Gökyüzü, kuşların gagaladıkları pembemsi ham kirazları hatırlatan soluk rengiyle halelenip usulca maviye dönerken, İstanbul’dan bir dağ köyüne sürülen Gurbet, sabah ezanına kızıp havlıyor. Onun asabi sesi, çiftliğin gerisindeki mor dağlarda çınlayıp bostanın üzerinde parçalandığında horozlar ötmeye, bülbüller de olanca neşesiyle şakımaya başlıyor. Dantelli perdeyi aralayıp dışarıya bakıyorum. Üzerine çiy düşmüş rengârenk, kokulu büyük güllerle, turuncu zambaklarla, bembeyaz filbahrilerle bezenmiş bahçedeki rüya âlemine eşlik eden sabah, ipekten eflatun bir şal gibi salınıyor. Gün tamamen ağarana kadar yorganımın altında kalıp çocuksu hülyalara dalıyorum. Gözlerimi kapatıp hiç görmediğim dağları, ağaçları, bulutları okşadıktan sonra odama dolan serin rüzgârın kavak yapraklarıyla oynaşmasını dinlerken arkadaşımın sözü geliyor aklıma: “Her yeni gün bir lütuftur aslında.”
Taraçaya doğru yürürken ocakta fokurdayan taze çayın kokusunu duyuyorum. Ayşe, dışarıdaki şömineyi çoktan yakmış. Kahvaltı sofrasında, Narin’in sütüyle yaptığı tereyağı, taze keçi peyniri, bahçeden topladığı maydanoz ve biberlerle süslediği bol limonlu bir salata, kümesten biraz evvel alıp pişirdiği yumurtalar duruyor. Üstü örtülü sepetten sıcak köy ekmeğinin yumuşak buğusu yükseliyor. Esneyerek sofraya oturuyorum. Annem, beni biraz gülümsetebilmek için “Prensesim günaydın, uyandınız mı” diyor. Bir çocuk gibi şımarıp, sabah mahmurluğuyla homurdanıyorum. İçimden “Şu hale bak, bin yaşına da gelsen, anneler hep anne, sen de hep çocukmuşsun ve hep öyle kalacakmışsın gibi sonsuz bir şefkat duygusuyla davranıyorlar. İnsan hem seviniyor, hem utanıyor. Ne acayip, ezici bir his bu” diyorum.
YUMURTALARI ERKEKLER DE KORUYOR
Sonra zaman, çocuksu masumiyetine dönmek için köye ait bir ruhla süzülüp gidiyor. Bir köyde insanların nasıl bu kadar meşgul olabildiklerini anlayamıyorum. Hemen herkes sürekli çalışıyor. Özellikle de Ayşe. Bazen iş programını yaparken kafası karışıyor. Geçen gün bana “Önce inekleri mi sağsam, yoksa çam fidanlarını mı sulasam. Belki de önce ocağı yakıp, balıklar için kömür hazırlamalıyım. Ama daha kızlar yok ortalarda, ben en iyisi çocuklara bakayım, sonra seninle birlikte ekmek yoğururuz” dedi. Kızlar dediği de, “sarı kızlar” diye seslendiği inekleri. Üç köy öteden duyulan soprano sesiyle “sarı kız” diye bağırınca nedense önden büyüğü, arkasından küçüğü (Narin) koşturarak otladıkları yerden dönüveriyor. İki de oğlu var Ayşe’nin. Küçük olanı daha iki yaşında, gün boyu her türlü hayvanın, ağaçların ve otların arasında hiç korkmadan küçük bir serçe gibi zıplayıp duruyor. Özgür on dört yaşında. Birkaç gündür yeni bir bisikleti var. Sabahları onunla gidip gazeteleri alıyor. Geçen gün bana gazetelerdeki asker fotoğraflarını gösterip, “Bu adamlarla ilgili bir sorun var galiba, değil mi” dedi. “Evet, var canım ve maalesef bu ülkede o sorun hiç bitmez. Sen keyfine bak” dedim. Bu aralar, Pal Sokağı Çocukları’nı okuyor. Çocukların adalet duygusuyla ilgili hikâyelerini kalbiyle anlayınca, o apoletlilerin bir kısmının ‘dürüstlük’ anlayışının neye benzediğini de ilerde kendiliğinden hissedecek zaten.
Daha dostum eller ile gezer mi?
Solmuş derler gül benzinin iziği,
Daha dostum eskisinden güzel mi?
O ne dedi, sen ne dedin varıncak?
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta