Aşkı Sanat Ve Acıyla Çiğneyen Özel Bir K ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Aşkı Sanat Ve Acıyla Çiğneyen Özel Bir Kadın; Frida Kahlo

Küpeşteye ayaklarımı dayayıp heyecanlı çırpınışlarıyla vapura eşlik eden kuşlara Beaudelaire mısralarının sırrını anlatıyordum; “Ama bir an hazzın sonsuzluğunu bulmuş olan için, lanetlenmenin sonsuzluğunun ne önemi vardır ki! ” Tekinsiz cesaretiyle sarsan bu sorunun modern yaşamdaki cılız karşılığını düşündüm. O hazzın sarhoşluğuyla kendisini unutup sanatla, teninin altında kıymık gibi son âna kadar yaşatabildiği inançlı bir aşkla, bazen acının çaresizliğiyle hayatı kutsayanların direnişi gerçekten kaç kişiyi derinden etkiliyordu? Kış güneşinin ılık rehavetiyle düşüncelerini denize salmış insanlara baktım bir süre. Hayat olanca sıradanlığıyla akıp gidiyordu işte... Solgun yüzleriyle gazetenin kirli sayfalarına öylece bakakalanlar, müzik dinlerken bildiğimiz dünyadan kaçanlar, gözlerini sıkıca yumup vapurun kunt gövdesine çarpan dalgaların ritmiyle hayallere dalanlar... Ve ‘lanetlenmenin sonsuzluğunda’ yarattıklarıyla, trajik hayatıyla ebedileşen özel bir kadının hikâyesiyle nerede yaşadığını kısa bir süre için unutan ben. Arada kucağımdaki kitabı kapatıp onun resme, yazıya, sevmeye tablolarında göstermeyi sevdiği kanıyla tutunduğu halde cehennemine nasıl tahammül edebildiğini kavramaya çalışıyordum.

Frida’nın acı, yaratma ve haz labirentinde parçalanıp dağılmış olan hikâyesini yüzlerce belgeye ve mektuba dayanarak yazan Rauda Jamis, onun kendisine sadık kalmayan adamlara her koşulda sahip çıktığını söylüyor. O sevdiği erkeklerin zekâsından, kendisine hissettirdikleri ‘özel ve çekici kadın’ muamelesinden hoşlanıyor ve sonuna kadar bunun tadını çıkarıyordu anlaşılan. Erkeklere kendisini aldatacaklarsa bunun ‘yataktan’ öteye gitmemesini, bu durumda da arzulanan kadını ‘sevmekten’ özellikle kaçınmalarını istiyormuş. Gerçekten bunu talep edecek kadar kaygısız mıydı Frida? Hayır, ilk anladığınız manada değil. Jamis’in biraz saf tesbiti beni biraz gülümsetti doğrusu. Her koşulda sanatına, bağımsızlığına, özgün duruşuna sahip çıkan, yaşadığı sürece eksikliğinin yerine sabrını, çekiciliğini yeteneğini koyan Frida, çok arzu edilmediği halde sevilebilen kadınların daha ‘tehlikeli’ olduğunu bilmiyor olabilir mi? Bu onun reddedebileceği basit bir gerçek değildi. Belki kendisinden bir başkası için vazgeçilmesi fikrine tahammül edemediği için rahat kadın taklidi yapıyordu. Ya da ‘öteki kadın’ olma ihtimalinin kibri onu çok sıkıştırıyordu, kim bilir?

Uçamayan bir kuş...

Vapurdan inip Noel ve yılbaşı için süslenmiş ışıltı caddelerin kalabalığına karıştığımda kendini uçmak isteyip uçamayan bir kuşa benzeten Frida gibi biraz eksik, epey sakat hissediyordum. Hastalığını, fiziksel acılarını, tutsak olduğu yalnızlığını kaderinden ayıramayan sağlam bir karakterin hikâyesiyle, içimi kamaştıran tarifsiz sıkıntılar birbirine karışmıştı sanırım. Kadim şehrin dar sokaklarında daha evvel hiç görmediğim kiliseleri ziyaret ettim. Mum ışıklarının kızıl alevleriyle gölgelenen salonlarda, kadınların sekerek yürüdüğü tenha avlularda, dallarda kuruyan yabani incirler gibi parçalanan mor gök kubbenin altında gizlice dua ederken Frida’nın söylediği o çarpıcı cümleyi hatırladım: “Gerçek güçlülük güçsüzlük maskesi taşır.”

Aynasındaki yansımada ona gerçeğin hırpaladığından daha sert görünen Frida’yla tanışmaya giderken “Onlardan uçak istersiniz, size hasır kanat verirler” ismini verdiği tablosunu hayal ediyordum. O sergide yoktu, biliyordum ama çocukluğunu hatırlayarak yaptığı resimde tarif ettiği gibi yüzündeki hayal kırıklığıyla, sırtından iplerle göğe bağlı kanatlarıyla, yere çakılmış kırık bedeniyle, teslim olmayan inatçı ruhuyla beni bekliyordu sanki. İçine doğduğu, mezara ve sonradan müzeye dönüşecek düşsel bir maviye boyanmış evdeki yatağın tavanına kendini resmedebilmesi için asılan aynaya bakmıyordu hep anlatıldığı gibi. Benim Fridam, kimselere göstermek istemediği hakiki ıstırabının, sakatlığının esaretinden kurtulmuştu. Acıyla hantallaşan koca bir dünyayı ufak resimlerle minyatürleştirebilmenin huzuruyla onda iz bırakan hatıraların, şehirlerin, insanların, resimlerin, kitapların, günlüklerin üzerinde mavi kanatlarıyla uçuyordu. Neredeyse yüz yıl evvel yine ılık bir aralık günü, o korkunç kazadan sonra defterine “Başıma gelen en iyi şey, acı çekmeye başlamam sanırım” yazmıştı. Artık ne çocukken hayal ettiği kanatları vardı, ne de onu yürütebilecek ayakları. 19 yaşında sevgilisine kaza ânını yazarken seçtiği cümleler zihnimde yankılanıyordu: “İnsanın çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru değil. Gözümden tek damla yaş akmadı ve demir çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi beni delip geçti.”

İnsan hem kendisidir, hem de bir başkasıdır...

Frida Kahlo, geçtiğimiz yüzyılda suretini resmederek yalnızlığına, acılarına sanatıyla teselli arayan tek örnek, bildiğim kadarıyla. Yazıyla, resimle kendine yabancılaşmayı idrak edebilmesi onu çağdaşlarından farklı kılıyor bence. ‘Feminist, sosyalist kadın sanatçı’ şöhretiyle, ilişkileriyle onu popüler kültür ikonu haline getiren yaklaşım çok ilgimi çekmiyor doğrusu. Dönemin siyasi hareketleri ve onların ideolojik duruşu da önemli kuşkusuz ama ben insanın vahşi, karanlık, çaresiz yanını hiç kimselerinkine benzemeyen üslup ve yetenekle ‘Fridaca’ ifade etme ısrarını daha kıymetli buluyorum. Gençken defterlerinde gündelik hayatından sahneleri, hayallerini, dileklerini resmetmeye tutkun bir kadının berbat bir kaza sonucu hakikatini keşfetmesi sadece talihle açıklanamaz bence. O, aylarca çakıldığı yatağında Proust okurken insan için anahtar olan yüzün ‘vahiy’ olduğuna inanıyor ve ilk kez kendisini o anda resmetmeye karar veriyor. İlk tablosunu yaptığı sırada insanın kendisini büsbütün tanımasının imkânsız olduğunu anlatmış: “İnsan hem kendisidir, hem de bir başkasıdır, kendimizi tepeden tırnağa bildiğimizi sanırız, sonra birden bakarız ki, kılıfımız sıyrılıyor, içini doldurandan tamamen yabancı bir hale geliyor. Tam kendinde bakmaktan bıktığını sandığı bir anda, insan karşısındaki görüntünün kendisi olmadığını görür.” Bir hayatı sürprizli kılan daha ziyade bu sihirli kopuş sanırım.

‘Ben önemli bir ressamım’

Sergideki otoportrelerini merakla izlerken onun bu cümlelerle anlatmak istediğini hissettim. Mektup gönderir gibi dostlarına hediye ettiği tablolarıyla, “asla yazılamayacak kadar güzel olan hikâyem” dediği hayatıyla, kesilmiş bacağını, bedeninin yavaş yavaş çürümesini gösteren desenlerle, yakarışlarıyla, ‘Dev Adam’ Diego’ya olan yakıcı tutkusuyla bambaşka bir kadın gibi tebessüm ediyordu bana.

Diego da sanat dünyasındaki ilişkileriyle, siyasi tercihleriyle, kadınlara olan düşkünlüğüyle, devasa duvar resimleriyle haklı bir şöhrete sahip yetenekli bir ressam ama itiraf etmeliyim ki çok kapsamlı olmayan bu sergide bile Frida’nın gölgesinde kalıyor. Hayatının sonlarına doğru Frida bunu onaylarcasına sözcüklerini hiç sakınmadan konuşmuş: “Geriye dönüp baktığımda önemli bir ressam olduğum kanaatine varıyorum. Elli santimetrekarelik resimler çerçevesinde daha güçlüyüm, evet, Diego’nun yirmi beş metrekarelik duvar resimlerinde olduğundan daha güçlü olduğumu söyleme cüretini gösteriyorum.” Diego ise o cüreti gösteren ‘küçük kadını’ için sıkı ve net bir konuşma yapmıştı. “Resmi yoğunluğu ve derinliğindeki içerikle, duvar resimlerimizin büyük yüzeylerine yayılmasa da, Frida Kahlo Meksikalı ressamların en büyüğüdür.. Çağımızın en iyi ve en büyük plastik belgelerinden ve gerçek insani belgelerinden biridir. Geleceğin dünyası için sahip olduğu değeri ölçmek mümkün değildir. Frida olağanüstü güzel bir kadındır, genel geçer bir güzellik değildir onunki, tıpkı ürettiği gibi müstesna ve karakterlidir...”

Frida’nın bir ressam olarak Diego’ya hiçbir şey borçlu olmadığını, onun üzerinde ahlaksal ve sanatsal olarak güçlü bir otoritesi olduğunu söyleyenler haklı korkarım.

Aşk mıydı onların ki?

Sergiden çıkıp sokaklarda aheste, dalgın yürürken Diego’nun Frida’yı çıplak resmettiği desenler dolaşıyordu zihnimde. Erkeklerin içe dönük kadınsı izler taşıdığını, kadınların da bazen erkeksi özelliklerle daha çıplak görünür olduğunu doğrularcasına birbirlerini hırpalayan, çok seven bu iki çekici, tutkulu, yaratıcı, insanın birbirlerini nasıl tamamladıklarını düşündüm bir süre. Cevabı Jamis’in kitabında buldum: “Diego daha çok dışa, toplumsal olana açıktı, bense iç mahremiyetime dönüktüm. Aynı türden bu yakınlığın, bu konudaki eleştiri duygumuzun hayatımdaki en güzel şeylerden biri olduğunu düşünüyorum. İlişkimizin en güzel taraflarından biri buydu.” Jamis’in sorusunu ben de yol boyunca tekrar ettim; “Aşk mıydı onların ki? ” Istıraplarıyla, özlemleriyle, arzuladıklarıyla, cazibeleriyle belki aşktan bile daha mucizevî, daha çelişkili bir geçmişe ve sonsuz bir geleceğe sahip oldular. Belli ki birbirlerini içlerinden, çok içlerinden sevmişler.

Frida, Diego’ya yazıp göndermediği mektupta sayıklıyor “Bedenim, gecenin ortasında senin gölgeni görememekten dolayı acıdan çıldırıyor. Bedenim gece uyumak ve karanlıkta senin öpüşünle uyanmak istiyor. Gecelerim haykırıyor ve yelkenlerini yırtıyor, gecelerim kendi sessizliğine çarpıyor ama senin bedenine ulaşamıyor. Eksikliğini öylesine hissediyorum ki! Hele sözcüklerinin, hele renginin eksikliğini. Birazdan gün doğacak.”

Onların vedalaşmalarını anlatan Jamis, “Frida’nın bedeni yakıldı. Diego cebinden bir not defteri çıkardı ve orada başı eğik, ağlayarak, bu son anları; ‘Alevler arasında giden Frida’yı kâğıda geçirdi’” diye yazmış. Son satırları okuyunca Frida’nın neden Diego’yu seçtiğini ve ondan hiç vazgeçmediğini daha iyi anladım.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:13:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan