Son kış günleri…
Hüzün kuşlarının ağlayarak son ötüşleri…
Koskoca kasvetli günler, soba bacalarından çıkan siyah dumanlara karışıyor, duvar duvar çıkan hırıltılı inlemeye benzer acı hüznün buruk sesleri…
Son kış günleri nelerin başlangıcı?
Çamurumsu olmuş karlı yollar, artık buharlaşma zamanlarına akıp gidiyor…
Ne kış geçti, ne de bahar geldi diyebileceğimiz ara ayın aralıklı günleri, soğukları bir türlü omuz üşümelerinden kurtaramıyor…
Buruk bir sevinç sanki bedeni kaplayan…
Böyle zamanlarda günler günleri kasvet hüznüyle besler…
Geride kalan boğuk günler ilerideki günlere ışık bile tutamıyor…
Böyle günlerde hüzün, hüzünlü canları besler… Martılar donuk tünemelerle boyunları eğik, sıralanmışlar şehrin dışlıklarında, sanki yeni doğan kuzuların ağlama sesleri sanki bahara ip atıyor…
Kır çiçeklerinin birbirlerine sarmaş dolaş oldukları, daha açamamış tomurları ile salılımları, kimsesizlerin, sıcaklıkları düşünerek sevinç buruklukları attıkları ara günler…
Böyle günlerde sevinçler, hüzünlere sarılır…
Parlamaya başlayan güneş ışıklarıyla yalpalayarak hazan kurtuluşu başlar…
Arkasına baktığı yorgun bir dündü, hüzünlü, buruk ve iç sarsıntıları ile geçen buruk, kesik, yarı karanlık dünler vardı geride…
Umutlar ise gelecek günlere sinmiş, saklambaç oyununun ebesi olmuştu…
Kendini düşündü…
Kendine hediye edilmiş yorgun hüzün şarkılarını düşündü…
Yarınlar dünlerden ne kadar azalarak hüzne ulaşacaktı…
Yarınlar yorulmuş dünlerden, yorulmuş yarınlara mı ulaşacaktı?
Hayatı kaç yıl geride kalmalıydı, üç mü, beş mi, kaç yılı bu çemberimsi döngüden çapı nereye kadar uzanacaktı?
Sadakat, sevgi, kontrollü sevmek ve adanmışlık nereye nasıl gelmişti?
Kendi gözyaşlarını avuçlarında tutamamak, görememek huzursuzluğu muydu ağlayamamak?
Kaç hayatı vardı ki kaç kere daha feda edecekti?
Kim hak etmişti, feda ettiği gençlik yıllarındaki hayatını, evliliği yanlış mıydı, sevmeleri yanlışlarla hataya mı götürmüştü onu?
Kaç gülücükleri, kaç günlerin siyah soba dumanlarına karışacaktı?
Geçen baharlar, geçen kışa acılarını taşıyarak kaç bahar sonrası yazı, kaç kez daha omuzlayacaktı?
Tahsili için ertelediği yıllar kaç adanmış hayatına bedeldir? Sevmeler yanar dağlardan kopup gelen lâvların ardında yanarak, taşlaştırarak geride bıraktıkları isli siyah tortulu lâv dumanlarının çıktığı dağ yamaçları gibi tüterek yanıyordu içi…
Sevmelerin bedeli yangın yerlerinde yürümekle taban diplerin yanmasıyla mı ödeniyordu?
“Ben bu kadar sevmeseydim, bu kadar yüzüm aşağıya düşmezdi” derken acısını dudaklarını büzerek, yüzünden fırlatarak meydana atıyordu…
Sevgide çile ile mutluluk arasındaki hüzün günlerinin tarifini bulmaya çalıştı…
Sadece derin bir “Offf” sesi çıktı dudak aralarından… “Yanlış sevgi hak etmeyenden geride kalan” dedi… “ Yanlış insandan…”
Adam bile diyesi gelmedi, “yanlış insandı…” dedi… “Yanlış düşünceli bir insandı…”
Bu tarif ne kadar doğruydu bilmiyordu ama çilesi omuzlarından akıyordu…
Adını anmayı kendine yasaklamıştı, çile düşüncelerinin arasındaki kendine…
“Bir insan bir insanın hayatını ancak bu kadar dağıtırdı” diyerek sert adımlar atıyordu taşlık zeminde…
Adı Aysudem’di… Beklemek, güzel günleri demleyerek Ay’la suyu birleştirerek geçmişine yakışıyordu… Ama O, hüznü yüreğinde demlendiriyordu…
Adanmış hayatının parçalarına baktı. Mutluluğu yakaladığı günleri saymaya çalıştı, hep karakış araları günler akıp gitti gözlerinden, geriye buharlı gözler bırakarak…
Güneşin son ışıkları ilk ışıklarından bu yana gözlerinde günü tamamlıyordu…
Oysa uykusuz geçen gecelerini yaşanmışlıklarından saymıyordu…
Kaybettiği günlerini, yıllarını, yaşanmışlıktan saymıyordu ve duyduğu güven hissine, sadakate, sevmeye, çok sevmeye kurban ediyordu…
Acılarla serilmiş hayatın geçen kısmı, kalanına ise yine acı düşünceleri tünemiş…
Geçmişle gelecek arası, pişmanlıkları sırtlamış ve ben yokum diyememiş bakışları saklar düşünce önlerinde…
Böyle zamanlarda iç, içi acıyla besler…
Sevmek dediği, aşk dediği sonuçta düşlere kalan bakışları ile belki acı bir tutkuya dönüşmüştü…
Korkuların kaybolduğu bir efemsi duruş iç güvenini destekliyordu…
Bahanesi yaşamının kendisiydi… Yaşadıkları, yaşayamayacaklarını belki de gölgede bırakıyordu…
Terkler, kendine terkleri omuzluyordu ve saklanma duygusuyla pervasız bir boş vermişlikle hayatını düğümlüyordu, sevgiyi içinde bırakarak…
Artık ben sende varım diyerek hayatının kalan kısmına haykırmak zamanıydı…
“Yeniden tutunmalıyım,” dedi… “Yeniden barışmalıyım kendimle ama bu sefer acıyı ebe yapacağım kör ebe oyununda…”
“Ben beni sana bırakıyorum artık” derken yeniden adımlarını sertçe toprağa vurdu…
Hınç artık kendi hayatına karşıydı…
Bir yaprak gibisin bende,
önce durgun suya düşen,
akışta,
şelâlelerden atlayan,
uzadıkça uzayan su yolunda
hiç bozulmadan,
kurumadan
yırtılmadan denize kavuşan…
Hırçın dalgalarla savrulan,
çarptıkça yosunlu taşlara,
bir sahil kasabasının,
kum sahiline düşen,
kumlara çakılan…
Sonra da
güneşte kuruyan,
yüzümü ısıtan,
bir yapraksın bende,
kalan ömrüme yetecek sevginle…
Seni sevmek yaprağa eş olmak demekti bende belki de… Anlayamadın…
Konuşmakla suskunluk arasındaki düşünce çemberi hiçbir yerden yırtılmıyordu… Dondurulmuş düşünceleri geleceğe adım atmaktan, sağlam ama bu sefer hatasız adımlar gerektiriyordu…
Bu yaşam sensiz de devam edecek demek sert ve katı bir cümleydi ama zaten içi de katılaşmıştı…
Hınç artık kendi hayatına karşıydı…
Kayıt Tarihi : 14.3.2010 11:16:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
TÜM YORUMLAR (1)