Ateş Çiçeği-1 Şiiri - Adnan Durmaz

Adnan Durmaz
490

ŞİİR


9

TAKİPÇİ

Ateş Çiçeği-1

Bu kitabın yazılmasında emeği olan dostlarıma teşekkür ederim.
Sevginin “yeşil” olduğunu söyleyen, bozkır bilgesi, Emirdağ Suvermez Köyü’nden arkadaşım Berber Faruk, beni bu kitabı yazmaya sen ittin,; değilse bu çalışma ortaya çıkmayacaktı.
Sevgili hocam Attila İlhan, bunca yoğunluğunuzun arasında yazdıklarımı okuma inceliğini gösterdiniz.Kitabı baştan sona iki kez okumanız bana güç verdi.
Sevgili yayıncı dostum, Selçuk Maviengin, bu kriz döneminde tanınmamış birinin kitabını basma cesaretini kutlarım.Ayrıca sayfa düzeni ve düzeltmelere de çok emek verdin
Dolaştığım köylerde derleme yaptığım dostlarım,bana insan güzelliklerimizin hala yaşadığını gösterdiniz.Emirdağ Kılıçlı köyüne varıp,arabadan inince,kerpiç bir duvarın duldasında laflayan yaşlı kadınlardan birisi,ilk kez gördüğü bir insan olmama rağmen,önlüğündeki kuru fasulyeleri uzatarak “al bunlar senin olsun kapının önünde büyüttüm,içimden geldi” demişti,kim olduğumu sormadan ve söylemeden..onu hiç unutmayacağım.
Hepinize sonsuz teşekkür ediyorum
Ayrıca İzmir, Selma Yiğitalp Lisesi öğretmenleri, okuyan ve eleştiren arkadaşlarım,sağolun.

Ben aşkı oralarda eski bir gömüt kapağında gördüm de
bir gece, çıldırayazdım.

Hasan Hüseyin,
Ağlasun Ayşafağı, sf.67

Kuralları bulutlar gibi sürekli değişen, bin yıllardır ad verilmemiş bir dinin görülmemiş müridiydi sanki...Tüm dinlerin dışarı attığı bir serüvenci... Elleri zaman dışı bir çiçek; gözleri akşam şafakları gibi göçmendi...
“Kanayan seller gibi türkülerden, ağıtlardan geçtim” dedi. Sarplarından, uçurumlarından, gök biçilmiş ekinlerinden geçtim onların... İçimden ağıtlar, türküler geçti; yakarak, kanatarak... Acılar sevinçlerle karıştı, çizgi koyamadım aralarına...
Bozkır türkülerinde yeşil kadınlar gördüm... Sanki bir özleme ağlarcasına “yeşil yârim, yeşil gelin” diye çığrılıyorlardı hep...”
Yaşlı bilici, güneşin kanattığı ufukta gözleri, bin yılların kıvrımlarında dolaşır gibi ekledi
“Çünki bozkırlarda sevgi yeşildir”

GİRİŞ

Gecenin bir yerinde bozkır
Yanaşır ayın dolgun memelerine

Ey yenilgi alanlarından
yıkılmış kentlerden geçip gelen
her şeyin unufak olduğu gecede
sığın kederine

Kel tepeler korunaksız
Gülüşler örselenmiş
Bakışlar pörsük
İnsan daha bir küçülür ay yükseldikçe

Çocuk çığlıkları nasıl da cılız
Sayrılar daha bir zayıf canlı
Yürek uçurumlarına hüzün dökülür
ay yükseldikçe

Buralarda insanlar
evini ecelden yapmış
korku tüter bacası
Lambada alevi titrek
Her kapıda tedirginlik
Silahı ürkek
Rüzgârı - yağmuru korku
Buralarda insanlar var
ikiyüzlü ve dönek

Yaşar sınırsız acılarda
Sofrası kıtlıklarda
yorganı karda
Dostunu ele verir dar zamanlarda
(Her şey korunaksız üryan görünür
ay yükseldikçe)
O zaman silahını sakla
Temkinli tut kapılarını
Önce öğren
yürek nasıl emanet bırakılır
ve nasıl can koyulur
sevdikçe

Ayrılık oralarda
gözbebeklerine sinmiş
mücrim bir yara
Başsız-sonsuz bir ağıttır
yoksulluk
Babalı yetimlik
Kocalı dulluk
Ve bitmez bir gece
insana kulluk
Uzak bir yerlerden kalkan
katar katar trenler
O toz burgaçlarının geldiği yol
Kara haber getirenler...

Şahan yürekler bükülür ay yükseldikçe

Yaşamak bildikleri
Yalımın diline düşmüş pürenler
Ve ölüm ki
Vakitsiz güller gibi
Dolulara vurularak
ayazlarda kavrularak
yangınlarda savrularak...

Muhanet dedikleri
Yazı-kışı eksilmez kar
Ötesine giden dönmez
Aman-iman bilmez dağlar
O körpecik teni
gonca dudağı
Karışır zamana on sekizinde
Yoksulluk farıtır dal bedenini

Yaşar hançer ve aşk kavlince
Bilinmez bir lânetin
zehir sarısı rüzgârını
Gâh yağmur
gâh gurbet bekler yüreği ağzında
Ömrünü karartır- ağartır saçlarını
Oralarda beklemek
yetmez bir ömre
Kendine mekân tutar adak ağaçlarını
Bütün köşe başlarına kaygı dikilir
ay yükseldikçe

Ömrü ömre vurmuşlar
cana can eklemişler
Dededen toruna ömür ulayıp
sabır denklemişler
Kaç bin yıl boyunca zulüm altında
neyi beklediğini bilmeden beklemişler
Sabırlar taş olmuş
taşlar çatlamış
Yürekler patlamış...

Gayri birbirini boğazlarlar
bu dinozor karanlıkta
Tarla-takım-inek-davar bahâne
Kan içip dağa çıkarlar
Ama hep umut olmuştur
vakitsiz gidenlerin gözlerindeki cemre
Oralarda beklemek yetmez bir ömre...

Akşam oldu sarı bozkır kanadı bozlak bozlak
Mezar ıssızlığı çöktü göçük yüzlere
Biçilmiş göğ ekin bakışlarıyla
birer gölgeydi kadınlar
Sevinç devşirirlerdi bebelerinin
iki umut mumu yanan gözlerinden
Deli bir hayalet gibi koştu yel bağırarak
parçalanmış eteklerini savurarak
Bir tarih zuhur etti göğün yırtık yerinden

Alaca kuşlukta çekip gittiler
On beş kişiydiler
On beşindeydiler
Öküz gönü çarıklarıyla
dağlar gibi basarlardı toprağa
Birkaç nikel para kuşaklarında
Bir de yavukludan yadigâr
Kınalı saç dürüldü
işlemeli yağlıklar.....

Bozkırı biçen dereyi geçemedi ihtiyarlar
Birer mezar taşı gibi kalakaldılar
Çile çiçeklenmiş sakallarına
farımış gözlerinden acı yaşlar boşaldı
Korkularını susuşlara saklayamadılar
Öpülen ellerine bir türlü bakamadılar
Birisi Yemen’den söz açtı
birisi Balkanlar’dan
Yeniden sızı verdi kocamış yaraları
Esirlik günlerini anımsadılar

Ufaldı karartılar kil yeşili dağlarda
Kimisinin anası kimisinin yâreni
Gitti onlarla birlikte ufkun ucuna kadar
Gözleri yabanıl atlar gibiydi
Ve kavi yürekleri kanlar içinde
Ölümcül bir afat oldu ayrılışları
Ve bir daha dönülmez kadar uzak
Kerpiçten evlerin el kadar camlarından
Çocuksu yüzleriyle bakakaldı yavukluları
acı yaşlarını saklayamadan
siğim siğim ağlayarak....

On beş kişiydiler
On beşindeydiler
Bir daha dönmediler

Bu deli yollara oğul verdin
Gidip geri dönmediler
Kaç kolun koptu Yemen
Kaç yürek yaran Çanakkale
Ocakların kör kaldı
Kaçıncı söndü umudun
Gidip geri dönmediler

Güldün mü
Kıvılcımlar saçılır geceye
Bakışın
ilk insandan bu yana
bütün bakışların bahçesi
Ayakların Hitit’den beri
böyle sıkı basar toprağa
Geride hep yoksulluğu koydular
Kıran düştü- kıtlık düştü payına
Gidip geri dönmediler

Direnci zemheriden karılmış- ölüm kapı komşusu
Sabrı dağlarla bir- cehennemden sökün etmiş ağustosu
Zulümlerle dövülmüş yüreği yoksulluğun örsünde
Gene de yangınlar içinde yediveren güldür sevdası
Yıkılası kara dağlar boyun büküp yol verir
Değilse kıyametler doğurur coşkusu
Lâkin kör olası yollar uzanmış yatar toz kül içinde
kör bir engerek gibi azrail hovardası
Bir yol gülüşlere karışmış
bakışlara tünemiş- sözcüklere bulaşmış
ezeli bir acının doğurduğu nefret
aşılmaz
Yıkılmaz muhanetin karlı dağları
çevresi dolaşılmaz
Ruhları yağmalamış
babadan oğula devrolan lanet
Çifte su verilmiş yüreği kâr etmez hasretine
koparır elini kolunu gurbet
Gene de
yangınlar içinde yediveren güldür sevdası

Bilmezler
Yaşamak derler adına
Dağların ötesinde bin yıldır paylarına düşen esaret
Günah – vebâl - yemin- gammazlık- yalan- kin
Uğur- nazar- büyü- yılan- çiyan- cin
Ekmek atlı insan yaya/can ter içinde
Korkuyla nefretle silahlandırmış ruhlarını cehalet

Bilmezler
özgürlük derler adına
dağlarda yapayalnız ağlayabilmenin
ölmenin doktorsuz ilaçsız
Bazan çocuk üstüne bazan yılan sokması
Sanırsın ki unutturmuş sevmeyi
gülüşlere afat olmuş nuhnebiden kalma cinnet
Gene de
yangınlar içinde yediveren güldür sevdası

DESTAN

Sapından tutup küçük bir çiçeği salla,
Yıldızların dayandığı temel sallanır.

Radi Fiş, Ben de Halimce Bedreddinem,
Mazlum Bayhan çevirisi, sf. 142

Gecenin koyaklarında
ay ışığında
Korku kutsadılar kaval çaldılar
Yaylanın yolunda kağnı böğründe
Türküler yaktılar adına
Ona hiç sormadılar

Acının selinde bir kayrak taşı
Eridi dem be dem un ufak oldu
Bilmediler içindeki sevgiyi
Nefrete çevirdiler

Nam verdi güzelliği on beşinde
Anasının adı Filik
Onunki Hatçe

El aleme sorarsanız Kar’ Hüseyin
Varlıdan koparıp / yokluya daklaşmayan
Dağ gibi bir yiğit imiş bir zaman
Hatçe’ye sorarsan yalan
Yol kesen hırsızın teki
El aleme sorarsan zinhar iftira
Hatçe onun sevgilisi
Ama ona sormadılar
Kan ve ölüm günlerinde Kar’ Üseyin
Yol keser mazlum soyardı
Emirdağlarını barınak yapmış
güçyetenlik yapardı
Namı geldi yüz pare köye
Şanı gitti Hatçe’nin güzellik hususunda

Aziziye Kazası’nın Karacalar Köyü’nde
Üğü kayasında karargâh kurmuş
Kendi köylüsünün kılına dokunmadan
Pervasız şakilik yapardı

Yaz bahar ayları geldiği zaman
Suvermez Köyü’nden yaylacılar gelirdi
Kar’ Üseyin güzelliği can yakan güzeli
arkasından bilirdi

Karacalar Köyü’nün yanı başında
Kıngırıca binerken gördü Hatçe’yi
Ve haber duyurdu apaçık
Düşlerimle donatsın günü geceyi
Nefesimi ensesinde bellesin gayri
Yolu yok kaçıracağım şemeneyi
Hiç kimse yoluma durmasın kaçırtmam deyi

Hatçe’ye sormadılar
İkindi vaktiydi
Delirmiş bir güneşte ortalık yanıyordu
Tam da bulgur eliyordu anası
Harman mevsimiydi- insan kaynıyordu

Dağılgan yolundan bir bulut koptu
Acı boz bir toz bulutu
Büyüdü kıyamet gibi
Bir ürküntü yeli yaladı yüzlerini
Filik Abıla’nın yüreği haflı idi
Bir bulut da Asar’dan beri patladı
Bir bulut da Aziziye yolundan
Ortalıkta bir korku sessizliği kişnedi
Bir baykuş öttü dal gündüz
Filik Abıla’nın hafı çatladı
Amanın emmiler! dedi

Ansızdan atlılar doldurdu sokakları
Ellerinde mavzerleri
İnsanlar taştandı- kıpırtısızdı
Yaşlısı- genci- hatır sahibi
Yiğitlikten dem vuranlar

Anası koştu beriye
yuvarlandı kalburu
Sarmaladı yavrusunu sımsıkı
Ve Hatçe’nin gözlerinde
bir ömür silinmemek üzere
insanların bakışları

Bir çift kara örümcekti kimisi
Kimisi şeytani sarı
hayın- haset ve sinsi
Kimisi irin rengi- kimisi bok
Gözleri bir çift oyuk yüzlerinde
Karışmış oluğuna korku ve nefret
İçlerinde tutunacak tel dal yok

Çekirge gözleri bunlar
Yılan- kurbağa- köpek
Yüzlerinin ortasında
tükürülmüş balgamdan iğrenç
sanki insan tersleri
Yalak- cacık- çiyan- ödlek
Ve korkunun kulları
gözleri insanların....
Tek kişi çıkıp sormadı karşı durmadı
Anasının kellesine dipçik vurdular
Alnı iki şak ayrıldı
Yüzü al kanlar içinde
Kırk kelep beliğinden tutup çektiler
Kır bir atın terkisinde alıp gittiler

Giderken şöyle bir baktı Kar’Üseyin
Ödlek - sus pus
namussuz kalabalığa
Sırıttı çiyan çiyan altın dişleri göründü
Heybesinden avuç avuç altın saçtı
Ve kalabalık
Leş kuşları

Altınların üzerine saldırdı
Unuttu herkes Hatçe’yi
Unuttu tanrısını dinini
Her şeyden tiksinişi o anda oldu
Taşıdı bir ömür boyu içinde
Hep batan bir hançer gibi kinini

Üç yüz atlı beşli mavzer kuşanmış
At sürdüler Suvermez’den Horan’a doğru
Koparılmış bozkır gülü hoyratça
Daha köyünden çıkmadan
Körpe bir tay kurulmuş yay gibi
Fırladı attan aşağı
Yuvarlandı yavşanların içine dehşetle vahşi
Şakinin elinde kaldı iki beliği

Sesi yırttı gırtlağını
Uzadı bir kurban
ve isyan haykırışı
Issızda yitti

Suvermez sokaklarında adamlar
insanlıklarını bıraktılar
İşleri yarım kaldı harman yerinde
Ceplerinde cığıl cığıl altınlar
Hatçe’nin çığlığına
kör- sağır- dilsiz
Evlerine kapandılar

Üç yüz atlı beşli mavzer kuşanmış
Bir ateş çiçeği gibi
koparıp Hatçe’yi insanlığından
Yeniden atlarının terkisine aldılar
ılgarladılar

Bir daha attı kendini
Başka belikleri kaldı
Başka bir şakinin parmaklarında

Haykırdı yeniden
Uzadı sesi bir hançer gibi ıkırcık karanlıkta
Vardı da Suvermez sokaklarına
odalara saklananların
sağır kulaklarına saplandı

Taşı sıksa suyu çıkar
Koç boynuzu bıyıklı adamlardılar
Hatçe’yi atlarının terkisinde tutamadılar
Kudurdu Kar’ Üseyin öfkeden
Fırlayıp indi
Horan Köyü’ne gelmeden
Kurbanını atından son düşüren şakiyi
Hatçe’nin inadını tepeler gibi tepeledi
Suvermez’den Karacalar önüne
Bir saatlik uzaklığı
yedi saatte aldılar
Durmadan haykırdı Hatçe
Sövdü Kar’Üseyin yedi sülâlesine
Yedisi yolundu kırk beliğinin

Karacalar derler bir yörük köyü
Kuytulanmış bir vadiye fi tarihinde
Fi tarihinde gelenler
Kimsenin bilmediği izbalara sığınmış
Bin yıllar öteden çıkılmış
Her çiçeğe kan verip
Çiçek çiçek renk alıp
Her yerde kovgun ve yaban
Sayısız acıya boyanıp
Yaşamak için dişe diş
Gün olup saklanmışlar dağ ıssızlara
Köyün girişinde tepeler sekilenir
Sekinin adı Belce
Dağların içinde Üğü kayası
Karargâh eylemiş çetesi

Öğün öğün kaynar karavanası
Baktın mı görünür civar arazi
Hatta Adaçal tepesi

Hatçe’yi terkiye atıp çıkınca
Üç yüz atlı yargalanmış Suvermez çıkışında
Dağılıp dağılıp toplanmış
Bir yargası dört nal eylemiş ileri
Gün ufka varmadan daha
Muştu varmış karargâha

Kurbanın anlatılmaz acısı
Mutluluk olur avcıya
Ikırcık karanlıkta
Belce belinde
Binbir ayak bir ayağa derildi
Eskiler yıkıla yıkıla yemin ederler
Şöyle böyle üç bin şaki var idi
Gök ışıdı sıkılan silahlardan
Karacalar üstüne
Yağmur gibi saçma yağdı havadan
Yüzlerce koyun kesildi
Ateşler yakıldı ortalık yere
Çayıra kilimler serildi

Köylüler sandı ki müsademe var
İsli kandiller söndü
Taştan çatma evlerde
Kulak kesildiler- heyiklediler
Bir fısıltı dolaştı sokaklarda

Kar’Üseyin çetesine gâvur saldırmış
Belce’den beriye kan dereleri
saklanalım dediler

Atlılar yarga yarga geldi
Silahlar patlayacak oldu
Dağı taşı sarmış kuzu gözleme
Çalgıcılar henk ile karşılayacak oldu
Gelenlerin suskunluğu susturdu hepsini
Ve birkaç yoldaşıyla Kar’Üseyin
Durmaksızın aşıp geçti Belce’yi
Kara Memet terkilemiş Hatçe’yi

Karacalar sokaklarında ivedi at nalları
Taş duvarlar heyikliyor
Vadide kabayel kokusu
kızarmış kaburga estiriyor
Birkaç köpek ürdü ardıçlı yamaçlardan
Atlılar ıssızlığı tepeleyip geçtiler
Suvermez yaylası Çiğillipınar
Birer yatır heybetiyle ardıçlar
Havada kekik- yavşan- su ve ay kokusu

Alayçıklar dizim dizim dizili
Hepisi de Suvermez’li

Kurulmuş Kar’Üseyin’in topakevi
Kostak
kasalak
hünkârî
Tam da pınarın yanına
Tepeden tırnağa kilim döşeli
Gökte ay hançeri

Topakevin kapısında durdular
Kar’Üseyin attan inip yürüdü
Kurbanını kucağına sundular
Kurban çırpındı
kılağılanmış bir bıçakla
başı kesilecek gibi

Haykırdı
Eeey Suvermezliler
Çapulcular köylünüzü kaçırdı
Anamın kellesini iki şak ayırdılar
Uyanın
İçinizde erim diyen kimler var
Duyun
Filiğin Hatçe’yi kaldırdılar
Beliklerini yoldular

Hiç kimse çıkmadı alayçıklardan
Uzaktan bir sürünün çan sesleri duyuldu
Bir üveyik öttü yakınlardan
kırlıçık
kırlı-çık
Topakevin ortasına atıldı kurban
Kar’Üseyin kara kanın kara geceye ağsın
Al kanların yivrim yivrim altına aksın
Kar’Üseyin kara canın leş kargaları yesin
Çam yarması boyun devrilsin çamlar gibi
Leşin ulu dallara asılsın ayaklarından
Sonra oyulsun gözlerin şişe- dona kal
Köpeklere kısmet olsun ciğerin
Pis kokudan varılmasın yanına

Ey Suvermezlileeer
İçinizde bir atarlı yiğit yok mudur
Ey Hatçe’yi çapulcuya anohor bırakanlar
Aranızda hiç namuslu yok mudur
içinizde can yok mudur
bir mavzer tutan yok mudur
Yaşarken mi öldünüz ey ulular
Ulu sakallarınıza kuşlar pislesin
Yürekli geçinenin yüreğine
Dili kelam söyleyenin diline itler pislesin

Suvermez’in yaylası Çiğillipınar
Kar’Üseyin topak evi kasalak

Bağırdı kurban
kurbanlar gibi
Alayçıklar dizim dizim dizili
Hiç birinden ses çıkaran olmadı

Kar’Üseyin kurbanının yanına hiç varmadı
Kapıda nöbetçiler Hatçe’yi dinlediler
Biri bir söz açtı
Ağlama kadın bacım
Boşa dövme döşünü
Anana kaygı çekme
Bir şey yokmuş yarasında
Üseyin Ağama kötü söyleme
Adam gibi bir adamdır aslında

Seni aldıysa helâllığına
Yüz yüze bakar bir gün
Böyle kargış söz söyleme
Bak sofra kurduk sana
ye- iç- uyu- dinlen
Etme güzel canına

Bana bak ey çapulcu
kimsin sen
Kar’Üseyin köpeği
Mazlum kanı içen bir leş sineği
Anamı diyorsan
nerden bilirsin
Duluğuna dipçik vurup geldiniz
Ne hal olduğunu nasıl bildiniz
Alın yeyin
sizin olsun aşınız

Kar’Üseyin kara lanet
Senin gibi köpekleri
Ve Suvermez köylüleri
canlarınız cehenneme
Defol git benim başımdan
Nurayı nurayı ürme

Ve aktı Çiğillipınar
Ardıç ağaçları
yatırlar gibi
dinledi sessizliği
İba düştü çimenler
Gökte hançeri ay
Dağların ötesinde
saplandı bir yerlere

Glaukos
“Ne zaman denizleri, ağaçları, dağları da yosunlar kaplar,
işte o zaman unuturum Skylla’yı”

Edit Hamilton, Mitologya

O zaman tanrılar yaşardı sonsuz maviliklerde
Ve kara toprağın üstünde insan
Gül parmaklı şafaklar sökerdi
Zeus bulutları devşirirdi Olimpos’ta
Helen doğmamıştı anasından
Arşipel’in Akdeniz’in ak dantela kıyıları
dehşetle şenlikliydi
Kurbanlar kesilirdi tanrılara
şölen şölen üstüne
Denize dökülürdü kan rengi şarap
İnsanlar tanrılarla iç içe gül gibi geçinirdi
Balıkçı Glaukos kendi halinde
sıradan birisiydi ilk başta
Orteanos ve Tethys
yüz ırmağı toplayıp
boca etmeden başına
Glaukos da bir insandı
Keşke deniz tanrıları arasına katılmasaydı
Sen de onu tanımazdın
oy Skylla Skylla

Sicilya’nın oralarda
Bukleleri dalga dalga
Dalgaların arasında balıklar kadar mutluydu
Ve özgürdü bulutlarca
Yaşayıp giderdi sularla
Korkunç peri Lamia’nın kızıydı
Oy Skylla Skylla
Afrodit bir görebilse
Mutlaka haset ederdi güzelliğine
Ama Glaukos gördü
Oy Skylla Skylla
Vuruldu deliye döndü
Dalgalar arasında aptallaşıp kalakaldı
“Korkma benden güzel peri
Ben bir deniz tanrısıyım
Görür görmez sevdim seni”
Anlattı ya meramını kurumuştu dudakları
Ee aşk demişler adına tanrı manrı tanımazdı

Tir tir titredi Skylla korkudan ödü patladı
fırladı sudan dışarı kaçabildiğince kaçtı

Glaukos kala kaldı
Artık denizlere ait
Arkasından çıkamazdı

Aşk bu ferman dinler mi ya
Büyür ulaşılmazlıkta
Hasretlerde can parçalar
Seven tanrı bile olsa
Gücüne gitti Glaukos’un
Sen hem böyle yakışıklı ol
Hem de kız takmasın seni
Baktı ki can dayanmıyor
Arayıp buldu Kirke’yi
Kirke bir zalim büyücü
Dinledi de Glaukos’u
Şöyle iyice bir süzdü
Yakışıklı dal gibiydi
Ta yüreğinden vuruldu

İş bu kerteye varınca
Mitolojik bir bulmaca
El üstünde kaydırmaca
Aradan zaman geçti
Glaukos Skylla’ya
Kirke Glaukos’a yangın
Çok garip bir koşturmaca

Ona Kirke demişler
Nam salmadı boşuna
Sen hem büyücü geçin
Hem sevdiğini alma
Tüm bunlardan habersiz
Oy Skylla Skylla

Oynaşır dalgalarla
Sonra yıkanmak için
Varır kendi pınarına
Ama Kirke izliyor
Yapmış büyülü suyu
Döküvermiş o gelmeden
Skylla’nın yunağına

Skylla suya girdi
Yarı beline kadar
Ama iş işten geçti
Apansız çevresinde
Yavuz köpek sesleri
Fırlayıp çıktı sudan
Kaçıverdi korkuyla
Çevresinde köpekler
Ha bire kovalamakta

Bir de baktı ne görsün
Belinden alt tarafı
Altı köpeğe dönmüş
Ve yılan kafaları aralarından çıkan
Ve on iki ayaklı
Belinden üstü insan
Oy Skylla Skylla
Zaman su gibi aktı Sicilya’nın orlarda
Geçen gemicilere yol vermedi Skylla

Kurnazlığıyla ünlü Odyseus’un bile
Altı adamını aldı geçerken haraç diye

Heykelini yonttular tanrılara tapanlar
Konuştular ülkenin bütün sokaklarında

Bin yıllar geçti aradan
Anadolu toprağında
Denizlerden çok uzakta bozkırda
Peri kızı Skylla’nın Yontusun buldular
Emirdağ toprağında Tabaklar’ın orada

(Sapsarı bir korku kapladı o zaman bütün arkadaşları
Ölüm ondan gelecek diye biz tam bakarken
Skylla daldı geminin içine ve kaptı kopardı
En güçlü kürekçilerimi,en iyi altı yoldaşımı
Dönünce ben gemiye ve arkadaşlarıma bakayım diye,
Gördüm tepemde onları,elleri ayaklarıyla çırpınırlarken
Havada sallanıp,bağıra bağıra çağıroyorlardı beni adımla,
Son kez anıyorlardı adımı,ecel terleri döke döke.
Denize uzanan burunda bir balıkçı
Yabanöküzü boynuzundan yalancı yemini
Uzun olta sırığıyla küçük balıklara doğru sarkıtır da hani,
Nasıl yakalayıp yere atarsa çırpınan balıkları,
Öyle çırpınıyordu işte yoldaşlarım havada,kayaların üstünde.

Odyssea, XII, 243)

adnan durmaz
devam edecek

Adnan Durmaz
Kayıt Tarihi : 8.2.2006 00:16:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Adnan Durmaz