Araf Suresi Şiiri - Osman Erdoğmuş

Osman Erdoğmuş
561

ŞİİR


10

TAKİPÇİ

Araf Suresi

l ARAF SURESİ

1

Kur’an’ın bu muhteşem sitesi ARAF adını almış.

Bu adı 46. ve 48. ayetlerinde geçen el Araf sözcüğünden alıyor.

Nüzul sırasında 39. Resmi sıralamada 7. Suredir. 200 ayeti geçen 4 sureden biridir. Ayet sayısı itibariyle Mekke’de inen en uzun suredir. Bu sebeple “es-seb‘u’t-tıvâl” (yedi uzun sûre) arasında gösterilir.

Araf; Sözlükte “sur, dağ ve tepenin zirvesi” mânasındaki urfun çoğulu olan ve burada cennetle cehennem arasındaki bir yerin adı olarak kullanılır.

Sözcüğün en uygun karşılıkları, sahne, yani belirgin yer, görülen yer, herkesin görebildiği, seyredebildiği bir yer anlamına sahne. Ya da eğer daha etimolojik kökenine inecek olursak; Doğruyu yanlıştan ayırabilmek anlamlarını verebiliriz.

Konusu: Aslında En’am suresi bu sureden sonra indiği halde bu sureden önceye yerleştirilmiş resmi sıralamada. İşte bunun nedenini sorduğumuzda, Enam suresinde sözü edilen bütün konular hemen hemen ve hatta kendisinden önce söz edilen konuların bir açılımı vardır bu surede.

A‘râf sûresinde de iman meseleleri, bilhassa âhiretle ilgili hususlarla vahyin önemi,

Ataları körü körüne taklit etmenin yanlışlığı ve zararları,

Müminlerle inkârcıların âhiretteki durumlarının mukayesesi,

Allah’ın mutlak hükümranlığı, rahmetinin genişliği gibi itikadî konular işlenir.

Bunun yanında geçmiş peygamberlerin hayatlarından misaller verilerek onların iman uğrundaki mücadeleleri gözler önüne serilir; sırası geldikçe müşrikler uyarılır; müminlere de sabır ve sebat tavsiye edilir.

Neden bir tane Yahudi’nin yaşamadığını bildiğimiz Mekke’de, 75 ayetle İsrail oğullarına sözü getirmek ihtiyacı duymuştur diye sorarsak, bunun birinci nedeni; Artık bu ümmetin de risalet vazifesini, ilahi vahyi insanlığa taşıma görevini üstlendiği ve bu görevi eğer yerine getirmezse, geçmişte bu görevin kendisine verildiği İsrail oğullarının başından geçen Yahudileşme sürecinin, bu ümmeti de beklediği ihtar edilmektedir.

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

1. Bu harflerin Kur’an a dikkat çeken, Kur’an okumaya kalbi ve aklı hazırlamak için bir giriş olduğunu düşünebiliriz.

Bu harflerle başlamak ;"Kur'an-ı Muhammed kendisi uydurdu" diyenlere meydan okumadır. "Buyurun Kur'an bu harflerden meydana gelmiştir. Siz bu harfleri biliyorsunuz. Kur'an-ın bir benzerini sizde getirin" demektir.

İbnü Abbas'tan bir rivayete göre "Ben Allah'ım, bilir ve açıklarım."

Burada ”Elif” Allah'ın Zâtı'na, ”Lam" İlim sıfatıyla birlikte Zât'a, ”Mim" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zatının ve hakikatinin mânasına, ”Sâd" da bedenî ve dış görünüşünden ibaret olan Muhammedi surete işarettir.

2. “Kitap”tan maksat Kur’an-ı Kerîm’dir. Âyette Kur’an’ın Hz. Peygamber’e Allah tarafından indirilmiş bir kitap olduğu belirtildikten hemen sonra “Ondan dolayı içinde bir sıkıntı olmasın” buyurulmasından anlaşılıyor ki Hz. Peygamber, müşriklerin kendisini yalancılıkla suçlayacaklarından, hatta kötülük edeceklerinden kaygılandığı veya inanmayacaklarını, olumlu bir tepkide bulunmayacaklarını düşündüğü için onlara tebliğde bulunmaktan çekiniyor ve üzülüyordu.

“li tünzire Bihi ve zikra lil mu’miniyn”; Söylenen şey açık; İşini yap, başka şeye bakma. İnsanların hidayeti senin elinde değil. Görevini yap, sorumluluğunu yerine getir, gerisini Allah’a bırak. Görevin o kitapla uyarmaktır insanları ve müminlere de şu ebedi gerçeği söylemektir.

Kur’an mü’minler için bir müjde, kâfirler için de bir uyarıcıdır. Mü’minler için hatırlatma, teşvik etme ve yol gösterme özelliğine sahip olan bu kitap kâfirler için de bir uyarıcı özelliği taşımaktadır. Kâfirler sürekli korkacaklar bu kitaptan. Sürekli kahrolacaklar bu kitabın uyarısı karşısında.

3. Ya Allah’a tabi olursunuz, ya ilahi yasalara tabi olursunuz, ya kendinize kılavuz olarak Allah’ı seçersiniz, ya da kılavuzsuz kalmazsınız, kesinlikle kılavuzsuz kalmazsınız. Eğer seçmezseniz, eğer ön bilgi olarak imanı kullanmazsanız ön yargı olarak içgüdüleriniz ve nefsiniz, ayartıcı duygularınız size yeter. Onlar sizi peşinden götürür.

Onun için yanlışı izlememenin tek alternatifi var tabii ki doğruyu izlemek ve bunun da aklı kullanmakla ne kadar yakın, ne kadar birebir ilişkili olduğunu ayetin bitiş cümlesi ifade ediyor. “kalilen ma tezekkerun”; ne kadar az aklınızda tutuyorsunuz.

Allah’ın verdiği bu öğüdü, ne kadar az aklınızda tutuyorsunuz. İmanın iktidarının yüreğinizde gerçekleşmesi, gerektiğini, eğer imanının iktidarının yüreğinizde gerçekleşmezse, şeytanın iktidarının gerçekleşeceği öğüdünü ne kadar az aklınızda tutuyorsunuz.

4. Güven içinde sandığınızda kendinizi, artık kimsenin size dokunamayacağını sandığınızda, hiç beklemediğiniz bir anda, Kur’an’ın birçok yerinde buyrulduğu gibi; Hiç beklemediğiniz bir anda. Ya bir gece uyurken, ya bir gündüz dinlenirken, ama her halükarda artık kendinize güvendiğiniz, artık Allah’a ihtiyacınızı unuttuğunuz demlerde yakalar sizi belalar, musibetler ve gazap.

Şimdi de öyle değil mi? Aman evim, arabam, dükkanım, müşterim, çekim, senedim derken geliveriyor değil mi ölüm.

5. Kendi zalimliklerini, kendi zulümleri yüzünden başlarına bunların geldiğini itiraftan başka ne söyleyebilirler ki, onun dışında söyleyebilecekleri her şey 2. suç olacaktır, Allah’a iftira olacaktır.

Evet rahatları yerindeyken, hayatları tıkırındayken, Allah’ı da, Allah’ın yasalarını da, Allah’ın kitabını da diskalifiye eden, Allah’a kulluktan yüz çeviren bu zâlimler kendilerine azap geldiği zaman, başları daraldığı zaman Allah’ı hatırlarlar ve kendilerini kınamaya başlarlar.

6. Onlar, risaleti taşıyanlar, size taşımakla görevlerini, yaptılar. Size örneklik yaptılar, size önderlik yaptılar. Siz de onların önderliğini, örnekliğini, taşıdığı vahyi başınızın üstünde taşıyıp hayatınıza koydunuz mu? O vahyi hayatınıza kılavuz edindiniz mi? Yoksa o vahyi öksüz, o vahyi yetim mi bıraktınız.

7. Allah sizi sizden, bizi bizden iyi bildiğini hesap gününde sergileyecek.

8. Hiç kimse yüzüne taktığı maskelerle gerçeği gizleyemez.

O gün hiç kimse Allah’ın ölçme ve değerlendirmesini saptıracak bir şey yapamaz. Allah herkesin gerçek değerini ortaya çıkarır.

Ve burada yeryüzünde kibirli kibirli, burnu havada dolaşan bir nice insanı, orada burnu yerde sürünürken gösterecek.

9. İnsanın kendisini ziyan etmesinden söz ediyor Kur’an, kendini harcamasından. “hasiru enfüsehüm” diyor. Kendi kendilerini harcadılar. Kendi kendilerini zayi ettiler. Hakikate sırt dönmek kişinin kendisine yabancılaşması sonucunu doğurur.

10. Böyle bir hitap ancak ilahi kelamda bulunur. İnsan yaşamının yeryüzünde mümkün kılınması bir tesadüf mü? Bu ayet aslında bunu soruyor. Bir tesadüf mü diyor.

Yeryüzünde ki varlığınızı Allah’a borçlusunuz.

Şükür dünyayı, hayatı, canı, malı, zamanı, imkânları, fırsatları onu verenin yolunda harcamaktır. Şükür nimet cinsinden olur. Allah bize hangi nimeti vermişse o nimet cinsinden infakta bulunarak şükredilir.

11. Burada ki secde bir ibadet secdesi değil elbette, bir saygıdır. Onun huzurunda saygı duymak, ona saygı ile eğilmek anlamını taşır.

Meselâ şu anda biz toprağa ve Kâbe’ye doğru secde ediyoruz. Ama bizim secdemiz ne toprağa ne de Kâbe’yedir. Bizim secdemiz bize bu emri veren Rabb’imizedir, Rabbimizin emrine imtisaldır.

Burada geçen iblis umutsuzluk sembolü. İblis kelime anlamı olarak umutsuz vakıa demektir. Yani umutsuzlaşmadan iblisleşilmez.

12. Yanlış temel üzerine doğru bina yapılamaz. Onun için şeytana ilk materyalisttir. Neden; Çünkü kendi seçimi olmayan bir şeyle öğünen ilk varlıktır. Kendi maddesini kendisi seçmiş değil, seçiminde kendi dahli yok ama övünüyor.

Allah, İblise rahmeti gereği imkân tanıyordu. Tevbe ve geriye dönüş imkânı veriyordu.

Üstünlük; insanın kendi seçtiği, tercih ettiği şeyle olur. O da Allah’a karşı sorumluluk bilinci ve saygınlıktır. Yani takvadır.

2

13. Bu iniş yüksek bir yerden iniş değil, bir tenzihi rütbe, bir rütbe söküştür.

Buranın cennet olduğu söylenmiştir. Daha güçlü bir görüşe göre orası semâdır. Burayı “melekler katı” diye anlayanlar da olmuştur

14. Güya kendince Allah’ı kandırıp ebedîlik istiyordu. Onun içindir ki dikkat ederseniz ya Rabbi bana kıyamet gününe kadar izin ver demiyor da ba’s gününe kadar diyor. Yani hiç bir zaman ölümü tatmak istemiyordu.

Şu halde İblis'in küfrü Allah'ı ve ahireti inkâr şeklinde değil, emir ve yükümlülüğü ve amelin gereğini inkâr ile tartışma şeklindedir.

15. Onun bu dileğinin kabul edilmesi, insanoğlu için dünya hayatının bir imtihan süresi olması yönündeki ilâhî takdirin de bir sonucudur. Ayrıca burada şeytanın insanlar aleyhindeki kötü planları onlara haber verilerek, bir bakıma insanlar dünya ve âhiret hayatlarını mahvedecek olan bu tehlike karşısında uyarılmışlardır.

16. Beni saptırdın diyor. Allah’a iftira ediyor, suçunu kabullenmiyor.

İblis, dileğinin kabulünü gördükten sonra, o uzun ömrünü tevbe ve şükür ile kurtuluşa kullanacak yerde küfrüne inatla devam ediyor.

Hem suçlu, hem güçlü gözüküyor. Tercihinin sorumluluğunu üstlenmiyor. Asıl Allah’ı gücendiren bu. Hem bir tercih yapıyor, hem de tercihinin sorumluluğunu üstlenmiyor. Onun için tevbe, sorumluluğu üstlenmektir.

Şeytan o yola oturmuş, yolda yürümek için bulunmuyor. Oysaki yollar yürümek içindir, varmak içindir, vuslat içindir. Ama o yolu amacına uygun kullanmıyor, sadece gelip geçenlerin ayağına çelme takmak için yola ters oturmuş. Doğru yola ters oturuyor. İşte problem bu. Onun için yolda neden, niçin bulunduğunuz da önemli.

17. a) İblis, dileğinin kabulünü gördükten sonra, o uzun ömrünü tevbe ve şükür ile kurtuluşa kullanacak yerde şöyle dedi

b) İnsanların arkalarından gelip sürekli dürtükleyeceğim onları. Geçmişleriyle ilgilerini alâkalarını kestireceğim. Tarihleriyle kültürleriyle ilgilerini kestireceğim.

c) Allah düşmanı sağdan gelerek insana amellerini süslü gösterir. Sen şu anda Allah'ın istediği hayatı yaşıyorsun. Senin yaşadığın hayat haza müslümanca bir hayattır. Bundan daha iyi bir Müslümanlık olamaz. Sen bu halinle cennetin ta ortasına lâyık bir kimsesin diyerek yaptıklarını eksiksiz ve yeterli gösterir.

d) Şeytan bizzat kendi şekli ve kendi kimliğiyle insanlara yaklaşmak isterse, soldan gelir ve bu defa yüzü bellidir. Öncekilerde olduğu gibi yüzünde maskesi filan da yoktur. Bilhassa İslâm’dan, din-den, Allah’tan, peygamberden, kulluktan, yaratılış gayesinden habersizce bir hayat yaşayan kendisi gibilerine bu yönden gelir şeytan. Çünkü onlar da kendisi gibi oldukları için saklayacağı, saklanacağı bir şey yoktur.

18. Rabbimiz kendi yolunu bırakan, kitabını terk eden, elçisinin gösterdiği yolu terk ederek şeytan ve şeytanî güçlerin egemenlikleri altında bir hayata razı olan tüm şeytan avenelerini cennetten atacağını haber veriyor.

19. Kur'an "Bu ağacın" hangi ağaç olduğunu belirtmez. Zira bu ağacın hangi ağaç olduğunu belirtmek, ondan sakınma hikmetine katkıda bulunmaz. Öyle anlaşılıyor ki, burada önemli olan yasağın çiğnenmesiydi. Çünkü yüce Allah orada her ikisinin de helal şeyleri kullanmasına izïn vermişti. Yasaktan da kaçınmalarını öğütlemişti.

Bizler sadece kendimiz cennete gitme kavgası vermeyeceğiz, zevcelerimizi de cennete götürme kavgası vereceğiz.

Yüce Allah, Hz. Adem’in bu ağaçtan yiyeceğini ezeli ilmişle bildiği halde neden imtihana tabi tuttu?

a: Hz. Âdem’i yetiştirmek içindi. Yeryüzünde ileride halîfe olacak varlığın içinde giz-lenmiş olan kuvvetleri uyarmak, onu şeytanla savaşa hazırlamak, acıları tattırmak, pişmanlığı yudumlatmak, düşmanını tanıtmak ve düşman karşısında sığınağını bildirmek içindi.

b: Yanlıştan, hatadan dönmesi gerektiğini, hatadan nasıl dönmesi, nasıl tevbe etmesi gerektiğini öğretiyordu ona.

c: Aynı zamanda nesli için de bir örneklik söz konusuydu. Kıyâmete kadar Âdem neslinden gelecek insanlara bu konuda ders veriyordu, düşmanlarını tanıtıyordu Rabbimiz.

d: Rabbimiz böylece atamız Âdem’e ve tüm soyuna bir hedef göstermiş oldu. Ey Âdem! İşte cennet budur. Dünyadaki tüm uğraşınızda hedefiniz burası olsun! Burasını kazanmak için çalışıp çırpının dercesine onlara cennetini gösteriverdi diyoruz.

20. Vesvese “aynı şeyleri tekrar tekrar fısıldama” anlamına gelir ve daha çok ayartıcı, tahrik edici sözler veya psikolojik telkinler, yönlendirmeler için kullanılır.

Bakınız şeytan nasıl sağlardan geliyor, nasıl böyle mantıki konuşuyor. Sizden yanaymış gibi hatta hemen arkasından;

21. İşte sağlardan gelmesi. Vallahi de billahi de ben sizin kötülüğünüzü değil, iyiliğinizi düşünmekteyim. Benim bu işte en küçük bir menfaatim yoktur. Eğer kendim için istiyorsam, kendi menfaatimi düşünüyorsam namerdim. Ben sizin iyiliğiniz için, sizin menfaatiniz için çırpınıyorum.

22. Sorumluluk ve saygınlık perdesini yırtan insanın, cinsel dürtülerin emri altına gireceğinin sembolik bir ifadesidir bu ayet.

Sorumluluk perdesi ki büyük müfessir Mücahit, burada ki elbiseyi sorumluluk duygusu, yani takva elbisesi olarak tefsir etmiş.

Onun için sorumluluk perdesini, saygınlık perdesini, örtüsünü, elbisesini sıyıran bir insan, cinsel güdülerinin emri altına girer. Cinsel güdülerinin emri altına girince şeytanın emri altına girmiş olur. İşte şeytani güdülerle şeytan bazen aynı anlama gelir.

Hayânın, insanın doğuştan gelen bir meziyeti olduğunu gösteriyor.

Bir an uyuverdiler şeytana. Çünkü yeminler üstüne yeminler etmişti alçak! Ben size nasihatçiyim diye. Aldandılar bu yeminlere. Çünkü zannediyorlardı ki Allah adına yemin eden herkes doğru söylemektedir. Evet aldandılar işte.

23. Âdem’le şeytanı ayıran temel özellik bu ayette saklı. Öz eleştiri, tevbe yani. Âdem’i; günahını itiraf, adam etti. Cennetteki şeytanı ise suçunu savunmak şeytan etti. İşte Âdem’le şeytanı ayıran temel vasıf.

İkisi de hata etti. İkisi de yanlış yaptı, ikisi de asi oldu, ikisi de kendine zulmetti. Ama Âdem suçunu itiraf etti, öz eleştiri yaptı. Şeytan ise suçunu savundu, kabul etmedi. İşte ikisini ayıran temel nokta.

Denilmiştir ki, Âdem beş şey ile bahtiyar (mutlu) oldu. Emre karşı gelmeyi itiraf etmek, pişmanlık duymak, nefsini kötülemek, tevbeye teşebbüs etmek ve rahmetten ümidi kesmemek, İblis de beş şeyle bedbaht (mutsuz) oldu. Günahını kabul etmedi, pişmanlık duymadı, kendini kınamayıp azgınlığını Allah'a bağladı ve rahmetten ümidini kesti.

24. İnsanla şeytanın rekabetine bir atıftır bu. İniş; Bir uyandırılmış bilinç, bir irade donanımıdır burada. Yani aslında insan eğer isyan edemeseydi, ahlaki sorumluluk geliştiremezdi. İsyan edemeyen itaatte edemez. Daha doğrusu isyan edemeyenin itaati ödüllendirilmez ki.

Onun için insan tüketim cennetinden kovulduğu gün insan oldu. Bu da Allah’ın yazdığı ilahi bir senaryo idi tabir caizse tabii. Ve iradenin ateşte imtihanını ifade ediyor bu ayetler. İnsan iradesi işte böyle bir ömür boyu sınanacaktır demek istiyor.

25. BAKARA 30 BU AYETİN TEFSİRİ.
Bu âyetlerle bizden istenen iman cephesinde, Âdem cephesinde yerimizi almak, safımızı iyi belirlemek, Allah’ın düşmanlarını düşman bilmek dostlarını dost bilip hayatımızın sonuna kadar böyle bir şuurla yaşamaktır. Hayatımızın sonuna kadar şeytanla ve şeytan taraftarları ve Allah düşmanlarıyla savaşta olduğumuzu unutmamaktır.

3

26. Utanma duygusuna, güzellik tutkusuna bir atıftır ayet. İnsanın güzellik arayışının özünde olduğuna, insanın ta içinde bir güzellik arzusu, bir utanma duygusu, bir estetik duygusu olduğuna güzel bir atıftır ve çıplaklığında ilkellik olduğuna bir atıftır.

Allah’ın yarattığı nimetlerin en önemlilerinden olmak üzere, bütün tarih boyunca ve bütün insanlarca hem bedenin korunması hem ahlâkın korunması hem de bir ziynet ve prestij aracı olarak kullanılan elbisenin önemine dikkat çekilmiştir.

Çünkü giyinme ve örtünme sadece insana özgü bir davranış ve insan olmanın bir alâmetidir; medeniyetin de en eski tezahürlerindendir.

Âyette üç türlü elbiseden söz edilmiştir:

1. Sadece örtünme ihtiyacını karşılayacak olan basit ve sade elbise.

2. Örtünmenin yanında ziynet maksadı da taşıyan kaliteli, temiz ve düzgün elbise.

3. “Takvâ elbisesi.” Burada, sırf örtünme amaçlı elbise yanında ziynet amacı ve değeri taşıyan elbisenin de Allah’ın lutfu ve nimeti olarak anılması, pejmürde kılık kıyafeti zühd ve takvâ gereği sayan anlayışın isabetsizliğinin kanıtıdır.

Takvâ elbisesi tefsirlerde “vücudu koruyan elbise; zırh, miğfer vb. savaş giysileri, mecazi olarak sâlih amel; iffet; iyi huy; tevhid” gibi değişik şekillerde açıklanmıştır.

27. İnsanın içinde bir iktidar kavgası sürer gider. İmanın ya da şeytanın iktidarı. İman ve şeytan bir birinin muhalifi olarak insan bedeninin başkenti olan kalpte iktidar savaşını sürdürürler.

Aklı fikri cinselliğine takan, aklını ve fikrini cinsel güdülerine takan, ipotek eden bir insanın yüreğinde ki iktidar elbette güdülerin iktidarı, şeytani duyguların iktidarı olur. Artık eli ayağı, gözü kulağı, dili budağı o iktidara hizmet eder.
Yeryüzünü bir cinsel obje olarak algılar. Baktığı her şeyde cinsellik arar. Haz ve zevkin kulu olur, Allah’ın değil. Rızayı aramaz. Allah’ın razı oluşunun peşinden gitmez, zevklerini arar, zevkin peşinden gider.

28. Ne diyor müşrikler; Babalarımız doğru yolda idi, biz babalarımızın yolundayız, dolayısıyla biz de doğru yoldayız.

Bakın, eğer hakikati ters yüz ederseniz, eğer düşünme melekesini alabora ederseniz, işte böyle düşünürsünüz. Hakikatin peşi sıra değil, babalarınızın peşi sıra gidersiniz ve üstelik Allah’a da iftira eder; Babalarımız yanlış yapmaz, o halde Allah bunu emretmiştir, onlar da yapmıştır dersiniz.
Hiçbir dinde, hiç bir peygambere hiç bir vahiyde, hiç bir akılda Allah'ın edepsizliği emrettiğine veya edeceğine delalet edecek hiç bir şey yoktur. Ve iyi bilmek gerekir ki, insanları edepsizliğe, terbiyesizliğe, günaha davet eden ruhî ve fikrî dürtülerin, ilim ile, ilham ile, vahiy ile ilgisi yoktur. O, bir şeytan vesvesesinden başka bir şey değildir.

29. Evet onlara cevap ver; Allah’a iftira eden bu mantık her çağda, bugün her an karşılaşabilirsiniz bu mantıkla yapar, âdetini ibadetleştirir ve bunu da Allah emretti diye sunar insanlara. İbadeti de tabii ki adetleştirecektir. İşte onlara de ki; Benim rabbim sadece doğru olanın yapılmasını emretmiştir.

Burada ki Mescit, Allah’a bağlılık amacıyla girişilmiş her eylem için kullanılabilir. Ki mescit hem ismi zaman, hem ismi mekândır. Fakat burada daha genel bir anlamı var. Çünkü secde, insanın Allah karşısında ki esas duruşunun ideal sembolüdür.

30. Tüm sapmalar, tüm sapıklıklar, tüm sapıklar doğru yolda olduklarını sanarak saparlar ve saptırırlar. İddiaları da budur. Şeytan bile doğru yolda olduğunu düşünerek, ya da iddia ederek sapmakta ve saptırmaktadır.

Bu âyet sûrenin buraya kadarki kısmının bir sonucu mahiyetindedir. Buna göre Allah’ın indirdiği gerçeklere uyan, nimetine şükreden, İblîs gibi isyana kalkışmadan O’nun buyruklarını yerine getiren, Âdem gibi hata işlediğinde tövbe eden, af ve mağfiret dileyen, şeytanın vesvesesine kapılarak açıklık ve hayâsızlığa sapmayan, adaletli ve dürüst olan, Allah’ın birliğini tanıyıp ihlâsla O’na kul olan, O’nun için namaz kılan ve dua eden zümreyi Allah hidayete kavuşturmuştur.

Buna mukabil Allah’ın gönderdiği vahye uymayan, nimetlerine şükretmeyen, İblîs gibi kibre kapılıp emre âsi olan, insanlara kin tutup onları kıskanan ve kötülüğe kışkırtan, açıklık ve hayâsızlığa teşvik eden, şeytanın fitne tuzağına düşüp ona dost olan; her türlü kötülük, inkâr, isyan ve edepsizliği işleyip üstelik bunların atalarından kalma gelenekler olduğunu, Allah’ın da böyle şeyler buyurduğunu, yani bunların doğru ve iyi olduğunu savunan zümre için de dalâlet hak olmuş; yani bunlar kaçınılmaz olarak sapkınlığa düşmüşlerdir. Çünkü Allah’ı ve müminleri bırakıp şeytanların dostluğunu seçmişler; buna rağmen asıl doğru yoldan gidenlerin de kendileri olduğu vehmine kapılmışlardır.

31. Kureyş ve diğer birkaç soylu kabile dışındaki müşrikler, başlıca kutsal mekânlarını çıplak ziyaret eder; ziyaret dönemlerinde et, yağ, süt gibi değerli gıda maddelerini yemezler; diğerlerini ise çok az yerler ve bunun dinî bir vecîbe olduğuna inanırlardı. Âyet bu bâtıl uygulamayı ilga etmekte, ibadet sırasında örtünme zorunluluğu getirmektedir.

Ayrıca haram olduğuna dair özel hüküm bulunmayan maddelerin yenilip içilmesine de –israfa kaçmamak şartıyla– izin vermektedir. Nitekim bütün ilgili kaynaklarda ayetin gerek ibadet sırasında gerekse sair zamanlarda edep kurallarına uygun şekilde giyinmeyi farz kıldığı belirtilir.

4

32. Çileciliği, dünyayı terk eden anlayışı ve ruhbanlığı red. Yok öyle. Yeryüzünde ki tüm güzellikler en çok müminlere yakışır. Onun için yeryüzü müminlere bir emanettir. Emanete ne ihanet edin, ne de emaneti bir başkasına bırakın.

Ahiretin güzellikleri yalnız iman edenlerindir. Dünya güzellikleri ise, çalışanlaradır. Müminleredir de tabii. Müminler çalışırsa o güzelliklerden müminler yararlanırlar.

33. Sahte dindarlık gösterisine dikkat çekiliyor. Hep hakikati ters yüz eder sahte dindarlar. Gerçek dindarlığı, ruhunu öldürür sahte dindarlık. Sınırları belirsizleştirir. Bakarsınız sahte sahte din gösterileri icat eder, ama gerçek dindarlığın canına okur bu sefer.

Önceki ayetlerde helâl nimetleri haram saymanın yanlışlığına işaret edildikten sonra burada da Allah’ın asıl haram kıldığı şeylerin neler olduğu özetle belirtilmektedir. Buna göre Allah yalnızca, başta zina ve fuhuş olmak üzere, açık ve gizli kötülükleri, ahlâksızlıkları; başkalarının malına, canına, namus ve şerefine karşı saldırıyı; Allah’ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmayı yani aslı esası bulunmadığı apaçık ortada olduğu halde birtakım varlıkları tanrılaştırmayı ve nihayet Allah hakkında herhangi bir doğru bilgi ve delile dayanmadığı halde “Allah şunu helâl kıldı, bunu haram kıldı” gibi rastgele sözler sarfetmeyi yasaklamıştır.

34. Surede, bu ayetle başlayıp 53. ayette son bulacak genişçe bir âhiret tasviri yer almaktadır.

Medeniyet çevriminin yasasıdır bu ayet ve her yeryüzünde tuğyan eden, Allah’a baş kaldıran, Allah’a meydan okuyan bir medeniyetin mutlaka bir vadesi vardır. Toplumsal sünnetullahtır bu.

Hitler 1933 de; Biz bin yıllık bir geleceği inşa ediyoruz demişti. 1943 te ilk yenilgisini tattığında iki sıfırda yanıldığını anladı. Biz bin yıllık geleceği inşa ediyoruz diyenleri akıbetini Allah işte Kur’an da böyle haber verir. Çünkü gelecek, gerçek gelecek, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olanlarındır.

35. Hitap insan soyuna Ya Beni Âdem ey Âdemoğulları diye başlıyor. Ancak bir vahiy böyle başlayabilir. Ancak ilahi bir kelam bu kadar kuşatıcı olabilir. Tüm insanlığı muhatap alıyor ve insan soyuna sesleniyor. Mesaj hatırlatılıyor insana.

Ve Ahlak ilkelerinin evrensel olduğu, tarihsel, konjoktürel ya da herhangi bir uygarlıkla, herhangi bir devletle, herhangi bir sosyal yapı ile bağımlı olmadığını, iyi ve kötünün, Hakk ve batılın her çağda, her zeminde, her zamanda değişmez ilkeler olduğunu hatırlatıyor bu ayet bize ve fıtratımıza dönmemizi söylüyor.

Arap dilinde Hüzn, yani Türkçeye hüzün olarak geçen sözcük daima geçmişe yönelik kullanılır. Yine Arap dilinde Havf, de geleceğe yönelik olarak kullanılır. Gelecek kaygısı ve geçmiş üzüntüsü duymayacaklar diyor.

Geçmişte yaptıklarından dolayı üzüntü duymayacaklar. Çünkü üzülecek şeyleri yapmamaya çalışacaklar. Yaptıkları zaman hemen üzülecekler ve geleceğe üzülecek bir şey bırakmayacaklar, yani tevbe edecekler. Gelecek kaygısı da duymayacaklar. Çünkü geleceklerini Allah’ın belirlediğini, Allah’a teslim olanın geleceğinin güzel belirleneceğini, Allah’a teslim olan birinin istikbalinin, Allah’ın garantisinde olduğunu hep bilecekler, unutmayacaklar.

36. Mesaja karşı çıkmak, fıtrata yabancılaşmadır. Yani insan kendisine yabancılaşmadan Allah’a yabancılaşamaz. Allah’a yabancılaşan bir insanın da kendisi ile barışık, tanışık ve bilişik olması mümkün değildir. Onun için cehennem işte budur. Kişinin kendisine, Allah’a, eşyaya, hakikate yabancılaşması.

37. Allah’a yalan iftirada bulunmak demek Allah’ın zatıyla alâkalı, sıfatlarıyla alâkalı yalan söylemek, sıfatları konusunda onu eksik tanımak, onun bu eksikliğini yerdekilerle tamamlama cihetine gitmek, onda olan sıfatları başkalarına vermek, başkalarının da onun sıfatlarına sahip olduğunu iddia etmek demektir.

İlahi mesajı inkâr eden onun boşluğunu uyduruk şeylerle doldurur. Onun için bu suçun birini işleyen, ikisini işlemiştir. Mutlaka ikisini birden işler.

Hakikati inkâr ettiğiniz zaman, hakikatin sizdeki boşluğunu yalanla doldurmaya kalkarsınız. Eğer insanın içindeki boşluğu ışık doldurmazsa, nur doldurmazsa, Kur’an’ın nuru doldurmazsa, kendiliğinden karanlık dolduracaktır. Karanlığın doldurması için özel bir çabaya gerekte yoktur. Eğer ışığa kapatırsanız yüreğinizi geriye kalan sadece ve sadece karanlık olacaktır.

“şehidu alâ enfüsihim” altını çizmemiz, üstünü çizmemiz gereken bir ibare. Kendi aleyhine tanıklık etmek. İnsanın kendi aleyhine şahitliği ne demektir dostlar, Özellikle hâkimi Allah olan bir mahkemede. İnsanın kendi aleyhine şahitliği ne demek.

Ya da tersi; “Şehidu li enfüsihim” kendi lehine şahitlik etmesi. Ne muhteşem bir şey. Ama unutmayın, kendi lehinize ya da kendi aleyhinize şahitlik etmek o gün elinizde değil. Çünkü; “Elyevme nahtimü alâ efvahihim” o gün ağızlar bantlanacak “ve tükellimüna eydiyhim ve teşhedü ercülühüm Bimâ kânu yeksibûn”; (Yasin/65) Bize elleri konuşacak, onların ayakları şahitlik yapacak. Yaptıkları her şeyi bir bir haber verecek.

Böyle bir sahne, böyle bir mahşer, böyle bir hesap sahnesi. Siz kendi aleyhinize yalan şahitlikte bulunabileceğinizi mi sanırsınız diyor aslında.

5

38. İşte muhteşem haber, büyük haber, olay haber bu, işte bu. İnsan istikbaline ilişkin tek sağlam bilgi kaynağı vahiydir ve büyük haber, manşet haber vahiy tarafından verilir ahirete ilişkin.

Burada ki “ûlahum” önden gidenler, iki anlama gelebilir;
1 – Kötülükte öncülük yapanlar. Başkalarının kendilerini kötülükte izlediği.

2 – Selefler, yani önceki nesiller. Sizin peşi sıra gittiğiniz önceki kötü yoldan giden nesiller, kuşaklar anlamına gelebilir.

“Hepinize iki kat, hepinize kat kat azap var.” Neden? Düşünsenize bu ilahi kelam üzerinde. Aslında iki şey birbirinin aynı olarak değerlendiriliyor.

1 – Kötülükte öncülükle,
2 – Körü körüne izlemenin Allah katında farkı yok deniliyor burada. Ha kötülükte öncülük etmişsiniz, ha körü körüne izlemişsiniz.

Birincilerde ihanet ettiler, Onları izleyenler de ihanet ettiler. İhanetlerinin adı değişik ama mahiyeti aynı. Öncekiler, kötülük önderleri, fıtrat sözleşmesine ihanet ettiler, yani iyi bir hayat üzerine yaratıldıkları halde kötüyü tercih ettiler. Birinciler bu sözleşmenin hainleri. İkincilerse akıl ve iradeye ihanet ettiler.

Öncekiler kötü yolla gidebilirler, fakat sizi aklınız yok muydu. Körü körüne öncekileri, ataları, büyükleri takip etmekte nereden çıktı.

39. “ve lâ teziru vaziretun vizre uhra.” (İsra/15)

Öyle ise kendi işledikleriniz yüzünden azabı tadın. Yani eylemlerinizin sorumluluğunu üstlenin. Dünyada iken üstlenmediniz. Yaptınız ama sorumluluğunu üstlenmediniz. Aslında ahirete iman budur. Eylemlerinizin sorumluluğunu üstlenmektir ahirete iman.

Ahirete iman etmiş olan insanın en büyük, en ayırıcı vasfı; Yapacağı her şeyden hesap verecek olduğunu bilmesidir. Hesap vereceğini aklından çıkarmamak, sorumluluk duygusu ile sorumluluk şuuruyla, yani Kur’an’i ifadesi ile takva ile ilgili bir bilinçtir. O sebeple burada da sorumluluğa dikkat çekiliyor.

Bu cevap üzerine öncekiler de sonrakilere der ki: Anlaşıldı ya, sizin bize karşı bir üstünlüğünüz, bir meziyet ve tercihe değer yönünüz yoktur. Azabı hak etmede hep eşitiz.

40. İki tip suç, yalanlamak ve küçümsemek. Yalanlamanın tabiatı belli, ret, inkâr.

Küçümsemek, Allah’ın vahyini küçümsemek. Onun çağ dışı olduğunu düşünmek, Allah’ın kendi çağını hesap etmeyeceğini düşünmek. Onun içeriğini küçümsemek. O’nun çağın sorularına cevap verdiğini küçümsemek. İşte böylesine iki cinayet, vahye karşı işlenmiş.

41. Kur’an’ın mesajını küçümseyen, ilahi kelamı inkâr eden küçümseyerek inkar edenlerin akıbetlerinin, istikballerinin ne olacağını haber vermeye devam ediyor.

Yatak ve yorgan dünyada insanın dinlenmek için yorgunluğunu atmak ve uyumak için kullandığı eşyadır. Ama oradaki yatakları hiç bir zaman onlara dinlenme imkânı sağlamayacaktır. Bilâkis onlara azap üstüne azap olacaktır.

42. “Ve amilus salihat” ibaresini, iyi ve yararlı bir değer üretmek biçiminde anlamalıyız. Salih amelin Salih olma vasfını kazanması için mutlaka gayesi meşru, niyeti meşru ve usulü meşru olacak. İyi ve yararlı özelliği bulunacak. Özü itibarıyla iyi ve insanlara ya da yapan kimseye yarar sağlayan bir eylem olacak.

43. Kur’an diyor ki; Cennete girecek olanlardan, o insanda pasif halde duran kötülüğe yatkın uçları temizleyeceğiz.

44. Rasulullah Efendimizin Bedir’de “Kalib-i Bedir” denen çukura gömülen kâfirlere aynı şeyi sorduğunu biliyoruz. “Ey kâfirler! Ben Rabbimin bana vadini hak buldum, sizler de Rabbinizin size vaadettiklerini hak buldunuz mu? Nasıl doğru muymuş Allah’ın dedikleri? Şimdi anladınız mı gerçeği?” buyurmuştu.

45. A: Eğri büğrü göstermek isterler Allah’ın yolunu. Yani yamuk bakarlar. Yamuk bakan nasıl doğru görebilir ki. Yamukluğu bakışında değil de baktığında arayanlar, hangi doğruyu doğru görebilmişler ki.

B: Allah’ın yolunu dolambaçlı gösteriyor. Yani zor, zor diyor. İyi Müslüman olmak zor, bu zor iş diyor. Nasıl becereceksin günde beş vakit namazı diyor. Zor iş, baş mı olur, diyor.
“ve yebğuneha ıveca”
Dini dolambaçlı ya da zor göstermek gördüğünüz gibi sadece dinin düşmanlarının yaptığı bir şey değil, dinin dostlarının da yaptığı bir suç, dine yaptıkları bir kötülüktür. Yani dinin akılsız dostlarının, ahmak dostlarının dine yaptıkları zulümlerden biri de, dini insanlara en zor biçimde ulaştırmak.

46. Sözlükte “Yüksek mekân, her şeyin en yüksek noktası” anlamındaki a‘râf ise cennetle cehennem arasındaki bir yerin adıdır.

Dikkatinizi çekmiştir umarım, cennetliklerle cehennemlikler arasında, ahiretten muhteşem bir sahne gösteriyor Kur’an. Önümüzde Ebedi dünyaya ait bir pencere açtı, cennet ve cehennem yolcularının, cennet ve cehenneme gitmek üzere iken kendi aralarında ki karşılıklı diyalogu, karşılıklı sözleri, atışmaları bize naklediyor. Böyle bir sahne açıyor. Ve aralarında bir perde, bir engel olduğunu söylüyor.

“Selâmün aleyküm” aslında mutluluk haberidir. Ne mutlu size, safa başınıza. Ebedi saadet sizindir. Barış, esenlik, mutluluk, huzur sizindir. Anlamına geldiği için Selâmün aleyküm diyecekler.

İşte bu selam türü cennetliklerin selamıdır. Onun için de yeryüzünde Müslümanlar insanlara selam verirken aslında onlara bir de dua etmiş olurlar. Temennide bulunmuş olurlar. Adeta derler ki; akıbetin cennet olsun. Adeta derler ki; İstikbalin cennet olsun. Seni cennet beklesin. Cennetle ebedi mutluluğa kavuşasın. Diye dua etmiş olurlar.

47. Evet gözleri o tarafa düşürülünce diyorlar ki bakın: Ey bizim Rabbimiz! Ey bizim hayat programımızı belirleyen Rabbimiz! Ey bizim adına kulluklar yaptığımız, yoluna gittiğimiz Rabbimiz! Aman ya Rabbi! Ne olur ya Rabbi bizi bu zâlimlerle beraber kılma! Bizi bu mücrimlerle komşu yapma ya Rabbi! Bizi bu müşriklerle aynı ortamda kılma ya Rabbi!

6

48. İki yüz. Birisi bakmaya doyamayacağınız parlaklıkta, bakanın gözünü aydınlatan yüzler, imanın ışığı alnında parlayan iman güneşinin doğduğu yüzler. “siymahüm fiy vücuhihim min eserissücud”. (Feth/29) Secdenin nuru yüzlerinde parlayacak. Secdenin ışığı onları ele verecek. Kartvizitleri alınlarında olacak onların. Çünkü müminler imana sadece fiziki gözle bakmazlar. İman gözü ile bakarlar.

Öbürü de cehennemin fotoğrafına dönmüş, bakanın içini karartan yüzler. Yüzülesice yüzler. İşte böyle yüzler. Vucûhun yevmeizin haşi’ah; – ‘Amiletün nasıbetün; (Ğasiye/2-3) Yüzler var o gün yere bakacak. Bitkin, solgun, ölgün, asık, umutsuz, dehşetli yüzler.

Bu dünyada her şeyi halleden bizler öbür tarafta da elbette bir çaresine bakarız dediniz. Hani o mallarınız, makamlarınız, güçleriniz, saltanatlarınız ne işe yaradı?

49. Gelecek endişesi yok, geçmişten dolayı hüzün de duymayacaksınız. Denilen kimseler bunlar değil mi diye soracaklar.

Ayette, mal, büyüklenme, yardımcı ve taraftar çokluğu sebebiyle övünme kınanmaktadır.

50. Dünyadayken sizler bu nimetlerden mü’minleri mahrum etmiştiniz. Ele geçirdiğiniz şeylerin hepsinin kendinize ait olduğunu zannediyordunuz. Bir türlü doymak bilmeyen bir tavırla mü’minlerin ellerindekileri de midenize yuvarlama çabası içindeydiniz. Kan emmeye bir türlü doymuyordunuz. Dünyanın nimetlerini sömürmek için savaşlar yapmıştınız.

51. Din hayatın ta kendisi idi, ama onlar dini hayatın aksesuarı olarak algıladılar. Dini adetleştirdiler. Dini, yaptırım gücü olmayan bir hobiye, ya da müzelik bir antikaya çevirdiler. Onun için dini oyun ve eğlenceye dönüştürdüler.

Allah bu tipler için bunu söylüyor. Dinlerini ciddiye almayanlar, o sebeple “Ben de Müslüman’ım.” Diyene sorulacak ilk soru; “Ciddi misin?” sorusudur.

52. Allah inkârcıları habersiz cezalandıracak değildir; aksine insanları dünya hayatında bilgilendiren, başlarına gelecekleri ayrıntılarıyla bildirmek suretiyle onları aydınlatan, bu özellikleriyle inananlar zümresi için bir kurtuluş ve rahmet vesilesi olan bir kitap indirmiştir.

“Alâ ılmin” ibaresine dikkat, bir bilgiye dayalı. Hidayette, rahmette ancak bilgiye dayalı olarak oluşur. Cehaletin olduğu yerde ne hidayet vardır, ne rahmet vardır. İşte burada ki; “Alâ ılmin” in anlamı da budur.

53. Te’vil, “bir bilgi veya olayın açıklanması, yorumlanması”, “Allah’ın kitabında bildirilen âhirete dair haberlerin gerçekleşmesi ve bu suretle açık seçik anlaşılması” mânasına gelir.

“Feyeşfe’u lena” hadi bizi kayırsalar ya, bize aracılık yapsalar ya. Yani şimdi değilse ne zaman işe yarayacak o uğruna baş koyduğumuz sahte tanrılar, yalancı totemler, o sahte önderler, sahte liderler, falanlar, filanlar, kendisi bize yardım edecek diye arkasına düştüklerimiz, eteğinden tuttuklarımız, bizi omzuna alıp ta geçirecek dediklerimiz, hani neredeler. Diyecekler.

“Feyeşfe’u lena” kayırıcı aramak, sorumluluğu üstlenmemenin kaçamak yoludur. İşte bu ibarenin de bize verdiği hakikat budur.

Aslında bunda da samimi değiller. Çünkü eğer geri dönmek isteselerdi, dünya hayatında geri dönebilirlerdi. Tevbe geri dönüştür. Tevbe günahtan dönüştür. Tevbe, istiğfar, hatadan geri dönmektir. Geri dönmek isteselerdi ömür boyu Allah’ın tevbe kapısı açıktı, dönerlerdi ve Allah’ta silerdi, silebilirdi. Rahmeti genişti O’nun.

7

54. “Yevm” (gün) kavramını yirmi dört saatlik zaman süresi şeklinde anlamamak gerekir. Allah’ın katındaki bir günün insanların hesaplarına göre 1000 yıl tuttuğu da ifade edilmiştir (Hac 22/47; Secde 32/5; ayrıca bk. Meâric 70/4).

“Arşa istivâ” Allah’ın, bütün mevcudattan üstün ve aşkın bir mutlak hakim olarak evrene ve evrendeki her şeye hükmetmesi; evreni ve onda bulunanları en üstün, en mükemmel bir şekilde düzenleyip yönetmesi; bilgisi, iradesi ve gücüyle bütün varlık ve olayları kuşatması” manasına gelir.

55. Allah’ın ulûhiyeti karşısında, Allah’ın rububiyeti karşısında, Allah’ın rahmet ve merhameti karşısında insanın alacağı tek biçim, yalvarış biçimidir. Dua biçimidir deniliyor ve duayı, yani kulun, insanın Allah’a çağrısını, insan Allah ilişkisinin bu zirvesini nasıl yapmamız gerektiği öğretiliyor.

“Hufyeten” içinizin en derinlerinden, yüreğinizin kırkıncı odasından Allah’a doğru sessiz bir çığlık koyvermek, dua.

“Tedarru’an” kelimesi duanın nasıl bir mahviyet içerisinde, nasıl bir iki büklüm yürekle yapılacağını bize ima eder. Tıpkı fetih günü Mekke’ye muzaffer bir komutan olarak giren Resulullah’ın kendi devesinin üzerinde yaptığı dua gibi.

Allah insana vahiyle konuşur, insan Allah’a dua ile konuşur.

Allah’a dua etmeyen bir insan, haddi aşmış olarak, “mu’tediyn” olarak niteleniyor. Eğer üzerinde biraz düşünürsek, dua etmeyen, dua etme ihtiyacı duymayan, Allah’a karşı muhtaç olduğunu fark etmiyor, dahası Allah’ı bilmiyor. Allah’ın nasıl bir rahmete, nasıl bir mağfirete sahip olduğunu bilmiyor.

Bazı müfessirler buradaki “Dua ediniz” buyruğunu “İbadet ediniz” şeklinde açıklamışlardır

a: Allah’a dua ederken onu uzakta bilip, işitmez zannedip ba-ğırıp çağırmanın, hoplayıp zıplamanın anlamı yoktur.

b: Madem ki Allah bize bizden ve herkesten yakındır, o halde duada birilerinin aracılığına ne gerek var? Aracı kullanmaya da gerek yoktur.

c: Günahsız bir ağızla dua etmeye çalışmalıyız.

d: Duada bir de acele etmeyeceğiz.

e: Şurası da unutulmamalıdır ki: "Dua bir ibadettir."

56. Duasızlık, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak gibi bir sonuca doğru götürüyor insanı.

Çünkü insanın içindeki düzen bozulunca, insan-Allah ilişkisi bozulunca, insan öte ile ilişki kurmayınca toplumun içerisinde bir virüs bir mikrop haline geliyor ve düzen bozuyor. Toplumsal bir sancıya dönüşüyor
.
Dua etmeyen, Allah’a dua etmesi gerektiğinin farkında olmayan her insanda bulunan iki virüs. Tekebbür ve istiğna. Kendini büyük sanmak ve kendi kendine yettiğini zannetmek.

“ved’uhu havfen ve tame’an” O’nun rahmetine bakıp umutlanmak, gazabına ve azabına bakıp korkmak. Bu sizi dengede tutar. Bu sizi aşırı uçlara duygusal olarak aşırı uçlara itilmekten korur. Ruh dengenizi sağlar.

Onun için korku ve umut arasında yalvarın O’na. Duygularınızı dengeye oturtun. O’na yalvarırken emin olmayın. Sanki cennetle müjdelenmiş gibi emin olmayın.

57. İşte bu ayet kâinatta Allah dan bağımsız olup bitiyor gibi gördüğümüz şu meteorolojik hadiselerin, şu gördüğünüz rüzgârların, yağmurların bulutların dahi Allah ile olan irtibatının olduğunu dile getiriyor.

Etrafınızı okurken, eşyayı okurken, kâinatı okurken, tabiatı, doğayı okurken doğru okuyun. Doğru okursanız yeşeren ağaçlarda ölümden sonra dirilişi görürsünüz. Kışın ardından gelen baharda “Ba’sü ba’del mevt” i fark edersiniz. Onun için ölüleri de işte böyle diriltiriz.

“kezâlike nuhricül mevta lealleküm tezekkerun”; Tabiata bakın, kendinize bakın. Vücudunuzda her an ölen binlerce hücreye ve her an dirilen binlerce hücreye bakın. Siz aslında ölümü her an yaşıyor, dirilişi her an yaşıyorsunuz. Yani her an ölüyor, her an diriliyorsunuz.

Duayı rahmete benzetiyor Kur’an. Gözyaşını yağmura benzetiyor. Yüreği toprağa benzetiyor ve diyor ki; Susuz kalan toprak nasıl çoraklaşırsa, çölleşirse, duasız ve gözyaşsız kalan yürekte öyle çölleşir ve çoraklaşır. Onun için ibret alın diyor.

58. Müfessirler: Akıllı, kavrayışlı ve erdemli bir insan verimli toprak gibi; ahmak ve erdemsiz insan da verimsiz toprak gibidir. Müminin kalbi faydalı ürünler veren bereketli araziye, kâfirin yahut münafığın kalbi zararlı bitkiler çıkaran değersiz araziye benzer.

54. ve 58. ayetler, bu ayet 54. ayetten başlayan, bu ayetle biten bu pasaj insanı, iç dünyasını imara çağırmakta. Onun, imara nereden başlayacağını göstermekte. Nereden başlamalı sorusunu sorana yüreğinden başla. Allah ile ilişkiyi kurarak başla. Alıcı ve verici yerini onar. Unutma, işgale uğramış bir yüreğin sahibi özgür olamaz.

Bu ayetlerin ardından, bu pasajın ardından peygamberlerin geçmiş, belaya uğrayan, gazaba uğrayan kavimlerin ve onlara gönderilen peygamberlerin hikâyesi anlatılıyor.

59. Görüyorsunuz, sapmanın tarihi çok eski. Ama insan bizatihi sapık değil. İnsan doğuştan pırıl pırıl. İnsan doğa ve tabiatı itibarıyla Allah’ın yarattığı pir-u pak fıtrat üzerinde.

Ancak sözleşmesine ihanet edince insan Allah’tan uzaklaşıyor. İşte şirkin affedilmez bir suç olması bu yüzdendir. İnsanın kendi kendisine en büyük hakaretine şirk adını veriyor.

Efendisi olduğu eşyaya köle olmak. Şirkin insan ruhuna getirdiği en büyük zarar, verdiği en büyük zarar işte budur.

RESÜL VE NEBİ: Peygamber toplumla münâsebeti söz konusu olunca başka bir isim alacak, Allah’la münâsebeti söz konusu olunca da başka bir isim alacaktır. Allah’tan haber vermesi adına ona Nebî yâni haberci diyeceğiz, topluma elçi olması adına da resul yâni elçi diyeceğiz.

60. “Kalel meleü min kavmih” Toplumunun aristokratları, yönetici elitleri. Her zaman hakikatin karşısına ilk direnen onlar olmuştur.

Onlar kendi menfaatlerine istikrar adını vermişlerdir ve istikrarı savunmuşlardır. Küfürde istikrarı. Batılda istikrarı ve onun içinde her çıkan ışığı yangın zannedip bir kova su alıp koşmuşlardır söndürmek için. Yarasalar gibi güneşe düşman olmuşlar. Işığa düşman olmuşlardır.

Yönetici elitin tarih boyunca kendisine ışık saçanlara karşı tavrı, klasik tavrı bu olmuştur. Ve kendileri sapık olduğu halde, kendilerini sapıklıktan kurtarmak için gönderilmiş bir peygambere sapık demek nasıl izah edilir diyecekseniz, alabora olmuş bir bakış açısı ile izah edilir. Nereden bakıyorsunuz.

61. Diyebilirdi asıl siz sapıksınız ve hiçte yanlış olmazdı. Ama öyle demiyor. Onların yargısının yanlış olduğunu söylemekle yetiniyor. Onları yargılamıyor ve diyor ki; Ben sapık değilim. Yani siz doğru bakmıyorsunuz, yanlış bir yargıda bulunuyorsunuz.

8

62. Düşünebiliyor musunuz, kendi vasıflarını bir peygambere yamamaya kalkıyorlar. Sapıkken bir peygambere sapık deme cüretinde bulunuyorlar. Ama o peygamber yine de üslubunu bozmadan, Yine de onları bırakıp ne haliniz varsa görün demeden hakikati onlara ısrarla ve tekrarla açıklamaya çalışıyor. Terbiye ısrarla tekrardır. Görevini yapıyor. Hakikati söylüyor.

Tebliğ, bilinmesi istenen bir konuyu ilgilisine duyurmak. Dini terim olarak “bir peygamberin Allah’tan gelen buyruk ve yasakları ümmetine bildirmesidir.”

Nasihat, bir kimsenin, muhatabını kendi faydasına veya zararına olan hususlarda iyi niyetle uyarmasıdır.

63. Şaşırma sırası peygamberde. O da onların şaşırmasına şaşırıyor ve siz niçin şaşırıyorsunuz diyor.

Hz. Nuh onların kim olduklarını söylemeksizin, onların inançları hakkında herhangi bir değerlendirmede bulunmaksızın kendi konumunu açıklıyor. Önce kendi konumunu kabul etmeleri gerek ki, daha sonra onlara kimliklerini açıklasın.

64. Bu kıssalarda Kur’an bize bazı şeyleri vermek istiyor.

Tercihini peygamber yolunda olmaya kullanan, oylarını peygamberin gemisinde, peygamberin terekesinde, peygamberin safında olmaya kullananları kurtardık diyor Rabbimiz. Bunlar inanan insanlardı. Belki bunların içinde günahkârlar da vardı ama değil mi ki tercihlerini peygamberden yana kullanmışlardı, günahkâr da olsalar Allah onları tercih ettikleri safta kurtarıyordu.

65. Buradaki maksadı Kur’an ın uygarlıkların nasıl yok olduğu. Toplumların ülkelerin nasıl yol olduğu, nasıl bir çözülme ile helake gittiği konusunda örnekler sunuyor. Bu örnekleri tabii ki öncelikle vahyin 1. muhatabı olan Mekke toplumuna sunuyor. Hem peygamber teselli ediliyor böylece, müminler teselli ediliyor, hem de müşriklere akıbetleri haber veriliyor. Bekleyin sizin de akıbetiniz eğer onlar gibi davranırsanız, onların akıbetinden farklı olmayacak deniliyor.

İmanın ve inkârın kavgasının insanlığın en eski kavgası olduğunu ve bu kavganın yeni olmadığını, bu kavganın geçmişte olduğunu, şimdi olacağını ve gelecekte de devam edeceğini.

Burada anlatılmak istenen şey aslında tarihin iki yatağıdır. Birinden Nur akar, birinde kir dediği şairin o iki yatak. Bir tarih perspektifi kazandırıyor Kur’an bu kıssalarla.

Ad kavmi dedik. Ad kavmi Ahkaf adıyla bilinir tarihte. Ki Umman ile Hadramevd arasında şimdi çöl olan bir bölgede yaşadılar.

Dert aynı. Tüm peygamberler insanlık şehidi. İnsanlığın mutluluğu için tüm hayatlarını ortaya koymuşlar.

66. Peygamberler kendilerini insanlığın mutluluğuna adamış aşk fedaileridir dostlar. Şu kahrı, şu sıkıntıyı sırf Tevhid davası uğruna çekebilmek kolay mı sanıyorsunuz.

Toplumunun gözünde deli muamelesi görmek, bir peygamberken herkesin deli gibi baktığı biri olarak görülmek. Buna katlanmak kolay mı sanıyorsunuz.

Mümin de o peygamberin her çağdaki devamcısı olan müminlerde çağlarının aynası olacaklardır. Bakanlar kendilerini göreceklerdir.

67. Nuh peygamberin üslubu. Karşı suçlamaya yönelmiyor, yargılamayı reddediyor sadece beni yargılamayın, yanlış yargıda bulunuyorsunuz diyor.

68. 69. Önceki kavmin arkasından medeniyet kurucu rolünü üstlendiklerini ve bu rolü onlara Allah’ın verdiğini unutmamalarını hatırlatıyor. Alabora olmuş ve küfre saplanmış zihnin açmazı bu işte dostlar. Kendilerine uygarlık kurmasını bahşetmesine şaşırmazlar da Allah’ın, Kullarından birine peygamberlik bahşetmesine şaşırırlar.

Kurtuluş, ayette şükür ve zikir olarak naklediliyor. Allah’ın nimetlerini bilmek ve O’na şükretmek ve unutmamak. Burada ki zikir, sürekli hatırda tutmak, sürekli Allahlı olmak anlamına.

70. Peygamberler eskimez yeniyi temsil ediyorlardı ve babalarını hakikatin delili olarak gören tüm sapkın kavimler, eskimez yeniyi temsil eden peygamberlere karşı ölümüne karşı geldiler. Ölümüne onlarla mücadele ettiler.

İçerisinde bulundukları o güzellikleri Allah’tan değil de atalarından aldıklarını düşünüyorlardı. Bir ataperest olmuşlardı. Onun içinde Kur’an hep oraya ateş ediyor. İnsanın gelişimini engelleyen bu temel hastalığa, bu sosyal hastalığa ateş ediyor.

71. Kendinizi yitirmiştiniz, kendinizi kaybetmişsiniz, kendinizle tanışmamışsınız, Allah’la tanışmamışsınız, kendinize yabancılaşmış, hakikate yabancılaşmış, eşyaya yabancılaşmışsınız ve Allah’a kul olacağınız yere eşyaya kul olmuşsunuz.

Kendinizi alçaltma pahasına eşyayı yüceltmişsiniz. Şimdi bundan büyük bela mı olur ki siz Allah’tan ekstra bir bela istiyorsunuz.

72. Uygarlıklar ani bir bela ile yok oldukları gibi, bazen de iç çürüme, toplumsal yozlaşma, ahlaki yozlaşma sonucunda kendi kendine çürüyerek de yok olabilirler.

9

73. Tarihsel olarak varlığı başka belgelerde de tespit edilmiş bir kavimdir. Ad soyundan gelirler ki 2. Ad denilir onun için bunlara.

"Bu kavme, "suyu az" manasına olan "Semûd" denilmiştir. Bunların yurtları, Hicaz ile Şam arasındaki "Hicr" mevkiidir. Bu mevki, "Vâdi'l-Kurâ"ya kadar uzanır. Bunların, en büyük atalarının adı "Semûd" olduğu için, bu isimle anıldıkları da söylenmiştir.

Allah bu kavmi denemek için bir deveyi sembol olarak kullandığını görüyoruz.

Bu toplum azgın bir toplum sahipsiz olan her varlığa işkence eden bir toplum. Sahipsiz sandıkları devenin sahibinin Allah olduğunu unutan bir toplum. Onun için böyle bir bela, böyle bir imtihana tabi tutuluyorlar.

74. Ben yaptım ile Allah nasip etti. İşte o farkı burada dile getiriyor.

Kuzey batı Arabistan da yer alan bu bela artığı geçmiş uygarlığın kalıntısı şu anda da halen durmaktadır. Medain- i Salih ismi veriliyor. Bugün oradaki antik kaya evler, kaya saraylar ve mezarlardan kalıntılar hala bu belaya uğramış kavimden geriye bir ibret vesikası gibi durmakta.

75. Müstekbirler ve Mustazaflar. Ezenler ve ezilenler. Sömürenler ve sömürülenler. Alttakiler ve üsttekiler. Üsttekilerin mantığının tarih boyunca değişmediğini, hep alttakilerin omuzları üzerine basarak yükseldiklerini ima eden iki Kur’ani kavram.

Ezilenler, mazlumlar peygamberlerin ilk ve doğal müttefikleridirler. Hakikatin de öyle, İslam’ın doğal müttefiki tüm toplumlar içerisinde alttakiler olmuştur.

Müstekbirler, başkaldıranlar, büyüklenenler, büyüklük taslayanlar, İslam’a en son teslim olanlar olmuşlardır genellikle.

76. Şüphesiz burada Allahü teâlâ, kâfirleri iki yönüyle kötülemistir:
Birincisi, onların büyüklük taslamalarıdır. O da, kendilerini olduğundan yüksek görme ve hakkı inkârdır.
İkincisi, asıl değer vermeleri gereken kimseleri zayıf görmeleridir. Ayrıca Mü’minler, hakta sebat ettikleri ve kâfirlere karşı mukavemet etmekten âciz kalmalarına rağmen hakkı ortaya çıkardıkları için övülmüşlerdir.

77. Şehirde dokuz kişilik bir eşkıya gurubu vardı. Bu eşkıya gurubunun içinden en şakîleri ileri atılıp deveyi biçiverdi.

Bundan yola çıkarak Allah’ın mahlukata şefkat ve merhameti nasıl özendirdiğini ve bu kavmin en büyük isyanının da mahlukata şefkat ve merhametinin olmayışını bu örnek olay dile getiriyor.

78. “Recfe”, patlamalı bir sarsıntı, deprem olabilir, volkanik bir patlama olabilir ya da ikisi birden olabilir.

Diz çöktüler, keşke alçaklar daha önce diz çökselerdi. Keşke daha önceden secdeye kapansalardı. Keşke daha önceden Rablerinin emirlerine boyun büküp Onun istediği hayatı yaşamaya yönelselerdi.

79. Evet bir toplum daha tarih sahnesinden siliniyordu. Bir toplum daha Rablerine isyanlarının cezasını çekerken, o toplum içinde üslendikleri rollerinden dolayı Allah elçisi ve beraberinde inananlar kurtuluyor ve Rablerinin va’dine kadar yaşıyorlar.

10

80. Hz. İbrahim’in yeğeni olan Hz. Lut’un kıssası en ayrıntılı biçimde Hud suresinde ele alınıyor. Artık tarihe mal olan bugünkü Lut gölünün yerindeki Sodom kentinin tarihinden söz ediliyor bu ayetlerde.

İnsan tabiatına aykırı çirkin bir fuhuş tarzının, homoseksüelliğin yaygın olduğu bu topluluğun nasıl bir belaya çarptırıldığını ve Lut peygamberin bu ahlaksızlığı önlemek için nasıl bir çaba gösterdiğini işte bu ayetlerden öğreniyoruz.

81. Müsrifler: Mâkul ve meşrû ölçüleri aşan anlamına gelen müsrif kelimesinin burada cinsel sapıklığı ifade ettiği anlaşılmaktadır.

İsraf: Nimeti, nimet sahibinin gösterdiği istikâmette kullanmamaktır. Evet malımızı, evlâtlarımızı, canımızı, elimizi, ayağımızı, paramızı, cinsel gücümüzü, aklımızı, fikrimizi, kalemimizi, zamanımızı nerede ve nasıl kullanacağımızı Allah’a sormak zorundayız. Çünkü bütün bu sahip olduğumuz şeyleri bize veren Odur. O bütün bu verdiklerini nerede ve nasıl kullanmamızı istiyorsa oralarda kullanmak zorundayız.

82. Ahlaksızlık ahlaka hiçbir zaman tahammül edememiştir. Dün de böyle idi, bugün de böyle.
Evet kirlilerin içinde temizlerin yaşaması zordur. Pislerin içinde az da olsa temizlerin varlığı, pislerin pisliklerini açığa çıkardığı için pisler kesinlikle onların varlığına tahammül edemezler. Sistemleri pis olan, hukukları pis olan, kazanmaları harcamaları pis olan, eğitimleri pis olan, erkek kadın ilişkileri pis olan her şeyleri pis olan, her tarafları kokuşmuş fıtratları pisliğe alışmış insanların temizlikten ve temizlerden hoşlanmaları asla mümkün olmayacaktır.

Burada kötüler iyileri sürüp çıkarıyorlar. Sürgün aslında sadece kötülerin iyileri sürüp çıkarması değil, aynı zamanda ağaçların yeni çıkardığı fidelere de verilen isim. İyilerin kötüleri terk etmesine de hicret adını veriyoruz. Her hicret bir sürgünün sonucu değil midir?

83. Unutmayın ki Kur’an da Nuh’un kâfir olan oğlundan, Hz. İbrahim’in kâfir olan babasından ve Firavunun Müslüman olan eşinden ve Hz. Peygamberin müşrik amcasından söz edilir. Bütün bunlar bir Kur’an’i ilkeyi insan zihnine yerleştirmek içindir. İman sizin özgür eylem ve tercihinizin sonucunda Allah’ın bir hidayeti ile ulaştığınız bir değerdir. Babadan, anneden, amcadan geçen ya da onlara geçecek olan bir şey değildir.

84. Lût kavminin Kur’an’da bir başka ismi de “Mu’tefikat” tır. Yâni altı üstüne getirilmiş bir toplum.

Böylece insanlık Allah’a kafa tutan bir toplumun ne hale geldiğini bir daha görüyordu. İnsanlık Allah’ın gücüne kuvvetine bir daha şahit oluyordu. Ama ne gariptir ki insanlar ibret almıyorlar.

85. Medyen, bugünkü Akabe körfezinin Ürdün sınırları içerisinde yer alan Akabe körfezinin batısına düşen bir bölge. Antik bir kent. Muhtemeldir ki Hz. İbrahim’in torunlarından bir boy bu bölgede bir uygarlık kurmuşlar ve bu uygarlık git gide zaman içerisinde putperest bir inanca sapmış ve işte bu sapma sonucunda azmışlar ve rabbimiz onları da bir peygamberi aracılığı ile uyarmıştır.

Aslında Kur’an bu ibareyi Nuh peygamberin, Hud peygamberin, Lut peygamberin, Şuayip peygamberin, Salih peygamberin ağzından aynı nakletmekle, birbirinin tıpkısı olarak nakletmekle bize bir tekrar sunmuyor. Bize şunu söylüyor; Hakikat değişmedi. İnsanlığın ezeli hakikati değişmedi. Onun için zaman değişti, mekân değişti, insan değişti, isim değişti, peygamber değişti, kitap değişti ama hakikat değişmedi. Kur’an bunları aynen naklederken Bir şeyi söylüyor, ebedi hakikat değişmez. Tevhidin hakikati değişmez. Adaletin kuralları değişmez. Özgürlüğün yasası değişmez.

“Feevfül keyle vel mizan” ölçüyü ve tartıyı gözetin. Bu kavmin en büyük sapmasının, ticaretle uğraşan bir kavim olması hasebiyle ölçü ve tartıda sahtekarlık yapması, adaleti gözetmemesi olduğunu söylerler. Fakat her şeyde ölçü ve tartıyı gözetmemiz gerekir. Aslında ölçüsüzlük ve tartısızlık sadece ticari alanda geçerli değil. Hatta en büyük ölçüsüzlük belki zihinde yapılan, değerlendirmede yapılan, inançta yapılan ölçüsüzlük.

“Ve lâ tebhasünNase eşyaehüm” insanları, hakları olan şeylerden yoksun bırakmayın. Adil olun. Adalet her bakımdan her şeyde ölçülü hareket etmek. Peygamberlerin 3 temel konudaki görüşleri değişmez. Tevhid, adalet, özgürlük. Bu 3 temel konuda nübüvvetin tüm mirası aynı temeller üzerinde yükselir.

“Ve lâ tüfsidu fiyl Ardı ba’de ıslahıha” Bir düzene sokulmuşken yeryüzünü düzensiz hale getirmeyin, düzenini bozmayın diyor. Yani doğru tartmayan akıl teraziniz, elinize doğru emir vermediği için terazide de doğru tartmamaya başlarsınız. Bu doğaldır. Asıl bu yaranın, bu hastalığın temeli akide de başlar, yürekte başlar. Yürek teraziniz doğru tartmıyor çünkü. Yürek teraziniz doğru tartmıyorsa akıl teraziniz niye doğru tartsın.

86. “Venzuru keyfe kâne akıbetül müfsidiyn”; İşte fesatçıların akıbetini görün. Onun için tarihin yasasına dikkat edin diyor Kur’an bu örneklerde.

Yasa sizin için bozulmaz. Önce bir toplum baş kaldırır, nimetlere gark olur, nimetleri Allah’tan bağımsız değerlendirir. Allah’tan bağımsız değerlendirmeye başlayınca Allah’a sırt döner, kendi kabiliyeti ve fazileti sonucunda elde ettiğini zanneder, bu nimetleri çar çur etmeye başlar.

Şükür duygusu olmadığı için korkunç bir ahlaki yozlaşma başlar. Elindeki nimetleri israfa yönelir ve hiçbir kaynak sınırsız olmadığı için israf edilen mutluluk da dahil israf edilen nimet çabuk tükeneceği için toplumsal bir çöküş başlar, Ahlaki yozlaşma başlar, toplum içten çürür ve bir de bakmışsınız ki o görkemli uygarlık yok oluvermiş.

87. Direnin, iki anlamda birden kullanılmış. Hem mecazi olarak, hem hakiki olarak. Bu ayeti Şuayip peygamberin hem mümin muhataplarına hem de müşrik, kafir muhataplarına birden söylediğini düşünürsek, direnin sözcüğünü mümin muhataplarına hakiki manada, kafir muhataplarına da mecazi manada, biraz ironik bir biçimde. Hakikate karşı direnin bakalım, ne kadar direneceksiniz biçiminde söylediğini düşünmek daha uygun olur.

88. Şuayip peygambere karşı çıkan müşrik, önde gelenler, seçkinler, toplumun yönetici elitleri diyorlar ki; Bizim inanç sistemimize dön, başka seçeneğin yok. İki seçeneğin var. Ya seni çıkarırız sana inananlarla birlikte süreriz, ya da bizim inanç sistemimize dönersin. Demek ki milletin anlamı; inanç sistemi.

Bakınız, yarasa tavrına bakınız. Şuayip peygambere verdikleri cevaptan yarasa tavrını çıkarınız. Işıktan rahatsız olduğu için güneşi sürgün etmeye çalışıyorlar. Yarasa ruhlu Meyden liler. Işıktan rahatsız oluyorlar, vahiy ışığından. Allah karanlıklarını aydınlatmak için bir nur yakıyor, ama onlar güneşi sürgün etmeye çalışıyorlar.

11

89. “alAllâhi tevekkelna” ve biz Allah’a güvenmişizdir. Bu hak ehli, biz boyumuza posumuza güvenmedik ki, sayımızı sayarak karşı çıkmadık ki. Biz Allah’a güvendik. Allah’a güvenmenin, güvenilebilecek şeyin en büyüğüne güvenmek olduğunu bildik ve iman ettikte onun için çıktık. O sebeple siz anlamıyorsunuz bizi. Anlayamazsınız da. Sizin aklınız güce erer. Siz güç önünde eğilirsiniz. Hakk önünde değil. Eğer Hakk önünde eğilseydiniz gücünüze bu kadar güvenmezdiniz.

“Eftah” ve “Fatihin” Duaya sığınıyor, ama kendisine böyle tehditler yönelten bir sapmış toplum için onların helakine değil, yine de onlar için, onlarla hakikatin arasını açması için Allah’a yakarıyor.

Fetih, Yani yürek fethi. Sen Fettah’sın. Yani ben gücümün son sınırına kadar harcadım, imanla onların arasını kavuşturamadım. İş sana kaldı. Fettah isminle aç.

90. “Mele” çıkar şebekesi, yönetici seçkinler. Her zorbanın ve diktatörün etrafını saran hatta onları imal eden fabrika. Zorba fabrikası olan yönetici seçkinler.

91. Evet, Allah’ın cevabı söz olarak gelmedi bu kez. Eylem olarak geldi. Tokat olarak geldi. O kadar derin uyuyorsunuz ki, hafif bir tokat sizi uyandırmaya yetmeyecek. Sizi uykunuzdan uyandırmak için yakanızdan tutup sallamak gerekiyor. Hem de gürültülü bir sarsıntı ile. Sallananlar iyi bilirler. Onun için racfe diyor.
Bugün bölgede böylesine bir felaketin sonucu olarak volkan kraterleri tepeleri mevcuttur hala. Bunu Ürdün’e gidenler, yolu oradan geçenler, rahatlıkla bunu gözlemleyebilirler.

O ana kadar Allah huzurunda diz çökmeye yanaşmayan alçaklar, çaresiz diz çöküverdiler. Kazandıkları o malları mülkleri, çalıp-çırptıkları servetleri, o makamları, güçleri kuvvetleri, medeniyetleri onları Allah’ın azabından kurtaramadı. Ekonomik yönden çok büyük bir güce sahip oldukları halde bu güç ve kuvvetlerine güvenerek Allah’a ve Allah’ın elçisine kafa tuttukları halde evlerinde can verdiler.

92. Onlar Şuayip i yalanlıyorlardı, kendileri yalan oldular.

Onun için her felaket bir kıyamet provasıdır. Bireysel felaketlerde öyle. Başınıza gelen ölüm felaketleri, rahatsızlıklar, hastalıklar, başınıza gelen yoksulluklar. Bütün bunlar küçük, bireysel anlamda bir kıyamet provasıdır.

Evet böylece bir toplumun daha defteri dürülüyor, bir toplum daha tarih sahnesinden siliniyordu.

93. “ekeyfe asa alâ kavmin kafiriyn”; Şu halde ben sizin gibi nankör bir toplum için nasıl gam çekeyim. Bu nasılı, karmaşık bir ruh halini canlandırıyor. Yani şimdi ne yapayım, sizin için üzüleyim mi, sevineyim mi? Size gamı nasıl çekeyim. Küfürle gittiniz ona mı üzüleyim. Pisipisine gittiniz onamı üzüleyim, adam olmadınız onamı üzüleyim, koca bir uygarlığın helakine sebep oldunuz onamı üzüleyim. Bana bunu ettiniz onamı üzüleyim veya sizden kurtulduğuma mı sevineyim. Şimdi size nasıl gam çekeyim.

Kısacası "oh olsun" demedi, ancak "vah" etmenin de caiz olmayacağını düşünerek ve böyle söyleyerek onlardan tamamen yüz çevirdi.

94. Yine tarihin yasalarından birini Kur’an bize aktarıyor bu ayette. Yani peygamber gönderdiğimiz hiçbir kavim yok ki biz onları varlıkla da yoklukla da sınamış olmayalım diyecek ayet sonunda. Bu ayetler peş peşe. İşte bu ebedi yasayı hatırlatıyor.

“Be’sâ’” dert, bedensel hastalıklar. “Darra” : sıkıntı,geçim sıkıntısı, yoksulluk şeklinde açıklanır.

95. Örnek vermiyor dikkatinizi çekerse bu son iki ayette. Sadece helak olan toplumların temelde nasıl bir düşünceye, nasıl bir hayat tasavvuruna, nasıl bir Allah’tan bağımsız bir felsefeye sahip olduklarını söylüyor.

Zamanın ipini Allah’a vermemek için zihni bir gayret sergiliyorlar. Allah’tan bağımsız düşünüyorlar varlığı ve yokluğu. Sevinci ve hüznü. Küfür mantığı bu.

96. “le fetahna aleyhim berakatin mines Semai vel Ard” onlara göklerin ve yerin bereketini ardına kadar açardık.
Dikkatinizi çekiyor mu, insan davranışları ile doğanın davranışları arasındaki görünmez irtibata bir atıf var burada. Ne alakası var canım diyenlere Kur’an dan duyurulur. İnsan davranışları ile doğanın davranışları arasında görünmez bir irtibat olduğuna söylüyor bu ayet.

Tefsircilerin çoğu, gök bereketinin yağmur, yer bereketinin de bitki ve meyveler olduğu görüşündedir. Ayrıca âyet, eğer şükrederse, rızık bolluğunun kişinin mutluluk sebeplerinden olduğuna işaret etmektedir.

97. Söyler misiniz bu hitap kime? Bu hitap tarihte mi kaldı, yoksa aynı zamanda bu hitabın muhatabı bizler miyiz. Kim Allah’ın azabından güvence de olabilir. Bir gece yarısı ansızın uykuda iken o gazabın gelip kendisini yakalamayacağından. Kim güvencede olabilir diyor Kur’an, soruyor.

98. Allah için yaşanmayan hayat oyun ve eğlencedir. Allah ve âhiret hesaba katılmadan yaşanan bir hayat oyun ve eğlenceden başka bir hayat değildir.

99. Allah’a karşı güvence aramak, şeytanın bile aklına gelmez. Şeytan bile Allah’a karşı birinden güvence istememiş. Güvenceyi isyan ettiği Allah’tan istemiştir, bana izin ver demiştir.

12

100. Dikkatinizi çeken kelime “Bi zünubihim” günahları yüzünden. Yani elleri ile ettiklerini bulurlar diyor. Biz etmeyiz onlara, onlar kendi kendilerine ederler.

İşte kalp nasıl mühürlenir diye sorarsanız bana, cevabı burada. Allah küfrü onların karakteri haline getirir. Artık küfür, karakteri olur onların.

101. Yani küfürde ısrar ettiler. Batılda ısrar ettiler. Sözlerine sadakat gösterdiler ama Allah’a sadakat göstermediler. Allah’a verdikleri fıtrat sözünü çiğnediler de, şeytana verdikleri sözü çiğnemediler dercesine bir kez yalanlamış bulundukları için, bir daha iman etmediler.

“Allah’ın kalpleri mühürlemesi”nden maksat, insanların kendi tercihleri olan küfürlerinin, psikolojik olarak idrak ve anlayış kabiliyetlerini kapatması, manevî duygularını dumura uğratmasıdır. Hâsılı onlar, kendi inkârları, kendi yanlış tutum ve davranışları sebebiyle bu hale düşmüşlerdir.

102. Buradaki sözleşme her halükarda fıtrat sözleşmesi olsa gerek. İman sadece bir sözleşme tazelemedir. Asıl sözleşme fıtrat sözleşmesidir. İnsanın saf doğasına ihanet etmeden insan küfredemez. Onun için her küfür insanın kendi kendisinin ihaneti anlamına gelir.

Israrla küfrü tercih eden kendi doğasına, kendi fıtratına, kendi var oluşuna ısrarla ihanet ediyor demektir.

103. Bu sûrenin 59. âyetinden 102. âyetine kadar olan bölümünde, daha önce yaşamış ve risâleti sona ermiş bulunan bazı eski peygamberler ve onların tebliğlerinde yer alan başlıca esaslar hakkında bilgiler verildikten sonra 103 ile 156 âyetler arasınsa İsrâiloğulları’nın dinî tarihine dair bilgilere verilmektedir.

Buradan da anlıyoruz ki; Ey Muhammed,(A.S.) her peygamberin Mekke’si var. Her peygamber Mekke’sinde senin karşılaştıklarına benzer şeylerle karşılaştı ve Allah hepsini de Mekke’sinde destekledi. İşte şu ana kadar anlatılan peygamberlerde olduğu gibi.

104. Hz. Mûsâ her şeyden önce Risâlet özelliğini ortaya koyuyor. Diyor ki ey Firavun ben Allah’ın elçisiyim. Ben senin karşına bir kültürle, bana ait bir fikirle, bana ait bir plan ve programla, bana ait bir tüzük veya projeyle çıkmıyorum. Eğer beni reddedersen Allah’ı reddetmiş olacaksın. Bana karşı gelmekle bilesin ki Allah’a karşı gelmiş olacaksın diyordu.

105. İsrail oğulları benimle birlikte gelsinler. Teklifi bu. Hz. Musa’nın gönderilişinde ki amaçlardan biride bu. Müslüman İsrail oğulları, müşrik Mısır toplumunda asimile edilmeye çalışılıyor ve köle haline getiriliyordu. İşte aralarından seçilmiş bir peygamber eli ile bu muvahhitler, artık Müşrik, artık kâfir bir toplumun iktidarı altında yaşamamaları için bir çıkış yolu düşünmeye başladılar.

106. Firavun Peygamberi biliyor, peygamberlik müessesesini tanıyor, peygamberin mucizelerle geldiğini biliyor ve onun için Hz. Musa’dan bir mucize istiyordu.

107. Bu asa farklı bir asaydı. Bu asa o dönemin en büyük kültürünü yok edecek bir asaydı. Bu asa o dönemin en büyük iktidarını bitirecek bir asaydı. Bu asa Firavun karşısında onun ödünü patlatacak bir ejderhaydı.

108. Evet bizler de bugün ellerimizi koynumuza atıp oradan çıkaracağımız kitabımızı insanlara göstereceğiz. Biz de koynumuzdaki Allah kitabını insanlara ulaştıracağız. Çünkü Musa (a.s)’ın elindeki bu iki mûcize bugün bizim elimizdeki Allah kitabıdır.

109. Yöneticinin etrafını saran menfaat çetesi, seçkinler. Ve dediler ki firavun toplumunun seçkinleri, anlaşıldı ki bu, bu işleri iyi bilen bir sihirbazdır.

Çünkü kalplerinden bakmıyorlar, ceplerinden bakıyorlar. İnkârcı bir mantık için en görkemli mucize bile basit bir göz bağcılık olarak görünüyor, görüyorsunuz.

110. Firavunun ve onun yanında yer almış peygambere sihirbaz diyen, bu devlet erkanının onun bir sihirbaz değil tüm bunları Allah desteğiyle gösteren bir peygamber olduğunu anladıklarını ama saltanatlarının, statülerinin yok olmasından endişe ettikleri için onu reddetmeye çalıştıklarını göstermektedir.

111. 112. Firavun’un danışmanları, Mûsâ’nın bir sihirbaz olduğu kanıtlanırsa, halkının gözünde itibar kazanmasının önlenebileceğini ve böylece bu meselenin halledilebileceğini düşündükleri için Firavun’a, Mûsâ’yı Hârûn’la birlikte bir süre bekletmesini, kendi usta sihirbazlarını toplayarak onların mârifetiyle Mûsâ’nın bir şarlatandan başka bir şey olmadığını halka kanıtlamasını tavsiye ettiler.

113. Yani burada ince bir nükte var. Herkes nereye çalışıyor görüyorsunuz değil mi? Musa nereye çalışıyor, sihirbazlar nereye çalışıyor. Firavunun etrafında ki o çıkarcı takımı, öncüler nereye çalışıyor. Firavun nereye çalışıyor herkese bakın, nereye çalıştığından anlayın.

Yani Musa’yı Firavun, Firavunu Musa gösteren herkes sihirbazdır. Kendi heva ve heveslerinden kaynaklanan bir sistemi hak, Allah’ın yasalarına bağlı İslâm sistemini de batıl göstermeye çalışan herkes sihirbazdır.

114. Mukarrabûn ifadesini Rabbimiz de kullanır kulları için. Mukarrabûn yakınlar, yakınlaştırılanlar, mahiyete alınanlar demektir ki mukarrabûn’un nimetleri sorulmaz. Artık onlar için her şey vardır.

115. Çünkü onlar ne atarlarsa atsınlar hakkın karşısında dayanma güçleri yoktu. Bunu Allah’ın elçisi çok iyi biliyordu. Hakkın karşısında batıl yok olmak zorundadır.

116. Olağan dışı güçleri kullanarak eşya ve insan üzerinde etki bırakma anlamına gelen sihirle, Teknik bir takım aletlerle, göz bağcılığına dayanan illüzyonu aynı olarak niteliyor. Sihir kelimesi ile anıyor Kur’an.
Kur’an olaya etkilenen insan eğer ondan büyülenmişse, psikolojisi bozulmuşsa, işte ona sihir diyor.

117. 118. Ve eğer şu anda batıllar yaşama imkânı bulabilmişlerse bilelim ki hakkın olmayışındandır. Musa (a.s) gibi hakkı ortaya koyacak Allah erlerinin olmayışındandır. Yoksa hak karşısında hiç bir batılın dayanma şansı yoktur.

119. Asıl yenilmiş ve küçük düşmüş olmaları bununla sınırlı değil. İşte o anda orada bir devrim, tarihin şahit olduğu en büyük iman devrimlerinden biri gerçekleşti. İnsanın tüylerini diken diken eden bir iman devrimi.

Ne 1789 Fransız devrimine, ne 1917 Bolşevik devrimine benzeyen bir devrim. Kansız bir iman devrimi.

13

120. 121. İşte devrim bu. Bir kalp bir yürek devrimi. Sihirbazlar hep birlikte yere kapandılar ve dediler ki; İman ettik âlemlerin Rabbine.

122. Öyle bir iman ki, kayıtsız şartsız bir iman, pazarlıksız bir iman, saf bir iman. Hakka teslimiyet ve tüm zamanların değişmez tavrı arkasından geldi. Küfrün tehdit ve zorbalığı.

123. Ve bugüne bakınız; Eğer iyi Müslüman’sanız, fundamentalist diyorlar. Hızlı diyorlar, aşırı diyorlar, dinci diyorlar. Onların izin verdiklerinden daha fazla Müslüman olmaya kalktınız mı, öyle oluyorsunuz.

Tüm çağların firavunları da aynı şeyi yapmıyor mu?

124. Firavun’un Mûsâ karşısındaki bu yenilgisi, onda siyasî bir endişe de doğurdu. Zira bu olay halkın huzurunda cereyan etmişti ve bu gelişmeler karşısında halk da sihirbazları takip ederek Mûsâ’nın peygamberliğine inanıp onun peşine düşecekti.

Evet, küfre muhalefetin karşılığı işte bu tehditti.

125. Yeryüzünün en büyük iman devrimlerinden biri bu. Onlar şöyle diyebilirlerdi: Musa’nın gözüne bakıp Ey Musa, haydi bakalım, asan yılan oluyor, elin bir güneşe dönüyor. Haydi, bakalım göster maharetini de bizi şu kâfirin elinden kurtar demediler. Veya secdeye kapanacakken bir pazarlık yapıp; Musa biz inanacağız ama Bizi bunun zulmünden koruyabilecek misin?

Veya inandığımız rabbin bunun zulmünden korur mu bizi demediler. Pazarlık yapmadılar. Pazarlığa yanaşmadılar. Bir tek şey vardı gözlerinin önünde; Allah’ın rızası. İman, pazarlıksız iman ettiler.

Tıpkı ateşe atlayan İbrahim’in İmanı gibiydi imanları. Ve ne dediler bu tehdide karşı biliyor musunuz dostlar;

“inna ila Rabbina münkalibun”; Olsun, ne fark eder ki. Zaten biz de rabbimize kavuşmuş oluruz. Sonunda, eninde sonunda Allah’a kavuşmayacak mıyız?

Bu cümle şu manalara gelebilmektedir:

1- Biz nasıl olsa öleceğiz, sen istesen de öleceğiz, istemesen de öleceğiz. Bundan dolayı senin bu tehdidin hükümsüz ve anlamsızdır.

2- Sen bizi keser, asarsan, biz şehit olur ve muhakkak Rabbimizin rahmetine ve sevabına kavuşuruz. Binaenaleyh bu tehdidinden korkmak şöyle dursun, hak yolunda can vermeyi cana minnet sayarız.

3- Biz ölüp de sen sağ kalacak değilsin. Hiç şüphe yok ki, gerek biz ve gerek sen hepimiz ölüp Rabbimizin huzuruna varacağız. Binaenaleyh o aramızda hüküm verecektir. Haklıyı haksızı, zalim ile mazlumu ayıracaktır.

126. Dönüpte pazarlık yapmadılar. Biz sana iman ettik Allah’ım sen de Musa’ya yaptığın gibi bizi destekle, Kurtar bunun elinden demediler. Onlar için kurtuluş Allah’ın rızasında idi.

İmanda pazarlık etmeyenlerin, samimi iman eden tüm iman erine selam olsun, rahmet olsun, bereket olsun.

127. Firavun ve onun etrafında çıkar şebekesi Hz. Musa’yı anarşistlikle suçluyorlar. Kargaşa çıkarmakla, terörle suçluyorlar.

Suçlayanlar kim, ülkenin kanını emenler, halkını sömürenler, zulmedenler, ahlaksızlık yapanlar, kara servet sahipleri.

Onun için burada ters dönmüş bir bilinç görüyoruz. Zulmün adı istikrar, düzen nizam olunca, zulme karşı çıkmanın adı da anarşi çıkarmak olacaktır. Firavun istikrarın simgesi olunca Musa kargaşanın simgesi olacaktır. (haşa) BAKARA 11

Mekkeliler Kabe’ye gelen, hacca gelen ve bölgeye para bırakan bölgedeki ticarete katkı sağlayan tüm kabilelerin putlarını Kabe’ye koymuşlardı.

Onun için Musa peygamberin Mekke sinde olmuş bir olay, Muhammed peygamberin Mekke sinde anlatılıyor. İki Mekke karşılaştırılıyor. Hz. Musa’nın Mekke’si, firavun ülkesinde geçirdiği, verdiği mücadele yılları. Hz. Resulullah’ın Mekkesi ise Mekke müşriklerine karşı mücadele ettiği bildiğimiz Mekke.

“Ve inna fevkahüm kahirun” Firavunun amacı ayetin bitişinde açıkça söyleniyor. Bu amaç onları yeryüzünden kazımak köklerini kazımak değil ki bu mümkün de değil, onları baskı altında tutmak. Sürekli bir acıya mahkum etmek.

128. Bir peygamberin ağzından çıkabilecek en güzel teselli çıktı. O da Allah’a dayanın, Allah’a güvenin ve direnin.
Hz. Musa’nın ağzından verilen ifade. Aynı zamanda bu ümmete de hitap ediyor. Demek ki insanlık tarihi boyunca tüm peygamberler aynı şeyle muştuladılar müminleri. Geleceği inşa etme gücü, geleceği inşa etme liyakati mutlaka sorumlu davranan, Allah’a karşı sorumluluğunun şuurunda olan toplumlara verilecektir.

129. Üç taraf var. 1. Firavun ve avenesi, çıkar şebekesi. 2. Hz. Musa, bir elçi bir ufuk insan. 3. Birde acılara muhatap olan İsrail oğulları.

Onların tepkisi ne oldu? Bu doğru bir noktadan bakmamak demek. Aslında bu, bu toplumun kısmen de olsa ilerde Yahudileşeceğinin işaretlerini veriyordu. Yamuk bir yerden bakıldığı belli.

Müminlere bir uyarı. Ama sizde Resule böyle demeyin. Demiyorlardı, demediler. Ne Sümeyye, ne Yasir ne Ammar ne Zinnire ve diğerleri demediler. Biz ne kazandık ki demediler.

“feyenzure keyfe ta’melun”; sizin tavır ve davranışlarınıza bakıp karar verecektir. Dedi. Yani siz de sıradasınız, sizi de göreceğiz. Allah yeryüzünde iktidarı size de devredecek. Firavun iktidarı yıkılacak, iktidar size geçecek. O zaman sizi de göreceğiz.

130. Bu ayette ürün kıtlığı ve kuraklığı tesadüfle açıklayacaksınız eğer, unutmayın ki iste bu mantığınız yüzünden siz bu hale geldiniz. Doğrudan bu inancınızı etkiliyor. Allah ile bağlantısız olmadığını anlayın artık.

Artık Allah’tan bağımsız bir alan olmadığını bilin. Başınıza gelen kıtlık gibi, kuraklık gibi felaketlerin dahi Allah’tan bağımsız gelmediğine inanın.

131. Mantık bu, Allah’tan bağımsız düşününce zihin, Allah’tan bağımsız anlamlandırınca felaketi de saadeti de, belayı da nimeti de Allah’la irtibatsız bir biçimde değerlendiriyor. Ve diyorlar ki nimetler karşısında, zaten bu bizim hakkımızdı.

“Tetayyür” tayr (uçma) kelimesinden türetilmiş olup bir olayı, nesneyi veya kişiyi “uğursuz sayma” (teşe’üm, teşâüm) anlamına gelir.

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) üç defa tekrarlayarak ”bir şeyi uğursuz saymak bir tür şirktir" buyurmuşlardır.

İnanılması gereken esaslara inanmayanlar, hurafeye inanırlar. Bu tarih boyunca bir yasa gibidir ve her çağda bunu görürsünüz.

Modern hurafelere baksanıza. Rakamlara uğur ve uğursuzluk atfedenler, eşyaya uğur ve uğursuzluk atfedenler, canlılara hayvanlara uğur ve uğursuzluk atfedenler, yıldızlara, burçlara uğur ve uğursuzluk atfedenler.

Nimetler için Allah’a şükretmiyorlar ama felaketlerde Musa’nın uğursuzluğuna yoruyorlar.

“ve lâkinne ekserehüm lâ ya’lemun”; Fakat onların çoğu bunun farkında bile değil. Taşı gediğine koydu ayet. Yani onların aslında düşünme melekeleri dumura uğramış, onun için bilmiyorlar, görmüyorlar, duymuyorlar. Adeta kör sağır davranıyorlar.

132. Uğura inan, git hurafeye inan, ama gözünle gördüğün mucizeyi inkâr et. Bu böyle. Bilinç ters dönerse, insan eşyayı, hakikati amuda kalkarak algılamaya çalışırsa, her şey ters gelir.

Demek ki kâfirlerin iman etmeleri için illâ da olağan üstü şeyler getirmek yetmemektedir. Zira iman bir kalp işidir. Bir hidâyet işidir. Onun içindir ki Allah elçilerinin bizim yapmamız gereken şey sadece insanlara Allah’ın âyetlerini götürmek, insanları Allah’ın yasalarıyla uyarmaktır. Değilse istediğiniz kadar ikna edici olağan üstü şeyler gösterseniz de onlar yine inanmayacaklardır.

14

133. Tufan, sel ve su baskınları, ölümlere yol açan su ve sel baskınları olsa gerek. Ki Mısır’ın en büyük felaketlerinden biri Nil’in yılda birkaç kez kabarıp etrafında canlı adına ne varsa silip süpürüp götürmesi idi.

Bu musibetler, Allah’ın birer kudret nişânesi, varlığının apaçık delilleri olarak onların üzerine peş peşe gelmeye başladı:

اَلطُّوفَانُ (tufan): Bir hafta aralıksız devam eden şiddetli bir yağmur yağdı, Nil nehri taştı ve büyük bir sel tufanı meydana geldi. Bu tufan Mısır halkının evlerini basıp hepsini tahrip etti. Fakat İsrâiloğullarına bir zararı olmadı.

اَلْجَرَادُ (cerâd): Çekirgeler demektir. Bunlar, bütün yeşil ürünleri yiyip bitirir, araziyi kısa sürede çırılçıplak hale getirirler. Anlaşılan o ki, bu çekirgeler, tufandan sonra biten kuvvetli ve gür ekinleri yiyip bitirmişlerdir.

اَلْقُمَّلُ (kummel): Bit, pire ve güve gibi çeşitli cinsteki küçük böceklerdir. Bunlar Firavun kavminin hem bedenlerine hem ürünlerine Musallat olmuşlar, onları son derece sıkıntıya sokmuşlardır.

اَلضَّفَادِعُ (dafâdi‘): Kurbağalar demektir. Her tarafı kurbağalar doldurmuş, âdetâ başlarına kurbağa yağmıştır.

اَلدَّمُ (dem): Kan demektir. İçecekleri bütün sular ve Nil nehri kan olarak akmaya başlamıştır.

Musibet; müminin imanını, kâfirin inkârını artırır sevgili dostlar. Onun için bu yasa o gün de geçerli idi. O günde müminlerin imanını artıran bu musibetler, kâfirlerin inkârını artırmıştı.

134. İşte tam tipik bir küfür davranışı. Musibet başına gelince, yani başı sıkışınca şu vaatte bulunurlardı.

135. Fıtrat sözüne ihanet eden musibet sözüne neden sadakat göstersin ki. Çünkü küfür var oluşa ihanettir. Kişi kendi var oluşuna ihanet ediyorsa, musibet sözüne neden sadakat göstersin. Onun için onlar da göstermediler.

136. Hakikat karşısında aldırmayanlar, sessiz kalanlar, zulme karşı sessiz kalanlar, zulmedenlere ortak olanlar gibi değerlendiriliyor. Buradan rahatlıkla bu çıkarılabilir.

Ayetlere inandıklarını iddia eden bu insanlar öyle bir hayat yaşıyorlardı ki yaşadıkları hayatlarında bu inandıkları ayetlerin kokusunu bile görmek mümkün değildi. Adamlar tüm bu musibetlerin bizzat Allah tarafından geldiğini biliyorlar, bundan kurtuluşun da yine Allah’ın elçisinin duasıyla olacağını biliyorlar, gelip ondan dua talep ediyorlar ama sonra da dönüp öyle bir hayatın adamı oluyorlar ki bu hayatlarında imanın eseri bile yok.

137. 138. Hz. Mûsâ kavmini Kızıldeniz’den sağ salim geçirince karşılaştıkları bu toplumun putperestlik uygulamaları İsrailoğulları’nın hoşlarına gitti ve Mûsâ’dan, kendi dinlerinde de böyle bir gelenek başlatmasını istediler.

Allah’a şükredecekleri bir noktadalar. Korkunç bir zulümden kurtarılmışlar, muhteşem bir mucize ile ve geldikleri nokta burası. Bu ümmete başından bir uyarı, daha baştan uyarı. Yahudileşmeyin ey Ümmeti Muhammed. Siz de Müslüman İsrail oğullarının yaptığı gibi Yahudileşmeyin.

Her kim ki Allah yolunda zillet sıkıntısına karşı sabrederse, Allah ona izzet tacı giydirir ve onun akıbetini güzel kılar.

139. Putlar türetip onlara tapanlar, zamanla bu önemsiz varlıkları gerçek tanrı yerine koyup Allah’ı unutacak ve inkâr edeceklerdir. Nitekim tarihteki birçok benzerleri gibi Câhiliye Arapları da “Biz putlara, sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” (Zümer 39/3) demelerine rağmen gerçekte Allah’ı unutmuşlar, O’nun yerine putları koymuşlardı.

140. O Allah ki sizi en kötü bir hayattan kurtarıp âlemlere üstün kılmıştır. Yeryüzünde liderliği, önderliği, imamlığı size vermek sûretiyle, sizin içinizden imamlar, peygamberler, önderler, liderler çıkarmak sûretiyle sizi tüm âlemlere üstün kılmıştır.

141. Rabbimizin İsrâiloğullarına lütfettiği nimetlerinin en büyüğü kölelikten kurtuluş nimetidir. Allah’ın onlara lütfettiği hürriyet nimetidir. İşte bunda sizin için büyük bir imtihan vardır.

142. Mûsâ (a.s)’ın toplumu müslümandı ama henüz müslümanlık içlerine tam oturmamıştı. Önceki hayatlarını, Mısır’ın kültürünü, Firavunun eğitimini İslâmlarına katarak bozuk düzen bir müslümanlık yaşayan bir toplumdu. Mısır’da Firavunun kendilerine sunduğu eğitim her an hayatlarında açığa çıkıyor ve cins cins tavırlar sergiliyorlardı.

143. Tarihin ender rastladığı bir hadise gerçekleşiyor. Bu an, zamanın donduğu an adeta. Musa peygamberi, tüm peygamberler içerisinde bir özelliği ile öne çıkaran; Kelimullah, Allah’la konuşan peygamber olma özelliğiyle öne çıkaran, zamanın donduğu muhteşem bir an. İnsanın tüylerini diken diken eden bir an.

“Kale” Musa dedi ki; “Rabbi erini enzur ileyK” Rabbim göster bana zatını, göreyim seni. Burada bir imkânsızlığı bu gözlerle Allah’ı görmenin imkânsızlığı dile getiriliyor.

Herhalde burada inananların ilki olmaktan kasıt, Allah’a onun varlıkla birliğine inanmak değil. Çünkü o inananların ilki değil. Burada inananların ilkinden kasıt, Senin görünmeyecek olduğuna bizzat şahit olanların ilkiyim. Çünkü ilkti gerçekten. Buna bizzat şahit olanların ilki o olmuştu.

İslâm bilginleri Allah’ın dünyada görülmesinin mümkün olmadığını kabul ederler. Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var olma şartına bağlayarak varlığında şüphe bulunmayan Allah’ın âhirette görülmesinin aklen mümkün olduğunu ve mümin kullarına görüneceğini kabul ederken Mu‘tezile âlimleri aksini savunurlar

144. Hz. Mûsâ’nın yüce Allah’ı görme dileğinin kabul edilmemesi karşısında, teselli mahiyetinde olmak üzere, Allah Teâlâ ona, iki büyük nimetini ikram etmek üzere onu seçtiğini, bu suretle kendisini diğer insanlardan üstün ve seçkin kıldığını hatırlatmıştır.

Bu nimetlerden biri Mûsâ’ya tebliğler (risâlât) yani vahiyler gelmesi, diğeri de Allah’ın onunla vasıtasız olarak konuşmasıdır (kelâm).

145. “Fehuzha” bu levhalar Ahdi kadim de geçen on emir ve belki de onların ayrıntıları. Tevrat bu anlamda 10 emir ve ayrıntıları Hz. Musa’ya bir seferinde inmiştir kanaati, inancı, işte bu ayette anlatılan o on günlük vahyi iletme sürecinde verilmesinden dolayı söylenir. Ki mahiyetini Allah bilir tabii.

Âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki Allah elçisinden sonra gelen bizler Allah elçisinin bize bıraktığı bu kitabı en güzel bir şekilde anlamak, tanımak, algılamak ve hayatımızı onunla düzenlemek zorundayız. Biz bunu yaptığımız zaman Rabbimiz fâsıkların yurdunu bize gösterecektir. Zira fâsıkların yurdu imansızdır orada iman yoktur orada inanç yoktur ve bunun için de orada hayat yoktur. Çünkü vahiyden uzak olan bir yerde hayat da yoktur. Kur’an ve sünnetin olmadığı bir yerde, vahyin bulunmadığı bir yerde bir evde bir ülkede kesinlikle hayat da yoktur. Vahiyle irtibatları olmadığı için ölüdür onlar.

15

146. Burada çok önemli bir uyarı var. Yine de ona inanmazlar. İsterse her türlü mucizeye şahit olsunlar, onlar yine de inanmazlar. Neden? Çünkü alabora olmuş bir bilinçle bakıyorlar. Alabora olmuş bir bilinç, ters dönmüş bir bilinç.

Dikkat buyurun, ayetin bu son cümlesi çok önemli. Kendi kişisel, sübjektif görüşünü, Allah’ın insanlık için koyduğu genel yasaların, objektif yasaları üzerinde görüp, kendi kişisel kaygılarını, kendi kişisel endişelerini mutlak ahlaki ölçülerin üzerinde tutmak.

147. Yani kötüyü tercih edip iyi sonuç bekleyenlerin gülünç tavrına örtülü bir istihza. Hem kötü yapacaklar, hem de iyi karşılık bekleyecekler. Onlar yaptıklarının karşılığını almayacaklarını mı sanıyorlar. Dahası, yaptıklarından başka bir karşılık mı verileceğini umuyorlar.

Bu iki ayet-i kerimeden hareketle hidayetten nasip alamayıp bütün emekleri boşa gidecek ve ebedî hüsrana uğrayacak talihsiz bir toplumun belli başlı hususiyetlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
Yeryüzünde haksız yere büyüklenmek; kibir ve gurura kapılmak,
Bu mezmûm hastalığın bir neticesi olarak Allah’ın ayetlerini anlamaktan yüz çevirmek,
Hangi mûcize, ne kadar kuvvetli delil olursa olsun hiçbirine inanmamak; hiçbirini dikkate almamak,
Doğru yolu reddetmek,
Azgınlık yolunu tercih edip ona sımsıkı sarılmak,
Allah’ın ayetlerini yalanlamak,
Allah’ın âyetlerini okuma, araştırma ve üzerinde tefekkürden gafil olmak,
Âhiret gününe kavuşmayı yalanlamak.

148. Çok ilginç ve bu adamlar sığırın bilinçsiz olduğunu biliyorlar. İnsan hakikatten uzaklaşınca böylesine mantıksızlaşır. Aslında onlar Mısır’a tapıyorlardı. Özlemişlerdi Mısır’ı. Düşmanlarına tapıyorlardı.

Bir de dikkat ederseniz buzağı ziynet eşyasından yapılıyor. Bugün de bakıyoruz ziynet eşyalarının, altının, gümüşün, paranın putlaştırıldığını görüyoruz. İnsanlar bugün de bunlara tapınıyorlar âdeta. Ziynet esasen süs demektir. Dünyanın süsü ve ziyneti. Bugün de insanlar âdeta bunlara tapınıyorlar. Öyleyse biz de buna çok dikkat etmeliyiz. Dünya ve dünyanın süsü ve ziyneti olan şeyler hayatımızda putlaşmasın.

149. Hz. Musa’nın bu duasına ta yürekten biz de âmin diyor ve buna şu duayı ekliyoruz.

150. Dikkatinizi çekiyor mu? Levhaları attı. Levhalarda ne yazıyordu? Allah’ın emirleri. Peki, levhaları neden attı? Allah’ın emrini tutmak için levhaları attı. Onun için ters çalışırsa zihin nerelerden ne çıkarır.

Mûsa levhaları bıraktı ve kardeşinin başından tuttu kendine doğru çekmeye başladı. Bundan şunlar anlaşılır:
1- Din işinde öz kardeşi de olsa hatıra gönüle bakmıyor.
2- Kardeşini kendi yerine halef bırakmış olduğundan, her şeyden önce hesap sormaya ondan başlıyor.
3- Kardeş ile işbirliği etmek en önemli iş olduğundan, önce kardeş ile işbirliği etmek gerektiğini gösteriyor.
Rabbim, Ümmeti Musa’nın Yahudileşip yoldan çıktığı gibi, ümmeti Muhammed’i Yahudileşmekten koru.

Halbuki, Tûr’da yaşadığı o ulvî hâlin ve teneffüs ettiği o lahûtî demlerin akabinde, dönüp geldiğinde kavmini hak yoldan sapmış ve buzağıyı ilâh edinmiş halde görünce nasıl bir sıkıntı, üzüntü ve ıstırab içine düştüğünü düşünmek gerekir. Gerçekten şu mihnetlerden hangisinin Mûsâ (a.s.) daha ağır geldiği bilinemez:
1. Allah’ın kelâmını işitmek nimetini kaybetmiş olmak,
2. “Sen beni asla göremezsin” hitabıyla Allah’ı görmeyi istemekten engellenmiş olmak,
3. İsrâiloğullarının fitneye düşüp, şehvetlerinin kalplerini istila etmesi sebebiyle buzağıya ibâdet ettiklerini görmek. Sübhânallah! Allah’ın, peygamberlerine olan belâ ve imtihanları ne kadar da şiddetli.

151. Bir peygamber son en zor şartta bile insanın istikametinin nereye dönmesi gerektiğini, insanın son yöneleceği merciinin hangi mercii olması gerektiğini işte böyle öğretir insana.

Öyleyse kişiler seçtiklerinin yaptıklarından sorumlu olduklarını unutmamalıdırlar. İşte bunun içindir ki Hz. Mûsâ olup bitenlerden ötürü önce kendisini sorumlu kabul edip kendisi için af diledikten sonra yerine tayin ettiği kardeşi hakkında dua ediyor.

16

152. Tabii burada sadece şirk değil, aynı zamanda düşmanına tapacak kadar onursuzlaşan bir topluluğa hüküm koyma var.

Zaten bu onursuzluğun ta kendisi. Bir insan veya insanlar düşmanlarına tapmaya başlamışlarsa bundan büyük onursuzluk mu olur.

Evet heykellerin peşinden giden, heykelleri putlaştıran, heykelleri tanrılaştıran, buzağıları diken ve onların arkasında kendi fikirlerini, kendi görüşlerini putlaştıran, vahyi bırakıp da kendi hevâ ve heveslerini, kendi yasalarını putlaştıran hangi insan, hangi toplum olursa olsun onun âkıbeti Rablerinin rahmetinden mahrum olmak, Allah’ın gazabına maruz kalmak ve yeryüzünde aşağılık horluk ve zillet damgasını yemektir.

153. Süpürme yok. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar büyük suç işlerse işlesinler, yine kulumsun bana geleceksin dercesine, affederim diyor peşinen. Yeter ki ısrar etme.

Bakınız işlenen günahın büyüklüğüne bakınız, nankörlüğün büyüklüğüne bakınız; Allah’ın rahmetinin büyüklüğüne bakınız. Hiçbir nankörlük Allah’ın rahmetinden büyük olamaz. Hiçbir günah Allah’ın merhametinden büyük olamaz. Hiçbir isyan Allah’ın affından da büyük olamaz.

Tevbe, günahtan geri dönüştür. Pişmanlıktır. Şüphesiz tevbe bağışlamayı gerektirir.

154. Yani aldığı levhaların üzerinde rablerinden korkanlara rehberlik eden ve rahmet vaad eden öğretiler yazıyordu. Aslında Allah’ın rahmeti bu değil mi, Allah nasıl rahmet eder, vahiy Allah’ın rahmeti değil mi. Vahiy Allah’ın en büyük rahmeti değil mi?
Ayrıca “öfkenin susması” ifadesiyle Kur’ân-ı Kerîm, öfkeyi canlı bir varlık gibi somutlaştırmakta; onu Musa’nın üzerine çullanan, onu durmadan şiddete sarılmaya iten, “şunu yap, şöyle söyle, levhaları bırak, kardeşinin başını tut” tarzında emirler veren canlı bir varlık gibi tasvir etmektedir. Bu canlı varlık, ondan el çekip, onu kendi haline terk ettiğinde Musa kendine gelmekte; öfke saikiyle yaptığı bir kısım yanlışları düzeltmektedir.

Âyette, öfkenin insanlara doğru olmayan işler yaptırdığına dolaylı bir işaret vardır. Nitekim Mûsâ’nın öfke sebebiyle Tevrat levhalarını yere atması, bilinçsizce yapılmış yanlış bir iş olduğu için, öfkesi yatışınca bunun farkına vararak yerdeki levhaları tekrar eline almış ve af dilemiştir.

155. Beni de helak ederdin, diyor. İlginç, çok ilginç. Oysa o, o suçu işlemedi. Ama sorumluluk hissediyor.

“Racfe” sarsıntı anlamına geliyor. Bu sarsıntının fiziki bir deprem, hem de gürültülü bir sarsıntı anlamına geliyor. Yani bir volkanik deprem olma ihtimali çok yüksek. Ama bunun bir yürek sarsıntısı, bir pişmanlığı çağrıştıran, bir iç sarsıntıyı da ima ettiğini gözden ırak tutmamak lazım, insanın içi sarsılır ya; Ne yaptım ben. Ben ne yaptım. Ben nasıl isyan ettim. Ben Allah’a karşı nasıl bunu yapabildim der.

Her aklı başında insan büyük felaketlerin ardından, İşte Hz. Musa’nın sorduğu bu soruyu sorar. Bu korkulu bir dua. Bu içinde volkan gibi kaynayan pişmanlık ateşiyle yanan bir yüreğin Allah’a yönelişidir işte. Tevbenin iç depreme dönüşmesidir bu. İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak eder misin Allah’ım.

Yani bela, bazılarının imanını bazılarının inkârını artırır. Ya da başka bir ifade ile Bela müminin imanını, kâfirin inkârını artırır. Bela bazıları için ebedi.

Çünkü sen bağışlar, bağışlamanı istismar etmez, çünkü sen bağışlar, bin kez bağışlar, bin birinci kez yine yaptığım zaman; Yine mi sen! Demezsin. Bir kez de; Yine mi sen demezsin. Bin kez bağışlarsın. Onun için sen bağışlayanların en hayırlısısın. Birçokları da bağışlayabilir. İnsanlar da bağışlayabilir ama hiç biri senin gibi bağışlayamadı onların. Bağışlarlar, başa kakarlar, bağışlarlar istismar ederler, bir kez bağışlar, iki kez bağışlar, üç kez bağışlar, dördüncüsünde suç olur. Öbürünün de acısını çıkarırlar. Ama sen öyle misin Allah’ım, döner döner bağışlar, bin kez bağışlarsın da bir kez olsun yine mi sen demezsin.

156. Ya rabbi, bunlar Musa’dan değil bizden, biz söylüyoruz, kabul et. Bunlar bizim niyazımız, bunları bizden kabul et.

Musa, kendisi için değil, beyinsizler için dua ediyor. Tıpkı çobanın sürüsü içinden ayağı kırık keçiyi omzuna aldığı gibi. O da yürüyemeyenler için dua ediyor. Yola yatanlar, geriye kalanlar, yolu satanlar, yolda vur patlasın çal oynasın keyif çatanlar için dua ediyor.

Zekât insanın arınmak için ödemesi gerekli olan bedeldir. Bu bedel kimi zaman maldan, kimi zaman candan, kimi zaman bilgiden, kimi zaman hayattan, kimi zaman evlattan, kimi zaman bizzat insanın en sevdiği şeylerden verilir.

Benin azabım elbette dilediklerime ulaşacaktır. Kendilerine rahmet kapıları olarak gönderdiğim kitaplarımla diyalog kurmayan, kendilerine örnek olarak gönderdiğim elçilerimle tanışmayan ve ken-dilerinden istediğim hayatı yaşamaya yanaşmayan kimselere mut-laka benim azabım ulaşacaktır.

157. Ümmiyy, kelimesi hakkında üç farklı görüş ileri sürülmüştür:
a) Ümmülkurâ (Mekke) ismine nispetle “Mekkeli” anlamında;
b) Ümmet (millet) kelimesine nisbetle “Arap milletinden” (çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen bir topluma mensup) anlamında; veya o zamana kadar kendilerine kitap verilmemiş olan ümmî bir topluma gönderilen elçiye tâbi olurlar.
c) Ümm (anne) kelimesine nispetle “annesinden doğduğu gibi, annesi gibi” (okuma-yazma bilmeyen) anlamında

Âyette ma‘rûf-münker kelimeleri fiil ve davranışlar için, tayyibât-habâis kelimeleri de yiyecek içecekler için kullanılmıştır.

Allah’ın rızasına hak kazanacak ve felaha kurtuluşa erecek insanların özellikleri anlatılırken şu şartlar ortaya konuyor:
1: Peygambere iman etmek. Peygamberin örnekliliğine ve her konuda onun gibi olmamız gerektiğine iman etmek.

2: Peygamberi desteklemek ve ona yardım etmek. Peygambere yardım onun misyonuna yardımdır. Peygambere yardım onun geliş gayesine yardımdır. Eğer onun vazifesini biz de vazife bilir, onun derdini biz de kendimize dert bilir, iş bilir, görev bilir ve o uğurda çırpınırsak işte o zaman biz peygambere yardım ediyoruz demektir.

3: Peygamberle gönderilen nura yani Kitaba uymak, kitaba tâbi olmak, hayatı onunla düzenlemeye çalışmaktır.

158. Bana benden dolayı hürmet etmeyeceksiniz, bana benden dolayı inanmayacaksınız. Bana inanacak, bana sahip çıkacak, bana hürmet edecek beni destekleyecekseniz, kim adına destekleyeceğinizi söyleyeyim mi. Destekleyeceğiniz o zatın özelliği şudur; “elleziy leHU mülküs Semavati vel Ard” göklerin ve yerin hâkimiyeti, egemenliği kendisine ait olan Allah için destekleyeceksiniz. Çünkü beni, ben göndermedim. Beni O gönderdi.

Allah’a ve O’nun elçisine inanın, Allah’a ve O’nun bütün mesajlarına inanan ümmi haberciye, ümmi nebiye de inanın. Yani öncelikle siz değil o iman etti. Yani imanda o kendisine değil, kendisinin de inandığı şeylere çağırıyor sizi.

Bu çok önemli, peygamberler kendilerine çağırmazlar. Onun için peygamberler kılavuzdurlar. Ben menzilim demezler, onlar menzile götürürler. Kılavuzdurlar. Ardına takılanlarla birlikte yürürler, menzili maksuda ererler. O menzilde cennet vardır.

159. Asıl bu ayetten alacağımız ders şu; Kur’an düşünce sistematiğinde toptancılığa yer vermiyor. Süpürücülüğe yer vermiyor. Bakınız süpürüp atmadı. Ayıklayın diyor ve ayıklıyor. Musa’nın arkasındaki insanları toplayıp ta çöp tenekesine atmıyor, ayırıyor. İyileri hep ayırıyor. İyilerde var diyor. İyiyi takdir ediyor. Kötüyü tekdir ediyor ama iyiyi de takdir ediyor ve bize bir şey öğretiyor; siz de böyle yapın diyor.

17

160. Menn, Kişniş tohumu gibi sabah kalktıklarında yerde ince bir tabaka bulurlardı bembeyaz. Bunu toplarlar, öyle de yerler, ekmekte yaparlar, yağı içinde. Mantar gibi. Ekmeden, dikmeden kendiliğinden yetişen.

Selvayı, kadim müfessirlerin aktardıklarından yola çıkarak bıldırcın kuşu diye çevirmişler.

161. “hatıy’atiküm”; Sizin kasıtlı olarak yaptığınız suçlarınızı bağışlayalım çünkü Hata’y kasıtlı olarak yapılan suç demektir. Niyette kötüyü kastetmek ve eylemde de kastettiğiniz kötüyü tutturmaya Hata’ denir, Aht’a ise, niyette iyiyi kastedip de onu tutturamamaktır. İşte hata diye buna denir. Türkçeye yanlış geçmiş.

Hıtta: Allah’ım bağışla! Allah’ım affet! Rabbim mağfiret et! Demektir. Yâni Arapça’daki estağfirullah anlamına bir kelime.

162. Kelimelerle oynamalarına şöyle bir tarihsel örnek verilir; Onlara şöyle dendi; Hınpa deyin. Hınpa yukarıdan inmek, indirmek anlamına gelen bir sözcük İbrani dilinde. Yani bize rahmet indir, bize af indir anlamına, estağfurullah anlamına. Onlar Hımpa dediler. Bir tek harfini değiştirdiler. Hımpa buğday anlamına gelir. Yani bize rahmet indir değil de buğday indir anlamına gelecek bir sözle değiştirdiler. BAKARA 104

İsrail oğulları içindeki zulmedenleri iki şey dejenere etmiştir. Bunlardan biri dünya nimetidir. O da kudret helvası ve bıldırcındır. Diğeri Ukbâ nimetidir. O da mağfiret ve mükâfatlandırmadır. Zamanı geçtikten sonra, kişiye ne imanı, ne de pişmanlığı fayda verir.

163. Şabat günü. Cumartesi yasağı. Kendileri ibadet için istedikleri güne ihanet ediyorlar. Kitaba uymak yerine kitabına uydurmak, işte Yahudileşme alametlerinden en büyüğü idi.

Cuma akşamından deniz kenarındaki Yahudi halklar ağlarını geriyorlardı, Cumartesi akşamı ağı topluyorlardı. Cumartesi de çalışmamış oluyorlardı hesapta. Yani Allah’a karşı uyanıklık yapıyorlardı, (haşa.)

Hudeybiye’de Asbab-ı Kiram ihramlıyken de böyle bir olay yaşandı. Sahabe efendilerimiz nefislerine uymadılar.

Kötü bir örnekte günümüzden. (Ali Küçük tefsirinden) Meselâ bir adam ölüyor, onun namaz borcunu, yemin borcunu filan hesap ediyorlar, üç beş fakiri çağırıyorlar ve o ölen kişi adına onların ellerine milyonları veriyorlar ve geri alıyorlar, öleni affettirmeye çalışıyorlar. Bu düpedüz Allah’ı kandırmaya ve Onunla alay etmeye çalışmadan başka bir şey değildir.

164. Üç tip insan var. a) Allah’ın yasaklarını çiğneyenler, b) Allah’ın hükümlerine uymakla birlikte günahkârların ıslah edilmesi konusunda kötümser olup irşadın yararsız olduğunu düşünenler, c) İrşadın terkedilemez bir görev ve sorumluluk olduğunu, ayrıca bu hususta ümitsiz ve karamsar olmamak gerektiğini düşünenler.

Görüyorsunuz dostlar, suç işlememek yetmiyor, günah işlememek yetmiyor, günaha sessiz kalmakta bir günah, tepkisiz kalmakta bir günah. Onun için tepkisiz kalanlar, ondan rahatsız olmayanlar, onunla yan yana yaşayıp gidenler. İsyan, tuğyan, günah ile birlikte yaşamaya alışmış olanlar; günaha ortak gibi telakki ediliyor.

165. Sessiz kalanları kurtardık demiyor yalnız. Sessiz kalanlar ahirette kurtulurlar. Ama karşı çıkanlar O‘nun dünyevi gazabından kurtulurlar. Onun için bu üç grubun, üçünün dünyevi ve uhrevi hükmü böyle belirlenir.

Günaha sessiz kalanlar elbette ahirette sorumlu olmazlar, ama dünyada o günah dolayısıyla bozulmuş ve kokuşmuş toplumun belasına ortak olurlar. İkincisi O’na karşı çıkanlar, dünyada da o beladan uzak tutulurlar.

18

166. Düşmanının putuna tapacak kadar onu taklit eden bir toplum ancak böyle tanımlanabilir. Maymundan beter olun. Zaten maymundan beter olmuşlardır. Öyle değil mi?

Düşmanının putuna tapan bir toplum, maymun gibi taklit hastalığına kapılmış değil de nedir. Oysaki iyi taklit eden maymun yüksek maymundur. Ama insan maymun gibi taklit ederse alçak insan olur. O sebeple burada “Hasiiyn”, alçak maymun, maymundan beter biçiminde anlamak daha uygundur.

Çünkü Mücahit; Ahlaken maymunlaştılar diye tefsir eder bunu, sureten değil.

Darvin de bu maymun olma işini tüm insanlığa mal edivermiş. Bizim beyinsizler de mal bulmuş mağribî gibi onun bu saçmalığına sahip çıkıvermişler.

167. Yahudi tarihine bakın, bunun canlı şahidini görürsünüz. Yahudi tarihinde katliamlar, katliamlar ardı ardına bu çağa kadar gelip dayanmıştır. İşte bu bir Mucizedir onun için bu ayet.

Her asırda bunlara ayrı bir devleti Musallat etmiş, kimi zaman kılıçtan geçirilmişler, kimi zaman sürgüne maruz kalmışlar, kimi zaman zillet ve meskeneti yudumlamışlar. Bir dönem Buhtunnasırı, bir dönem Babil kralını, başka bir dönem Romalıları, başka bir dönem İran’ı onlara Musallat etmiş tarih boyunca hiç bir zaman rahat bir nefes alma imkânı bulamamışlardır.

Şu anda da başka bir belâyı bekliyorlar ve asla oturdukları yerlerde rahat değiller. Güya Filistin’de galip gibi görünseler de iğneli döşeklerde yatıp kalmaktadırlar. Evlerinin altı köstebek yuvası gibi dehlizlerle doludur. Günün birinde kanlarını emdikleri, kemiklerini kırdıkları insanlar üzerlerine yürüyecek de kaçacağız diye uyku durak bilmeden bir hayat yaşamak zorunda kalacaklar. Elbette Allah’la çatışma içine giren bir toplumun akıbeti böyle olacaktı.

İşte İsrâil oğulları ve işte İsmail oğulları. Ne farkımız kalmış bunlardan? Onlar kitaplarını arkalarına atmışlar, onlar peygamberle ilgilenmemişler, hayat programlarını kitaba peygambere sormamışlar, kitaba ve peygambere rağmen farklı bir hayat yaşamışlar ve sonunda rezil bir hayatın adamı olmuşlar. Kitabım Kur’an, peygamberim Hz. Muhammed (a.s) diyen İslâm ümmeti de eğer bugün kitabı ve peygamberi tanımadan bir hayat yaşamaya devam ederse onların da aynı akıbete düşmeleri kaçınılmazdır.

168. Toplu kıyım, Asur kıyımı, Babil kıyımı, Roma kıyımı, İspanya kıyımı, Hitler kıyımı! Saymakla tükenmiyor görüyorsunuz. Onlar paramparça yeryüzüne dağıldılar ki, Medine’ye gidişleri de işte bu dağılmalardan, M.S. 70 teki, Roma kıyımı üzerine dağılmanın sonucuydu. Ve onlar bu dağıldıkları yerlerde bir edebiyat Apukaliptik adı verilen bir edebiyat oluşturdular. Mesihçi, mehdici edebiyat. Biri gelecek bizi kurtaracak edebiyatı. Ve hep böyle baktılar, böyle düşündüler.

“Minhümüs salihune ve minhüm dune zâlik” İşte yine süpürücülüğü reddediyor Kur’an. Yine ayıkladı, yine hepsini bir çuvala doldurmadı.

169. Her fırsatın üzerine balıklama atladılar diyor Kur’an, ama yine de en sonunda nasıl olsa bağışlanacağız gibi bir mantığa sahiplerdi. Neden? Çünkü biz Allah’ın seçilmiş halkıyız inancı var ya.

Onun için, bizde de bu inanç bir parça yok mu? Yani nasıl olsa biz bu ümmete mensup olmakla baştan yırttık gibi, ne karıştırırsak karıştıralım, ne işlersek işleyelim gibi işte Yahudileşme de budur.

170. Kitaba sarılmak kitabın şu cismine sarılıp, onu bağrına basıp onunla yatıp kalkmak değildir. Kitabın ayetlerini ve o ayetlerin ortaya koyduğu manayı hiç kaybetmeden hayatta uygulamaya çalışarak onu muhafaza etmek demektir.

Salat aslında yöneliş demektir. İnsanın bütün varlığıyla, içiyle dışıyla Rabbine yönelişinin adıdır namaz. İşte hayatımızda bunu gerçekleştirmemizi istiyor Rabbimiz. Tüm hayatımızla kendisine yönelmemizi istiyor. Bunun için namazı ikame etmemizi istiyor. İkame doğrultmak, ayağa kaldırmak demektir. Namazın ikamesi de hayatın namazla doğrultulması demektir. Kişinin imanıyla doğrulması imanını ayağa kaldırması hayatını, iman kaynaklı yaşamaya karar vermesi demektir.

Her ümmetin bir namazının olduğunu da bu ayetten öğreniyoruz ki vardır. Ancak şekil ve biçimi farklı da olsa.

171. İnsanların her günah ve isyanlarına mukabil dağlar yerinden oynamasa da, her vakit Hz. Musa’nın mucizesi gibi bir mucize olmasa da, Allah’ın emrini tanımayan ve hakkın koyduğu ahkam ile mücadele etmek sevdasında bulunanlar, Allah Teâlâ’nın, her zaman için dağlar kadar belaları insanların başına yıkabilecek bir kudret ve kuvvete sahip olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Cenab-ı Hak mühlet verir, fakat ihmal etmez.

Evet sadece İsrâil oğullarına değildir bu hitap. Bize de verilmiştir kitap. Öyleyse biz de kitaba böylece sarılacağız. Demek ki biz de Allah’ın bize gönderdiği kitaba sımsıkı, kuvvetlice tutunmak zorundayız.

Sonuç; burada onlarca ayetin bize aktardığı bir olay bitti bu ayetle. Bu onlarca ayet Mekke’nin, hem de hicretten önceki yıllarında, içinde bir tane Yahudi’nin yaşamadığı Mekke’de müminlere ne diyordu, Muhammed A.S. a ne diyordu, Mekkelilere ne diyordu.

Birinci Musa peygamberin Mekke’si, Resulün Mekke’sin de anlatılıyordu. Her peygamberin bir Mekke’si vardır gerçeğine vurgu yapılmıştı.

İkincisi bu ümmetin ilk nesilleri eza ve cefa gören, iman yolunda ezaya katlanan ilk nesillerine; Siz değilsiniz imanın bedellerini ödeyen, sizden önce de ümmetler imanın bedelini ödediler demek.

Üçüncüsü de, bizim için de en önemlisi olan; Ey Ümmeti Muhammed, bakın, sizin gibi İslam ümmeti olan, sizin gibi kendilerine peygamber gönderilen, sizin gibi vahyi yer yüzüne taşımakla görevlendirilen Müslüman İsrail oğulları nasıl Yahudileştiler. Ona bakın ibret alında sizde onlar gibi size emanet edilen vahye ihanet edip Yahudileşmeyin mesajı idi.

19

172. Bu diyalog iki şekilde anlaşılabilir.
1 – Sembolik ve simgesel olarak anlaşılabilir,
2 – Lafzi olarak, yani hakikaten böyle bir konuşma böyle bir diyalog geçmiştir şeklinde anlaşılabilir.

İnsan kendisine çağırıldığı içindir ki kendisinden başka şahit aranmıyor. Senin şahidin yine sensin deniliyor. Çünkü kendine çağırıldın. Bize gel demiyor kimse. Onun için İslam’a çağırmak, insanı kendine çağırmaktır. Kendine gel demektir. Kendine gel denilen her insan, Islama çağrılmıştır. O halde kendini unutan aslında İslam’dan çıkmıştır. Kendine karşı yabancılaşan, işte ıslama karşı da yabancılaşmıştır.

Bu ayette Allah’ın insana verdiği irade, akıl, vicdan.
Fıtratın dili olarak vicdan, fıtratın beyni olarak akıl,
fıtratın gücü olarak irade, aslında bir sözleşme anlamına geliyor.
İnsanın Allah’la sözleşmesi. İnsan eğer fıtratını, yaratılıştan gelen bu fıtratını takip ederse hakikati bulur.

173. Babalarınız fıtratlarına yabancılaştı, babalarınız özüne yabancılaştı, siz babanızı takip etmek için fıtrata ihanet ettiniz. Vicdana ihanet ettiniz, vicdanınızın üzerini kalın bir perde ile örttünüz, doğanıza ihanet ettiniz.

Atalara teslimiyet kesinlikle onların doğruluğuna ve yanılmazlığına itimat mantığı yanlıştır. Aksine geçmişin kitap ve sünnet doğrultusunda sorgulanması gerekmektedir. Ve unutmayalım ki geçmişteki yanlışların tekrarlanması onların üzerine bir yanlışın daha konulması demektir ki bu yanlışın daha da pekiştirilmesi ve ondan dönüşün artık zorlaşması demektir.

174. Son üç ayetin hülasası, Rabbimiz kullarından böyle bir ahid alıyor. İnsanlar henüz yaratılmadan önce Rabbimiz kendilerinden böyle bir söz alıyor. Ama şurasını da hiç bir zaman göz ardı edemeyiz ki Rabbimiz insanları sadece bu misakla yargılamıyor, sadece bu sözle sorumlu tutmuyor. İnsanlardan ezelde böyle bir söz almakla birlikte daha sonra her bir dönemde onlara bu misaklarını bu ahidlerini hatırlatacak kitaplar ve peygamberler gönderiyor. İşte bakın bu misaktan çok sonra Rabbimizin bize gönderdiği bu kitapta bundan söz etmesi bir hatırlatmadır. Onun içindir ki bu kitabın bir adı da zikirdir, zikradır. Kitabın gelişi de, peygamberlerin gelişi de, kâinattaki ayetlerin sunuluşu da bizim için bu misakı anlatan hatırlatan birer uyarıdan, birer hatırlatmadan başka bir şey değildir.

Ancak Allah’ın ayetlerine kulak verip doğru yolu bulanlar da, bu nimetin kıymetini bilmeli, var gücüyle buna şükretmeye çalışmalı ve tekrar küfre dönmek gibi kötü bir sonuçtan Allah’a sığınmalıdır.

175. Her çağda bu ayetin muhatapları bulunur. Allah’ın ayetlerini elinin tersi ile itip şeytanın peşine takılan insanlar, sadece belli zamanlara, belli zeminlere hasredilemezler bu bir gerçek.
Kim bu kimse, Allah’ın mesajlarını ulaştırdığı ve onları elinin tersi ile itip en sonunda şeytana uyanın Bel’am bin Baura olduğu rivayet edilir. Hz. Musa döneminde yaşamış bir ünlü arif ve âlim. Oradaki Moab kabilesine mensup. Ama Bel’am ın kabilesi yine putperest bir kabile. Bu kabile ile müminler arasında, Hz. Musa arasında bir savaş çıkıyor. Moablılarla. Putperest Moablılarla müminler arasında ve Bel’am işte orada müthiş bir sınava tabi tutuluyor. Bir yanda imandaşları, inanç yoldaşları, iman dostları, öbür yanda ırktaşları. Böyle çok ilginç bir sınav.

Kral, Bu İslam ordusunu nasıl yenebilirim bana bunun bir yolunu göster. Onun bir yolu var diyor. Bu İslam ordusuna kötü kadınları musallat et. Onlar fuhuş işlesinler, Allah’ta onlardan destek ve yardımını çeksin. Ondan sonrası kolay, yenersin.

Bu ayetin bir başka isme atfını da görüyoruz. Ümeyye bin Ebis Salt es–Sakafi. Bu Resulullah’la aynı çağı paylaşan ünlü bir şair. Çok ünlü bir şair. Hatta Kur’an da imaen, kendisine peygamber gelseydi şu iki şehrin birinden olan adama gelirdi. Denilen iki insandan biri. Bu Ümeyye düşünebiliyor musunuz, Resulullah’ın; şiirini severek dinlediği bir adam. Şiirini okuttuğu bir adam.

Ve hatta Buhari’nin naklettiği bir habere göre; “Onun şiiri Müslüman olmuştu.” buyuruyor Resülullah. Ve şiiri içinden bazı mısraların hadise dönüştüğü bir adam, Resulullah’ın dilinde hadis olduğu bir adam.

Fıtrata yabancılaşmak deyince görüyorsunuz, insan vicdanının üzerini örtünce bilmesi de bir şey ifade etmiyor. Biliyor ama bilgi onu hakikate ulaştırmıyor. Bilgiyi kötüye kullanıyor, bilgiyi istismar ediyor. İşte Ümeyye mantığı, işte Bel’am mantığı.

176. Kışkırtılmış köpeğe benzer. Bu aslında insanın fıtratına yabancılaşınca nasıl vahşileşeceğinin de göstergesi. İnsan Fıtratıyla, vicdanıyla, doğasıyla ilişiğini kesince düştüğü durum anlatılıyor. Doğası, Allah’ı özleyen bir yapıda, Allah’ı arzulayan bir yapıda.

O sebeple iç güdüleri ile hareket eden, aklıyla, iradesi ile fıtratı ile hareket etmeyen bir insanın işte böyle bir köpekten farkı yok deniliyor ki, gerçekten de ortada değil mi, Aklını iradesini, fıtratını bir kenara bırakıp, ayartıcı öz benliği ile, öz benliği ile hareket eden insanlar, ebedi saadetini bir kemiğe satabiliyorlar. Ebedi hayatı geçici zevklere satabiliyorlar. İşte örnekte olduğu gibi.

Tefekkür aslında aklın tüm fonksiyonlarını kapsayan düşünme yöntemlerinin hepsine verilen isimdir.

177. Kendine kıymak, insanın kendine dönmesi ile çok yakın değil mi. Kendine dönmeyen, kendinden uzaklaşan kendine yabancılaşan bir başkasına etmiş olmuyor. Vahye sırt dönenin en büyük zararı yine kendisine olmuş oluyor.

178. Hidayet de dalâlet de Allah’ın takdirine bağlıdır. Onun için insan daima Allah’a yönelmeli, her zaman O’nun yardım ve desteğine muhtaç olduğu bilincini korumalıdır.

Evet kim hidayette olmayı dilemiş, tercihini hidayete kullanmış, Allah da ona hidayet etmişse onu hidayete erdirmiş, kim de dalâleti, sapıklığı tercih etmiş Allah da onu saptırmışsa işte onlar kaybedenler mahvolanlardır, hüsrana mahkum olanlardır.

179. Kalpleri vardır kavramazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler. Bu üç organın bilgi, bilinç ve iradeyi ifade eden mecazi ifadeler, lafızlar olması mümkün.

Burada ilginç bir kombinezon kuruyor Kur’an; Hisle, duygu ile düşünce arasını birleştiriyor ve düşünceyi, kavrama işini kalbe izafe ederek kalbi de düşünme mekanizmaları içinde sayıyor.

Tabii bildiğimiz yürek değil bu, et olan yürek değil. Hisseden, inanan, inkar eden, iman ve inkarın makamı olan yer. O sebeple İman ve inkarı akıldan, aklı iman ve inkardan bağımsız düşünemeyiz.

Bu sebepledir ki, âyette söz konusu yeteneklerini doğru kullanmayanlar hayvan sürülerine benzetilmiş, hatta onlardan daha şaşkın, daha akılsız oldukları bildirilmiştir. Zira hayvanların da duyu araçları olmakla birlikte duyu verilerini kullanarak bunlardan bilgi üretme, hükümler çıkarma, bilinenlerden yola çıkarak bilinmeyenlere ulaşma gibi aklî ve zihinsel faaliyetler gösterme ve sonuçta zihnini doğru bilgi ve inançlarla ve hayatını güzel davranışlarla süsleme imkânları bulunmamaktadır.

20

180. Esmâ-ül Hüsna: Allah’ın niteliklerine izafe edilir. Ama şu bir gerçektir ki Allah’ın birçok ismi vardır ve Allah’ın isimleri sınırlandırılamaz. Buradaki 99 da Allah-ü Âlem Allah’ın sınırsız nitelikleri vardır. Çünkü kendisi sınırsız olanın nitelikleri de sınırsızdır. Ve isimlerden maksat Allah’ın vasıflarıdır, nitelikleridir.

1. Bu isimler, Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifade eder, kullarda da saygı hissi uyandırır.
2. Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, sevap kazandırır.
3. Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar.
4. En yüce varlık olan Allah’ın isimlerini, anlamlarını kavrayarak okumak, okuyanın değerini de yüceltir.
5. Bu isimler Allah hakkında zorunlu, mümkün ve imkânsız olan inançları ve kanaatleri ifade ettiği için bu isimleri bilip okumak doğru inancın oluşmasına da katkıda bulunur.

1- Allah: Her ismin vasfını ihtiva eden öz adı. Kendinden başka ilah bulunmayan tek Allah.
2- Er-Rahmân: Dünyada bütün mahlûkata merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden.
3- Er-Rahîm: Ahirette, sadece müminlere acıyan, merhamet eden.
4- El-Melik: Mülkün, kâinatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan.
5- El-Kuddûs: Her noksanlıktan uzak ve her türlü takdîse lâyık olan.
6- Es-Selâm: Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran.
7- El-Mü’min: Güven veren, emin kılan, koruyan, iman nurunu veren.
8- El-Müheymin: Her şeyi görüp gözeten, her varlığın yaptıklarından haberdar olan.
9- El-Azîz: İzzet sahibi, her şeye galip olan, karşı gelinemeyen.
10- El-Cebbâr: Azamet ve kudret sahibi.
11- El-Mütekebbir: Büyüklükte eşi, benzeri yok.
12- El-Hâlık: Yaratan, yoktan var eden.
13- El-Bâri: Her şeyi kusursuz ve mütenasip yaratan.
14- El-Musavvir: Varlıklara şekil veren ve onları birbirinden farklı özellikte yaratan.
15- El-Gaffâr: Günahları örten ve çok mağfiret eden. Dilediğini günah işlemekten koruyan.
16- El-Kahhâr: Her istediğini yapacak güçte olan, galip ve hâkim.
17- El-Vehhâb: Karşılıksız nimetler veren, çok fazla ihsan eden.
18- Er-Razzâk: Her varlığın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan.
19- El-Fettâh: Her türlü sıkıntıları gideren.
20- El-Alîm: Gizli açık, geçmiş, gelecek, her şeyi, ezeli ve ebedi ilmi ile en mükemmel bilen.
21- El-Kâbıd: Dilediğinin rızkını daraltan, ruhları alan.
22- El-Bâsıt: Dilediğinin rızkını genişleten, ruhları veren.
23- El-Hâfıd: Kâfir ve facirleri alçaltan.
24- Er-Râfi: Şeref verip yükselten.
25- El-Mu’ız: Dilediğini aziz eden.
26- El-Müzil: Dilediğini zillete düşüren, hor ve hakir eden.
27- Es-Semi: Her şeyi en iyi işiten, duaları kabul eden.
28- El-Basîr: Gizli açık, her şeyi en iyi gören.
29- El-Hakem: Mutlak hakim, hakkı bâtıldan ayıran. Hikmet sahibi.
30- El-Adl: Mutlak adil, yerli yerinde yapan.
31- El-Latîf: Her şeye vakıf, lütuf ve ihsan sahibi olan.
32- El-Habîr: Her şeyden haberdar. Her şeyin gizli taraflarından haberi olan.
33- El-Halîm: Cezada, acele etmeyen, yumuşak davranan, hilm sahibi.
34- El-Azîm: Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce.
35- El-Gafûr: Affı, mağfireti bol.
36- Eş-Şekûr: Az amele, çok sevap veren.
37- El-Aliyy: Yüceler yücesi, çok yüce.
38- El-Kebîr: Büyüklükte benzeri yok, pek büyük.
39- El-Hafîz: Her şeyi koruyucu olan.
40- El-Mukît: Rızıkları yaratan.
41- El-Hasîb: Kulların hesabını en iyi gören.
42- El-Celîl: Celal ve azamet sahibi olan.
43- El-Kerîm: Keremi, lütuf ve ihsânı bol, karşılıksız veren, çok ikram eden.
44- Er-Rakîb: Her varlığı, her işi her an gözeten. Bütün işleri murakabesi altında bulunduran.
45- El-Mucîb: Duaları, istekleri kabul eden.
46- El-Vâsi: Rahmet ve kudret sahibi, ilmi ile her şeyi ihata eden.
47- El-Hakîm: Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan.
48- El-Vedûd: İyiliği seven, iyilik edene ihsan eden. Sevgiye layık olan.
49- El-Mecîd: Nimeti, ihsanı sonsuz, şerefi çok üstün, her türlü övgüye layık bulunan.
50- El-Bâis: Mahşerde ölüleri dirilten, Peygamber gönderen.
51- Eş-Şehîd: Her zaman her yerde hazır ve nazır olan.
52- El-Hak: Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran.
53- El-Vekîl: Kendisine tevekkül edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştıran.
54- El-Kaviyy: Kudreti en üstün ve hiç azalmaz.
55- El-Metîn: Kuvvet ve kudret menbaı, pek güçlü.
56- El-Veliyy: Müslümanların dostu, onları sevip yardım eden.
57- El-Hamîd: Her türlü hamd ve senaya layık olan.
58- El-Muhsî: Yarattığı ve yaratacağı bütün varlıkların sayısını bilen.
59- El-Mübdi: Maddesiz, örneksiz yaratan.
60- El-Muîd: Yarattıklarını yok edip, sonra tekrar diriltecek olan.
61- El-Muhyî: İhya eden, yarattıklarına can veren.
62- El-Mümît: Her canlıya ölümü tattıran.
63- El-Hayy: Ezeli ve ebedi bir hayat ile diri olan.
64- El-Kayyûm: Mahlukları varlıkta durduran, zatı ile kaim olan.
65- El-Vâcid: Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan.
66- El-Mâcid: Kadri ve şânı büyük, keremi, ihsanı bol olan.
67- El-Vâhid: Zat, sıfat ve fiillerinde benzeri ve ortağı olmayan, tek olan.
68- Es-Samed: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herkesin muhtaç olduğu merci.
69- El-Kâdir: Dilediğini dilediği gibi yaratmaya muktedir olan.
70- El-Muktedir: Dilediği gibi tasarruf eden, her şeyi kolayca yaratan kudret sahibi.
71- El-Mukaddim: Dilediğini yükselten, öne geçiren, öne alan.
72- El-Muahhir: Dilediğini alçaltan, sona, geriye bırakan.
73- El-Evvel: Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan.
74- El-Âhir: Ebedi olan, varlığının sonu olmayan.
75- Ez-Zâhir: Yarattıkları ile varlığı açık, aşikâr olan, kesin delillerle bilinen.
76- El-Bâtın: Aklın tasavvurundan gizli olan.
77- El-Vâlî: Bütün kâinatı idare eden, onların işlerini yoluna koyan.
78- El-Müteâlî: Son derece yüce olan.
79- El-Berr: İyilik ve ihsanı bol olan.
80- Et-Tevvâb: Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan.
81- El-Müntekım: Asilerin, zalimlerin cezasını veren.
82- El-Afüvv: Affı çok olan, günahları mağfiret eden.
83- Er-Raûf: Çok merhametli, pek şefkatli.
84- Mâlik-ül Mülk: Mülkün, her varlığın sahibi.
85- Zül-Celâli vel İkrâm: Celal, azamet, şeref, kemal ve ikram sahibi.
86- El-Muksit: Mazlumların hakkını alan, adaletle hükmeden, her işi birbirine uygun yapan.
87- El-Câmi: İki zıttı bir arada bulunduran. Kıyamette her mahlûkatı bir araya toplayan.
88- El-Ganiyy: İhtiyaçsız, muhtaç olmayan, her şey Ona muhtaç olan.
89- El-Mugnî: Müstağni kılan. İhtiyaç gideren, zengin eden.
90- El-Mâni: Dilemediği şeye mani olan, engelleyen.
91- Ed-Dârr: Elem, zarar verenleri yaratan.
92- En-Nâfi: Fayda veren şeyleri yaratan.
93- En-Nûr: Âlemleri nurlandıran, dilediğine nur veren.
94- El-Hâdî: Hidayet veren.
95- El-Bedî: Misalsiz, örneksiz harikalar yaratan. (Eşi ve benzeri olmayan).
96- El-Bâkî: Varlığının sonu olmayan, ebedi olan.
97- El-Vâris: Her şeyin asıl sahibi olan.
98- Er-Reşîd: İrşada muhtaç olmayan, doğru yolu gösteren.
99- Es-Sabûr: Ceza vermede, acele etmeyen.

Zamanı gelince yaptıklarından dolayı cezalandırılacaklar. Ne yapıyorlardı, Allah’ın bir takım sıfatlarını Allah’tan başkasına yakıştırıyorlardı. Allah’tan başkasına Allah’a ait sıfatı yakıştıranlar, Allah’a da başka şeylerin sıfatlarını yakıştırırlar. Bu neyi getiriyor, bu insan zihninin alabora olmasını, hakikatin ters yüz edilmesi sonucunu doğuruyor.

181. Hak Teâlâ, dünya durdukça orada hakka sahip çıkacak ve hakla hükmedecek ehliyetli ve liyakatli şahsiyetler var edecektir. Bunların hakla hidayeti, insanları hakka çağırmaları ve daima hak olanı göstermeleridir. Onlar hakla hareket ederler; yine hakla hak için sükûnete bürünürler. Onlar hem hakla ayakta duran hem de hakkı ayakta tutanlardır.

182. “Senestedricühüm” süreç içinde, yavaş yavaş bitirmek, tüketmek. Allah verdikçe azanlar, şımaranlar, büyüklük taslayanlar. Bireyin yüreğindeki çözülüşüne tekabül ediyor. Birey içinden çözülmeye başlarsa yavaş yavaş kendisine yabancılaşır ve tanınmaz hale gelir.

Devamlı kötülük işlediğin halde Cenâb-ı Hakk’ın sürekli sana iyilikte bulunmasının bir istidrâc olmasından kork. Çünkü O, hiç bilmeyecekleri yerden bu tür kimseleri yavaş yavaş helâke sürükleyeceğini haber vermektedir.

İstidrâc, fitne korkusu olmadan nimetin ardı ardına gelmesidir. İstidrac, tuzak korkusu olmaksızın şöhretin yayılmasıdır. İstidrac, arzuladığı şeyi elde etme imkânı bulduktan sonra esas maksattan yüz çevirmektir. İstidrac, arzu ve isteklerle oyalanıp vefakârlık göstermeksizin boş emeller peşine düşmektir. İstidrâc, zâhirinin düzgün, sırrının ise Allah’ın dışındaki şeylere bağlı olmasıdır.

Bireyin çözülmesi bireyin yüreğinden başladığı gibi, toplumun çözülmesi de toplumun yüreği olan bireyden başlar.

183. Aslında Allah kimseye tuzak kurmaz. Allah yasalarını yazmıştır toplumsal değişmenin yasalarını. Çöküşün yasalarını, iç çözülmenin yasalarını, tabii ki imanın yasalarını da. Ama insanlar bu yasaları kulak ardı ettikleri için, gelen felaketi görmedikleri için onlar tuzak gibi algılarlar.

“Cezalandırma” diye çevirdiğimiz keyd kelimesi ise aslında “tuzak” mânasına gelmekle birlikte, Allah için kullanıldığında İslâmiyet ve müslümanlar için bazı tuzaklar kurmaya ve onları çökertmeye çalışan inkârcıların bu planlarını boşa çıkaran Allah’ın kusursuz, adaletli ve hikmetli planını ifade eder.

184. Tefekkür (düşünme), manaları, hakikati, Allah’a giden yolları kalp ile aramaktır.

Mantıklı olmaya çağırıyor Kur’an. Bakınız akıllı gibi duruyorlar ama nasıl mantıksızlık yapıyorlar Resulallah’a delilik izafe ederken. Yıllar yılı olmayan bir şey yeni mi çıktı. Düşünsenize arkadaşınızdı diyor.

21

185. Aşkın bir yaratıcının varlığına, yaratıklar delildir diyor bu ayet. Baksınlar göğe, baksınlar yere ve baksınlar içlerine, fıtrat sözleşmesini hatırlasınlar. Hatırlasınlar ve unutmasınlar Allah içlerine koydu. Ama onlar kendilerine bile sırt çevirdiler, vahye neden çevirmesinler. Vahye sırt çevirmek insanın kendisine sırt çevirmesidir.

Bu ayet, bir çok neticeye delâlet eder:
Birinci netice: Taklit, caiz değildir. Mutlaka düşünüp tasdik etmek gerekir.
İkinci netice: Nübüvvet meselesi, Cenâb-ı Hakk'ın birliği meselesine dayanır.
Üçüncü netice: Hak teâlâ'nın "Artık bundan sonra hangi söze inanırlar?" buyruğunun karşılık bulmamasıdır.

186. Yazgı tercihinizin neticesidir. Allah insanın kaderini seçmek kıldı. Kaderiniz seçiminizdir. Seçiminize göre Allah’ın yasası ile muhatap olacaksınız. Allah’ın yasası seçiminize göre işleyecek.

Zorla cehenneme göndermez onu. Onun sapıklığına, dalâletine izin verir, imkân yaratır onun için sapıklık yollarını açıp azap yolunu kolaylaştırır.

187. Hem Resulullah’ın nübüvvetine inanmıyorlar, hem son saati ona soruyorlar. Soruyorlar çünkü hurafe birçok inançları var. Çünkü insanların olağanüstü haller gösterebileceğine inanıyorlar. İnsanların, kâhinlerin, cincilerin, üfürükçülerin yaptıklarına çok aldanmışlar. Resulullah’ı da onlar gibi sanıyorlar. Oysa onun bir peygamber olduğunu, yani haberi taşıdığını, haberi Allah’tan aldığını, Allah’tan almadığı bir haberi getirmediğini bilmiyorlar. Yanlış adresten yanlış soru.

188. Ben diyor gayba, insan idrakini aşan bilgiye muttali değilim. Ben kendim için bile bunu isteyemiyorum. Kendime yarın ne yapılacağını bilmiyorum.

Ayette Hz. Peygamber’in mutlak olarak gelecek hakkında hiçbir şey bilmediği değil, Allah’ın bildirdikleri dışında gaybı bilmediği ifade edilmektedir. Çünkü geleceğe dair her konu gayb sayılamaz; insan, tabiat kanunları denilen Allah’ın evrendeki yasaları hakkındaki bilgisi, deneyimi ve aklı sayesinde gelecek hakkında bazı kesin bilgilere sahip olmakta, bazı tespitler yapabilmektedir. Ayette asıl vurgulanan nokta, geleceğin insanlar için büsbütün karanlık olduğu değil, Allah imkân ve fırsat vermedikçe kulun varlık ve olaylar hakkında kendi başına bilgi edinemeyeceği, neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu göremeyeceğidir.

189. Eşleri; Birbirlerinin sakinleştiricisi olarak düşünüyor Kur’an. Görüyorsunuz değil mi, birbirlerinin teskin edicisi, birbirlerinde sükûn bulsunlar. Adeta dalgalı bir denizdir insan, bu denizin dalgası eşler olarak birbiri dindirecektir dercesine.

190. Çocukları dünyaya gelmeden önce dua dua Allah’a yalvarıp ya Rabbi ne olur bize eli ayağı düzgün bir çocuk dedikleri halde çocukları dünyaya geldikten sonra da ya Rabbi tamam, senin işin buraya kadardı, istediğimizi yerine getirdin ve işin bitti. Artık onun bundan sonraki hayatını, eğitimini sen bilemezsin. Biz onu nasıl eğiteceğimizi, nasıl yetiştireceğimizi senden daha iyi biliriz diyerek çocukları konusunda bana şirk koştular diyor Allah. Bunu dille söylemeseler bile fiilen pek çok Müslüman’ın yaptıkları bundan başka bir şey değildir.

191. 192. Bu iki ayette ulûhiyetin en başta gelen üç özelliğine dikkat çekilir:

1. Yaratma: Her şeyi yaratan Allah Teâlâ’dır. Onun dışındaki bütün varlıklar O’nun yaratığıdır. Dolayısıyla kendisi yaratılmış olan bir varlığın ilâh olması mümkün değildir.

2. Başkalarına yardım edebilme, onların bütün ihtiyaçlarını karşılamaya güç yetirebilme: Allah, her türlü yardım taleplerine cevap verecek kadar zengin, lutufkâr, cömert ve merhametlidir. O’nun dışında hiçbir varlık bu vasıflara sahip olamayacağı için ilâh da olamaz.

3. Kendi kendine yetebilme. Allah kayyûmdur; bizzat kendi kendine var olduğu gibi, başka varlıkların var olması ve ayakta durması da O’na bağlıdır. Allah samettir; O kimseye muhtaç olmadığı gibi, bütün yaratıklar O’na muhtaçtır. Dolayısıyla Allah Teâlâ, kendi kendine yeterli olan ve hiçbir yönden başka bir varlığın yardımına muhtaç olmayan tek varlıktır.

22

193. O kendisinden çocuk istediğiniz falanca baba, falanca yatır, falanca mezar eğer yalvarsanız yol göstersin diye size yol bile gösteremezler. Allah yol gösterir size. Yani adresi yanlış tutuyorsunuz, şaşırdınız siz. Niçin? Çünkü fıtratınıza yabancılaştınız. Vicdanınızın sesine kulak tıkayınca şeytanın sesine kulak verir hale geldiniz.

194. “Ibad”, hem cansız, hem ölü, hem simgesel varlıklar için kullanılır. İşte uğurum benim diyor. Uğurlu rakamım diyor. Şu ağaca çaput bağlayalım diyor. Yani hepsi içine giriyor.

Adresi şaşırılmış tüm dualar işte bu ayetlerin muhatabıdır. Yani sadece bununla ne değişir demeyesiniz. İnsanın istikamet açısı değişir. İstikamet açısı değişince, yolculuğu değişir, yolu değişir ve menzili, maksudu, varacağı yer değişir.

195. Surenin önceki bölümlerinde Rabbimizin bize haber verdiği gibi önceki toplumlar bunu denemişlerdi. Firavunlar, Nemrutlar, Âd, Semûd, Lûd kavmi bunu denemişlerdi. Hepsi de Allah’a karşı savaş açmışlar, Allah’ın elçilerine karşı savaş açmışlar ama kiminle savaştıklarını anlayıvermişler. Hepsi de helâk olup gitmişler.

İşte Rabbimiz bu dönemin kâfirlerine, peygamberinin böyle demesini istiyor. Haydi buyurun ne yapacaksanız yapın, nasıl bir tuzak kuracaksanız kurun demesini istiyordu.

196. Benim dostum, yardımcım, koruyucum ve kurtarıcım Allah’tır. Ona inanıyor, O’na güveniyor ve O’na tevekkül ediyorum. Size tebliğ ettiğim Kur’an’ı bana indiren de O’dur. O sadece beni değil, kendine inanan ve bağlanan bütün sâlih kullarını da korur, gözetir ve kollar.”

197. Bunlar size yardım edemedikleri gibi kendilerine de yardım edemezler. Kendi kendilerine yardım edip menfaatler sağlamayı isteseler bile buna güçleri yoktur. Ne dünyada başlarına geleceklerden ne de âhirette Allah’ın kendilerine takdir ettiklerinden kendilerini asla kurtaramayacaklardır.

198. 199. Üç mühim husustan meydana gelen bu âyeti kerîme, emir ve yasaklara dair dinin bütün esaslarını hülâsa eder:

1. Af ve kolaylık yolunu tut: Öncelikle affedici ol. İnsanların eksiklerine ve kusurlarına bakma. Kusurları bağışla, suçluları ve özür dileyenleri affet. Katılık ve sertlikten uzak dur. Beşerî münâsebetlerde hep müsâmaha ve kolaylık yolunu tut. Önce sen, sana kolay gelecek şeyleri yap, insanlara da kolaylıkla yapabilecekleri şeyleri söyle. Onlara zor gelecek ve sıkıntı verecek şeyleri isteme. Şiddet ve zorluk taraftarı olma.

2. İyiliği emret: “örf”, sadece yapılması farz olan işleri değil, aynı zamanda mendup olan, dinin hüküm ve hedeflerine ters düşmemek şartıyla akl-ı selimin ve kamu vicdanının hayırlı ve yararlı görüp âdet haline getirdiği her tür­lü dinî ve dünyevî konulardaki iyilik ve güzellikleri de ihtiva eder.

3. Cahillerden yüz çevir: Kendini ve Rabbini bilmez cahillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine aynı ile karşılık vermeye kalkışma. Onlarla oturup kalkma, onlarla münazara ve münakaşadan sakın. Sana yaptıkları kötülükleri görmezlikten gel. Çünkü bazı cahiller, onlarla alakadar olduğun esnada akılsızca davranmaya, sana eziyet etmeye, gülmeye ve alay etmeye kalkışabilirler. Bunlara karşı dikkatli ol.

23

200. Çünkü Allah’a sığınan insan, O’nun rahmetinin büyüklüğünü ve azabının şiddetini düşünerek kendine çekidüzen verme imkânı bulur. Yine Allah’a inanan, O’nun her şeyi işittiğini ve bildiğini düşünen bir insan, kurtuluşun O’na teslimiyette olduğunu anlar ve şeytanın vesveselerine yem olmaz. Bu mücadeleye devam ettikçe gönlündeki takvâ duyguları da gelişmeye başlar.

Şeytan taşlama sadece hac ibâdetini ifâ ederken Minâ’da olmaz. O sadece bir temsildir. Ondan devamlı Allah’a sığınmak gerekir. Çünkü “kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” derken şeytanın vasfı olarak geçen “taşlanan” mânasındaki “racîm” kelimesi süreklilik ifade eder. Dolayısıyla onun devamlı taşlanması gerekir. Sâlih amellerle de bunun kuvvetlendirilmesi lazımdır.

201. Demek ki, daimî zikir halinde bulunup şeytanın vesvesesinden tam anlamıyla uzak durabilmek kolaylıkla ulaşılacak ve muhafaza edilecek bir mertebe değildir. Mühim olan onun tesirini azaltmak ve mümkün olduğunca şerrinden Allah’a sığınabilmektir. Yoksa onun, insana olan düşmanlığı ve onunla uğraşması bitecek gibi değildir.

202. Şeytanın en küçük vesvesesi karşısında hemen Allah’a sığınan müttakîlerin aksine, bu günahkârların Allah akıllarına gelmez, böylece azgınlık yapmakta kusur etmez ve bundan geri durmazlar. Şeytanlar da onların yakalarını bir daha bırakmazlar; onların günah, fesat ve azgınlık temayüllerini daha da güçlendirirler. Böylece onlar şeytanlıkta azdıkça azar, saptıkça sapar ve helak uçurumlarına yuvarlanır giderler.

Şeytanın insanlara olan bu düşmanlığı şu âyet-i kerîmelerde dikkat çekici bir üslupla beyân edilir:

“İblîs şunları söyledi: «Beni azdırmana karşılık, yemin olsun ki ben de kullarını saptırmak için senin doğru yolun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın.»” (A‘râf 7/16-17)

203. Efendimiz’in, Rabbinden gelen vahiylere, emir ve yasaklara kayıtsız şartsız uyması, şüphesiz bütün insanlık için güzel bir örnektir. İnsana düşen, o yüce Peygamber’e dil uzatmak değil, onu en büyük nimet bilip, ona ve onun getirdiği Kur’an’a bütün gücüyle ve kuvvetiyle sarılmaktır. Çünkü Peygamber bu ittibaya lâyık en büyük insan, Kur’an bu itaata lâyık en yüce kitaptır. Burada Kur’an’ın üç mühim vasfına yer verilir;

بَصَاۤئِرُ (besâir): Kur’an, hakikatin ortaya çıkmasını sağlayan kesin bilgiler ve deliller ihtiva eder. İnsanların din ve dünya hayatlarıyla alakalı doğru bilgiler verir, akılları aydınlatır, itikadı düzeltir, kalpleri tenvir eder.

هُدًى (hüdâ): Kur’an fert ve topluma rehberlik yapar, onların kurtuluşunu sağlar.

رَحْمَةٌ (rahmet): Kur’an netice itibariyle kendisine inanan ve tâbi olan fert ve toplumları gerçek iyiliğe, ebedi nimete, saadet ve selâmete ulaştırır.

204. Yukarıda Kur’an’ın insanlık için hangi bakımlardan ve ne kadar büyük bir değer ifade ettiği belirtildikten sonra burada da özetle kelâmullahı dinlemenin edep ve erkânı gösterilmektedir. Buna göre Kur’an okunduğu sırada müslüman ona ilgisiz kalmayacak, kulak verip dikkat kesilecek, saygıyla ve ilgiyle dinleyecektir; çünkü o, her şeyden önce Allah’ın sözüdür, onda konuşan Allah’tır. Bu sebeple Kur’an’a kulak vermemek Allah’ın konuşmasına kulak vermemek ve dolayısıyla bir bakıma Allah’a karşı edepsizlikte bulunmak anlamına gelir. Ayrıca anlamları üzerine düşünüp kavrayabilmek ve sonuçta rahmet ve bereketinden yararlanabilmek için de onu yoğun bir dikkatle dinlemek gerekmektedir.

“Kur’an’ı dinlemek” aynı zamanda “onun buyruklarına uyup yasaklarından kaçınmak” anlamına da gelir.

Bu âyetten dolaylı olarak çıkarılması gereken bir ders de şudur: Çarşı, pazar, sokak, kahvehane, lokanta gibi uygun olmayan ortamlarda, pratikte Kur’an’ı dinlemenin mümkün olmadığı yerlerde açıktan Kur’an okumak veya –dışarıda namaz kılanlar bulunması gibi bir zaruret olmadıkça– camilerde okunan Kur’an sesini cami dışına vermek doğru değildir; böyle durumlarda insanların durup Kur’an’ı dinlemeleri çeşitli yönlerden sıkıntıya yol açacağı için Kur’an okuyacak kimse, insanların onu dinleyebilecekleri yerlerde ve şartlarda okumalı ve böylece Kur’an-ı Kerîm’e saygısızlık görünümü veren davranışların sergilenmesine sebep olmaktan sakınmalıdır.

205. Sözlükte “bir şeyi kalple veya dil ile anma, hatırlama, akılda tutma” anlamına gelen zikir kelimesi, dinî bir terim olarak “Allah’ı anmak, hatırlamak, dilde ve gönülde tutmak, O’nu unutmamak, gaflet halinde olmamak” mânasında kullanılır; daha özel olarak Allah ismini ve esmâ-i hüsnâyı, “lâ ilâhe illallah” gibi diğer dinî ifade kalıplarını dilde tekrar etmeye de zikir denir.

Zikir, genellikle herhangi bir zaman veya sayı belirlemeksizin, müminin dilinde Allah ismini ve zihninde Allah bilincini daima canlı tutmasını ve bu bilinçle yaşamasını ifade eder. Konumuz olan âyette Allah’ı dil ile zikrederken aynı zamanda ruhen de zikir halinde olmak, kulluk şuuru ve edebiyle, Allah’a saygıdan dolayı ürpererek yakarış hali içinde O’nu zikretmek gerektiği belirtilmektedir.

Zikrin bütün ibadetlerin en yücesi ve en faydalısı olduğunu fakat bu özelliği taşıyabilmesi için zikreden kişinin kalbinde ünsiyet (kendini Allah ile beraber bilme) ve sevgi duygusunun bulunması gerektiğini ifade etmekte; böyle bir ruhî halin eşlik etmediği, sadece dilde kalan zikrin insanın mânevî hayatına ve ahlâkî gelişmesine hiçbir katkıda bulunmadığını belirtmektedir. Nitekim âyetin sonundaki “Gafillerden olma!” uyarısı da bu hususa işaret etmektedir.

206. Eğer insan doğasına uygun davranır, fıtratıyla buluşur, kendisi ile barışır, kendi haddini ve değerini bilirse vicdanının üzerini örtmez, sesini dinlerse ona tek şey düşer, aşk vaziyeti almak, secde vaziyeti almak.

Böylece A‘râf sûresi, dolaylı bir ifade ile bize, Allah’a kulluğu en büyük şeref bilip dilimizle ve kalbimizle O’nu tesbih etmemizi, O’nun karşısında tam bir tevâzu ile secdeye kapanmamızı; Allah’ın rızâsını nefsimizin isteklerinden üstün bilip O’nun isteklerini nefsanî arzularımızdan daha önemli görmek suretiyle meleklere yaraşır bir kulluk şuuruna ve yaşayışına ulaşmamızı, diğer bir ifade ile yönümüzü insanlık düzeyinin aşağısına çevirerek sadece nefsimizin hayvanlarla ortak tarafını oluşturan arzu ve ihtiraslarını tatmin peşinde koşmak yerine, zihnimizi ve kalbimizi yukarılara çevirip Allah’a iman ve kulluk ederek meleklerle ortak çizgiyi paylaşmamızı telkin eden âyetle son bulmaktadır.

Biz da Allah’ın sonsuz rahmeti ve varlığı, biricik varlığı önünde yerlere kapanıyor ve O’na boyun eğiyoruz.


24

ARAF SURESİNİ HAYATA TAŞIMAK

1. (1-3) Kur’an tek hidayet kaynağı. Öğüt almamız isteniyor. Çok az düşündüğümüzü dile getiriyor.
2. (4-6) Öğüt almayanların uğradıkları akıbet anlatılıyor. Mekke müşrikleri ve günümüzde inatlarına ve küfürlerine yenik düşenlerin akıbeti de aynı olacak.
3. (7-10) Yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz vurgusu. Çok az şükrettiğimiz gerçeği hatırlatılıyor.
4. (11-27) Hazreti Adem ile iblis kıssası. Hazreti Adem’in tevbesi.
5. (28-58) Atalarımızı böyle bulduk. Eskilerin masalları. Cennet ve cehennemlikler arasındaki konuşma.
6. (59-64) Hazreti Nuh ve kavmi.
7. (65-72) Hazreti Hud ve kavmi.
8. (73-79) Hazreti Salih ve kavmi.
9. (80-84) Hazreti Lut ve kavmi.
10. (85-102) Hazreti Şuayb ve Medyen kaklı.
11. (103-179) Hazreti Musa ve firavun mücadelesi.
12.(180-206) İnsanın onurunu yükseltecek, yaratılış gayesini anlatan ayetler. Peygamberlere atılan iftiralar.
Kıyametin ansızın kopması.
Gaybı sadece Allah’ın bilmesi, peygamberlerin bile buna muttali olmamaları.
Af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.
Kur’ana gereken saygıyı gösterin. Çok çok okuyun.
Allah’ı birleyin ve ondan başkasına secde etmeyin.

Osman Erdoğmuş
Kayıt Tarihi : 8.6.2020 21:38:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Osman Erdoğmuş