Aşkın Tuhaf Bir Anlatımı, ya da Gözlerin ...

Çağdaş Öztürk
651

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Aşkın Tuhaf Bir Anlatımı, ya da Gözlerindekiler,

Bir adam;
Sabahın diken gibi batan ayazında
Durakta fabrika servisini bekliyor.
Adam 52 yaşında.
Kimin ördüğünü bile hatırlamadığı
Hafif sökük bir yün bere başında.
Buruk bir mutluluk var
Adamın soğuktan donmuş sırıtışında.
Alın teriyle kazanmaya inanmış biri,
Adam helal lokma peşinde
Tek amacı var, vaktinde olmak işinde.
Adamın karısı
Saçları saman sarısı
Ve dokuz yaş adamdan küçük yaşı;
Bir oğlu var yirmi ikisinde
Liseden terk ve işsiz;
Adamın belki de tek kâbusu.
Bir de kızı -onun için- dünya tatlısı
Lise son sınıfta ve ilerde doktor olacak.
Bu üç insan bilmem şu an kaçıncı düşünde,
Uyuyorlar sıcacık ve sıkışık evlerinde.
“Evlat işte” diyor adam; ”Eş işte”
“Rahat etsinler! ”
Besmeleyle evi her sabah terk edişinde.

Adamı öğen ve azıcık da yeren bir bakış var gözlerinde,
Helal rızkın kutsallığı,
Kadın ve çocuklara azıcık kızgınlığın bir de.

Bir balkon, apartmanın ikinci katında,
Ana yolun tam kenarında.
Balkonda bir adam,
Dizlerinin üstünde eski bir battaniye.
Güneşli bir hava, apaydınlık ortalık
Bu saatte bile sokaklar kalabalık.
Geçenleri seyretmekten çok birini bekler gibi hali,
“Şimdi köşeyi dönecek” dediği bir kadın
Köşede belirince heyecanla atmaya başlıyor kalbi.
Gözleri ona kilitleniyor.
Her adımında kadının
Yeniden odaklanıyor.
Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyor adam belli.
Yirmi altısında Leyla henüz, bekâr
Hafif bir esinti var
Ve saçları dalgalanıyor deniz gibi.
Leyla hoş kız hoş olmasına da
Bakmak zorunda hem baba hem de anasına.
Üç erkek kardeşi var, hepsi de hayırsız,
Biri ayyaş, biri işsiz, biri hırsız.
Farkında adamın Leyla bir yıldan beri
Çaktırmadan adamı takipte onun da gözleri.
Hatta kendi kendine konuşuyor ve diyor ki
“Serseri!
Sanki bir gün çıksan karşıma
Söylesen beni çok sevdiğini”
Hoşlanıyor adam kadar adamdan,
Ama yerinden kıpırdamıyor seninki.
Lakin bilmiyor ki
Adam bir gazi
Tekerlekli sandalyede ve bacaksız diz altından.

Bu gazinin hüzünlü aşkı var gözlerinde,
Bilmeden yargılamanın yanlışlığı,
Hem Leyla, hem adama çözüm arayışların birde.

Polis giyimli bir adam,
Otostop yapan
Trakya’ya giden otoban gişelerinde.
Gideceği yeri söylüyor Polis
“Keşan”.
Buyur ediyorsunuz ön koltuğa
Biraz da şaşkın.
Sohbete polis başlıyor siz daha sormadan
“Çocuklar İstanbul’da okuyor.
İki oğlan, bir kız.
Üstelik biz de kalıyor baldız.
Geçici görevle her gün böyle
Keşan’a gidip geliyorum.
Hepsi bizim amirin halt yemesi
Beni sevmiyor, biliyorum.”
O size sormuyor nereye gittiğinizi
Ya da nereden geldiğinizi.
Küçük bir hesap yapıyorsunuz aklınızdan
Eğer böyle yapmasaydı bu adam
Kaça patlardı acaba bir ayda Keşan.
Ve soruyorsunuz
“Kaç para maaş alıyorsunuz? ”
Polis,”Bereket versin ağam! ” diyor;
“Her şeyler dâhil bin dört yüzü buluyor”.
Üç saat kadar sonra
Bahçeşehir sapağından sapıyorsunuz
Keşan’a kadar gidip dönmüşsünüz.
Yarı yolda sorduğunda polis
“Sahi siz nereye gidiyorsunuz? ”
Siz onun çok şanslı olduğunu söylemişsiniz.

Polisin ve devletin dramı var gözlerinde,
Sürücünün aşağılamayan merhameti,
Geri kalmışlığa duyulan öfke birde.

Bir kız çocuğu,
Ailenin en küçüğü, Gamze adı.
Henüz okulla tanışmamış,
Anaokulu kendi annesi.
Arkadaşlarının ya bebekleri var
Ya da bebek kardeşleri.
Çikolatayı çok seviyor
Çikolata da onun yanaklarını;
Yerken siyaha çalıyor dişleri.
En çok istediği şey bir bebek;
Annesinden de isteyemiyor,
“Ya “ diyor “Annem yapamazsa istediğimi,
Yapamadığına da çok üzülürse? ”
Susup bekliyor,
Arkadaşlarının bebeklerine bakarak.
Düşünüyor, komşu kızı Zehra’yı
Şu Zehra’nın kardeşini doğururken ölen anayı.
Zehra’nın bir bebeği var ama annesi yok;
“Şükürler olsun benim annem var” tesellisiyle
Avutuyor kendini; lakin
Bebeğinin olmasından alacağı hazzı
Hiç atamıyor içinden.
Bir gün kasaba panayırında
Hani şu dönme dolaplı,
Kalecileri olan penaltı tutan,
Pamuk helva satılan
Bir paket sigara için
İki buçuk liraya beş halka atılan;
Orada, oyuncakçıda bir bebek görüyor
Hayallerine tam uymayan
Ama yine de bebek olan;
Üstelik“Beni iste. Beni al! ” diye onu çağıran.
Çekip eteğinden annesinin kaç defa istediyse de
Babanın parası bittiğinden yine bebeği olmamıştı işte.
Oysa aynı baba
Az önce, hem top hem tren almıştı ağabeylerine.
O, ya rüyasında görecekti bebeği
Ya da babası para kazanacaktı biraz daha fazla,
Çok samimi bir niyazla
Babası için çok para istediyse de Allah’tan
Olmamıştı işte;
Hep rüyalarında gördü.
Ta ki dayısının Alman eşi
Bir Barbie bebek getirene dek Almanya’dan.
Öyle sevinmişti, uçtu sanki kalbi kuş gibi
Ve korkusundan başına bir şey gelir diye bebeğin
Sakladı onu en gizli yerlerde gözlerden uzak
Şeffaf kutu kapağını bile açmadan,
Hiç oynamadan.
Genç kız oluncaya kadar
Daha neler çekti bu bebek sevdasından.
İlk adet gördüğünde yeniden depreşti bebek arzusu
Ve dünyadan habersiz bu ana kuzusu
Bir kurdun kuzusu oldu.
İnsafsız adamdı, zordu, zorbaydı
İncelikten mahrum, çok da kabaydı;
Ama babaydı.
Başladığında doğum sancıları
“İki bebeğim olacak artık” diyor, ağlıyordu.
Doğum çok zordu,
Giderek artıyordu acıları;
Sonuç daha da zor.
Bebek doğdu, Gamze öldü.
Barbie bebek ve yeni gelen
İki kardeştiler anneleri ölen.

Gamze’nin acıları, rüyaları var gözlerinde,
Bebekleri oynanmadan saklanan,
Ve kendi bebek özlemlerin bir de.

Uzaklarda bir köy,
Köyde bir kız çocuğu;
Sümüklü! Lakabı da öyle.
Pıtraklarla dolu kirli kızıl saçları var,
Gözlerinde çiğ taneleri,
Susuz toprakçasına çatlak elleri.
Boyuna bakılırsa okul çağında
Oysa o dağlarda çoban
Önünde iki davar
Bir de “Sarı Kız” keçisi yanından hiç ayrılmayan.
Düşlerinde okuyor
Sabahın beşindeki “Kalk! ” sesi düşlerine okuyor.
Düşlerinde yanaklarına allık sürüyor,
Kulak arkasına parfümler sıkıyor
Müthiş cezp edici kokan,
Halhal takıyor bileklerine.
Oysa uyanıksa
Keçi kokuyor, davar kokuyor.
Evleri bir göz oda
Kireçsiz kerpiç duvar,
Fakirlik diz boyu
Diz adam boyu!
Baba kör, anne eli maşalı
Çobanlık yaptırıyorlar Sümüklüye
Yürümeye başlayalı.
Çobanlığı aslında çok seviyor
Sütü de;
Ne zaman canı çekse
“Sarı Kız”ı emiyor.
Sümüklü büyüyor büyümesine her geçen gün
Sümüklü neye ve nereye büyüyor?
Ya kendi emdiği memeyi
Bir yılan da emerse bir gün
“Sarı Kız” ölüverirse! Korkuyor.

Fakirliği var Sümüklü kızın gözlerinde,
Kızıl saçlarındaki pıtraklar;
Bir yılan “Sarı Kız”ın memesinde bir de.

Bir baba, seksen altı şimdi yaşı,
Üçü ahirette üçü dünyada altı çocuğu var da
Kimsecikler yok yanında.
Rahmetli eşi,
Doldurmadan seksen beşi
Göçtü gitti bir Ramazan Bayramında.
Yapayalnız
Kendi nefesinden başka bir ses
Başka bir nefes yok
Eskiden beş kişinin rahat kaldığı odasında.
“Bir oğlum asker. Vatanı bekler,
Bir oğlum otopsi doktoru. Öleni bekler
Kızım ise, dediklerine göre, orospu! Geleni bekler;
Ben babayım, hepsini bekliyorum. Gelmiyorlar”.
Gelemiyorlar…
Ayakları yerden zor kesiliyor babanın
Ama kömürünü koyacak kimse yok sobanın.
Küs değil kimseye
“Bu bayram olmadıysa
Biri gelir seneye”.
Bekle!

Bu babanın yalnızlığı var gözlerinde,
Evlat sevgisi ve anlamsız tesellisi;
Asker ve doktor kardeşlere serzenişin bir de.

Bir dilenci Fatih Camisinin önünde,
Bir mendil dilencinin önünde.
İki ileri bir geri sallanıyor her seferinde.
Ne “Allah rızası için” diyor
Ne de “Fakire bir sadaka”;
Suskun, öylece sallanıyor.
Yüzü nurlu
Hiç görünmüyor göz bebekleri,
Ya görmüyor
Ya da gördükleri görünmüyor.
“Allah razı olsun” diyor mendile düşen her sese
Tevatür haline gelmiş
Duasının iyi geldiği herkese.
Bazen üç beş yaramaz çocuk
Tuhaf şeyler koymaya kalksa da mendiline,
Kürdan kalınlığındaki karaağaçtan bir sopa
-Sallanırken dayandığı-
Hızla mendilin dışına atıyor onları
Ve mendili terk eden kayboluyor!
Bazen de almaya kalktıklarında mendildekileri
Her biri zehirsiz birer kara akrep oluyor.
Bir çocuk hariç: Veli;
Beş yaşında ya var ya yok,
Kaşlar kara, gözler sürmeli
Dilenciden daha nurlu belki de yüzü
Gözler cennet yeşili.
Elbiseleri biraz eski ama tertemiz,
Mendile uzandığında Veli’nin eli
Hiçbir şeye dokunmadan daha
Beyaz bir ışık el-mendil arasında
Aldığını alıyor,
Mendil aynı kalıyor.
“Veli,” diyor Dilenci,
“Aldın mı Fatma’nın hakkını? ”
Veli’nin anasının adı Fatma
Tüm ninelerinin adı da;
Hasan ve Hüseyin’in anaları da var aralarında.
“Ben insanlardan Fatma’nın haklarını toplayanım”

Nurlar var Dilenci ve Veli’nin gözlerinde,
Fatmanın haklarının bekçiliği,
Olanlardan insanların habersizliği bir de.

Bir akşamüstü yine sıkışık Boğaziçi köprüsü,
İğne atsan yere düşmez!
Işık seli akıyor her iki yönde.
Bir adam, on para etmeyen karısının gözünde
Ve kızı için baba bile olamayan,
Boğazına kadar borçta
Ve şimdi Boğaz’ın tam üstünde.
Karalanmış, iftiraya uğramış
Aşağılanmış
Ve aşağıya düşmeye niyetlenmiş!
Anadan babadan kalma inançlarıyla,
Çok yalvarmış Allah’a “N’olur rabbim kurtar! ” diye;
O bile elinden tutmamış anlaşılan.
Yıkılmış, küsmüş hayata.
Hızla açıp kapısını içinde olduğu taksinin
Koşuyor köprünün korkuluklarına,
Avaz avaz bağırıyor attığında kendini aşağıya:
“Varsan beni tut Tanrım! Tut bakalım! ”
Şiddetli bir rüzgâr yalıyor yüzünü
Açtığında gözünü
Köprü ayaklarının en üstünde!
Ve üstelik Goldengate köprüsünde!
Ve bir ses “Varsan hadi git bakalım! ” diyor kulaklarına.

İşte o adamın ürkek pişmanlığı var gözlerinde
Varlığını ispata zorlanan tanrının sabrı;
Bekleyememenin utandırıcılığı bir de.

Yıl 2007,yer Medine
Mescid-i Nebevi tüm muhteşemliği ile
Onu çağırıyor kendine.
Her şey çok güzel güzel olmasına ama
Gözün tek bakabildiği o yeşil kubbe.
Orada çünkü Resul-i Zişan,
Orada Ebubekr ve Ömer,
Biri Sıddık, biri Faruk.
Yılların özleminin doruk noktası
Kavuşma zamanı.
Bir daha unutmak mümkün değil o anı.
Cennet-ül-Baki hınca hınç dolu,
Her âşık orda almış soluğu.
Duyulur duyulmaz bir sesle yalvarıyor adam,
“Ya Resulullah,
Ümmetindenim elhamdülillah!
Sahaben olmak istiyorum,
Bana göster kendini! ”
Bir el hissediyor sağ omzunda,
Sırtını sıvazlıyor nur yüzlü bir adam
Gülümsüyor,
İnci taneleri gibi dişleri.
Altmış üç yaşından gün almış gibi yaşı
Elbiseleri yepyeni
Misk-i amber kokuyor teni.
Diyor ki,
“Çok mu sevdin sen beni? ”
Kayboluyor.

İşte o adamın kavuştuğu nimetler var gözlerinde,
Hasretin değiştirdiği âlemler,
Âlemlere rahmet bir peygamber bir de.

Büyük bir havaalanında genç bir kadın;
Uçağın kalkmasına bir saate yakın
Hatta az daha fazla zaman var.
Otuz üçünde, alımlı ve afet;
Bir daha bakası geliyor bir bakanın.
Bir kitap ve bir paket kurabiye alıp;
VIP salonunda bir koltuğa atıyor kendini.
Bir kahve içmek,
Kurabiye yerken biraz okumak aklındaki.
Kahvesini alıp; koltuğuna gelip oturduğunda,
Farkına varıyor yan koltuktaki adamın;
Dergisini açmış, bir kurabiye ağzında.
“Sinir şey! Çıldırmak işten değil!
Bu cüretkârlığından dolayı onu yumruklayabilirim”
Bir kurabiye adamın, bir kurabiye kadının
Sonuncusuna kadar.
“Küstah adam!
Bakalım şimdi ne yapacak? ” diye düşünürken kadın,
Adam sonuncuyu ikiye bölüyor
Yarım kurabiye adamın, yarım kurabiye kadının.
Pılı pırtısını hızla toplayan kadın
Kaçıyor.
Bir süre sonra uçakta,
Gözlüğünü almak için
Açtığında çantasını
Sürpriz! Bir paket kurabiye
Hiç dokunulmamış!
Telafisi yok, özür dileme şansı yok,
Utancından yerin dibine giriyor kadın.
En son uçağa giren yolcu,
Gelip onun yanına oturuyor,
Elinde aynı kurabiyeden bir paket
“Check-In’de arkanızdaydım,
Aynı yere uçtuğumuzu oradan biliyorum.
VIP Salonunda yanımdaydınız;
Kurabiyeyi çok sevdiğinizi görünce size almıştım
Onun için biraz geç kaldım.”
Utanç kare!
Ve adam devam ediyor,
“Taş atıldıktan,
Söz ağızdan çıktıktan,
Fırsat elden kaçtıktan
Zaman gelip geçtikten sonra;
Sonralar telafi edilemez.
Siz yine de üzülmeyin! Değmez!
Pişmanlıklar tövbe ve hatalar iyi bir öğretmendir.”

Yanılmanın bazen utanmayı gerektirdiği var gözlerinde,
Paylaşmayı bilenlerin yüceliği
Göründüğü gibi olmadığı bazı şeylerin bir de.

“Benden nasihat istiyorsun öyle mi? ”
Diye soruyor kızına baba,
“Ölüm sana nasihat olarak yeter!
Ama birkaç sözüm daha var sana:
Hayat kolay değil ama güzeldir.
Düşe kalka öğreniriz biz bunu
Kalkmazsan
Öğrenmek yoktur.
Cehalet ölmek demektir; unutma!
Arkadaşlarınla vakit geçireceksin,
Dikkatli ve tedbirli olacak
Ama korkak olmayacaksın.
Meydan okuyanlar olursa
Önce barış teklif et!
Savaşıp barış masasına oturanlar ödün verirler
Savaşmamak için barış masasına oturmaktır iş!
İşbirlikçi olacaksın,
Güler yüzlü herkese,
Yeni arkadaş edinecek,
Dostlara tutunmayı bileceksin.
Uzaklara, düşlediğince, bakmayı
Yakınında olanları görmeyi
Çiçekleri koklamaya zaman ayırmayı
Asla unutmayacaksın.
Rahatlamayı ve eğlenmeyi,
En sevdiklerinle olmayı
Düşmanına bile gülümsemeyi
Hiç bırakmayacaksın.
Varken yok demeyecek
İsraf etmeyecek,
Yalnızken de görenler olduğunu bileceksin.
İmkânsız aşk diye bir şey yoktur yavrum,
Sevdinmi tam seveceksin.”
Rüyaydı, biliyordu kız;
Babası öleli tam on yıl olmuştu.
Birden sallandı her yer
Dehşetle çığlık atan dağlardan gelen sesi duydu;
Her yer yıkılıyordu.
“İlk öğüdün babam” dedi kız,
“İlk öğüdün doğruydu! ”

Bu güzel öğütlerin doğruluğu var gözlerinde,
Yaşanmasa da yaşanılası şeyler olduğu,
Ölümün hepsini silip götürdüğü gerçeği bir de.

Gazetelerin hepsinde aynı haber,
Sekiz sütuna manşet:
“Yargıtay’da dehşet”
Öldürülmüştü başkanın oğlu baba makamında.
Babanın gözleri önünde.
Ve katil, babaya teslim edip silahını
Oracıkta teslim olmuştu.
“Başkanım. Bu şahsi değildi” demişti üzgünce.
“Anlarsınız günü gelince.”
Günler günleri kovaladı hızlıca
Hepsi sanki sözleşmişçesine
Hiçbir avukat savunmak istemedi katili
Koskoca başkana bu yapılamaz ki.
Hatta devletçe atananlar bile
Bir mazeretle çekti ertesi gün elini.
Bırakanlar oldu mesleğini,
Ya da bir suikasta gitti birkaç talip.
Dava günü gelip çattı,
Müvekkili olmayan bir dava
Bu haliyle sakattı.
Görülemezdi.
Bir avukat girdi salona, hafif bükük beli
“Müsaade ederseniz Sayın Yargıcım” dedi
“Ben olmak isterim katilin müvekkili.”
Salondakiler şaşkın,
Basında bir hareketlilik,
Ortalık arı kovanı;
Gelen bizzat Yargıtay Başkanı.
“Oğlumu çok severdim,
İsterim bu adamın da asılmasını.
Ancak;
Demokrasimiz nasıl korunacak?
Demokraside asıl olan
Savunma hakkı!
Bir sonraki celseye kalsın bu iş
Demokratiklik olsun ölçek,
Asacaksak, savunularak asılsın
Ya da ortaya çıksın tüm gerçek”

Adaletin her şeyin üstünde olduğu gerçeği var gözlerinde,
Kin, nefret ve öfkenin önlenebilirliği,
Demokrasiye sahip çıkmanın gerekliliği bir de.

Bir şair;
Ya da kendini öyle sanan birisi işte,
Adını sen koy!
Ne diyorsan öyle olsun! Fark etmez.
“Bu şiiri bir yarışma için yazmıştım,
Vazgeçtim.
Aşkların bir tuhaf anlatımı olan bu şiiri
Sana ithaf etmeyi seçtim.
Anladım anlamsızlığını başka alkışların;
Küsersin şimdi sen, üstelik de kızarsın. Olsun!
Bahar değil mi arkası kara kışların.
Bilirsin, şiirlerdir şairlerin sığınağı
Ve
Ya olmayan, ya gelmeyen
Ya da erişilemeyen sevgililerdir
Tüm şiirlerin kaynağı.
Geçer hepsi, aldırma ve boş ver!
Nice meçhul sevgililerle dolu gömülür kalpler.
Lütfen ağlama! ”

İşte o şairin sevgilisi var gözlerinde,
Sevgilisinin gözleri
Sevip alamamanın şairi ezen kahrı bir de.

Daha neler var gözlerinde sayayım mı?

Sevilmenin sevinci,
Sevmenin kahredici tüketiciliği,
Erik çiçeği,
Tomurcuk bir gül, “bir demet yasemen”,
Fırından yeni çıkmış bir Trabzon ekmeğinin sıcaklığı,
Yakamozun ışıltıları,
İnsanlar,
İnsan olmak
Anne sevgisi, baba sevgisi, sevgili sevgisi,
Erken kaçan, geç gelen saadetler
Ve buna benzer şeyler.

Nefretine yenilmiş
Ya da hiç söylenmemiş sevgilerin bir de…

Çağdaş Öztürk
Kayıt Tarihi : 30.1.2008 09:11:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Çağdaş Öztürk