En son Mehmet Akif'in fotoğrafıyla nerede karşılaştınız? Bir kitap kapağında mı? Bir ansiklopedi sayfasında mı? Bir devlet dairesinin koridorunda mı? Bir sınıfın duvarında mı? Peki dikkatle bakabildiniz mi yüzüne? Tamam zamanınız yoktu. Aradığınız kitap bu değildi. Ansiklopediden alacağınızı almıştınız. Evrakın yetişmesi gerekiyordu. Zil çalmıştı. Yine Akif'in yüzüne bakamadınız. Bir dahaki sefere mi? Hayır bakamayacaksınız. Zira hiçbir dalganın yaklaşmaya cesaret edemediği bu mayınlı sahil, dingin ama tekin değil. Bir nefeste batabilir tekneler! Kâğıt dağılabilir suda. Kurşun eriyebilir. Hayır, o derin koya böyle demir atamazsınız. Kendi resminizi yanına koyamazsınız o resmin. Kendi resminizi ve başka resimleri. Çünkü yanına hangi resim konsa imitasyon bir tabloya dönüştürüyor. Bir dalgakıran gibi doğruyor hevesleri. Kibri onurla, sahteyi hakikatle çürütüyor. Rahatınızı kaçırıyor bakışlarıyla. Çapayı bıraktığınızda suya, sığlığınızı yüzünüze vuruyor.
Mehmet Akif'in yüzü dalgalanıyordu. Vapurdaydım. Yirmi dakika geçmek bilmiyordu. Kara görünmüyordu. Deniz kaynıyordu. Vapurdan çatırtılar, iniltiler geliyordu. Ayaktaydım. O ise alt güverteye inen merdivenlerin yanında. Gözlerimi kaçıramadım bu kez. Kızgındı. Hayır kırgın. Hayır hüzünlüydü. Hayır yalnızdı. Hayır isyankârdı. Hayır mütevekkil. Hepsiydi. Hiçbiri. Bir şairden çok sürgüne gönderilmiş bir hükümdarı andırıyordu. Bir şairden çok oyun arkadaşlarına küsmüş bir çocuğu andırıyordu. Bir şairden çok hayal kırıklığına uğramış bir babayı andırıyordu. Bir şairden çok öğretmeye kararlı bir muallimi andırıyordu. Bir şairden çok isyan çıkarmaya hazırlanan bir mahkûmu andırıyordu. Bir şairden çok hiçbir şeyi andırmıyordu. Uçsuz bucaksız alnı, yerinden fırlamaya hazır kaşları, kıyıları hüzünle sürmelenmiş gözleri, yerli yersiz kıpırdamayan, kendisinden doğacak her kelimeyi aziz kılacak sıkılıkta dudaklarıyla bir şairdi o!
Bir şairdi o caddelerden kaçan. Şiiri beğenildiğinde utanan son şair. Sefiller'i okurken gözyaşlarını görmesin diye halk, vapurun alt kamarasında gizleyen kendini. Thais'i orijinalinden okuyacak kadar Fransızca, tercüme edecek kadar Arapça bilen bir münevver. Fakat yalnız şiirini değil, ilmini de örtmeyi seviyor. Hayır saklamıyor öğrenmek isteyenden, öğretiyor da. Fakat tezgâhta değil malları. Çığırtkanlık yapmıyor. Dostu Mithat Cemal'in ifadesiyle, “Sahne değil, samimiyet” peşinde. “Canım Akif, insan üşümez mi? Bari hatırım için üşü! ” diyor Cemal, karlı bir gün Recaizade Mahmut Ekrem'in evinde ceketinin karlarını silkerken şair. Paltosu yok Akif'in. Kıyafetiyle de okuduklarıyla da şaşırtıyor herkesi. “Quo vadis'i okuyorsunuz! Fransızcasını! Siz? ” deyince Cenap Şahabeddin susuyor Akif. Sonra mırıldanıyor, “Ne adamlar! Fransızca bir roman okumak gözlerinde bir hadise! ” Halbuki Akif, o romanı okuduktan sonra “ Peygamberi ve dört yârını bu türlü yazacak bir sanat adamı bizde niçin çıkmıyor! ” diye hayıflanıyor yalnız. Her ne okursa, “Oku! ” çağrısıyla yoğuruyor Melek'in. “İnsanlığa hizmet” ölçüsü onun. Bu yüzden Sâdî'nin sekiz beyitli bir hikayeciğini, Firdevsî'nin altmış bin beytinden üstün tutuyor.
Son şairdi o başka şairleri kıskanmayan. Safahat'ının altıncı bölümü Âsım yayınlandığında edebiyat çevrelerinde büyük bir sessizlik hakim olmuş, Süleyman Nazif bu durumu şu cümlelerle ifade etmişti: “Başka yerlerde olsa böyle eserlerin zuhuru büyük birer hadise-i milliye telakki olunur ve gazetelerle mecmûalar onları aylarca mevzu-i bahs eder. Bizde ise makberî denilecek kadar mukassî ve lâkayd bir sükuttan başka, kitabın şimdilik bir nasîbini gören yok…” İşte o günlerde bu sükutu bozmak isteyen Mithat Cemal Kuntay, devrin tanınmış ediplerini evine davet etmiş, Âkif'in Âsım'dan parçalar okuyacağını fısıldamayı unutmamıştı kulaklarına. Kimler yoktu ki bu “Asım Günü”nde. İşte masa başındaki o meşhur fotoğraf! Soldan sağa: Cenap Şahabeddin, Süleyman Nazif, Mehmed Akif, Samipaşazade Sezai… Başkaları da var evde. Ev sahibi Mithat Cemal, Hâmid, Faruk Nâfiz… İyi bakın bu fotoğrafa. Akif hem var hem yok. Âsım'ı okuyacağı yerde Faruk Nâfiz'i konuşturuyor. Yine unutturmayı başarıyor kendini kalabalıkta. Önce “Suda Halkalar” şiirini okutuyor Faruk Nâfiz'e sonra “Firarî”yi. Nihayet misafirler dağıldıktan sonra sitem ediyor ev sahibi Akif'e, “Faruk Nâfiz günü yaptık! ”diye. Akif, “İnsaf et! Çocuğun şiirleri varken ben kendimi nasıl okurum! ”diyor. İşte adam bu! Yalnız kıskanmayan son şair değil, son adam! Muallim oluveriyor, çocukları duyduğu an:
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta