MEHMET ÇOBAN AMERİKA ŞİİRLERİ

MEHMET ÇOBAN AMERİKA ŞİİRLERİ

Mehmet Çoban

Komünizmi bırakan Rusya, ikinci dünya savaşı sonrası Yalta konferanslarıyla tayin edilen nüfuz alanlarını kaybediyor. Polonya ile başlayan doğu Avrupa fiyaskosu, Batı Almanya’nın Doğu Almanya ile birleşmesinden sonra iyice gün yüzüne çıktı. Eğer medeniyet algısı, sanayileşmek, toplumsal zenginlik kriteri Gayri Safi Milli Hasıla ise, kapitalist ülkelerin komünist ülkeleri geçtiği anlaşıldı.

Kapitalizme karşı Rusya nüfuz alanındaki sol birliğin direkleri sayılan, Irak, Libya, Cezayir, Tunus, Mısır çöktü. Arap baharı sloganı ile çökmesi beklenen, Kuzey Yemen, Suriye kuyruklarını dik tutmaya çalışan, hastalıklı, zayıf, can çekişenler gibi hareket ediyorlar. Can havliyle halkının üzerine, etrafındaki ülkelere saldıran ülkelerin, sonuçta varacağı yer, ne yazık ki Amerikan şirketlerinin istediği yerdir.

Rusya ve Çin, ideolojik kaygıları bir tarafa bırakmış, tamamıyla çıkara endeksli tutumlarıyla dünya sahnesinde yer alırken, özellikle Çin ucuz sanayi mallarıyla bütün dünyayı sallıyor. Her ne kadar Amerikan’ın son dönemlerindeki fütursuzca saldırılarına karşı güçlü olmayan tepkiler gösterseler de, sonuçta bir zamanlar ekonomik, askeri, ideolojik destekledikleri ülkeleri yalnız bırakmak işlerine geliyor. Çin kendi parasından çok Amerikan Doları ile dünya ekonomisini sallarken, Rusya Çin gibi olmasa da pek geri kalmıyor.

Anlaşılan o ki, artık ikinci dünya savaşının arkasındaki dünya yok. Hele 19.asra damgasını vuran ve 20.yüzyılın ortalarında dünyayı sallayan sol rüzgârlar eskisi gibi esmiyor. Aslında ikinci dünya savaşını başlatan Almanya, Rusya’daki sol (komünizm) rüzgârına ciddi darbe vurmuştu. Eğer Amerika gelip Almanya’ya karşı Rusya ve Avrupa lehine savaşa girmeseydi, ikinci dünya savaşı arkasındaki dünyanın görüntüsü daha farklı olabilirdi. Komünizmin can simidi Amerika, yardım elini uzattığı Rusya ile birlikte dünyayı paylaşmanın zevkiyle tepede gülüp oynarken, nüfuz alanlarındaki bölgeler ideolojik savaşlar nedeniyle bir türlü kendilerine gelemiyorlardı.

İster Amerikan nüfuz alanında olsun, ister Rusya’nın nüfuz alanında olsun, nüfuz alanlarına giren hiçbir ülke gelişemedi. Amerika, Rusya, Çin nüfuz alanlarındaki ülkelere yapmadığını bırakmadılar. Sanki kendi çöplükleriymiş gibi, modası geçmiş sanayi ürünlerini, silahlarını satarak, kara paralarını aklayarak, kendi güçlerini artırdılar. Nüfuz alanlarındaki ülkelerin siyasi bağımsızlıkları kuyrukları çengelle sarsılmaz şekilde bir yere bağlanmışlara benziyordu. Bir kabadayının yanındaki fedailer konumundaki nüfuz alanlarındaki ülkeler, fedai olmanın ötesine hiçbir zaman geçemediler. Fedailerin ise kaderleri belliydi. İhanet etmek, ihanete uğramak… İran devriminden sonra Rusya’nın fedaisi, parayla ihanet edip Amerikan’ın fedaisi olmaya karar verdiğinde büyük oyuna geldiğini anlamamıştı. Tarihsel bir gerçek vardır. Patronuna ihanet edip, başkasına fedailik yapanlar asla hayat bulamazlar. Saddam ihanetini hayatıyla öderken, dünya patronlarının hayatlarındaki değişimler, fedaileri yakından ilgilendirmeye başladı.

..

Devamını Oku
Mehmet Çoban

Hiç düşünmedi
Mağdur Filistinli
Başına seçerken
Şeraitçi bilineni
İran yanlısı
Ünlü Hamas’ın
Örgüt liderlerini

Seçilenler
Ilımanlaşsa da
..

Devamını Oku
Mehmet Çoban

Arap baharı
Vurdu efendi Amerika’yı
Soylu sömürgeci Avrupa’yı

Çöl bedevileri
Bir ileri bir geri
Derken devrildi
Acayip dirildi

Mısır, Suriye, Libya
..

Devamını Oku
Mehmet Çoban

Şair Eşref Bulvarıyla, Basmane’den gelen yolun kesiştiği kavşağın başındayım. Kavşağın güney cephesinden gelen 63 numaralı Bornova belediye otobüsü önümden hızlıca geçti. Arkasından durağına koşmaya başladım. Otobüse yetişemezsen, kim bilir kaç dakika bir sonraki gelecek otobüsü bekleyecektim. Onun için son sürat koşuyordum. Son anda binerken nefes nefese soluyordum. 56 yaşında bir insanın koşması da her zaman fark ediliyordu. Koşuşumu seyreden genç bir delikanlı, “maşallah amca koşucular gibi koşuyorsun, gençken sporcu muydun? ” diye takılıyordu. Gülerek başımı salladım. Bereket hava sıcak değil. Şubat ayının fazla soğuk olmayan, baharın girdiğini müjdeleyen serinliği vardı. Eğer koşacağım mesafe uzun olsaydı terleyebilirdim.

Bindiğim otobüs çok kalabalıktı. Hani derler ya “iğne atsan yere düşmez”, o şekilde. Kapı önünde biriken yolcular, şoförle birlikte arka taraflara bağırıyorlar. “Arkaya beyler arkaya… Sıraları ikileyelim… Binecek yolcu var…” İşe geliş gidiş saatlerinde belediye otobüslerine binmek gerçekten zor bir işti. Hadi bindin, otobüste yer bulamazsın, ayakta ise rahat nefes alamazsın. Herkes neredeyse birbirine yapışmıştır. Tabi gençler de hemen her zaman olduğu gibi, ne yaşlılara, ne özürlülere yer vermezler. Pişkin, pişkin bakarken, çoğu kızların ağzında sakız, arkadaşlarıyla ipe sapa gelmez, gereksiz, sulu, vıcık konuşlar yaparlar. Bazıları cep telefonuyla konuşmak yasak olmasına rağmen, uyarılara kulak asmadan dakikalarca zevzek bir arkadaşıyla zevzek konuşmalar yapar. Sanki onlardan başka otobüste kimse yoktur. Dünya umurlarında değildir. Saygının, sevginin gittikçe kaybolduğu dönemde yaşamak, çağdaşlaşma adı altında, bireyciliğin, sorumsuzluğun, saygısızlığın, sevgisizliğin ne hale geldiğini görmekti. Hemen her biri övünmeye gelince cumhuriyet gençleri olduğunu söyleyecekti. Ön taraftan binenlerin ittirmesiyle ileriye doğru hareket etmek zorundaydık. Söylenerek, itiş kakış arasında otobüsün arkasına doğru ilerlemeye çalışıyorduk.

63 numaralı belediye otobüsü, yaşadığım Bornova’nın Manavkuyu bölgesinden geçiyordu. Eski Manisa yolu dedikleri, şimdiki Sakarya caddesinde bulunan öğretmen evi durağında iniyor, evime gidiyordum. Evimle durak arasında on dakikalık bir mesafe vardı. Çalıştığım işyeri Şair Eşref Paşa bulvarında bulunan itfaiye durağının karşısındaydı. İşe giderken, işyerinin karşısında iniyor. İşten çıkıp eve gelirken Montrö durağına kadar yürüyordum. İş çıkışı Montrö durağına doğru koşturmak genel âdetimizdi. İşyerinde birlikte çalıştığımız üç arkadaşla, Montrö durağından aynı yöne otobüse biniyorduk. Arkadaşlardan biri yaşlıydı. O koşturmaya pek katılmazdı. Yaklaşık otuz beş yaşlarındaki genç olanıyla ikimiz koştururduk. Genç olan Gaziosmanpaşa otobüsüne binerdi. Bindiği otobüs Manavkuyu’dan geçip Evka-4’de kadar giderdi. Atatürk mahallesinde oturduğu için ona en yakın otobüs Gaziosmanpaşa otobüsüydü. Otobüse Manavkuyu’da inecek yolcular binerdi. Ancak ne şoför, ne de Gaziosmanpaşa yolcuları bundan hoşlanmazdı. Aynı yöne giden Gaziosmanpaşa otobüsüne rastlarsak, Manavkuyu’da ineceklerden biri olarak “Manavkuyu’da inecekler binmesin” diye bağırarak, otobüse binerdim. Yaptığım muzip davranışı bildiği için sadece arkadaş gülerdi. Başkaları Manavkuyu’da ineceğimi bilmezdi. Hangi otobüs olursa olsun, yönümüze giden otobüse binmek hakkımızdı. Bindiğimiz belediye otobüsüydü. Yakın inecekler binemez diye bir kural yoktu. Ancak halk kendi kendine söylenirdi. Niye Manavkuyu’da inecekler biniyor. Bize yer kalmıyor diye… Bazen onlara şoför de katılırdı ki, şoförün katılması suçtu.

Otobüs içinde ilerlerken uzaktaki pencere kenarında, arkasından gördüğüm için tam seçemediğim tanıdığa benzeyen biri vardı. Merakla oraya doğru sıkıştırarak yürümeye başladım. Yanına gelince yanılmadığımı anladım. Kirk Dauglas’tı. Meşhur Amerikalı artistin ismini taşıyordu ama en küçük bir akrabalık bağı yoktu. Kirk Dauglas, ailesiyle birlikte Manavkuyu’da yaşıyorlardı. Bir kez ailesiyle birlikte evimize akşam oturmasına gelmişlerdi. Kirk Dauglas’ın eşi Nancy Dauglas eşimin tanıdığı Avustralyalı Fiona’ın arkadaşıydı. Fiona İngiliz kökenli Avustralyalı, dünyayı dolaşırken Arjantinli Ricardo ile tanışarak evlenmişler, bizim mahallede oturuyorlardı. Eşim yabancı arkadaşları sayesinde İzmir’e gelir gelmez onlarla tanışmıştı. Birbirlerine sık gelip gitmeye başladılar. Eşim gündüz ziyaretlerinin birinde Nancy’nin evinde eşi Kirk’le karşılaşmış. Aralarında geçen kısa sohbette, İnsani olarak çok beğendiği için, benim de tanışmamı isteyerek akşam oturmasına davet etmişti.

Kirk Dauglas, 1,67 boylarında, sarışın, koyu mavi gözlü, kahverengiye kaçan kumral saçlıydı. Yaklaşık 70 kiloydu. Fiziksel olarak derli toplu, temiz, halk tipi giyimiyle yalın bir insandı. Çok güzel Türkçe konuşuyordu. İzmir’de Hilton otelinin karşısındaki NATO’da çalıştığını söylüyordu. Dediğine göre halkla ilişkiler bölümünde çalışıyormuş. O nedenle mükemmel bir Türkçeye sahipmiş. İlk gördüğümde asla Amerikalılara benzetmemiştim. Hatta öyle ki, benim Isparta’dan yakın tanıdığım bir arkadaşa benziyordu. Kirk Dauglas fiziğiyle, giyimiyle, oturmasıyla, kalkmasıyla Türklere benziyordu. Onu herhangi bir yerde görenler asla Amerikalı olduğuna inanmazlardı. Çok konuşkan değildi. Soruldukça konuşuyordu. Kelimeleri özenle seçiyor. Kibar bir dil kullanıyordu. Doğal kibarlığı, nezaketi, bütün davranışlarına yansıyordu.

..

Devamını Oku
Mehmet Çoban

Ve kan bağırıyor
Ey zalim; gel akıt beni

Vampirlerim ağlıyor
Ey zalim; gel doyur beni

Güneş ufkunda kızıllık var
Duman duman üstüne

Yas düşmüş sabahlar
..

Devamını Oku
Mehmet Çoban

Çağrısı monotonlaşmış söylemler
Kulaklarımda vızıldıyor, sanki sinekler

Son yüzyıl, her yüzyıl gibi, övünçlü kendine
Geçmişini karanlık sayarak, kan döktü bencilliğine

Hatırlıyorum, küçükken karanlık çağ diye
Kanı, gözyaşını, cahilliği getirirlerdi dile
Çocukken iyi ki, aydınlık çağda doğdum derdim
Çocukluk işte, çağımın karanlık çağdan beter olduğunu ne bileyim?
..

Devamını Oku
Mehmet Çoban

Çocukluğumdan beri bana öğretilen batılı efendi
Dünyanın dört bucağında insanlara emretti
Yıllarca ne kadar gelişmiş, çağdaş olduğunu öğrendim
Nerede olursa olsun insan öldürdüğünde bir şey demedim

Sanki batılının insan öldürmesi
Ülkelere fütursuzca girip işgal etmesi
Devlet yöneticilerine talimatlar vermesi
Fikirlerini, yasalarını dayatması
Karşı çıkanları terörist sayması
..

Devamını Oku
Mehmet Çoban

Kendimize gelelim
Gerçekleri görelim

Filistin’de Lübnan’da
İnsanların kanı dökülüyor

Halklar isyan ediyor
Ülkeler susuyor
Ve savaş istemeyenler
Ve aydınlar çağırıyor
..

Devamını Oku