Alaçatı'dan Nirvana'ya Yol Gider...Öykü/ ...

Dinmez Er
1210

ŞİİR


10

TAKİPÇİ

Alaçatı'dan Nirvana'ya Yol Gider...Öykü/Deneme/

A L A Ç A T I ‘ D A N
N İ R V A N A ‘ Y A
Y O L G İ D E R…



Attığım her adımda orman biraz daha sıklaşıyor, sesler gitgide çoğalıyordu. Ağaçların boyları yükselmiş, güneşin ışınları sık ve geniş yapraklı dalların üstünde takılı kalmıştı. Nem-
li,serin loşluk gölgeleri daha da koyulaştırıyordu.
Dört bir yandan iniltiler, kükremeler, böğürmeler, maymunların kahkahaları, papağan-
ların çığlıkları, kırılan dalların çatırtıları sinirlerimi bir yay gibi geriyordu.
Yer yarılmış, o içinde kaybolmuştu sanki. Artık onu duyamıyor, göremiyordum. Yan
yana yürürken önümüzde, tavuk büyüklüğünde bin bir renge bürünmüş, tropikal bir kuş cinsi
belirmişti. Göz alıcı renklerdeki bu kuş uçamıyor,seke seke oldukçada hızlı gidiyordu.
O, “ Bekle beni, hemen geliyorum.” demiş, “ Dur gitme “ dememe fırsat vermeden ko-
şarak o acayip kuşun peşine düşmüş, koyu yeşil insan boyunu aşan tropik bitki örtüsünün içi-
ne dalmıştı.
Bekledim.Dakikalar uzuyor, fakat o geri gelmiyordu.Önce gittiği yönde, sonra sağ ve
sol çaprazında geniş bir arama yaptım. Ne kendisine, ne de izine rastlayabildim. Karşılaşaca-
ğım her türlü tehlikeyi göğüslemeğe hazırdım. Yeter ki onu bulayım.

* * * * *

Onunla kitapçıda tanışmıştık: Canımın sıkıldığı,ne yapacağımı,nereye gideceğimi bi-
lemediğim anlar olur. Böyle durumlar da okumaktan başka hiçbir şey avutamaz beni.Bunun
içinde Alaçatı’ya, “ Dost Kitap Evi “ne, kitap evinin dost sahibine giderim. Ömer beyin beni
görünce aydınlanan yüzü, ışıldayan gözleri, abartısız samimi, sıcak karşılaması beni rahatlatır,
içimi ısıtır.
Biraz hoşbeş eder,ahvalden konuşur, laflarız.Limonlu adaçaylarımızı içerken kitap raf-
larına göz gezdiririm. Ömer bey müşterileriyle ilgilenirken ben, yeni çıkan kitapların sayfala-
rını karıştırırım. Bu değerli dostun yanında, kitapların arasında, eskilerin deyimiyle “ Gamımı,
kasavetimi…” üstümden atarım. Aramızda dostluğun, arkadaşlığın güzelliği çiçek açar. Paha
biçilmez değerlerdir bunlar.
Elimde ki kitaba dalmış gitmişim. Kulağıma yumuşak,melodik bir ses, “ Tavsiye ede-
rim.Okuyun. Hem beğenecek,hem faydalanacaksınız.” diyordu. Arkama dönüp bakmama ge-
rek kalmadan sesin sahibi karşıma geçmişti. Otuz, otuz beş yaşları arasında, enerjik, ciddi,
bakımlı esmer bir kadındı. Çok kısa bir an beni inceledikten sonra, elini kibarca bana
uzattı.

İnce, uzun parmaklı bu zarif ele dudaklarımı hafifçe dokundurdum. “ Ooo! Şövalye
ruhluyuz demek..” derken, yüzüne ilgi ile,sorar gibi baktım. İki çukurlu,gamzeli yanakları
hafifçe allanmış, gözbebekleri yıldızlarla dolmuştu. “ Affedersiniz, bu tip tanışmalara alışık değilim de…Hatta ilk defa karşılaşıyorum. “ dedi. Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu.
“ Az önceki ukalalığım için özür dilerim. “ Rica ederim. Ben öyle algılamadım.Bila-
kis, bilgilendirdiğiniz için teşekkür etmeliyim. “ Özür dilemesine, teşekkürle karşılık vermem
onu cesaretlendirmiş olacaktı ki,derin bir nefes aldı ve beni gerçekten bilgilendiren konuşma-
sına girdi:
Üç yıldır Nepal, Tibet, Hindistan’da doğu, uzak doğu dinleri ve felsefesini araştırıyor,
öğretilerini yorumlamağa çalışıyordu. Ancak son yılda Nepal ve Tibet’in üstünü çizmiş, Hin-
distan’da karar kılmıştı. Üç sene içinde buralara yaptığı araştırma, öğrenme gezilerinin ardı-
sıra kararını vermişti. Hemen uygulamağa geçiyor, Sanskritçe dersleri almağa başlıyordu.
Artık gizemli,hiç tanımadığı, başka bir dünyaya girdiğini görüyordu. Davranışları,dü-
şünceleri,hisleri, ilişkileri, dinlediği müzik, giyiniş tarzı,uykuları,oturup kalkması,yemesi iç-mesi her şeyi, tümüyle yaşam şekli kendiliğinden değişiyordu. Onu, en çok şaşırtanda gürül-tüden kaçması, sessizliğe bürünmesi, yıllardır içinde bir çığ gibi büyüttüğü, fakat bir türlü ger-
çekleşmeyen arzu ve isteklerinden bir anda vazgeçmesiydi.Bastırılmış duygularından,oluşan baskılardan kurtulmasıydı. Ki; daha sonraları Nirvana öğretisinin temel taşları arasında bütü-nüyle bunların yattığını görecek, hem şaşıracak, hem de korkacaktı.
Tanışmamıza aracı olan kitabı, Nirvana’yı aldım.Konuşmalarımıza kulak misafiri olan,
merakla izleyen Ömer beyle vedalaşarak çıktık. “ Bir yerde oturalım mı? “ teklifim kabul gö-
rünce, Alaçatı’ya özgü,gösterişsiz, ama ferah Cafelerden birine oturduk. Kapuçinolarımızı ıs-
marladık. O konuyu bıraktığı yerden alıp devam etti. Ben dinleme konumunda onu inceleme-
ği ihmal etmiyordum. Ara sıra bana yönelttiği sorulara verdiğim cevaplara, tepki değil,başı ile
onay veriyordu.Anlattıklarıyla,konuyla ilgilenmem hatta onun kadar olmasa da,dağarcığım da
bilgi kırıntıları olmasının sonucu, bir sürpriz soru bomba gibi kulaklarımda patlıyordu. “ Be-
nimle Hindistan’a gelir misin? “ Soru açık ve netti.
Nasıl olurdu bu? Tanışalı birkaç saat olmuştu. Üstünden tam bir gün bile geçmemişti.
Başı,sonu belirsiz,uzun sürecek, tehlikeler de çağrıştıran bir seyahate (maceraya) gitme tek-
lifi alıyordum. Vereceğim cevabı iyi düşünmeliydim. Şurası muhakkak ki, olumlu veya olum-
suz da olsa, vereceğim cevaptan sonra hayatımın akışı eskisi gibi olmayacaktı.
Suskunluğum ona cesaret vermiş olmalı ki, coşkulu, çocuksu diller döküyordu. Ses to-
nu kurduğu cümlelerle uyumlu devamlı değişiyordu. İkna etmeğe çalışırken baskısız, fakat ısrarcı bir tavır sergiliyordu. O kadar candan ve samimi davranıyordu ki… Direnemedim.!
İnandığı davaya cesaretle sarılışı, konusuna hakimiyeti, müthiş etkili, inancı kadar gi-
zemli bakışları, çok güzel denemezse de, tarifi güç çekiciliği olmuştu direncimi kıran.
“ Hadi bunu kutlayalım! “ derken,sevincinin doruğa ulaştığını, boynuma sarılıp öpme-
mek için kendisini frenlemeği başardığını hissettim.
O akşam, Alaçatı’nın Arnavut kaldırımlı dar sokaklarından birine saklanmış, bahçe-
de incir ve zeytin ağaçlarının kardeşçe barındıkları salaş bir restoran da, mum ışığını güçlen-
diren dolunayın büyülediği ortamda, Egenin nefis zeytinyağlı yemeklerini tattık. Ortam ro-
mantizmi çağrıştırırken biz, ortama uymayan seyahatin detaylarını konuştuk.
Alaçatı öyle bir yerdi ki, her köşede geçmişe ait başka, başka güzelliklerle burun bu-
runa geliyordunuz. Bu özelliğini korumayı başardığı sürece her gün biraz daha, iddialı bir re-
kabete girdiği Çeşme’nin önüne geçecekti. Alaçatı’nın bu önlenemez çıkışı, Alaçatı’ya gelen
herkeste hayranlık uyandırıyordu. İnsanları,Alaçatı’ya yerleşmek,burada yaşamak, yaşlanmak arzusuna kaptırıyordu. O da, meşhur Romalı kumandanın tekerlemesi gibi: “ Geldim, gördüm,
sevdim.” diyordu. Çok ilginç bulduğu, “…rahat, ferah, sağlıklı,estetik.” diye, nitelendirdiği
taş evlerden birine, ilerde sahip olmak temennisini seslendiriyordu.
Alaçatı sokaklarını dolaşmaktan hoşlanıyordu. Öğle yemeğinde limanda balık,akşam
canlı fasıl eşliğinde,sayısız kafe barlardan birinde değişik tatlar arıyorduk. Bir başka gece ise
“Sardunaki “ de, şiir dinletilerine katılıyor,Sirtaki oynayanları seyrediyorduk. Gecenin sabaha
yürüdüğü saatlerde onu, kaldığı “Taş Otel”e bırakıyor, ben de yorgun ve içimde ki tanımla-
yamadığım hislerin sarmalında kendimi sıcak gecenin, serin sabahında uykuya teslim ediyor-
dum.
Aramızda ki elektrik gelgitlerinin bedenlerimizi an, an ısıttığının farkındaydık. Buna
rağmen el ele tutuşmaktan öteye geçmiyor, bir şekilde sıcak temastan kaçınıyorduk.Daima ge-
lecekte yapacaklarımızdan konuşuyorduk. Tanışmamızdan bu yana geçen günler içinde bana
geçmişimle ilgili hiçbir şey sormamıştı. Ben de anlattıklarıyla yetiniyor, onun geçmişi ile il-
gili merakımı giderecek sorular sormamağa özen gösteriyordum.
Hareket günümüz gelip çattığında, bir bilinmeze doğru yola çıkacağımdan, haliyle he-
yecanım had safhadaydı. Buluştuğumuzda o da, ben kadar heyecanlanmış görünüyordu.
Önce İzmir’e, uçakla İstanbul’a, dış hatlara geçiyoruz. Bir saatlik zorunlu bir bekle-
yiş ardından “Yeni Delhi”ye uçacağımız, “Indıen Airlines “ ın uçağına alınıyoruz. Yolcu-
luk boyunca çok fazla konuşmadık. O, hostesten aldığı küçük yastığı pencere ile başı arasına koydu. Gözlerini kapadı. Uyumadığını,düşüncelere daldığını biliyordum.
Kitabımı açıp okumağa başladım. “Nirvana…” Gürültüye uyandım.Okurken dalıp git-
mişim. Uçağımız garip sesler çıkarıyor.Sarsılıyor.Kısa fasılalarla irtifa kaybediyor. Sağa,sola
kanatlarının üzerine yatıyordu. Uçağın içi karışmıştı. Birisi kolumdan çekiyordu. Baktım, o…
Düşüncelerinden sıyrılmış, korkuya kapılmıştı. İki eliyle birden sağ koluma sarılmış, başı o-
muzumda endişeli gözlerle yüzüme bakıyordu. “ Ne oluyor? ” Sakinleştirmek için; “ Sanırım
türbülansa girdik. Panik yapma, birazdan geçer.” diyorum. Kuyruk ve ön taraftan çocuk ağla-
maları,korku dolu sözler, dualar duyuluyordu. Hostesler yatıştırmağa çabalıyordu.” Yerleri-
nizden kalkmayın, kemerlerinizi açmayın, sakin olun! Birazdan geçer. “ demeğe kalmadı.Her
şey normale dönmüştü. Birkaç saat sonra başkent Yeni Delhi’ye sorunsuz bir iniş yaptık.
Nirvana’ya giden yolda yolculuğumuz bu defa, salkım saçak yerli halktan insanlarla
dolu bir trende sürüyordu. Trenimizde kompartıman yoktu.Bir gecekondu evi gibi, derme çat-ma,kırık dökük tahta bankları zangır,zangır sallanan vagonda yarı çıplak insanlarla, yanların-
daki tavuklar, papağanlar, keçiler, maymunlar hatta zehirli olduğu kesin yılanlarla iç içeydik.
Kaba,saba el örmesi sepetlere, küfelere doldurulmuş envai çeşit tropikal meyve, sebze-
lerle etrafımız sarılmıştı. Boğucu sıcak,nemli hava nefes almayı güçleştiriyordu. “Bindik bir
alamete, gidiyoruz kıyamete…”
Bazen, bir nehir kıyısından geçerken kadınlar, genç kızlar, yaşlı, genç erkekler,oyun
çocukları, kucakta meme emen bebeklerin anneleri, bulanık akan nehirde, hep bir arada
yıkanıyorlardı. Çamaşırlarını temizliyorlardı. Aralarında, kutsal sayılan inekler, ağır işçiler
fillerde görülüyordu. Trenimiz uzun süre, sarı renkte toprak yol kenarından, ardından bü-
yük bir orman kenarından yol aldı. Büyük, küçük birçok yerleşim birimlerini de geride bırak-
tık. Görüntüye yol kenarlarında, portakal rengi yöre giysileri içinde yürüyen,genç rahip aday-
ları çömezler,yaşlı rahipler bilgeler giriyordu. Vagondaki hava oldukça ağırlaşmıştı. Tere bat-
mıştım. Sırt çantamdan temiz çamaşır çıkarıp giydim.
Onunla göz göze geldik.İri siyah gözleri, cüretkar bakışları heyecan vericiydi.Gülüm-
sedi. Ona çok yakışan gamzeleri ortaya çıktı. Dudaklarından fısıltı halinde, “Az kaldı.”sözcü-
ğü çıktı. Kolumu sıktı. Elleri ateş gibi yanıyordu. Yoksa hastalanıyor muydu? İstenen tüm a-
şıları yaptırmıştık. Yüzümde beliren endişeli ifadeyi yakalamıştı. Güzel gözleri buğulandılar.
“ Korkma! “ dedi. Ellerimi avuçlarının içine aldı. Bundan bir anlam çıkarmak istemi-
yordum. Gözlerimi gözlerinden kaçırdım.Dışarıda gölgeler uzuyor,trenimizde son kilometre-
leri yutuyordu.


* * * * * *

Buralara gelmemde hangi sebep veya sebepler rol oynamıştı? Doğu mistizizmine olan
ezeli merakım mı? Çok çabuk inanarak kandığım, peşine takıldığım o, gizemli kadın mı?
Önceden onun belirlediği hedefe giden yolda trenden inmiş, işaret ettiği yönde yürü-
müştük. Muson yağmurlarının hızla büyüttüğü sık bir orman içinde ilerliyorduk ki… Evvela onu, sonrada ben yönümü kaybetmiştim.
Hiç gelmediğim, görmediğim, tanımadığım bir coğrafya da, adını bilmediğim bir kö-
şesinde yapayalnız, kalakalmıştım. Endişelerim her saniye, her dakika artıyordu. Yapmam gereken tek şey onu bulmak olmalıydı. Ormanın içlerine, bir meçhule doğru yürüdüm.

Saç diplerimden fışkıran terler yüzüme süzülüyor, gözlerimi yakıyordu.Terden sırıl-
sıklam olan, vücuduma yapışan gömleğim tenimi ürpertiyordu. Etrafını, koyu yeşil yaprak-
lı tropik bitkilerin, geniş gövdeli asırlık dev ağaçların çevrelediği bir alan çıktı karşıma. Bir
adım, bir adım daha…Alanın ortasında durdum. Ayağımın altında kuru bir dal ezilip ça-
tırdadı. Çevredeki dallara tüneyen bir sürü kuş, aynı anda korku ve telaşla kanat çırpıp
daha yüksek dallara konmak için uçuştular. Gri,yeşil, turuncu, mavi, kırmızı renklere bu-
lanmış büyük bir papağan tüyü daireler çizerek, ağır, ağır yere doğru iniyordu. Yukarı-
larda meraklı gözlerin beni izlediği gibi bir hisse kapıldım. Gökdelenler gibi, göğün son-
suz maviliğine doğru tırmanan ağaçlara baktım. Bir şey göremedim. Üstelik tedirgin ol-
dum. Beş, on adım ötede, büyük yontma taşlardan yapılmış, geniş merdivenler vardı. Taş-
lar koyu yeşil yosunlarla kaplanmıştı.
Büyüklü, küçüklü her renk ve desende yapraklar etrafa saçılmışlardı. Nedenini bi-
lemediğim bir şekilde, kaygan basamakları tek, tek sayarak çıktım. Kırk birinci basamak-
tan sonra geniş bir platforma ulaştım.
Platformun tam ortasında, oldukça yüksek bir kaide üzerine oturtulmuş, devasa bir
Buda heykeli duruyordu.
Bağdaş kurup oturmuş, elleri kucağında… Her iki elinin başparmaklarıyla, işaret
parmaklarını birleştirmiş, gözlüğü andıran iki halka görülüyordu. Bir anlamı olmalıydı.
Ama ne? Abartılı büyük başı, yarı kapalı, sanki baygın gözleri, kalın dudaklarıyla kimbi –
lir kaç yüz yıldır burada oturmaktaydı?

Buda öğretisinin beş ana ilkesi vardı: “ Başkasının malını almamak. - Yalan söyle-
memek ve nefret etmemek. - Hayatı anlamak, saygı göstermek. - Kadınları sevip, say-
mak. - Keyif verici maddeler kullanmamak. “ Ölüm, maddi kişiliği yok eder. Ama kişinin
düşünceleri, iyilik ve kötülükleri bir başka bedene iletilir. Böylece süreklilik sağlanır. “
Buda’ ya göre: “ Sürekli ve tek gerçek, Nirvana’dır! Öyleyse en büyük amaç Nirva-
na’ya ulaşmak olmalıdır. “
“ Nirvana; her türlü tutku ve kaygıdan, her çeşit aşırı yaşama arzusu ve isteğinden
yanılsamalardan, bilgisizlikten, kaynağı, türü ne olursa olsun insanı acı çekmekten kurtar-
mak, sonsuz bir dinginliğe, aşka, özgürlüğe ve mutluluğa ulaştırmak durumudur. “

Her yıl binlerce insan yaya olarak, yüzlerce kilometre katederek Buda’ya geliyor,
ziyarette bulunuyorlar. Aç, susuz, yataksız, yorgansız taşların, yaprakların üzerinde yatıyor-
lar. Acılarından, ıstıraplarından, diğer dünyevi öğelerden, Nirvana’ ya ulaştıktan sonra
soyutlandıklarını, Buda’ ya kanıtladıklarına inandıklarında, buradan iç huzuruyla ayrılıyor-
lardı.


Güneş Buda’nın üzerindeki ağaçsız boşluktan süzülüp girmiş, altın rengindeki
heykeli ışıklara boğmuş, hem çevreyi aydınlatıyor, hem de ısıtıyordu. Topraktan yer, yer
buharlar yükseliyor, tapınağı çevreleyen buhurdanlıklarda, bana yabancı kokularda tütsü-
ler yanıyordu. Belli belirsiz bir esintiyle sallanan dallarda, geniş yapraklı bitkilerdeki su
damlalarında kırılan ışınlar, kristal ışık oyunları meydana getiriyordu. Daha önce terden ıslanıp, ürperen vücudum usul, usul ısınıyordu.

İnsanların çaresiz kaldığı anlarda, olanaklarının iflas ettiği, umutlarını tükettiği,
“ …hayat, memat meselesi…” dediğimiz konularda, onları felaketlerin eşiğinden döndü-
ren gizli bir güç, bütün inanılmazlığıyla ortaya çıkar. Bunun adı mucizedir!
Ben mucizenin doğa üstü bir olay olduğuna, Tanrı eliyle gerçekleştiğine inanmı-
şımdır. Ve, o mucize gerçekleşti.
Mavi-siyah saçları, iri siyah gözleri, sırtında safran rengi Sari’siyle o, Buda hey-
kelinin ardından birden ortaya çıkıverdi. Birbirimizi aynı anda gördük. Yüzüne, ani bir
şaşkınlık dalgasının hızla yayıldığını gördüm. Yaklaşınca uzun, uzun, doya,doya bakamadı-
ğım esrarlı gözlerinin derinliklerinde, yaşadığı panik,, korku, endişe ve tek başına kalmışlı-
ğın izlerinin, dehşet ifadesinin henüz kaybolmadığını görüyordum.
Bütün bunlara rağmen o, bakışı, duruşu, zarafeti, büyüleyen sade güzelliğiyle, tarih
sayfalarındaki çok ünlü meşhur kadınlardan daha farklı ve göz alıcıydı.
Saçları, narin ve yuvarlak omuzlarını aşmış,sırtından beline doğru uzanmıştı. Buda-
nın yanında öylece duruyor, hipnotize olmuşçasına bana bakıyordu. Ardında yeşilin her
tonundan renkler almış ormanın duvarları yükseliyor, seyri doyumsuz bir dekor oluştu-
ruyordu.
Adeta bir film sahnesini andıran bu ortamda, karşılıklı bakışarak ne kadar durduk,
bilmiyordum. Sihirli bir alemin içine yuvarlanıp gitmiştim. Çıkmak gibi bir çabam yoktu.
O’nu bulmuş, ona kavuşmuştum ya, gerisi boştu.
Onun, kollarını öne doğru uzattığını, bana doğru gelmeğe çabaladığını görüyor-
dum. Fakat nedense, aramızdaki mesafe bir türlü kısalmıyor, birbirimize kavuşamıyorduk.
Ayaklarım toprağa kök salmıştı, kımıldayamıyordum. Bu sahne ne kadar devam
etti? Orası da meçhul…
Ne zaman, nasıl oldu? Görmedim, bilmiyorum. O, bana ulaşmış, kollarıyla beni sıkı,
sıkıya sarmıştı. İsteri nöbetine tutulmuşçasına titremeler geçiriyordu.
“ Beni arayamayacaksın, arasan da bulamayacaksın, vahşi hayvanlara yem olaca-
ğım, yeşil mezara gömüleceğim sanmıştım. Şükür yanılmışım. “
Benim konuşmama fırsat vermeden, hızlı, hızlı konuşmağa devam ediyordu:
“ Hadi artık, bana beni sevdiğini söyle! Beni sevdiğini biliyorum. Kollarınla sar beni, te- ninin kokusunu duymak istiyorum. Aramızdaki şu mesafeleri kaldır, çekingenliği bırak,
gurur yapma ve sana karşılık vermeyeceğim korkusunu kafandan çıkar at.”
Nefes, nefese kalmıştı. İlk defa bana bu kadar yakın duruyor, kollarımın arasına bir
kedi yumuşaklığıyla sokuluyordu. Bedenlerimiz ilk defa birbirine çekincesizce yaslanıyor,
tek vücut olmak istiyordu. Aşk, sevgi ve arzu, Buda’nın huzurunda volkan gibi patlıyordu. Ne yapmalı, nasıl davranmalı, ne söylemeliydim? Bilemiyordum. Acemi, genç bir aşık gibiydim. Başım dönüyordu. Her yanımı ter basmış, titreme nöbeti bana bulaşmıştı.
O, soru dolu, ateşler saçan gözlerle bakıyor, belli ki, sevda sözleri duymak, sevilmek,
okşanmak istiyordu. O, benim için olağanüstü bir varlık, eşi bulunmayacak bir sevgili o-
lacaktı bundan sonra.


Ben, onu ararken o, Buda rahiplerinden Nirvana’ya giden yolu öğrenmiş, öğretisi-
ni belleğine almıştı. Bilgeler sınıfına giden yol da artık ona açılmıştı. Onca yıldır verdi-
ği uğraş, çektiği meşakkat onu amacına ulaştırmıştı. Ruhunu yıkayıp arındırmış, kalbini
sevgime açmıştı. Bu yüzden bana, şimdiye kadar hiç söylemediklerini içinden geldi-
ği gibi söylemiş, bu güne değin hiç yapmadığı bir şeyi yaparak, arzuyla kollarıma atıl-
mıştı. Nirvana’ nın büyüsü, bu ana kadar adı konmamış duyguların, kırk kilitli ağır demir ka-
pılarının anahtarı olmuştu. Bize de o kapıdan içeri girmek kalıyordu...

* * * * * *
DİNMEZ ER / ÇEŞME /

Dinmez Er
Kayıt Tarihi : 26.10.2008 12:58:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Necla Argüz
    Necla Argüz

    ALAÇATININ ARNAVUT KALDIRIMLARINDA YÜRÜDÜM BU GECE...ASLINDA SABAHA AZ KALDI...AMA BU ÖYKÜ BENİDE ..NİRVANA OLMASADA...
    BİR ÇOK YERLERE GÖTÜRDÜ...
    ÇEŞMEDEN TURİST GEZİZİ İÇN ADALARA GİDEN TEKNELER ..HERGÜN..TAM DA BİZİM KIYIDAN GEÇERDİ...İÇLERİNDE EN DİKKATİMİ ÇEKEN..MUTLAKA İZLEDİĞİM...EN GÜZEL ..BENİ EN ÇOK ÇEKEN..NİRVANA İSİMLİ TEKNEYDİ...NEDEN İLLAKİ ONU İZLERDİM BİLMİYORUM...ALAÇATI ÇEŞME VE NİRVANA..
    HARİKA....
    KUTLUYORUM...

    Cevap Yaz
  • Talat Semiz
    Talat Semiz

    Son derece başarılı bir anlatım. Nirvena yaşamda insanın gerçek aşka ulaşması anlamındadır ve bu aşta tanrı aşkıdır. Bizim mistik yaşamımızda Tasavvuf düşüncesinin enel hak mertebesi değimiz tüme varışı anlatmaya çalışır. Tüme varış vuslata erme, ait olduğu yere dönme.. ona kavuşma ve tanrısal ilahi olgunluğu yakalamadır.

    Bir yandan mistik düşüncenin derinliği ve transdantal meditasyonla çağdaş bilgelerin ulaşmaya çalıştığı duğu felsefesi duyarlılığı, öte yandan ilahi aşka yakın insanın karşı cinsine duyguğu sevgi derinlemesine çok güzel işlenmiş.

    Kutluyorum. Öykü insanı gerçeklere yönlendirmeli ve en az, anlamlı şiirler kadar düşündürmelidir ki, bu başarı öyküde fazlasıyla yakalanmıştır....+10

    Cevap Yaz
  • Mefgüre Çakırlar
    Mefgüre Çakırlar

    Mükemmel bir deneme olmuş üstadım,bir solukta okuyacak kadar da sürükleyici,yüreğinize sağlık,kaleminiz hiç susmasın...

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (3)

Dinmez Er