Dışarda yağmur, dört nala; sevişmek gibi...
Sonbahar bitiyor, gökyüzü onun için mi ağlıyor; göz yaşlarını tutamamış, toprağın kızıllığına düşüyor. Yoksa, benim içim mi bulutların yere düşen damlaları... saçlarının kızıllığı belleğime kazınmışken...
Yine suskunluk, sessiz ve kimsesiz bir çocuk gibi düşümde gezindikçe; o ânlar belleğimden derin izlerle geçtikçe... hepsi kızıllar, sonbahar gibi.
Neden saçlarınızın semtindeyim hâlâ?
Bir sitem değil, bir durumun romantik bir sorusu yalnızca...
Yağmur yağıyor ya kızıl sonbahara, kızıl yaprakların üstünde kalan damlacıklar var ya, yaşam saçlarınızın ve sesinizin büyüsüyle sürüyor ya...
Saçlarınızın kızıllığını seviyorum, mitolojik bir imge salınışı, ama daha çok bana devrimi anımsattığı için seviyorum...
Yağmur dört nala, gece derin karanlık, anıların içindeyim yine, çok da eskiler değil ama, yine de İstanbul ânları belleğimin içinden düşsel görüntüme çıkan!
İstanbul’da büyük aşkların yaşanacağı geceler vardır; bu Eylül’dedir, Eylül hem bir zamandır, hem geçmişte kalan, aşk şarkılarının dolandığı gizemli serüvenlere gebe bir mekân.
Bir de Eylül, ateşler içinde yanan iki gizli, imkânsız âşığın romandır, o da zaman diliminde yitip gitmiştir ya neyse...
Eylül yaprakların sararmasıdır; önce akasya yaprakları sararmıştır yazın sonuna doğru; bu Eylül’ün habercisidir; hem iyidir hem kötü. Eylül gibi, sonbahar gibi. Hem yaşam hem ölüm vardır toprakta, doğada; romanda uzun uzun betimlendiği gibi...
Gece derin karanlıktır, çaresizlik gittikçe koyulaşır, sanki tüm günler böyle geçecektir, sanki tüm bir yaşam böyle sürüp gidecektir, ta sonsuza kadar: aşksız insanların aynaya bakışıdır zaman.
Rüyalar yorumlanır, kahve falına bile inanılır, çaresizlik koyulaştıkça koyulaşır; büyük bir beklenti vardır, her nefes alışta. Belki bir telefon sesidir; belki bir köşebaşı mucizesidir, İstanbul sokaklarında.
Mucizeye inanmak belki de bu bekleyişi biraz olsun umutlandırır.
Ama nerden baksan yalnızsındır, çaresizsindir. Zaman giderek tükenir, koyu karanlık giderek kendini aydınlığa bırakır.
Hava aydınlandığında, yeni bir İstanbul günüdür artık, yalnızlık gitmiş, “aşk”lar başka bir mucizeye kalmıştır!
Şiirsel görüntü belleğin içinde yitip gider. Zaman içi bir düşkurgulamasıdır belki de tüm bunlar, iradenin dışında. Tüm düşkurgulamaları gibi, buruk ama haz vericidir. Sonbahar gibi...
Sohbaharın son sabahlarından biri...
Sonbahar bitti bitecek, birazdan kara kış; İstanbul’un kara kışı da oldu mu fena olur hani! Bir yerden bir yere gidemezsin. Kar beyaz bir örtüdür kentin üstünde. Kentin yapısal çirkinliğini, hem de tarihsel ihanetini örten masum bir örtüdür.
Yalnızca bir görünüştür, kar güzelliği; çünkü kentin derinliklerinde yatan, tarihinde yatan kahpeliktir, ihanettir. Neyse bunu da bir kenara bırakalım, çünkü anımsandıkça, zaman bir hançer gibi yüreğimize saplanır tarihsel yolculuğunda.
Önümüz kış, fena olur İstanbul’un kışı, oldu mu!
Hayat birden durur; dahası, evsizleri, barksızları, sokakta yatanları, yoksulları, kimse düşünmez ne yapar diye. Diyeceksin nerden aklına geldi şimdi bunca konu varken, sararmış, kızıl sonbaharın imgesinden söz ederken!
Sanma ki yalnızca aşk ve aşka dairdir hayat ile ilişkim! Sanma ki bunca aşka düşüşüm, bunca aşka dair yazışım, yazı coğrafyamı bunca aşkla bezeyişim bir kaçıştır; hayır, bir muhalefettir, bir ideolojidir iktidarlara karşı! Tüm iktidarlara karşı! Otoriteye karşı!
Hep iç içe değil mi? Yoksulluk ile yoksunluk arasındaki fark yalnızca iki harf değil mi? Her şeye karşın en büyük yoksunluk aşksız kalmak, değil mi!
Yeryüzünde bunca savaş varsa, bunca şiddet, iktidar hırsı, para hırsı varsa, bunca yoksulluk, bunca yoksunluk varsa; nasıl insanlığın uygarlığından, üstün başarısından, dahası insanlıktan söz edilebilir?
Tüm bunlar niye? Niçin!
Ama bize öğretmediler mi, tüm bunları sorgulama, soru sorma, sabah erkenden kalk okuluna git, ödevlerini yap, mutlu olduğunu söyle, övün, güven, çok çalış!
Ne işe yarar her haftabaşı, her haftasonu ulusal marşı coşkuyla söylemek, söyletmek, yabancı şirketler elini kolunu salayarak dolaşıyorsa sokaklarında, caddelerinde!
Ya yeryüzünde akan kan! Savaş! Bitmeyen silah sesleri! Ya sokakta yatanlar, tüm bunlar niye bunca zenginlik varken yeryüzünde? Gel de sorma! Bunca kan niye yeryüzünde, uygarlık varsa?
Aşktan söz ederken niye geldik buralara deme! Bütün bunlar “aşksızlık”tan; aşkı inkâr etmekten, küçümsemekten, yok saymaktan, tüketmekten!
İnsanoğlu bunca şiirden uzak durdukça, ki şiir ile aşk birbirini tanımlar, yaşamın şiirinden de bunca uzaklaştıkça, kendi anadilinden uzaklaştıkça, dilinin şiirselliğinden uzaklaştıkça yani aşktan uzaklaştıkça...
İşte asıl mesele burda...
Bir de tutuculuk vardır; hoşgörüsüzlük vardır; dogmalar vardır, aşka karşı. Yasaklar vardır, aşka dair. Bu da büyük bir ihanettir, insanlığa yapılan.
İşte bundandır, aşkın yazı tahtımda bir tanrıça gibi oturması. Usanmaz bir âşık gibi yıllardır hep aşkı yazagelişim.
Duygusallığımın, yani benliğimin aşka düşüşüne gelince, onu da kadınlara sormak gerekir! Yeryüzünün estetik ve büyülü özneleri olarak, aşkın merkezinde olan kadınlara!
Tabii ki burada eril bir durum vardır, inkâr edilemez, edemem. Çünkü aşk dokunmaktır, şevişmektir, tek beden olmaktır zevkin doruklarında, kızıl saçlarının düştüğü dudaklarında yaşamaktır aşk...
Yağmur dindi, dört nala gelip gitti; sevişmek gibi...
şimdi kuş sesleri mahallenin üzerinde, saçlarının kızıllığı mitolojik bir imge gibi hâlâ belleğimde; ama ben en çok devrimi anımsattığı için seviyorum onları...
Tüm bunlar bir düşevreni mi?
(Ben Hep Seni Yazdım, Özgür yay. 2008)
Atilla BirkiyeKayıt Tarihi : 19.4.2016 12:03:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!