Başkaları öyle anlarda ne yaparlar, bilinmez ama Ağa, biricik kızının ölüsüne elini bile süremedi, saçının bir teline bile değinip dokunamadı, yüzünü-gözünü tek bir kere bile öpemedi. Sadece ve sadece şunu yapabildi: Başını Yaşar ‘ın yanan bağrına dayadı ve gözlerinden iplik iplik yaşlar dökerek ağladı.
Yaşar, yıkılıp çöken bir dünyanın taşları-duvarları, kirişleri-sütunları, gövdesi-temeli altında kalmıştı. Zaman zaman çılgınlık belirtileri gösteriyor, gün geçtikçe bu belirtiler azgınlaşıyordu.
Koca bir dünyayı öylece bir yana itti ve birbaşına yasını pekilendi.
Hocalara baktırdılar, türbelere götürdüler, adaklar adadılar, orasına-burasına muskalar bağladılar, nefesler ettirdiler, okunmuş sular içirdiler.
Fayda etmedi.
Avuntusunu Hatun ‘un mezarının başında bulmak istiyor, ‘Terkedeptir.’ Diye bırakılmıyordu.
Esen yele, uçan kuşa, akan suya, duran dağa konuşur, yelleri-selleri-yağmurları dinler, acılarını ota-çiçeğe, arıya-böceğe anlatır olmuştu. Öğle güneşleri yüzünde gölgeleniyor, baharlar yüreğinde yaprak döküyor, koyunlar-kuzular sazının tellerinde meleşiyor, sabahlarına gecelerin karanlıkları leke leke düşüyordu.
Güneş, ay yeniden ve yeniden doğuyordu ama başkalarına. Yıldızlar yine gözler kırpıyorlardı ama ellere. Sular yeniden şırıldıyorlardı ama umarlılara, mutlulara.
Köylüler ‘Reyhani’ demeğe başlamışlardı Yaşar ‘a. Çünkü; kekik kokusu, reyhan kokusu vardı dizelerinde. Ağlıyor, ağlatıyordu sapı püsküllü, göğsü sedefli, yüreği yaralı sazını. Mızrabı tele-mele değil, yüreğe yüreğe vuruyordu. Issız dağbaşlarına çöken telli bulutlar altındaki yalnızlığında olgunlaşmıştı ve taşmaya başlamıştı kabından, sığınağından, koruganından.
Her geçen gün bir başka yerde, bir başka zamanda, bir başka duyguda, bir başka dünyanın güneşi, ayı, yıldızları altındaydı.
Anadolu; bu taşı şiir, toprağı şiir, kuşu şiir, karı, yağmuru, bulutu şiir, bu güneşi, ayı, yıldızları şiir, bu otu, çimeni, çiçeği ağacı şiir, bu arısı, böceği, kelebeği şiir, bu akarsuları, çağlayanları, ırmakları, denizleri şiir ülke, sevenlerin, sevilenlerin, velilerin, erenlerin, ozanların yurdudur.
Ve Reyhani, bu sonsuz güzelliklerde aklını-başını yitirmiş bir ızdırap çığlığıdır.
Bu satırların kaleme alındığı sıralarda, onların kaleme alındığından haberi bile olmayan Aşık Reyhani, elinde sazı, dilinde sözü, kimbilir hangi gurbet yolunda çile doldurmaktadır.
Beni hiçbir zaman yanılgıya düşürmedi, umutlarımı yele, beklentilerimi sele bırakmadı. Her geçen gün, eskisinden daha bir derinleşti, eskisinden daha bir kaynadı, eskisinden daha bir inceldi, eskisinden daha bir iyi söyler, daha bir iyi çalar oldu.
Onsuz gittiğim her yerde, izlerini, sözlerini, kayalardan derin uçurumlara düşen çağlayanlardan farksız şırıltılarını, her esen rüzgarda mırıltılarını buldum, duydum, dinledim. Kendim unutulup gitsem de; onun unutulup gitmesine yorgun yüreğimi pekilendiremedim. Köşeme çekilip dinlenmem gereken bu son günlerimde, o nasıl benimle birlikteyse; herkesle de öyle birlikte olmasını, benimle bütünleştiğince herkesle de bütünleşmesini istedim.
Bu kitap içeriği yönünden ne denli küçükse; anlamı bakımından da o denli büyük olacaktır.
Zira; ona gidemeyenlere onu getirmektedir.
Edebi Yönü
Reyhani eski Halk Aşıkları ‘nın soluğunu ve kokusunu günümüze taşıyan bir ozandır.
Dizelerinde kullandığı dil, genellikle arı ve duru olmakla birlikte, birçok ozanlarda rastlandığı gibi, Arapça ve Farsça sözcüklerden de kendisini kurtaramamıştır. Bunlar genellikle dinsel ve tinsel sözcüklerdir.. Bu da halk ozanlarının, elinden yakalarını bir türlü kurtaramadıkları ve sık sık içine düştükleri zorunluluklardan kaynaklanmaktadır. Zira; ozana yani Halk Aşığı ‘na Halk Aşığı ‘ndan çok Hak Aşığı olarak bakmak, halkımızın geleneksel eğilimidir. Nitekim; halk, ozanın dinsel temalarını doğal temalarından her zaman üstün tutmuştur ve tutmaktadır. Halka göre; ozan, ‘Nehnu kasemna’ yı, ‘Bezm-i Ezel’ i, ‘Allah’ ı, ‘Muhammed’ i, ‘Kun fe Yekun’ u, ‘Aref Sırrı’ nı, ‘Dört Kitap’ ı, ‘Cebrail, Mikail, İsrafil, A zrail gibi ileri gelen melekler’ i, ‘Refref ‘i, ‘Ebced ‘i, ‘Kevkeb ‘i, ‘Sitare ‘yi, ‘Eşref Saat ‘i, ‘Mürşid-i Kamil ‘i, ‘Veliler ‘i, ‘Peygamberler’ i, bilmeli, Allah ‘ı, Muhammed ‘i, Kur ‘an ‘ı pekilenmeli ve sırlara agah (Gizleri bilen) olmalıdır. Bu da; halkın ozanlara duyması gereken saygının hakkıdır. Çünkü; o, ozanı, öğrenip bilmiş, görmüş geçirmiş varsaymaktadır. Bence; Reyhani ‘nin o arı ve duru dilini bulandıran da bu kaçınılmazlıktır. Şükrolsun ki; bunlar onun dizelerinde fazla yer tutmazlar. Ve Reyhani obir dizelerinde ustadır, kolay bir söyleyişe sahiptir ve etkilidir. Diline geleni iyi ve güçlü anlatır. Buna karşın anlamı kafiyeye kurban ettiği yerler de yok değildir. Pek az kullandığı Aruz sayılmamak koşuluyla kullanmadığı ölçü ve ele almadığı biçim kalmamıştır.
(Hikmet BARLIOĞLU (1933 -2003) ' nun
ALVARLI AŞIK REYHANİ isimli Araştırma-İnceleme 'lerinden > 24-30/201)
(Devam-4)
Kayıt Tarihi : 8.1.2005 14:07:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!