt’daki “Çınar Otel”de kamp yapıyorlardı.
Maçtan önceki gece Fenerbahçe’nin o zamanki başkanı rahmetli İsmet Uluğ (Yavuz İsmet) ,hem bir ziyaretle moral vermek, hem de takımın son durumu hakkında bilgi almak için otele geldi. Saat on buçuk civarıydı. Kapıdan girdiğinde, lobide, kendi aralarında kâğıt oynayan Galatasaray’lı futbolcuları gördü. O an, sanki top oynadığı dönemlerin “Yavuz İsmet”i gibi gürledi: “—Siz ne biçim Galatasaraylısınız? Saat 11’e geliyor, sizin yarın Fenerbahçe maçınız var ve siz hâlâ burada kâğıt oynuyorsunuz. Uykusuz kalacaksınız. Çabuk çıkın odalarınıza ve iyi uyuyun, yarın sahada dinç olmalısınız...”
Bunu Fenerbahçe başkanıydı söyleyen ve Galatasaraylı futbolcular da, hiç itiraz etmeden kalktılar oyundan ve odalarına gittiler...
O zamanlar, Fenerbahçe Başkanlığı, Galatasaray Başkanlığı, parayla, kulisle değil,
şanla şerefle gelinen mevkiler idi ve o başkanların şahsında, bu iki büyük camianın onuru temsil edilirdi...

Ömrümün 40 yıllık bir diliminde, bir Fenerbahçeli olarak, tüm Fenerbahçe-Galatasaray maçlarını, yanımda Galatasaray'lı arkadaşlarımla beraber, nerede yer bulursak, bazen Fenerli taraftarların yoğunlukta olduğu bir bölümde, bazen de Galatasaraylı taraftarların arasında izledim. Fenerbahçe kazanırken ben edebimle coşkumu sergiledim, Galatasaray kazanırken de Galatasaray'lı arkadaşlarım sevinçlerini gösterdi. Ne biz birbirimize kötü bir söz söyledik, ne de başkaları bize sataştı. Çünki o zamanlar, bu iki İstanbul takımının maçlarını seyreden İstanbul’lulara, taşradan gelme bir arabesk kültürü henüz bulaşmamıştı, holiganizm denen çirkin ve aptal hastalık bilinmiyordu bile... Fenerbahçelilerin, rakibi kızdırmaya yönelik en etkin tezahüratı, tribün liderleri olan Manol’un yönetiminde “Bir baba hindi” tezahüratıydı.
Galatasarayın tribün lideri ise, “Karınca Ezmez” lâkaplı, Şevki adında gerçek bir Galatasaray âşığı idi ve her maçtan önce, tepeden tırnağa sarı-kırmızı renkli giysileri içinde ve elinde koca bir Galatasaray bayrağı ile, Fenerbahçelilerin bulunduğu tribüne giderek Fenerbahçe taraftarını selâmlarlardı ilk olarak...Ve küfür veya darbe değil, sadece alkış alırdı Fenerbahçelilerden...

Zaten o zamanlar, sarı-kırmızılı klübün adına, şanıyla, şerefiyle Galatasaray denirdi, ne yayın organları ne de spor camiası, bu şerefli adı “Cim-Bom”a çevirecek kadar banallaşmamıştı ve en önemlisi de, insanlarımızın “kazanmak” tan daha üstün tuttuğu bazı değerler vardı...
Saygılarımla..
:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::....

_________________________________________________________-::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::......._____________________________________________________________________________

B- İSTANBUL NOSTALJİLERİ

1- İATANBULUN, İSTANBUL GİBİ OLDUĞI YILLAR

Yaşlılık mıdır sebebi bilmem, çağa yakışmadığımı hissediyorum.
En azından, mesleğim dahi, teknoljinin getirdiği nimetleri inkâr etmeme mani, ama götürdüklerini sindiremiyorum içime bir türlü....
Ve isyan ederim zamana, elimden aldıkları için... Ölüme sözüm yok, o Allahın emri de, güzellikleri neden süpürüp götürdü diye...

Bazen bir taş plâk koyarım gramofona, oturur, bir de sigara yakarım. Seslenmez mi o cızırtılı plâktan Eftalya Hanım; Biz Heybelide her gece...diye... Alır götürür beni başka zamanlara, başka zamanların İstanbuluna...

İşte, o zamanlara, hani İstanbulun İstanbul gibi olduğu yıllara...
Anadolunun, bin yıllık Anadolu temizliğiyle, saflığıyla, dürüstlüğü ile, cömertlik, misafirperverlik ve üretkenlik örflerini yaşatarak yaşadığı, İstanbulun ise havasına, suyuna sinmiş bir Osmanlı Saltanatı asaletini, halâ korumaya çalıştığı yıllara...

İstanbulda yaşayanların İstanbullu gibi olduğu, kadınlara hanımefendi diye, erkeklere beyefendi diye hitap edildiği, dahası, kadınların gerçekten hanımefendi, erkeklerin de gerçekten beyefendi olduğu yıllara...
Arabesk müziğin, henüz ne Anadolumun yanık türkülerinin, ne de klâsik müziğimizin şâheserlerinin ırzına geçemediği, kadınlarımızın bluegean pantolon ve ciğerci sabolarına rağbet etmeye başlamadıkları ve kirli sakalla gezen erkeklerin yakışıklı ya da entel sayılmadığı zamanlardı o yıllar...
Hanımefendiler, mevsimine ve yerine göre, beyaz keten tayyör de giyerler, siyah tüllü şapkalar da takarlardı, beyefendiler ise fötr ve kravat bir günlük kıyafetin gereği olarak kullanırlardı.
Otobüse, tranvaya binerken, erkeklerin kadınlara, gençlerin yaşlılara yer vermesi, adeta mecburiyet telâkki edilirdi.

Halk kahramanlarının, Beyoğlunda atla gezmesi de pek düşünülmemişti o zamanlara kadar...Çünki, Beyoğlu, İstanbulun en kaliteli sinemalarının, mağazalarının ve lokantalarının bulunduğu, hanımefendilere, beyefendilere ait bir muhitti, atların dolaşmasına uygun bir mahal değildi.

İstanbullu zerafetinin en güzel bir örneği de Kadıköy vapurlarında yaşanırdı. Başka bir yazımda, müstakil olarak anlattığım bu yolculuklarda yaşananlar, iddia ederim ki, batı dünyasının hiçbir zaman ulaşamadığı bir uygarlık ve asalet sembolü olarak kalacaktır hatırlarda...

İstanbulda yerden mantar gibi bitmiş bilmem kaç katlı kule gibi apartmanlar yoktu, ama Erenköyde çamlık bahçeler içinde ahşap köşkler, Üsküdarda cumbalı konaklar vardı. O bilmem kaç daireli apartmanlarda yaşayıp, aynı çatı altındaki komşusunun ölümünden haberdar olmayan, olsa da cenazesine katılmayı bile külfet sayan insanlar yerine, komşusunun en küçük rahatsızlığında bir tas çorba ile yardımına koşmayı görev sayan sevgi dolu dost komşular vardı.

Kalorifer yoktu evlerde ama, şimdilerde kaybolan sevgiyi ısıtan sobalı odalar vardı.
Televizyon olmadığı için, ahlaksızlığın her türlüsünün halkın bilinç altına pompalandığı diziler yerine, o sobalı odalarda, radyo tiyatroları izlenirdi, çoluk çocuk hep birlikte, arada soba üstünde pişen kestanelerin, ya da mangalın külüne sürülen cezvelerde köpüklenen kahvenin keyfiyle...
Asfalt değildi sokaklar, ama o eğri büğrü arnavut kaldırımı sokakların iki yanında, erik, dut ve incir ağaçları ve daha da güzeli her yağmurdan sonra çocukların kâğıt gemiler yüzdürdüğü yağmur derecikleri olurdu.

Bilgisayar tutkunu, gözleri bozulmuş, benizleri sararmış çocukların değil, açık havada çember çeviren, misket oynayan, topaç döndüren, uçurtma uçuran hayat dolu çocukların...

Bilgisayar tutkunu, gözleri bozulmuş, benizleri sararmış çocukların değil, açık havada çember çeviren, misket oynayan, topaç döndüren, uçurtma uçuran hayat dolu çocukların...
Maçları bile yanyana seyrederdi İstanbullular, Fenerlisiyle, Galatasaraylısıyla ve İstanbul nezaketini en çok zedeleyen tezahürat, bir baba hindi temposuna sinerdi. Naklen yayın yoktu ama, sahaya atılan şişeler de, küfürler de yoktu...

Şimdilerde,üstündeki koca koca anten kalabalığıyla dev bir kirpiyi andıran
Çamlıca tepesi, o zamanlar isminin içeriğini açıklar görünümdeydi. Ya yemyeşil sırtlarından, kıyıdaki el oyası zerafetindeki yalılardan ne kadar güzellik kalmış ki bugünkü Boğaziçinde?
Martıların bu günki gibi, rızkını çöp tenekelerinden değil, kendi sînesinde aradığı, yunusların teknelere refakat ettiği bir Marmarası vardı İstanbulun, deterjan artıkları, mazot sızıntıları, tanker yangınları onun da sağlığını ve güzelliğini yok etmeden önce...

İşte ben hep o yılların İstanbulunu özlüyor ve ya bir taş plâkta, ya keyifle tüttürdüğüm bir sigaranın dumanında bulabiliyorum o sevgili şehrimi...

O GÜZEL ANILARI, İÇİMDE TAŞIYORUM
BAKMAYIN OTURDUĞUM YERE, ÜSTÜME GELMESİN ZAMAN
BEN HEP O AHŞAP KONAKTA YAŞIYORUM

2- KÖŞE BAKKALLARI

Köşe bakkalları vardı eskiden, arnavut kaldırımı sokaklarımızda
Ve “kredi”, banka kartlarında değil, kişiliklerde olurdu bizim zamanımızda.
Ya sigara ya ekmek, önünden geçerken aklımıza mutlaka bir ihtiyaç gelirdi,
Hiçbirşey almasak da, en azından “selâm” alınır,verilirdi.
Her alış-veriş veresiyeydi, ”yaz deftere” denirdi,
Güven, saygı ve sevgi vardı bolcana, sadece onlar peşin ödenirdi.

1950 li yıllara kadar, İstanbul’un hemen bütün mahalle aralarında sokaklar, hep “Arnavut Kaldırımı” denen türdendi. Bu sokaklar, birbirine hiç benzemeyen, gerek şekilleri, gerekse boyutları tamamen farklı, hiç bir geometrik şekle uygun olmayan, üst yüzeyleri yuvarlanmış taşlardan oluşurdu.
Sokağın orta sırasına, mutlaka diğerlerinden daha büyük olan taşlardan bir sıra dizilir ve kenarlara doğru sokağa çok hafif bir bombe verilerek, yağmur sularının sokağın iki yanına doğru akması sağlanırdı. Böylece, suyun bir kısmı, kenarlara gidene kadar, taşların arasından toprağa sızar, çok şiddetli yağmurlarda ise, yolun iki kenarında bırakılmış olan taşsız boşluklarda, küçük derecikler oluşur ve su, yolun meyline uygun bir yönde toprak tarafından emile emile akar giderdi... Bu küçük derecikler, bizler için kâğıttan yapılmış kayıklarımızı ya da boş kibrit kutularına bir kibrit çöpünden direk yaptığımız “gemicik”lerimizi yüzdürmek için en büyük eğlence kaynağımız olurdu...

İşte bu arnavut kaldırımı sokakların bir vazgeçilmezi de “Köşe Bakkalları”ydı. Süper Marketlerin adını dahi duymadığımız o yıllarda, bu mahalle bakkallarına “köşe bakkalı” denilmesiniz sebebi, daha çok eve, yani daha çok müşteriye hitap edebilmek için, bu bakkalların, dükkânları için, mümkün mertebe, iki sokağın kesiştiği köşeleri seçmeleriydi.
Her sokak sakini, çok büyük bir kabahatini görmedikleri sürece, alış-verişlerini genelde, kendi sokaklarındaki bakkallardan yaparlardı.
“Her sokakta bir milyoner yaratmak” felsefesinin henüz uygulanmadığı o yıllarda, insanlar, maddî imkânlarının el verdiği ölçüde aybaşlarında daha merkezî yerlerdeki toptancılardan peşin parayla alış-veriş yaptıktan sonra, ay boyunca ufak-tefek günlük ihtiyaçlarını genelde veresiye olarak bu köşe bakkalarından giderirlerdi. Ödemeler, umumiyetle aybaşından aybaşına yapılır, fakat herkezin birbirini tanıdığı, insanların birbirini sevdiği ve dostluğun maddiyattan çok üstün tutulduğu o günlerde, hastalık, evlenme v.s özel mazeretleri olan müşterilerin 2-3 ay ödeme yapmadan alışverişleri de olağan karşılanırdı.

Dükkânlar genelde 20-25 metrekarelik mekânlardı, daha küçük de olabilirdi. Dükkânın içinde,arka yanında“Bakkal Amca” nın oturduğu bir tezgâh-masa olurdu daima... Bunun bir gözünde, nadiren yapılan peşin alış-verişlerden gelme bozuk paraların konduğu bir göz kasa” görevini üstlenirdi. Tezgâhın üzerinde ise, iki sarı kefesiyle bir terazi ve büyükçe boy bir kalamoza dururdu ki, bu bakkalın en önemli eşyasıydı bence. Bunun her sayfasında, bir müşterinin aylık hesabını kaydederdi “Bakkal Amca”... Ayrıca, her müşteriye küçük bir cep defteri vermek de, bakkalın yükümlülüğündeydi.
Bu cep defterine, veresiye yapılan her alış-veriş, kalem kalem işlenir, ve bu defter müşteride kalırdı. Her alış-verişte, bakkal amca, kulağının üzerinde taşıdığı kurşun kalemi (tercihan sabit kalemi) , büyük bir ciddiyetle çıkartıp, okunması çok zor yazısıyla hem müşterinin cep defterine hem de kendi kalamozasında, o müşteriye ait sayfaya kalem kalem, sattığı malın adını ve fiyatını işlerdi. Bu kalamozanın adı “Veresiye Defteri” idi ve dükkânda yalnız kaldıkça, bakkal amcanın en büyük zevki, ara yekünler alıp o anki servet (!) yekûnunu hesaplamasıydı.
Her ne kadar, bazı bakkaların, zaman zaman veresiye defterinde kalem oynattığı gibi söylentiler çıksa da, bunlar “kuru iftira” olarak nitelendirilirdi, zîra, ay sonunda, müşterideki defterle mutlaka mutabakat tesis edilmeden ödeme yapılmazdı.

Tezgâhın iki yanında, genellikle birer camlı dolap olurdu. Bunlardan birinde bir kaç paket çikolata, kırmızı-beyaz boyalı halk şekerleri, bir miktar tahin helvası v.s, diğerinde de bir tekerlek kaşar peyniri ile bir miktar pastırma ve birer emaye tabak içinde dükkândaki beyaz peynir ve zeytinden az miktar örnek bulunurdu. Beyaz peynir ve urfa yağı büyük tenekeler içinde tezgâhın arkasındaki küçük bölmede muhafaza edilir, ancak müşteriye önce örnekten bir miktar tattırılmadan satış yapmak, raconuna uygun düşmezdi Bakkal Amca’nın.

Sucuk kangalları, genellikle, gündüz kuruması için bir iple tavana asılır, gece dükkân kapanacağı zaman ise, fare tehlikesine karşı camekânda muhafaza edilirdi. O zamanlar düşünemediğim bir ayrıntıyı, burada,yazarken belirtmeden geçemiyeceğim; aylık ödemeyi, faiz gibi bir mevhumu düşünmeden kabul eden ve kazandığı her kuruş, anasının sütü kadar helâl olan bu küçük esnaf, vereceği firenin kendi zararına olmasına rağmen, sattığı malın kalitesini iyileştirmek için, sucuğu kurutmayı bir mecburiyet gibi telâkki ederdi...

O zamanlar “hijyen” kelimesi bile meçhulümüzdü ama, Bakkal Amca, mutlaka kar gibi beyaz bir önlük giyerdi, ve peynir, pastırma gibi, elini kullanmak zorunda olduğu her satıştan sonra, mutlaka, dükkânın arka köşesindeki küçük lâvaboda elini yıkardı.
Bir de tavana asılı yapışkan kâğıtlar vardı. Bu günki neslin pek benimsemiyeceği bir yöntem olmakla beraber, dükkâna giren sineklerden kurtulmanın bir yolu olan, üzerine tatlı ve yapışkan bir madde sürülmüş bu kâğıtlar da,”hijyen” in bir diğer parçasıydı...

Fasulye, pirinç, mercimek, un, toz şeker gibi malzeme ise, yan yana sıralanmış cam kapaklı büyükçe gözlerde muhafaza edilir ve bu gözlerden birinde pırıl pırıl metal bir kürek bulunurdu. Müşteri bunlardan birinden satın almak istediğinde, Bakkal,önce küreği alır, istenen malzemenin bulunduğu gözü açar, elinde tuttuğu ve genelde gazete kâğıdından yapılmış kese kâğıdını şöyle bir üfleyerek ağzını araladıktan sonra, küreğe doldurduğu malzemenin bir kısmını kâğıda koyup terazinin kefesine bırakır, sonra da diğer kefedeki gramlarla denkleşene kadar küçük hareketlerle kürekten kese kâğıdına yavaş yavaş dökerek istenen miktarı hazırlardı. Sonra küreği tekrar göze bırakıp cam kapağı kapatırdı.
Şimdi naylon torbalar içinde tartılmış miktarda malzemeyi, kendimiz seçip sepetimize koyuveriyoruz. Mutlaka daha pratik. Ancak, satıcının bundan aldığı bir zevk olduğunu düşünebilir misiniz? Bakkal, yaptığı işten, sadece ticaret yapmak değil, ekmek parasını, meslek terbiyesi içinde bir iş yaparak kazanmanın hazzını da yaşardı o zaman...

Neler neler bulunmazdı ki” köşe bakkalı” nın dükkânında... Renk renk kap kâğıtlarından yapılmış uçurtmalar ve göbeği çıngıraklı çemberler genelde dükkânın dışında asılı dururdu.
Biz çocukların ilgisini çeken başka şeyler de bulunurdu topaçtan sakıza, niyet kartonlarına kadar...1950 ye yakın yıllarda, üzerinde bir siyâhi kız resmi bulunan ve içinden artist resimleri çıkan çıkletler ve meşhur “Kovboy” çıkletleri de girmişti repertuarımıza...Bu Amerikan sakızı, galiba kapalı ekonomiden çıkışın ve Amerikan malına duyulan saf hayranlığın belki de ilk başlangıcıydı bizler için ve arkası maalesef bu ülkeye, bu millete çok pahalı faturalarla gelecekti o açarken hep içinden “John Wayne”ın resmi çıksın diye çırpındığımız “Kovboy Çıkletleri”....

Bütün bakkallar için geçerli olmasa da, benim mahallemdeki “Bakkal Amcam”, ezanı duyunca, dükkânda müşteri varsa, ona vereceği hizmeti bitirir bitirmez, tezgâhın arkasına seccadesini serer ve dükkânın kapısını kapatmaya dahi gerek duymaksızın namaza dururdu. O zamanlar, insanlar bugünkü kadar aceleci, hayat bu kadar bir koşuşmaca değilmiş her halde ki, o namazdayken gelen müşteri de, onun selâm vermesine kadar beklerdi istediğini söylemeden...

Zamanla, arnavut kaldırımı sokaklar, yerini delik deşik asfalt yollara, köşe bakkalları, önce “market” lere, sonra “süper market”lere, veresiye defterleri de kredi kartlarına terk etti. Ve en kötüsü de, bu değişim içinde, o birbirine destek olmak için çırpınan sevecen insanlar da, maddiyatı her türlü sevgiden üstün tutan, birbirini tanımayan, birbirinden en çok nasıl istifade edebileceğinin hesabı içinde olan insanlara dönüştü...
Bu günki süper marketlerde, köşe bakkallarının o küçük dükkânında satılanlardan yüzlerce kere fazla çeşit mal satılıyor kuşkusuz.Fakat o küçücük mekânlarda bulabildiğimiz karşılıklı güven, saygı, yardımlaşma ve en önemlisi de “sevgi” yi reyonlarına sığdıramıyorlar süper marketler...
Ve bizim üzerinde kâğıt kayıklar yüzdürdüğümüz yağmur suları, şimdi medenîleşen şehirlerimizde toprak tarafından emilmek yerine, medenî (!)
seller olup o insanları yutuyor ne yazık ki...

3- KADIKÖY VAPURLARI

Kadıköy vapurlarıyla yapılan eski yolculuklar ve bu yolculukların iki ucundaki iskeleler, özellikle eski Kadıköylülerin unutamadığı nostaljik anılardır.

İstanbul nüfüsunun sadece ''yüzbin'lerle ifâde edildiği 1940 lı yıllarda ''Boğaz Köprüsü'' henüz bir hayâlden ibaretti ve şehrin iki yakası arasında yolculuk yapacak kişiler için deniz yolu, tek ve zorunlu yolculuk güzergâhı durumundaydı. Bu nedenle, kentin iki yakasını birleştirmek, ancak''Şehir Hatları İşletmesi'' nin gemileriyle mümkün olmaktaydı.

Kadıköy yolcusunun sayı ve kalite itibarıyla bilinen üstünlüğü nedeniyle, Şehir Hatları İşletmesi de, ''Heybeliada'', ''Moda'', ''Suvat'', ''Ülev'' gibi en yeni ve en modern gemilerini bu hatta tahsis ederdi.
Bu gemilerin yolcularını, öğlen saatlerinde genellikle Beyoğlu'na alışverişe veya sinemaya giden şık hanımlar, akşam üzerleri de lâcivert üniformalarıyla okuldan dönen azınlık okullarının öğrencileri oluştururdu.
Bu gemilerin alt kıç güverteleri ve üst kıçüstü açık güverteleri 'lüks' mevki sayılır ve burada yolculuk edenler bir fark ücreti öderlerdi.
Beyoğlu yolcusu bu şık hanımlar tüllü şapkaları, mutlaka çizgisi düz çorapları ve mantar topuklu ayakkabılarıyla genelde lüks mevkide yolculuk yaptıklarından, geminin bu bölümü nefis parfüm kokularıyla bezenmiş küçük bir moda gösterisi gibi olurdu...

İş saatlerinde ise, yolcular temiz giyimli, mevsimine göre pardösülü veya kruvaze ceketli, fakat mutlaka kravatlı ve fötrlü beylerden oluşurdu.
İş dönüşü saatlerine denk gelen 17.15, 17.35 gibi seferlerin yolcuları genelde hep aynı kişiler olur, hattâ bunlar çoğunlukla geminin hep aynı yerinde yolculuk ederlerdi. Öyle ki,Falanca Bey'in oturduğu yer boş dahi olsa,bir başkası,oraya oturmayı âdeta saygısızlık addederdi.

Garsonların, alışkanlıklarını öğrendikleri bu yolcuların kahvelerini, hiç sipariş almaksızın önceden hazırlayıp, şekerli- orta- sade herkesin kendi zevkine göre dağıtmaları, bir aile yapısı içinde geçen o seferlerin ilginç bir güzelliğiydi.
Bu arada,o zamanki çocuk hafızama bir fotoğraf gibi sinmiş olan 'Büfe Ücret Tarifeleri'nden de söz edeceğim.Geminin her salonunda asılmış,büyük boy bir fiyat listesi olurdu.
Bunda 'çay-5 kuruş', 'gazoz -7,5 kuruş', 'kahve -10 kuruş' olarak gösterilir, fakat kahvenin yanında,parantez içinde (nohut) yazardı.Zira, savaş ekonomisi gereği, kahve ithali durdurulduğundan, kahve genelde kavrulup çekilmiş nohuttan yapılırdı.
Listede 'ıhlamur','adaçayı','tarçın' da yer alırdı ve onların fiyatı da 5 kuruş olarak görülürdü ama, gerçekte bulunur muydu bilemiyorum, çünki içenleri pek görmemiştim...
Aralarında,bu yolculuk arkadaşlığından gayrı hiç bir müşterek yanları olmayan bu beyler, gemiye binip yerine geldiğinde, önce yarım bir tebessümle ve küçük bir hareketle fötr şapkasını çıkartır gibi hafifce oynatarak sıra arkadaşlarına 'İstanbul Efendiliği' örneği zarif bir selam verir, sonra garsonun getirdiği çayını ya da kahvesini yudumlayarak günün yorgunluğunu çıkarmaya çalışırlardı.
Yolculuğun kalan kısmı ise genellikle, ya sabahtan alınıp henüz okunamamış olan Cumhuriyet, Yeni Sabah, Vatan gibi gazetelerin, ya da bulvar gazeteciliğinin Ülkemizdeki öncülerinden sayılabilecek,son haberleri de baskısına yetiştirip tam bu saatlerde satışa sunulan Gece Postası gazetesini hatmederek geçerdi...

Hattın Karaköy tarafında, eski köprünün hemen başındaki eski iskelenin ikinci katında işadamlarının yoğun bir gün dönüşünde stres attığı, hattâ bazen küçük kaçamaklar yaptığı nezih bir içkili lokanta vardı.
Kadıköy'deki iskelenin (şimdiki Beşiktaş İskelesi) ikinci katı ise yolcuya açıktı. Ancak, yolcu yoğunluğu alt kattaki salonu kullandığından, girişin de turnikesiz olduğu o günlerde, bu ikinci kat, bir buluşma mahalli olarak kullanılırdı.

Vapurdan çıkışta ise, iskele ve Kaymakamlık binası arasındaki (U) biçimindeki avlu, taksi parkı olarak kullanılırdı. Özel araba tutkusu henüz yaygınlaşmadığından, hali vakti yerinde olan yolcular evlerine
taksi ile dönerlerdi. Bu kişiler her akşam alıştıkları aynı şoförü tercih ettiklerinden, bu şoförler o saatte başka müşteri almaz, vapur boşalırken 3-5 adım öne çıkıp müşterilerini karşılarlardı.
Bu avlunun bir kenarında ise,daha eski yıllarda yaz mevsiminde, genelde Moda yönüne kısa yolculuk yapacak yolcuların tercih ettikleri faytonlar park ederdi.

İskelenin, şimdiki ''Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'' tarafına bakan alan ise, tramvayların merkez durağı idi. (4) numaralı Bostancı, (6) numaralı Fenerbahçe, (20) numaralı Moda, (12) numaralı Üsküdar, (1) numaralı Kısıklı ve (8) numaralı Gazhane (Hasanpaşa) tramvayları, gemiden boşalan halkı evlerine taşırken, İskele Meydanı yeni bir vapurun yolcuları gelene kadar sükûnete bürünür, bu, geç saatlere kadar böyle sürüp giderdi...

1940 lı, 50'li hattâ 60'lı yıllara kadar, şehrin karşı yakasını Kadıköy'ümüze bağlayan deniz ulaşımı, sadece Kadıköy İskelesi ile yetinmeyip, Moda, Kalamış, Caddebostan, Bostancı'ya da, özellikle iş saatlerinde muntazam seferler de içermekteydi. Gerek şehir nüfusunun, gerekse çalışan hanımların ve sonuçta iki yaka arasındaki yolcu yoğunluğunun bugün ile kıyaslanamayacak kadar az olmasına karşın, deniz yollarına verilen bu önem, şehrin trafik sorununun çözümünde '' deniz yolu'' nun önceliğinin o yıllarda daha iyi anlaşılmış olduğunu gösteriyor bence...

. O yıllarda Moda, Kalamış, Fenerbahçe, Caddebostan ve Suadiye gibi, Tanrının İstanbul'a cennetten örnek olarak sunduğu bu emsalsiz güzelliklerle bezenmiş ve özellikle gençlerin deniz keyfini en güzel yaşadıkları sayfiye semtleri, Bodrum - Çeşme curcunasının henüz moda haline gelmediği o yıllarda Şişli, Nişantaşı gibi semtlerde oturan zengin ailelerin vaz geçilmez yazlık tercihleriydi
Bu zengin ailelerin reisleri, işe gidiş-gelişlerinde genellikle bu semt iskelelerinden yararlanırlardı. Her ne kadar bu hatlardaki yolculuk 'yandan çarklı gemilerle yapılır ve biraz daha uzunca bir süre alırsa da, hele bahar ve yaz mevsimlerinde, o yılların masmavi Marmara'sında, püfür püfür iyot kokusuyla dolu bu yolculukların keyfini, bugünün mazot ve egzos kokulu ''Boğaz Köprüsü'' işkencesiyle kıyaslamak mümkün mü?

......Ve bu iskelelerden boşalan yolcuları, buram buram manolya veya leylak kokan sakin sokaklarda, çamlık bahçeler içindeki ahşap konaklar beklerdi...
Hele bir de yemekten sonra, ailece yapılan küçük yürüyüşleri süsleyen nefis arnavut dondurması ve unutulmuş bir başka İstanbul nostaljisi olan, ulu çınarlar altına sığınmış bahçe sinemalarında Sezer Sezinli ya da daha sonraları Ayhan Işık'lı - Türkân Şoray'lı siyah-beyaz bir Türk filmi seyretmek varsa....

Ne demiş şair:
''Belki hâlâ o besteler çalınır
Gemiler geçmeyen bir ummanda...'

Bunları yaşamış gözlerimin nemiyle,

4- BOĞAZ VAPURLARI

İskele görevlisinin, bekleme salonunun demir parmaklıklı kapısını açıp, seslenmesiyle başlardı yolculuk, 'Üsküdar, Kuzguncuk Çengelköy,
Beylerbeyi, Ortaköy, Bebek, Küçüksu, Kandilli, Yeniköy, Çubuklu,
Paşabahçe, Beykoz, Kavaklara kadaaaar! ' diye...
Elimizde sevdiğimizin eli, İstanbul'u yudum yudum içtiğimiz o, parasız talebelik günlerimizde, her günkü meskenimizdi o Boğaz Vapurları...

Yeni ve daha yollu gemiler genelde Kadıköy ve Adalar hattında çalıştığından, Boğaz hattında akıntıyı arkasına aldığında canlanan, ters akıntılarda ise yavaşlayan eski tip gemiler çalışırdı...Üstelik,bu seferler, Boğazın hemen tüm iskelelerine uğrayarak yapıldığından, halk arasında bu gemilere 'dilenci vapuru' denirdi. Hep aynı hatta çalışmanın sağladığı deneyimle, çımacıar, iskeleye yanaşırken, çımayı kement gibi atarak bir seferde oturturlardı iskeledeki babalara...

Gerçi bizim hiç şikâyetimiz olmazdı gemilerin yavaşlığından, çünki ne kadar uzun süre geçirsek,o kadar mutlu olurduk, karşılıklı oturup pencere kenarında, bir yandan Boğaziçinin o zamanki yemyeşil sırtlarını, kıyılardaki el oyası gibi yalıları, bir yandan da sevdâlı gözlerimizi seyrederek...

Genellikle hep aynı kaptanlar yönetirdi bu gemileri ve bazılarının sahildeki yalılarda bir gizli 'aşna' sı olurdu. Gemi, o yalıya yaklaşırken kıyıya iyice yakın seyrederdi ve şifreli gibi bir uzun, bir kısa sonra bir de çok uzun düdükle haber verirdi geçmekte olduğunu.
Yalının ya en üst katındaki kuş yuvası misali çatı odasının penceresinde, ya da deniz kıyısındaki taşlığında, o evin genç kızı veya yetiştirmesi, yahut da evlenmemiş orta yaşlı bir hanım beliriverirdi hemen...
Elleriyle saçını düzelterek alırdı bu düdük selamını o masum sevgi ilişkisinin sahildeki tarafı, kimsenin görmediğini, anlamadığını düşünmenin rahatlığı içinde...
Oysa, bizim gibi bu hattın devamlı yolcuları, hep bilirdik hangi gemi kaptanıyla hangi yalı sakini arasında bu masum 'eski zaman sevdası'nın yaşandığını...

Bu vapurların en kalabalık olduğu günler, maç günleriydi. Çünki o yıllarda, Boğazın Anadolu yakasında, Beykoz'da, Türkiye'nin en güçlü futbol takımlarından biri vardı. Genellikle Boğazın sert ve temiz havasında yetişen semt gençlerinden oluşan ve Türk futboluna bir çok unutulmaz yıldız yetiştiren bu amatör ruhlu takım, sık sık Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray gibi büyük takımları da dize getirirdi. Şimdiki Çırağan Oteli'nin bulunduğu sahadaki Şeref Stadında, ya da daha sonraları Dolmabahçe'de oynanan maçlara, Beykoz'dan çok kalabalık bir seyirci grubu giderdi.
Maç sonrası ise bu gruptakiler, Beşiktaş'tan vapurla dönerlerdi Beykoza...
Vapur, taşıma kapasitesinin iki - üç katı yolcuyla, kaptan köşkünün etrafına kadar salkım salkım insanla dolu olarak dönerdi Beykoz'a...
Hele, Beykoz kazanmışsa o gün, gemi Paşabahçe'den, Çubuklu'dan itibaren hiç durmadan düdük öttüre öttüre yaklaşırken, maça gidememiş olan yaşlı ya da küçük Beykoz'lular, kadını ile, erkeği ile doldurur, ana - baba gününe çevirirlerdi Beykoz İskelesini, bu zafer kafilesini karşılamak için...

15 kuruşluk talebe biletiyle, boğazın manzarasını, havasını, çekindiğimiz gözlerden uzak, saatlerce yaşayabildiğimiz bu yolculuk, haylaz günlerimizin
en huzurlu rengi olduğundan, ikinci meskenimizdi âdeta Boğaz Vapurları...
Boğazın,her gün bir başka uzak ve kuytu köşesine gider,orada Boğazın o misk gibi havasıyla beraber yirmili yaşların her türlü mutluluğunu solurduk

Kavaklarda balık yemek, aşardı babamızın verdiği harçlıkla beslenen talebe bütçemizi ama, Küçüksu'da mısır, Kanlıca'da birer kâse şekerli yoğurt yemenin ya da Emirgân'da, Çınar altında birer bardak çay içmenin keyfini unutmak mümkün mü, hele kuytu köşelerde bahardaki kuşlar gibi saatlerce süren koklaşmalardan sonra....
Hava ister yağmurlu, ister karlı olsun, ıslansak da, üşüsek de vız gelirdi, çünki nasıl olsa dönüşte yine bir Boğaz vapurunun çay ocağı karşısındaki sıcacık köşenin boş olduğunu bilirdik. Ve bir şiirimde dediğim gibi;

'Sokulup birbirimize, ısınır, kururduk;
Onbeş kuruş vapur, onbeş kuruş çay;
Otuz kuruştu mutluluk'...

5-FENERBAHÇE-GALATASARAY REKABETİ

Bu hafta sonunda, spor camiamızın merakla beklediği bir futbol müsabakası var, Fenerbahçe ile Galatasaray arasında...Bu iki güzide kulübümüz, 100 yıllık bir rekabet içinde defalarca karşı karşıya gelmişler futbol sahalarında ve defalarca yenmişler birbirlerini. Ne var ki, ikisi de, yenildikleri zaman da büyüklüklerinden hiçbir şey kaybetmemiş ki, bugün hâlâ Türk Sporunun en büyük iki çınarı olarak şerefleriyle ayaktalar...
Ben, bu yazımda, son zamanlarda, toplum yaşamımızın her yönünde olduğu gibi sportif alanda da yaşamakta olduğumuz yozlaşma döneminden önce, bu rekabetin ne kadar asil duygularla bu günlere geldiğini gösteren iki anımı nakledeceğim.

1-
Bizzat yaşadığım bir anı;

1940 lı yılların ikinci yarısıydı, henüz ilkokul 3. sınıftaydım. Babamın, inşaat malzemeleri satan bir işyeri ve bunları nakleden bi kamyonu vardı.
O gün, öğleden sonra, Kadıköy'de, Fenerbahçe'nin o zamanki ahşap tribünlü stadyomunda, Fenerbahçe ile Galatasaray bir kez daha karşılaşacaklardı. Babam, beni, işini yoluna koyduktan sonra o maça götüreceğinden, sabah evden birlikte çıktık.
Şimdiki Moda Camii'nin olduğu yerlerde bir inşaata, kamyonla tuğla nakledildi. O zamanın tekniğinde,tuğlalar kamyondan elle boşaltıldığından, epey bir süre bekleyecektim. Bu arada, inşaatın hemen yakınındaki çayırda, top oynayan birilerini gördüm ve yaklaşıp izlemek istedim. Biri esmer, biri sarışın iki delikanlı, taşlardan yapılmış bir kalede duran bıyıklı ve çok şakacı bir başka delikanlıya şut çekiyorlar, onu çalıştırıyorlardı.O günlerde futbol 18 parçalı, dikişli ve içinde ucu memeli lâstik bir iç olan meşin toplarla oynanırdı. Lâstik iç şişirildikten sonra, meme, ayakkabı bağcığı gibi karşılıklı delikleri olan bir dilimden içeri sokulur ve sırım bağcıkla bu parça sıkıca kapatılırdı. Bu topa, değil sahip olmak,bir kere vurabilmek bile biz çocuklar için büyük bir hayâldi.
Bir ara top, benim izlediğim yere doğru gelince sevinçle koşup topu aldım ve şut çeken ağabeylere yaklaşarak onlara doğru vurdum. Ve işte yaklaştığım zaman gördüğüm ağabeyleri hemen tanıdım. Bunlar, şekerleme kâğıtlarından resimlerini görüp ezberlediğim kişilerdi.
Fenerbaheli sağaçık Erol Keskin ve santrafor, rahmetli Suphi Ural'dı bunlar.
Fakat anlamındaki yüceliği sonradan idrak ettiğim olay, Fenerbahçe'nin bu iki unutulmaz forvedi, öğleden sonraki maça, taşlar arasındaki kalede duran o bıyıklı delikanlıyı, Galatasaray kalecisi rahmetli Osman İncili'yi hazırlıyorlardı...
İşte, Fenerbahçe-Galatasaray rekabetindeki ölümsüz asalet, buralardan geliyor. Tribünden atılan şişeler bile kirletemez bu büyük dostluğu.
Tabii Fenerbahçe'liliğin ve Galatasaray'lılığın ne büyük değerler olduğunu idrak edebilenler için....

2-
Birinci elden dinlediğim bir anı;

Lig şampiyonluğunu etkileyecek çok önemli bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı için, her iki takım da kampa girmişti. İşin ilginci, iki takım da aynı otelde, Yeşilyurt’daki “Çınar Otel”de kamp yapıyorlardı.
Maçtan önceki gece Fenerbahçe’nin o zamanki başkanı rahmetli İsmet Uluğ (Yavuz İsmet) ,hem bir ziyaretle moral vermek, hem de takımın son durumu hakkında bilgi almak için otele geldi. Saat on buçuk civarıydı. Kapıdan girdiğinde, lobide, kendi aralarında kâğıt oynayan Galatasaray’lı futbolcuları gördü. O an, sanki top oynadığı dönemlerin “Yavuz İsmet”i gibi gürledi: “—Siz ne biçim Galatasaraylısınız? Saat 11’e geliyor, sizin yarın Fenerbahçe maçınız var ve siz hâlâ burada kâğıt oynuyorsunuz. Uykusuz kalacaksınız. Çabuk çıkın odalarınıza ve iyi uyuyun, yarın sahada dinç olmalısınız...”
Bunu Fenerbahçe başkanıydı söyleyen ve Galatasaraylı futbolcular da, hiç itiraz etmeden kalktılar oyundan ve odalarına gittiler...
O zamanlar, Fenerbahçe Başkanlığı, Galatasaray Başkanlığı, parayla, kulisle değil,
şanla şerefle gelinen mevkiler idi ve o başkanların şahsında, bu iki büyük camianın onuru temsil edilirdi...

Ömrümün 40 yıllık bir diliminde, bir Fenerbahçeli olarak, tüm Fenerbahçe-Galatasaray maçlarını, yanımda Galatasaray'lı arkadaşlarımla beraber, nerede yer bulursak, bazen Fenerli taraftarların yoğunlukta olduğu bir bölümde, bazen de Galatasaraylı taraftarların arasında izledim. Fenerbahçe kazanırken ben edebimle coşkumu sergiledim, Galatasaray kazanırken de Galatasaray'lı arkadaşlarım sevinçlerini gösterdi. Ne biz birbirimize kötü bir söz söyledik, ne de başkaları bize sataştı. Çünki o zamanlar, bu iki İstanbul takımının maçlarını seyreden İstanbul’lulara, taşradan gelme bir arabesk kültürü henüz bulaşmamıştı, holiganizm denen çirkin ve aptal hastalık bilinmiyordu bile... Fenerbahçelilerin, rakibi kızdırmaya yönelik en etkin tezahüratı, tribün liderleri olan Manol’un yönetiminde “Bir baba hindi” tezahüratıydı.
Galatasarayın tribün lideri ise, “Karınca Ezmez” lâkaplı, Şevki adında gerçek bir Galatasaray âşığı idi ve her maçtan önce, tepeden tırnağa sarı-kırmızı renkli giysileri içinde ve elinde koca bir Galatasaray bayrağı ile, Fenerbahçelilerin bulunduğu tribüne giderek Fenerbahçe taraftarını selâmlarlardı ilk olarak...Ve küfür veya darbe değil, sadece alkış alırdı Fenerbahçelilerden...

Zaten o zamanlar, sarı-kırmızılı klubün adına, şanıyla, şerefiyle Galatasaray denirdi, ne yayın organları ne de spor camiası, bu şerefli adı “Cim-Bom”a çevirecek kadar banallaşmamıştı ve en önemlisi de, insanlarımızın “kazanmak” tan daha üstün tuttuğu bazı değerler vardı...
Saygılarımla..1

Ünal Beşkese
Kayıt Tarihi : 18.12.2012 18:42:00
Ünal Beşkese