Avni Bey,
Bir şeylerin değişeceğine inancım kalmadı. Bazen dışarı çıkıp gözlerimi gezdiriyorum; önceleri hayranlıkla baktığım, derinliğinde kaybolduğum renklerin hiçbiri yok. Kuşların ötmeye hâli kalmamış ve ağaçlar, ellerinden geldiğince çabuk çürüyor. Senden de mektup gelmiyor artık Avni Bey, çok üzgünüm. Hani koca bir ormana bırakıp kalbini, kaçasın gelir bazen… Sonra birinin onu bulup sana getirmesinin korkusuyla bir avuç toprakla da örtersin üstünü…
Dün gece bir orman, gözlerimin önünde kül oldu Avni Bey.
En son İstanbul’da oturmuştuk seninle, hatırlıyor musun? Oradan oraya koşturup bir şeyler konuşmuştuk sürekli. Hiç unutmam, Çengelköy’ün yokuşunda, alnından yanağına doğru bir damla ter iniyordu, bakıp gülümsemiştim. Zaman durmuyor Avni Bey, durduramıyorum. Dursa ne fayda! Zaten o günden sonra ne yokuş indim ne de şiir yazdım adamakıllı. Oturup upuzun yollar çizdim bulduğum her boşluğa. Etrafı çınar ağaçlarıyla kaplı upuzun yollar. Düşününce bile insanın koşası geliyor Avni Bey, ne tuhaf! Hâlbuki değil bir ağaç çizmek, yanı başımda duran şu ağaca bile dokunmaya mecalim kalmadı. Parktaki en ücra banka oturmuş, bir fırsat gibi kolluyorum işte ölümü. Bak! Yine umduğumu bulamayacağım, kalkıp eve döneceğim, biliyorum ama bir umut işte Avni Bey; belki o gün, bu gündür. Bizim yan komşuyu hastaneye kaldırdılar dün gece. Kalbi atmamış bir iki saniye. Sonra kıyamet gibi gürültü, vay anam. Bir ara sen demiştin “Komşunun ciğeri, komşusu gibi yanar.’’ diye. Belki de benim yüzümden durdu adamcağızın kalbi. Her neyse. Yoğun bakımdaymış şimdi. Ama dediklerine göre, yırtmış paçayı. Ne diye bu kadar telaş ettiler, anlamadım. Ölümlü dünya neticede. Dünya demişken, giderek kararan gün gibi bu aralar; değme zalimlerin keyfine! E ülke desen, ”dağılmış pazar yeri” zaten. Geriye ne kaldı ki? Ev? O zaten virane.
Bu sana on dördüncü mektubum Avni Bey. Biriktiriyorum. Ama bir türlü varıp da atamıyorum posta kutusuna. Çok sevdiğin bir dostuna geniş bir zaman ayırmak için gün sayarsın da, olmaz ya hani… Utancından telefona sarılıp arayamazsın da… İşte böyle böyle açtım seninle arayı, Allah kahretsin. Ben sana geniş bir zaman sunamadım Avni Bey, affet. İstesen ömrüm feda ama hayatımın içinden çıkamıyorum bir türlü. Sana anlatacak kadar çok yağmur yağdı buraya, gördüm. Ama tükendim işte Avni Bey. Bir zamanlar yollardan usanmazdım, kalkar giderdim her yere. Ama şimdi dişlerimi sıkıyorum bir yerden bir yere giderken. Dayanamıyorum bir ağacı ya da bir sürüyü öyle hızlıca geçmeye. Ama sana gelmek başka tabii. Çok istiyorum. Ama sana gelmek de dağ gibi Avni Bey, aşılmıyor. Sesim duyulmuyor örneğin, bir şey anlatamıyorum. Geçen gün mesela, o kadar güzel bir yağmur yağdı ki, Avni Bey’e anlatmalıyım diye bir kenara not ettim. Bir çocuk, salıncağın soğuk zincirlerinden tutmuş, sallanıyor gibi. O kadar güzel.
Dün gece yine yağmur yağdı Avni Bey. Ben, sana onu da diyemedim.
Velhasıl Avni Bey, işler yolunda gitmiyor. Mağlubiyetlerimin üzerine bir de ölüm eklensin diye gün sayıyorum. Bugün çarşamba mesela. Yarın perşembe. Cuma… Cumartesi… Allah kahretsin Avni Bey, takvimler aleyhimize işliyor. Seninle aynı fotoğraf karesinde olmak dışında, iyi bir şey yapmadım bu dünyada. Ve ne yazık ki takvimler hâlâ aleyhimize tıkır tıkır… Hep böyle oluyor; bir şeyler, bir şeyleri engelliyor Avni Bey. Yollar çok uzun mesela ve tabii şarkılar…
Kendine gül gibi bak Avni Bey,
benim ‘’içimdeki şarkı bitti.’’
Hasretle…
Ahmet Mücahit BülbülKayıt Tarihi : 14.3.2016 16:00:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!