Aşk Nedir? Şiiri - Salim Diyap

Salim Diyap
205

ŞİİR


19

TAKİPÇİ

Aşk Nedir?

Çoğu insan tarafından anlamsız ve anlatımsız bulunan aşk, gerçekten de izahı mümkün olmayan ve kişiden kişiye değişen bir delilik, bir hasatlık hali midir?
Yani bir insanın aşkı için mülkünü, yıllarını heder etmesinin anlamı nedir?
Bir insanı görebilmek, ona dokunabilmek, yüzüne bakabilmek, elini tutabilmek için olmadık zorluklara katlanmanın; tahtları, taçları, mülkiyetleri reddetmenin anlamı nedir?
Ya insanın aşkı tarif etmeden onu yaşayabilmesi hissedebilmesi ne anlam taşır?

Bilinmesi gerekir ki, düşüncemizde şekillendiremediğimiz, dile dökemediğimiz olguların varlığı bizim onları bilip bilmememize bağlı değildir. Çoğu zaman ne yaşadığımızı bilmeden yaşarız yaşadıklarımızı. Hayat bizi içine alarak devinirken hayata dair birçok olguyu anlamlandıramamış olabiliriz; ama en ince ayrıntısına kadar hissederiz ve bu hisleri tekrar tekrar yaşayabilmek için de emek harcarız, çaba sarf ederiz. Çünkü bu anlamlandıramadığımız şeyler, bize tarifi imkânsız insani hazlar verir. Bu hazları yaşamamış dolayısıyla bilmeyen birçok insan bu çabaları anlamsız bulur. Oysa aşkın bu çabalara karşılık size vereceği şeyin peşindesiniz siz. O da mutluluktur. İşte o mutluluk ki bir mülkiyete sahip olmanın size verdiği mutluluktan çok farklı bir haz ve tadı içinde taşır. Bu hazdaki mutluluğu her âşık iyi bildiğinden olsa gerek, gerçek bir aşka erişebilmek için onun nazarında mülkiyetler saltanatlar bir değer taşımaz.

AŞKI ÜRETEN SEVGİDİR

Aşk nedir?
Aşk, insanoğlunun bu dünyada kendini anlamlandırdığı ve sevdiği her şeyi bir insanın veya herhangi bir varlığın şahsında görmesidir, ifade etmesidir.
İnsan, âşık olduğu şahsa yaşamı boyunca biriktirdiği sevgileri karşılıksız vererek ve onun şahsında tüm sevgileri paylaşarak var eder.
Özünde; insanın aşkında bulduğu şey, yaşamı boyunca biriktirdiği sevgilerinden, vicdanından, emeğinden başka bir şey değildir.
Aşk halini yaşayan her insan aşkını var etmek ve sürekli kılmak için bu sevgi birikiminin sorumluluğunu maşuka karşılıksız verir. Âşık, aşkını her gördüğünde, biriktirdiği sevgileri, değer verdiği her şeyi onun şahsında görür ve bu durumdan hoşnut olur. Aşk da işte bu sevgiyi var eden emeğin bileşkesidir, üretimidir. Yani sevgide biriken niceliğin niteleye dönüşümüdür.

Bir insan için aşk varsa, o aşk; sevdiği kuştur, sevdiği denizdir, sevdiği ağaçtır, sevdiği topraktır; sevdiği çocuktur. Kısacası, yaşamı boyunca sevgi adına biriktirdiği her şeydir. Sevdiği şeylere ulaşamadığı, sevgisini yaşayamadığı anlarda, sevgisini anlatmak için ulaşamadığı paylaşımları aşkının varlığında onlarla bir aradaymışçasına yaşar, paylaşır. Bir insan için aşk varsa, sevdiği her şey, ondan uzak olsa da, o aşkın bünyesinde her an onunla birliktedir.

Kim bilir belki aşkıyla sevişirken insanoğlu, sevgisini de tohumluyordur sevgilinin bedenine ve bu eylemi ile sürekli ve ölümsüz kılıyordur aşkının derinliklerinde. Çünkü her seven insan için bir ihtiyaçtır, aşk denilen temiz bir adaya gidip yaşamı boyunca biriktirdiği sevgileri her nevi kirliliğe karşı gözden uzak bir yere gömmek ve aşkının rahminde geleceğe taşımak...
İşte, İnsan sevgi yoğunluğu taşıyan bu eylemi ile karşı cinsle yaşadığı cinselliği hayvani bir boyuttan çıkararak insani bir boyuta taşır. Bu yönü ile aşk, cinselliğin doğal boyutuna insani bir boyut katarak insanı, diğer havanlardan da ayıran bir nitelik taşır.

AŞK, MÜLKİYETİ SEVMEZ

Aşka dair ilişkilerde insanlar, birbirleri ile insan olarak ilişkiye geçerler. Farklı ve çeşitli mülkiyet ilişkilerini kişiliklerinde en önemli yere koymuş oyuncular olarak değil. Yani zengin- fakir, alıcı-satıcı, borçlu- alacaklı olarak değil. İnsanlar aşka dair ilişkilerinde birbirini yalnız insan olarak algılarlar ve öyle ilişkiye geçerler.
İnsanlar Aşk ilişkilerinde; her türlü mülkün alınıp satıldığı bir toplumun uzağında, o insanı insana yabancılaştıran mülkiyetin hâkim olduğu ortamın dışında, daha bir insan, daha bir kendinden ve kendileri için yaşarlar aşk ilişkilerini. O pazarda yaşanan mülkiyete dayalı ekonomik sosyal ilişkilerin arkasında sahte kişilikler, sahte yüzler oluşturmuş oyuncular olarak değil, gerçek aşk ilişkilerinde insanlar kendinerine ve herkese karşı kendileri olarak, emek verdikleri sevgilerinden üretirler aşklarını.
İnsanların mülkiyeti her değerin üstünde tutuğu bir dünyada asıl ilgi odağı, insanın kendisi olamayacağından ve sevgiye harcanan emeğin maddi bir getirisi bulunmayacağından, doğal olarak sevginin de aşkın da insanların nazarında bir değeri olmayacaktır. Çünkü aşk ve sevgi paylaştıkça büyüyebilen duyumsamalardır mülkiyet ise paylaştıkça küçülendir…
İnsanoğlunun dünyasında her şeye rağmen bir ihtiyaç olan aşkın aranması devam edecektir. Çünkü aşkı her insan için ihtiyaç haline getiren ve paylaşımlara bağlı oluşan o haz, kendine has bir zenginlik taşımaktadır. Bu zenginlik maddi zenginliğin ötesinde, insanlarla bir şeyler paylaşamaya bağlı gelişen insani ve vicdani bir zenginliktir. Sanılanın aksine mülkiyet sahibi insanlar bu hususta zengin değildir.
Fakirliği, insanların elinden; diğer insanlarla bir şeyleri paylaşma yetisini alan bir durum olarak algıladığımızda, mülkiyet sahibi olup da, kimselerle bir şeyleri paylaşamayan insanların bu insani zenginlikten mahrum olduklarını görürüz. Onların da bencilliğin ürettiği bu yoksulluk girdabında debelendiklerini gözlemleyebiliriz. Bundandır ki onlar da, paylaşımlara paralel gelişen sevginin ve aşkın o mükemmel hazından yoksundurlar.

MÜLKİYET İLİŞKİLERİNİN TÜKETTİĞİ İNSANLIK, AŞKA YABANCIDIR
Mülkiyetin en yüce değer olarak kabul gördüğü ve hâkim olduğu toplumlarda İnsanlar için asıl ilgi odağı arkasında saklanmış oldukları, hatta birçok noktada insanın kendi emeği ile yaratığı insani değerlerinin de önüne geçen ve pazarda maddi değeri olan mülkiyettir. İşte bu yalancı tablonun arkasında duran, o insani özü seçmekte zorlanan insan, her zaman maddi ilişkilerin tuzağına düşerek aşkın ve mülkün değerlerini birbirine karıştırır.
Mülkiyetli dünyada insanlar birbirlerinin nazarında temsil etikleri mülkiyetin sahibi olarak vardırlar. Mülkiyeti insani değerlerin önüne koyan toplumlarda insanlar, ekonomik ilişkilerinin bir parçası gibi dururlar ve bu halleri ile birbirleriyle ilişki kurarlar. Oysa aşkta insanlar saf insani halleri ile bulurlar birbirlerini ve onları insani özlerine yabancılaştıran mülkiyet ilişkilerinden uzak durdukça yoğun yaşarlar aşklarını.
Evlilik itibari ile oluşturduğumuz birlikteliklerde eşin parasal durumunu gözeterek yaptığımız tercihler, bizi mülkiyet karşılığında kendi bedenini veren fahişe bildiklerimizle aynı kılar. Çünkü mülkiyete dayalı evliliklerde yaptığımız, peşin satıştan, toptan alıştan başka bir şey değildir. Bir fahişeyi fahişe yapan şey, değişik erkeklerle yatması değil, aşk karşılığında vermesi gerekeni, para (mülk) karşılığında vermesidir. Aynı durum, bir jigolo için de geçerlidir…
Mülkiyet tasarrufunu ağırlıklı olarak erkeye veren, erkek egemen toplumlar da, kadın da mülkiyetin bir biçimi olarak algılanır. Bu algının bir boyutu olan, kadında bekâretin aranması, hiç kimse tarafından kullanılmamış sıfır kilometre bir otomobilin aranması gibi mülkiyetin o gayri insani doğası ile örtüşen bir niteliksizlik taşır… Mülk kullanıldığı oranda değer yitiren bir nesne olduğundan bekâretini kaybetmiş kadın da kullanılmış mal oranda değersizleşir…

Mülkiyet ilişkilerinin hâkim olduğu her toplumda insan, saf insan değildir. Herhangi bir metadır. Başka insanlara değer biçerken de insani özelliklerine bakarak değer vermez. O insanlardaki mülkiyetin azlığı ve çokluğu ile insana değer verir. Bu kaçınılmaz olarak böyledir. Çünkü mülkiyeti hayatın merkezine koyan her insan mülkiyet izin verdiği oranda başka insanın insani özelliklerini görür. Çünkü ufkunu mülkiyet ilişkileri oranında daraltan insan, başka insanların o insani özelliklerinden kaynaklı güzellikleri göremez. Mülkiyetin körelttiği, hazına yabancı kaldığı, tadını bilmediği hazlar, o zengin tat cümbüşü olan aşkla birlikte kendi dünyasında yoktur.
Mülkiyet edinme çabasının yaşamı en ince noktasına kadar metalaştırdığı bir dünyada, insanı insana yem eden, insanı insana ezdiren mülkiyetli toplumlarda aşk arayanlar, cehennemde mümin arayan bedbahtlar gibidir, arasalar da bulamazlar.
İnsan özgürce gözlemlediği ve özgürce değerlendirdiği oranda insandır. Mülkiyet denen illet, insanın elinden özgür gözlemi alır. Özgür gözlemi elinden alınmış insanın, aşkını yalın biçimi ile seçmesi veya yaşaması olanaklı değildir.
Mülkiyet varsa insanlık yoktur,
Mülkiyet varsa duygu yoktur,
Mülkiyet varsa güzellik de yoktur.
Parasal düzlemler üzerinden hesaplanan nesnel dünyanın ruhsuzluğunda insanda, insanlıkta, aşk ta kaybolur. İnsanların mülkleri ile tartılıp değer biçildiği bir dünyada sevginin aşk üretimi de kaybolur.
Ayrıca belirtmek gerekir ki; mülkiyet bir iktidar biçimidir. Bu iktidar biçimi, insana zamanla paylaşımın değerlerini unutturur. Mülkiyeti elinde tutan ve mülkiyetin kendisine verdiği imtiyazı başka insanların üzerinde uygulayan insan, içinde bulunduğu imtiyazlı ve otoriter durumu kendi kafasında kendi yeteneğinden kaynaklı bir hak olarak algılamaya başlar. Bu hakkı kendinde bulan her insan sevgiyi oluşturan paylaşım ilişkisini tüketir. Paylaşımın olmadığı her alanda da, mutlaka tahakküm vardır ve tahakkümü üreten her ilişki aşkı küstürür ve uzaklaştırır.

SAHİPLENMEK VARSA AŞK YOKTUR

Aşk öylesine yalın, öylesine saf ve mülkiyet karşısında öylesine kırılgandır ki o, her şeye karşı duyumsanabilir; ama mülkiyete karşı asla… Çünkü aşkı büyüten var eden sevgi, mülkiyet paylaşıldıkça büyüyen bir duygudur. Paylaşılan her mülk azalır. Yani aşk, mülkiyet azaldıkça kendini var eder. Oysa mülkiyet başkasından aldıkça büyüyebilen bir olgudur. İnsanın insana duyduğu sevginin yerine koyulmaya çalışılırsa da temelinde zor ve acı olan mülk, aşkın yerini tutamaz.
Bir insanı, arabanızı sevdiğiniz gibi sevemezsiniz. Kendi mülkiyetinize alamazsınız. Çünkü sevgi; emek, üretim ve paylaşım olduğu kadar, özgürlüktür de.
Bir insana benimdir ve benim tasarrufumdadır diyerek, sevgiyi mülkiyete karşı duyulan bir sahiplenme tutumuna indirgerseniz, sevgiyi de, aşkı da hayatınızdan dışlıyorsunuz demektir.
İşte siz, bu iki insani duyguyu hayatınızdan dışladığınız anda, “aşkım” dediğiniz insanı sahiplenilebilir bir mülk konumuna getirdiniz demektir. Bu da yaşamınız boyunca kendinize eşit tutarak, yaşatabilmeniz olanaklı olan aşkınızı mülkleştirerek, tükettiniz demektir. Durum bu olunca da aşkın sizi terk etmesi, sizden uzaklaşması kaçınılmazdır. Yaşayıp da sizin aşk sandığınız bu ilişkide size baki kalan mülkiyetin ruhsuzluğuna eşdeğer metalaşmış, donuk, duygusuz ve ezenin ezileni mülk anlamında sahiplendiği bir ilişkidir.
Size kalan aşk sandığınız mülkünüzle kucak kucağa ruhsuz ve hazsız bir yaşamdır.
Size kalan aşk sandığınız mülkiyetinizle ve onun kullanım hakkıyla oyalanmaktır.

AŞKIN ÖLÜMÜ

Elbette sevgiden beslenen ve böylesine yoğun yaşanan bir duygunun bitmesi her insan için sarsıcı ve umut kırıcı bir nitelik taşır.
Lakin aşk, canlı bir varlık gibidir. Doğar, büyür ve her canlı gibi bir gün ölebilir. Fakat ölümden sonra dirilmek (reenkarnasyon) denilen olgu yaşamda çok az şey için vardır. Aşk da onlardan biridir. Aşk her zaman yeniden yaşanması, çoğaltılması mümkün olan ve tekrar biriktirilebilen sevgilerin içinden Anka Kuşu gibi 'kendini yeniden üretmeyi' becerebilen bir olgudur. Aşkın bu özelliği, aşkı umutla öylesine benzeştirir ki, umudu her koşulda aşkın yoldaşı kılar. Ondandır ki ölümlerden aşkın umutla kol kola, yeni bir insanın şahsında dönebilmesi ve aşkın umutsuz, umudun da aşksız olmaması...

AŞK VE ACI

Aşk; sevgilerimizin özetidir' demiştik. İşte bu sevgileri üreten paylaşımlar ve özgürlükler aynı zamanda aşkın şahsında mutlulukları da üretir. Bir gün bu duygular acıyı oluşturmaya başlarsa, bilin ki mülkiyet girmiştir işin içine.
Bilin ki, mülkiyetli toplumlara özgü değer yargıları sevginize, aynı zamanda aşkınıza baskın gelmeye başlamıştır artık.
Bilin ki ahlâk,
Bilin ki töre,
Bilin ki mülkiyet edinmeye uygun yaşam tarzı,
Bilin ki aşkınızı kendi tasarrufunuzda bir mülkmüşçesine görüp öyle davranma alışkanlığı,
Bilin ki sınıfsal konum,
Bilin ki sahiplenme hırsı, yaşamınızda aşka baskın gelmeye başlamıştır. İşte o zaman aşkın küsüp gitme zamanı gelmiş demektir. Onu yeni sevgilerde üretebileceğiniz günlere değin aşk, sizi terk etmiştir artık ve bundan sonra çekeceğiniz açıların sorumlusu aşk değildir. Aşkı küstürme pahasına kucağınıza aldığınız mülkiyettir!
Acı çekiyorsanız; Bu acının kaynağı mülkiyetli toplumlarının yaratığı değerlerle, aşkın; insani, özgürlükçü, paylaşımcı, eşitlikçi, tahakkümden uzak ve kendine has sevgi yoğunluğunun arasındaki çelişkidir. Yani, sizi acının girdabına salan aşkın saf ve temizliği ile mülkiyetin cani ve acımasız yüzü arasında ki ezeli kavgada aşkın ve mülkiyetin arasındaki o uzlaşmaz çelişkide sizin mülkiyetin safında yer almanızdır.

Ondandır ki, aşkı yaşamak isteyenler aşkı mülkiyetten uzak tutmasını bilmelidir. Aksi takdirde, aşk onlardan kendini uzak tutacaktır.
İşte bu özellikleri ile aşk, tarihler boyunca mülkiyeti içine almamasından kaynaklı, insan hasletlerinin en temiz kalabilmiş özelliklerinden biridir. Yaşanmış her tarihte, insanlığın olumsuzluklardan arınıp mutlu olabildiği, mutluluk için kendi özüne dönebildiği, düzensel kargaşa içinde rahatladığı, soluklandığı, huzur bulmak için sığındığı kale gibidir... Sınıflı ve mülkiyetli toplumlarda insanların sıkıntılardan bir süreliğine de olsa mülklerinden ayrışarak soluklandıkları teneffüsler gibidir.
Aşk; insanın mülkiyetten arınmasıdır.
Aşk; paylaşımı, eşitliği ve özgürlüğü boğan mülkiyetli toplumların, insana yaşattığı o boğucu tayfundan insanın su yüzeyine çıkıp soluklanmasıdır.
Aşk; insana yaşama gücü veren ve en karamsar anlarında imdadına yetişendir.
Aşk; geçmişten yarına doğru yaşamımızda, her an daha da büyük yer kaplayan, gittikçe genişleyerek hayatın her alanını kaplayan, sarıp sarmalayan, özgürlüğün, sevginin,
eşitliğin insanlığa armağanıdır.

SEVMEKETEN KASIT HERKESİ VE HER ŞEYİ SEVMEK Mİ?

Sevgiyi üreten emektir, üretimdir, paylaşımdır…

Aşkı üreten sevginin çokluğu ve yoğunluğudur.

Kendi emeğimizin ve toplumsal ilişkilerimizin bir boyutu olan bu insani erdemlerin yaşamı ve sürekliliği onları var eden ve bizlerin oluşturduğu koşuların varlığına bağlıdır.

Sevginin ve aşkın bir şekilde üretilmiş olması onların her daim ve her koşulda var olacağı anlamına gelmez.

Sevginin ve aşkın var olmasını gerektiren koşullar nasıl varsa, sürekliliğini sağlamak da bazı koşularda varlığıyla mümkündür.

Bu koşulların en önemlileri arasında sayabileceğimiz özgürlük ve eşitlik kendiliğinden var olabilen değerler değildir.

Bu değerler, emek ve özveri isteyen, bir mücadelenin, bir uğraşın üzerinde şekil bulabilen değerlerdir.

İşte bu değerleri insanın yaşamında etkin kılmak da toplum içinde bazı normları etkin kılmaktan geçer.

Bununda yolu bu değerlerin oluşumu önündeki engelleri ortadan kaldırmakltır.

İşte tam bu bu noktada toplumda sevgi ve aşkı heder eden mülki değerler karşımıza çıkar. Bu mülki değerler kendinden soyut özellikler taşıyan olgular değildir. Bunlar bazı insanların kafasında ve eylemselliğinde anlam kazanan ve genişleyen olumsuzluklar olarak algılanırsak bu değerleri taşıyan, mayalayan ve etkin kılmak isteyen insanlara karşı bir ötekileştirme ve bu ötekileştirmenin bir uzantısı olarak bir mücadele anlam kazanır.

Bu ötekileştirme ve mücadele gereği biz bazı insanlara "biz sizden değiliz" demek zorunda kalırız. Bundan dolayı, herkesi ve her şeyi sevmek aşka kapı aralayan bir erdem değildir

Herkesi ve her şeyi sevmek, sevgi ve aşkı değersizleştirmenin yok etmenin en basit yolarından biridir.

Sevgi ve aşk herkese karşı değil onları hak edene karşı duyumsadığımız insani erdemlerdendir.

İslam’ın, engin hoşgörüsünü ve sevgi anlayışsını özetlemek için sık kullanılan, hatta başbakanı Tayip Erdoğan’ın dilinden düşürmediği Yunusça dile getirilmiş hümanizma içerdiği var sayılan veciz bir tasavvuf cümlesi vardır.
“yaratılanı severim yaratandan ötürü”
Kanımca bu özdeyişte ters duran bir şeyler var.
Bu sözde; Allaha duyumsanan aşka insan sevgisinde ulaşılması gerekirken yani insanın korunmasından, insanın özgürleşmesinden, insanlar arası insani paylaşımlardan üretilmesi gerekirken, Allaha olan aşktan insan dair sevgi üretiliyor.dolaysıyla İnsanlar arasında olması gereken paylaşımlar göz ardı ediliyor.

Bu sözdeki ifade vurgu allaha duyumsanan aşka yapıyor.
Yani Allah’a bağlı olmanın bir koşulu olarak insanlar seviliyor. Oysa insanlar arasında emek, üretim, paylaşım yoksa sevginin zuhur bulması olanaksızdır.

Bu özdeyişte öncelik insanın değil Allah’ındır.

Bu Özdeyişte anlam; Allahın yaratığı her şeyi sevin. Çünkü onu Allah gibi bir güzellik yaratmıştır. (Siz bunu sevilmeyecek şey yoktur diye de yorumlayabilirsiniz. Oysa Allah'ı sevenlerin de inanca sevmediği ve sevilmemesi hususunda öğütledikleri birçok yaratı vardır. Bunlardan en önceliklisi şeytandır.
Şeytan da, tanrını yaratığı meleklerdense inanların şeytanı sevmemelerindeki neden nedir?
Sorusuna cevap aramak zorunda kalırız.

İnanalar için Kötülüklerin kaynağı olması mı? O vakit buna "evet" cevabını verenlerin yanıtlaması gereken yeni sorular geliyor akla. O surulara da cevap aramalıyız.

Şeytan kötülükleri kendi eli ile değil insan aracılığıyla yaydığı oranda şeytanlığını yapmış olacağı için, bu dünyada "biz sizden değiliz ve sizi sevmiyoruz" demekle yükümlü olduğumuz bir çok insan olmayacak mıdır?

Elbette çağımızda insanlık güzeli çirkini, doğruyu yanlışı bir tek inanç eksenli belirlememektedir.
Bu gün insanlık inancın da dışında birçok ölçüyü değer yargısı olarak kullanmaktadır. Lakin benim bu örneği vermemdeki neden tarihin hiçbir evresinde ve her koşulda bütün insanları sevmenin mümkün olmadığını kanıtlamaktır. Sevginin ancak insanlığa zarar vereni sevmemekle anlam bulduğunu anlatmaktır.

Belki insanlık artık her koşulda değer yargılarını dinin değer yargıları üzerinden belirlemiyor ve bu dünyada şeytan denen bir melek aracılığı ile günah işleyen bireylerde yoktur. Ama bu dünyada insanın insanı sömürmesi ezmesi savaşlarda heder etmesi öldürmesi, katletmesi açlık ve sefalet içinde bırakması vardır.

Şimdi soruyorum bunlara sebebiyet veren insanları sevgimizin kapsamına alabilir misiniz? Alan insanları da insanları seviyor diye nitelendirebilir msiniz?

HERKES SEVİLMEZ…

Herkesi sevdiğini iddia edenler, özünde hiç kimseyi sevmeyenlerdir.

Keza herkes tarafından sevilenlerde özünde hiç kimse tarafından sevilmeyenlerdir.

Her şeyi satın alma ve ya satın alabilme düşüncesi, mülkiyetli yaşam biçiminde niyetlenilen veya kabul gören bir argüman olsa da, sevginin ve aşkın dünyasında bu toptancı düşünce bir değer taşımaz.

Bireyin kendi sevgisini değersizleştirmesinin en geçer akçe yolu o bireyin sevgisini toplumda herkese sunmasından veya duyumsamasından geçer.

Kişi; düzenbazı, hilekârı, sömüreni, ezeni, katili, işkenceciyi, ırkçıyı sevdiğini iddia ederken, sevgiyi hak edeni de bu sevgisinin kapsamına almış olsa da özünde söz konusu kişi hiç kimseyi sevmemektedir.

Ben herkesi seviyorum diyen insan sevgisinin bir değer taşımadığını bilmelidir.Sevgisini ben herkesi seviyorum diyerek değersizleştiren kişi, doğrusu bizi veya beni sevmese de olur diyebilmeliyiz. Çünkü söz konusu kişinin sevgisi bir işkenceciye, bir katile, bir düzenbaza bir caniye tekabül edecek kadar değersizdir. Bu denli değersiz özneler taşıyabilen bir duygunun özü itibari ile sevgi olması da mümkün değildir. Bir duygu biçiminin sevgi olup aşkı üretmesi o duygunun içinde taşıdığı insani öz, emek, üretim, paylaşım, eşitlik ve özgürlükle orantılıdır. Toplumda Sevginin hak ettiği değeri bulması, esaretin ve eşitsizliğin mimarları arasında sayılabilecek, değersizlikleri üreten ve yaşatanlara biz sizden değiliz demekle bir anlam bulur. Yani sevgiyi bir değer olarak telaki etmek o değeri hak etmeyen kişilere seni sevmiyorum demekten geçer. Sevgiyi hak etmeyene seni sevmiyorum demesini beceremeyenler, hak edene seni seviyorum demesinin bir değeri olmaz. Yaşadığımız Toplumda biz sizden değiliz ve sizi sevmiyoruz demekle yükümlü olduğumuz gayri insani toplumsal ilişki ağı içerisinde bulunan insanlar var olduğu sürece. Bizler, İnsanlığın bu güne değin yaratığı en güzel değerlerden biri olan sevgiyi olumlu olumsuz tüm insanlara duyumsayarak sevgimizi değersizleştirdiğimizin bilincinde olmalıyız. Herkesi sevmek nasıl sevgiyi değersizleştiriyorsa, herkes tarafından sevilmekte kişiyi değersizleştirebilir.
Yukarda sıraladığım güruh kişiler tarafından sevilmekte kişiye değer katmaz o kişinin insani değerinden alır götürür.

Kısacası herkesi sevmediğim gibi, herkes tarafından sevilmek içinde çaba sarf etmiyorum diyebilmek, bir bilinç ve o bilincin oluşturduğu direngen bir güç gerektirir. Bu bilinç ve güç kişiye sevgiyi ve aşkı hak edene duyumsamak erdemini de bağışlar. İşte bu erdemin kişiye verdiği güç; yeri ve zamanı gelince kalabalıklara meydan okuma cesaretini de verir. Yani insanı toplum içindeki haksızlıklar karşısında direngen ve mücadeleci kılar. Sevilmek adına her kalıba girmeye hazır günübirlik yaşayan, kendi doğrularını savunmak yerine toplumun var olan değerlerinin kanıksayan, şekilsiz kalabalıklarca sevilmek adına her kalıba giren, sevilmek ve saygın olmak uğruna insani değer yargılarından ödün veren bir insan olmaktan alıkoyar.
Kısacası ben herkesi sevmiyorum ve herkes beni sevmese de olur
Çünkü herkes tarafından sevilenleri ben de sevmiyorum

Yaşamınız buyunca biriktirdiğiniz sevgileri, emanet ettiğimiz şahsın yitirmesi, bunlara yabancılaşması, sizin için ne anlama gelir?
Ölüme karşı kuşandığı, sığındığı, yaşama dair güzellikleri, sık eleyip sık dokuduğu, sevgi birikiminin kaybolması, tüketilmesi, kişiden alınması insanı yaşamdan uzaklaştırıp, ölüme yakınlaştıran sebeplerden değil midir?

Aşk, özü itibari ile ölüme direnmektir, insanın ölüme karşı sığınabildiği yegâne mevzidir.

Aşk, sevgilerinize benzeyendir, sevgilerinizden üreyendir.

Hayata başkasının gözüyle bakmak değildir yalnız;

Dünyayı sevginizle değiştirmek dönüştürmektir.

Yaşamı sevginize benzetmektir.

Hayatı sevgimizle biçimlendirmektir.

Kendimizden bir şeyler verirken, verdiğimiz oranda başka insanların şahsında güveni üretmektir.

Bu güvenin yitmesine sebebiyet verecek yegâne şey, maşuk’a güvenerek verdiğiniz sevgi yoğunluğunu ve çokluğunu o insanın, heder edecek oranda mülkiyet karşısında değersizleştirmesidir.

Yani aşkın mülkiyet karşısında değer kaybıdır.

İşte bu noktada yaşamın yanında ölüme karşı duruşunuz; kişiliğinizde yeni sevgilerle yeni aşklar yaratabilme beceriniz, mülkiyete karşı direngenliğiniz ve sevgi yaratabilen emeğinizle orantılıdır.

İnsan, aşkın mülkiyet karşısında geri çekilmek zorunda kaldığı noktalarda, mülkiyetin ürettiği çirkefe teslim olmamalıdır. İnsan sevgiyi mülkiyetten ayrıştırarak ve sevginin safında yer alarak aşkı yeniden hayatın damarlarına çağırmalıdır. Sevginin ve aşkın safında yer almak, ölümün karşısında yaşamın safında yer almaktır.

Mülkiyete karşı aşkın düşen her kalesini, sevgi ile onarıp aşkı sevgilerinizden yeniden üretebildiğiniz oranda hayatın safında olabiliriz. Aksi takdirde toplum içinde mülkiyetten kaynaklı tüm olumsuzlukların sevgi ve aşka karşı ölümün safında yer aldıkları savaştan, insanlığımız yenik çıkacaktır.

Görmek lazım gelir ki, sevgisizlikler batağında hayata karşı sorumluluklarını yitirmiş insanların, insanlara güvensizliği ve acımasızlığı başta olmak üzere, toplum içinde tüm olumsuzlukların gönüllü kabul edicisi ve sürdürücüsü olan dönekler, kalleşler, umutsuzlar, acımasızlar ve her kalıba girmeye hazır şekilsiz kalabalıklar, bu aşk ve sevgi duyumsamalarını yitirmiş ve yeniden yaratma gücünü kendinde bulamayanlar oluşturmaktadır. işte ölüm onların safındadır.

Mülkiyeti kutsayan sınıflı toplumlar, kendini var eden insan malzemesini, sevgi ile, aşk ile bağını koparmış, mülkiyete özgü değerleri kendi yaşam değerlerinin en üstüne taşımış insan yığınlarından oluşturmaktadır.
Bu insan tipini yaratmak için kapitalizm, tüm kurum ve kuruluşlarıyla aşka ve sevgiye mülkiyet kılıfını giydirip topluma pazarlamaktadır. Hatta daha ileri gidip “aşkın bir hastalık hali” olduğunu iddia edip, kitleleri buna inandırmaktadır.

Oysa aşk, hayatın annesidir ve aşksız hayat yetimdir. Sevgi, yaşamı var eden emektir, üretimdir, paylaşımdır; sevgisiz hayat, ölümdür.

Her aşkın ölümü emeğin de güvenin de ölümüdür.
Ama yaşam, sevgi ile aşk ile güçlü kılar varlığını ve her zaman aşklara gebeyken sevgiler; aşklar da yaşama gebedir. Her ölüm, aşklardan bir şeyler alıp giderken, her doğum; aşktan bir armağandır dünyamıza.

AŞK VE CİNSELLİK

Cinsellikle ilgili klişe bir değim vardır " cinsellik su içmek kadar doğal bir ihtiyaçtır" evet cinsellik su içmek kadar doğal bir ihtiyaçtır. Ama insanın uygarlık sürecinde geldiği nokta itibariyle, insan yolda bulduğu her su birikintisinden su içmiyor?

Günümüzde uygar insanlar. susadıklarında suyu çeşmeden ve bardakla içmektedir.

Peki uygarlaşmanın cinselliğe kattığı boyut nedir, cinsellik de tüm hayvanlarda olduğu gibi insanlarda olan hayvani bir iç güdü olduğuna göre uygar insan bu ihtiyacını nasıl karşılamaktadır?

Cinsellik bir başına hayvani bir güdü olsa da her dönem cinselliğe insani boyut katan Aşk olmuştur.

Uygar insanlar hayvanlar gibi kızışma dönemlerinde önünü çıkan her dişiye saldırıp çiftleşmezler. Her şeye duydukları sevginin yoğunlaşmış hali olan karşılıklı Aşk duyumsamalarının üzerinden cinselliği yaşar ve hayvanlardan yollarını ayırırlar. Aşk cinselliği hayvani boyutundan insani boyuta taşıyan yegane etmendir.

AŞK ŞİİR VE MÜZİK

İnsan dil bilmezken doğanın esaretinde, doğadan öğrendi ilk kelimesini. O kelime veya kelimelerin ne olduğu elbette şimdi bilinmez. Lakin dilimizden dökülen ilk kelimeler doğanın kendi dilinden başka ne olabilir ki. Atalarımızın ilk sözleri, doğanın o kuşlar, o yapraklar, o ağaçlara öğrettiği kelimelerin yansımasından, taklidinden başka ne olabilir ki…

Acımasızlığı da şefkati de insan doğadan öğrendi.
İnsan var olalı beri doğanın o acımasız yüzü ve şefkati arasında bocaladı, hala da bocalamaktadır.

İşte şiir ve müzik insanda, doğanın o anaç ve şefkatli yüzüne hayranlığın bir ifadesi olarak gelişti.

Çünkü insan, doğa içindeki konumu (çaresizliği ve güçsüzlüğü) gereği doğanın daha çok, anaç ve şefkatli yüzünü, boyutunu sevdi.

İnsan doğanın bu boyutuna hayranlık ifadesi olarak şiiri ve müziği var etti. Bu yüzden şiirin doğayla bir uyumu olmakla birlikte, aynı zamanda doğayla kıyasıya bir kavgası da mevcuttur. İnsanın çaresizliğine denk gelen bu kavga ve reddettiği bu boyut, şiirle hala kavgalıdır ve bu kavga şu anda hayatın her alanında sürmektedir.

Yaşamda var olan her şey, doğanın bir parçası olarak devinmektedir. Lakin doğada insan hasletlerine özgü birçok şey var ki, bu kavganın verilerini, insanlığın yaşamına erdem ve eşitlik boyutunda taşımaktadır. Bunlardan biri de yukarda izah ettiğimiz anlamda aşktır. İşte bu yolculukta aşka yoldaşlık eden şiir ve müzik aşkı beslerken aynı zamanda aşktan da beslenmektedir.

İnsan doğadan kavgayı, güçlü olmayı ve zayıfı ezmeyi öğrenirken, yani güçlü olabileceği oranda var olacağını öğrenirken; aynı zamanda doğadan vermeyi, duygulanmayı, sevmeyi ve şefkati de buna paralel öğrendi. O baharlarda çiçeklenen dallar ve hışırtılar arasında insanın dilinden ilk nameler döküldü. O kuş sesleri ve güçsüzün isyan çığlıkları arasında ilk sözler, ilk kafiyeler, ilk reddiyeler şekillendi…

Önce duydu, hisseti, duygulandı ve kimi zaman kabullendi, kimi zaman itiraz etti; sonra meyvesini verdi, dile getirdi o cümleleri. Tomurcuklandı şiir şiir, çiçeklendi name name, ses verdi hayata ve çevresine. Ondan Şiiri, müziği ve sevgiyi keşfederek yaratmanın hazını aldı, biçimlendirdi, değiştirdi ve değişti.

Sevgi emekle aşka yol aldı. Aşk, şiir ve müzikle dile geldi. İnsan doğanın sevecen yüzüne sahip çıkarak hayvandan ayırdı yolunu. Doğanın acımasız yüzüne haykırdı şiirlerini, şarkılarını kimi an öfkeli kimi an doğanın şefkatli yüzü gibi sevecen ve durgundu…

İnsanoğlunun duyumsamalarında, düşüncelerinde, sevgi ve şefkat olduğu oranda şiir vardı. Sevgi olduğu oranda aşk vardı, müzik vardı. Müzik olduğu oranda da dayanışma ve kol kola halaya durmak vardı.

Geliştikçe dil, büyüdükçe düşünceler, serpildikçe sevgi, aşk da büyüdü, insanlık da.

Müzikle, şiirle, sevgi ile aşkla birlikte yola koyuldu insan, bu gün bu yolculuğuna devam ediyor hala…

Nağmelerle, ninnilerle, şiirlerle, paylaşımla dokunup duyarak, koruyup kollayarak aşkı ve sevgiyi yaratarak insan, insan oldu.

İşte ben bu yazdığım şiirler arasında insanlığıma dair bir şeyler buldum. Yaşadığım toplumun doğayla benzerliğini ve bu benzerlik içinde ezilenden yana olmak gerekliliğini doğanın şefkatli yüzünü içine alan şiiri üretirken Kendi insani yanımı da üretiyordum. Doğanın o acımasız yanına karşı doğanın o sevecen tarafında saf tutuyorum.
Sevgiye dair, aşka dair umuda ve kavgaya dair bütün gücümle haykırıyorum ve yazdıklarımı sizlerle paylaşmanın onurunu yaşıyorum…
Salim Diyap

Salim Diyap
Kayıt Tarihi : 24.1.2010 17:56:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Doğa Fendi
    Doğa Fendi

    emeğinize sağlık hepsini okuyamadım ama büyük emek var belli

    Cevap Yaz
    Salim Diyap

    teşekkür ederim kardeşim

TÜM YORUMLAR (1)

Salim Diyap