Kimileri Musa ile, kimileri İsa ile,
Kimileri Muhammed’le şirk koşuyorlar Allah’a,
Kimileri mürşidiyle, kimileri şeyhi ile,
Kimileri de hocayla şirk koşuyorlar Allah’a.
Museviler tavaf eder Musa’nın şahsiyetine,
Musa’dan daha öteye geçemeyip çakılırlar.
Ne mümkün ulaşmaları Allah’ın Zatıyetine,
Bu sebeple yüzyıllardır sızlanırlar, ağlaşırlar.
İseviler takılmışlar, İsa ruhaniyetine.
İnanırlar: “Her şey O’nun aracılığıyla ve hem
O’nun için yaratıldı.” Allah rububiyetine
Ulaşamayıp kalırlar iki bin yıldır dem be dem.
Muhammediler sanır ki, Muhammed şefaatiyle,
Hesaplardan, kitaplardan ahirette kurtulacak.
Bilmiyor ki mahşer günü hesabın telaşesiyle,
Muhammed Fatıma’sına bir kez bakamayacak.
Çünkü Hadis’te deniyor: “Dehşetinden ki; o günün,
Baba çocuğunu bile, kimse kimseyi göremez.”
Şefaatlar edilecek belki de sonunda günün,
Fakat şirk koşana asla kimse şefaat edemez.
Rabbisine aşk yerine Muhammed’e aşık olan
Şefaate o bel bağlar, işin kolayına kaçar,
İşte budur tüm şirklerden en şiddetlisini koşan,
Çünkü Allah’a ulaşmak yerine Nebi’ye koşar.
Oysa ki; O yüce Halık neden halk etti bizleri:
“Her biriniz bir Muhammed, bir İsa, Musa olmanız,
Hatta onları geçmeniz için halk ettim sizleri,
Onları geçmeden bana mümkün değil ulaşmanız.”
Böyle olmasına rağmen “tavuğun suyunun suyu”
Gibi, kimileri ise Muhammed aşıklarından
Medet umup, el alarak bekliyorlar Cennet suyu,
“Satın aldım” sanıyorlar Cennet’in saraylarından.
Yüce Rabbim Sen bizlere Kur’an’ında dersin şöyle
“İman ettik demeyiniz, teslim olduk deyin bari,
Çünkü imanınız henüz akıldan inmedi kalbe.”
Rabbimiz, lütfen bizlere az daha mühlet ver bari.
Artık araya aracı koymayacağız Allah’ım,
Hiçbir şey ve kimseden şefaat ummayacağız.
Senden başka tanrı yoktur, tek Tanrı Sensin Allah’ım,
Ve Senin aşkınla Sana, tek Sana kul olacağız.
Şirklerimizden dolayı Sana tevbe ediyoruz,
Tevbemizi kabul eyle ve de bizleri affeyle.
Bundan böyle biz kapına tek başına geliyoruz,
Rabbim lutfedip bizleri huzuruna kabul eyle.
Ey benim Sevgili Rabbim bize daim yardım eyle,
Bu yeni yolda bizleri bir başımıza bırakma.
Sana geliş yolumuzda hep daim Seninle eyle,
Ne olur artık bizleri tek başımıza bırakma…
(9. Şubat. 2007 – İzmir)
Ali OskanKayıt Tarihi : 3.7.2008 02:50:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
AÇIKLAMA: Bu şiir tasavvuf ve onun ötesi hakikat, yani marifet, muhabbet, aşk-ı İlahi ve lezzeti ruhani ile ötesi aşamalarıyla, yani Allah’a ulaşabilmek çerçevesinde değerlendirilmelidir ve bu da bir mü’minin miracıdır. Buna göre: Allah’a varmak (miraca çıkmak) yolunda Sidretü’l-Münteha tabir edilen yer ilk duraktır, buraya kadar hayatta olmak şartıyla her hangi bir aracı (peygamber, mürşit, üstad) olabilir, fakat oradan sonrası için mutlak olarak hiçbir şey veya kimse araya sokulamaz, zira buradan ötesine tek başına gidilir. Allah Resulü’nün miracı bize örnektir: Cebrail Sidretü’l-Münteha’ya gelindiğinde: “Buradan öteye bir adım daha atarsam yanarım” demişti, pekala Cebrail oradan öteye geçemiyor muydu da böyle dedi? Geçemiyordu ise Cebrail Allah’tan vahyi nasıl alıyordu? Demek ki Cebrail oradan öteye her zaman geçebiliyordu, zaten onun yeri yurdu oralarıydı, o halde gerçek şu ki; oradan öteye bir başkasını götüremiyordu, çünkü bu bir boyut değiştirme olayı idi ve bir bilinç diğer bir başka bilinci veya bilinç sahibini oradan öteye geçiremiyordu. Miraçta, yani Allah’a gidişte ilk durak Sidretü’l-Münteha demiştik, evet kainat boyutundan arş boyutuna geçiş kapısı da diyebileceğimiz bir gümrük kapısı. Buradan ötede kürsü, arş ve 70 bin alem diye tabir edilen (çokluktan kinaye) sonsuz fiiller, sonsuz sıfat alemleri ve nihayette de Kab-ı Kavseyn Makamı, yani bir yayın iki ucunun arasındaki mesafe kadar Allah’ın Zatı’na yaklaşmak makamı vardır. Yalnız bu anlatım konunun anlaşılabilmesi için teşbihi veya bir noktada ezoterik bir anlatımdır, yoksa orada-burada veya uzak-yakın diye bir şey yoktur, çünkü bu belli bir bilinçle boyut değiştirme olayıdır ve son noktaya varabilmek yüksek bilince sahip bir kişiye bir göz açıp kapama kadar yakın olabilirken, alt bilinçteki bir kimseye ise sonsuz derecede uzak olabilir. Bunları kişinin ulaştığı tevhid veya bilinç derecesi olarak açıklamaya kalkarsak şöyledir: Sidret’l-Münteha’ya kadar peygamber hayatta iken fenafirresul olarak, vefat ettikten sonra ise fenafişşeyh veya fenafilüstad veya fenefilihvan gibi bir öğretmen veya bir yol göstericiyle bir seyr-ü süluk yapılarak gidilir ve burada üstad, şeyh veya kardeşine takılıp kalırsa buradan öteye geçemez, takılıp kalmadan geçerse fenafillah olur ve devam etmek isterse fenafillah olması itibariyle artık Allah’ın yardımı ile ve talebe-i Rab olarak sırasıyla fenafilaf’al, fenafissıfat ve nihayetinde ise fenafizzat olur. Fenafizzat olmak demek, başka açılardan aynı zamanda Alay-ı İlliyyin Makamı’na ulaşmak veya Allah ahlakıyla ahlaklanmak veya Allah’ın sıfatlarını kendinde tecelli ettirmek demektir. Bu, Allah Resulü’nün Ashab-ı Suffa’sını tam bir hiçliğe ulaşma bilinci ile eğitim metodudur. İşte Allah Resulü bu ekolde eğittiği kimseleri kabile veya ülkelere tebliğ için göndermiştir, Ashab-ı Kiram’dan kimseleri değil. Allah Resulü bir gün Hz.Ali ile Ashab-ı Suffa’ya gelirler, Allah Resulü kapıyı çalar, içeriden: “Kim o? ” diye sorulunca, Allah Resulü: “Ben Allah Resulü Muhammed” der, içeriden: “Tanımıyoruz öyle birini” derler ve kapıyı bile açamazlar. Bunu üzerine Hz.Ali: “Bırak Ya Muhammed şunlara hadlerini bildireyim” der, Allah Resulü ise: “Gel biraz dolaşalım” der ve biraz sonra tekrar gelip kapıyı çalar, içeriden yine: “Kim o? ” diye sorulunca bu kez: “Abdullah oğlu Muhammed” der ve gelen cevap yine aynı olunca, Hz.Ali: “Bunlar eğer Müslüman olsalardı öncekini tanırlardı ve kafir olsalardı şimdikini tanırlardı, pekala kimdir bunlar? diye içinden geçirirken Allah Resulü: “Gel biraz daha dolaşalım” der ve bir müddet daha dolaştıktan sonra üçüncü kez tekrar gelerek kapıyı çalarlar. İçeriden yine: “Kim o? ” diye sorulduğunda bu Allah Resulü: “Hiçliğiyle övünen” diyerek cevap verince kapı açılır ve içeriye alınırlar. İşte, Allah Resulü Ashab-ı Suffa’yı böylesine bir bilinçle eğitmiş ve yetiştirmişti ki; kendisini Allah Resulü olarak değil de, Rabbinde hiçliğe ulaşmış ve Rabbine tam kul olmuş biri olarak tanıyorlardı, yani “Eşhedü enne muhammeden resulühu” değil, “Eşhedü enne muhammeden abduhu” olarak biliyorlardı. Ayrıca peygamberler birer aracı değildirler, peygamberler hayatta oldukları süre içinde, insanlara dini yaşayıp örnek olarak tebliğ etmek amacıyla seçilmişlerdir. İslam dini üç kısımdır: 1 – İman (tevhid) , 2 – Ahlak (dengeli psikoloji ve nevroloji) , 3 – Din de dediğimiz fıkıh, muamelat, ibadet vd.leri gibi yaptırımlardır. Peygamberler iman konusunda; tarif edicidirler, ahlak konusunda; hem tarif edici ve hem de tavsiye edicidirler, din konusunda ise; hem tarif edici, hem tavsiye edici ve hem de yeri geldiğinde yaptırıcıdırlar. Yine ayrıca peygamber halk edilmiş bir varlıktır, Allah ise halk edendir ikisini bir kabul etmek Allah’a en büyük şirk koşmadır. Bütün dinler İslam’dır, İslam üzere gelmiştir, ancak onları Muhammedi İslam, İsevi İslam, Musevi İslam veya Zerdüşti İslam şeklinde tabir ve tarif etmenin hiçbir sakıncası yoktur. Aksine Yahudi veya Hristiyan demek daha sakıncalıdır. Allah Resulü vefat ettiği sıra Hz. Ömer dışarı fırlar ve kılıcını çekerek dışarıda bekleyen kalabalığa: “Kim Muhammed öldü derse kellesini uçururum” der. Bunun üzerine Ebu Bekir dışarı çıkar ve Ömer’e müdahale ederek: “Kim ki Muhammed’e tapıyor idiyse bilsin ki Muhammed ölmüştür, kim ki Allah’a tapıyor idiyse bilsin ki Allah ölümsüzdür” diyerek duruma el koyar. Peygamberler vefat ettiklerinde, onların varisleri devreye girerler ve onlarda ancak peygamberlere vahyedilen kitapları okumak, anlamak, yaşamak gibi bir bilince ulaşamamış insanlara karşı bu görevi ifa etmeye çalışırlar, yoksa o bilince varmış insanlara peygamberlerin bıraktıkları kitaplar yeterlidir. Ortaya çıkan mürşid veya üstadlar hakiki varis iseler, kendilerine tabi olmuş kimselerin öğrenme süreleri (seyr-ü sülukları) içinde kendilerinde takılmalarına, yani kendileri ile şirk koşmalarına hiçbir zaman fırsat vermezler, verirlerse eğer onlar hem hakiki varis olamazlar ve hem de onlar kendileri ile Allah'a şirk koşmuş olurlar. Onlara tabi olanlar ise onların bu gayretlerine rağmen, yine de onlarda takılıp kalır ve bütün fazilet, hayır ve başarıları üstad, mürşid veya tabi oldukları cemaatin liderine mal ederek verirlerse “Tasavvurat-ı zalime-i şeytaniye”, (yani şeytani zalimane tasavvurat) diye tabir edilen bir duruma düşerler ve bu da gizli bir şirktir. Burada sıfat olarak küfür, şirk ve nifak nedir ve bu sıfatlarla muttasıf kişiler, yani kafir, müşrik ve münafıklar kimlerdir? Sorusuna açıklık getirmeden konuyu kapatmak doğru olmayacaktır. Küfür: Etimolojik olarak k-f-r kökünden gelir, manası; “örtmek”tir. Kısaca dini manası ise hakikati örtmek olması itibariyle de kafirin manası; “hakikati örten” veya gizleyendir. Bu anlamda Allah’ı varlığını reddeden değil ve fakat Allah’ın varlığına inanmayandır. Çünkü insan yok olduğuna inandığı her hangi bir şeyi reddetme ve yokluğunu ispatlama gereği duymaz, zira ona göre o zaten yoktur. Bu davranış genel olarak kuvve-i akliyenin ifrat ve tefritinden kaynaklanır ve bir başka açıdan ifadesi: nöro-psiko-nevroz halleridir. Nifak: Küfrün içten dışarıya aksettirmeden yapılanıdır. Genel olarak kuvve-i gadabiyenin ifrat ve tefritinden kaynaklanır ve bunun bir başka açıdan ifadesi; nevroz halleridir. Şirk: Ş-r-k kökünden türetilen şerikten gelir ve sözlük manası “Allah’a ortak koşmak” veya ortak tutmak olması itibariyle de bunu yapan kişiye “müşrik” denir. Bu da genellikle kuvve-i şeheviyenin ifrat ve tefritinden kaynaklanır ve bu da bir başka açıdan; insanın psikoz halleridir. Yani müşrik Allah’a inanır, fakat Allah ile kendi arasına her hangi bir aracı koyar ve ancak o aracı ile Allah’a ulaşabileceğine inanır, aynen Mekke Müşrikleri gibi. “Ben kimim ki Allah’la muhatap olabileyim, Allah’ın sevdiği veya Allah’a yakın olan bir kişi veya onun ruhaniyeti (örnek: Lat, uzza, menat gibi) ile muhatap olabilirim, ancak o beni Allah’a ulaştırabilir” der. En doğrusunu Allah bilir. “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın” (Bakara Suresi: 32) Selam, sevgi ve saygılar… 11. Şubat. 2007 Ali Oskan
![Ali Oskan](https://www.antoloji.com/i/siir/2008/07/03/ask-i-ilahi-21-en-buyuk-sirklerimiz.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!