....bostan dolabinin yanindaki, sulari bana kahverengi gözüken, o küçük ve eskimis havuzdaki solgun ve kederli nilüferlere gidip bakardim çocukken, babam, onlarin kökleri olmadigini anlatmisti bana.
Neden bu çiçekleri hep birseylere benzetmek için kullandiklarini ancak büyüyünce anladim. Yalnizca bu çiçekler, hep bir yerlere gidecekmis gibi azade ve özgür oluyorlar ama küçük bir havuzun içinde bir yere gitmeden
yasiyorlardi. Hayat da böyle birseydi benim için; hep biryerlere gidecek gibi duran, yalniz ve bir yere gitmeyen bir çiçek. Bütün bir hayatin özeti buydu. Bende bir yere baglanmadim ve bir yere gitmedim, öyle solgun nilüfer
gibi bir havuzun içinde yalniz basina durdum, köklerimi salamadim, ne, oldugum yere saglamca yerlestim, ne, baska diyarlara kaçabildim.
Bana bakanlar, beni seyredenler, beni sevenler oldu ama kimse yakasina takmadi beni, kimse odasina koymadi, kimse beni sulayip büyütmek için ugrasmadi.
Onlara ihtiyacim olmadigini, havuzumda tek basima yüzebilecegimi düsündüler.
Eğer bir alıcı çıksaydı, bir şeytan mesela, ne karşılığında satardınız ruhunuzu, ne karşılığında cehennemlerde yanmaya razı olurdunuz?
Bir volkan gibi, içi çağıldayan çılgın alevlerle dolu olduğu halde aynı zamanda bir selvi ağacı kadar da huzurlu olan bir aşkı, böyle bir mucizeyi, bir tek gün zerdali çiçeklerinin döküldüğü gizli bir bahçede, bir sevgiliyle yaşamak karşılığında satar mıydınız ruhunuzu?
Parlak beyaz duvarları floresan lambalarının sert ışıklarıyla aydınlanmış bir laboratuvarda bir geceyarısı kan çanağına dönmüş gözlerinizle mikroskobunuza bakarken, kanserin çaresini keşfetmek karşılığında atar mıydınız ruhunuzu ateşlere?
Bir sabaha karşı, askerlerin dipçiklerle kapıları kırıp evlere girerek insanları taradığı bir darbenin liderliğini yapan, insanları darağaçlarına, zindanlara sürükleyip korkutan, herkesin karşısında titreyerek selam durduğu bir general olma karşılığında vazgeçer miydiniz ruhunuzdan?
Bütün dünyanın soluk soluğa seyrettiği bir film çekebilme yeteneğinin size bağışlanması, ruhunuza biçtiğiniz fiyatı karşılar mıydı?
Yoksa ruhunuzu hiç bir bedel karşılığında satmaz mısınız, sakin bedeninizin içindeki sakin ruhunuzla, hiçbir değiş tokuşa razı gelmeden mi sürdürmek istersiniz ömrünüzü?
Diğer insanlarla olan ilişkilerimizde, genellikle, daha önceden belirlenmiş rollerden birini benimser, karşımızdakinin de bilinen rollerden birini üstlenmesini bekleriz; ilişkilerde, biri beklenildiği gibidavranmadığında, rolünü oynamayı reddettiğinde, rol dağıtımını küçümseyip aşağıladığında, aslında hayatımızı ne kadar kırılgan bir zeminin, her an hırpalanabilecek alışkanlıkların üstüne bina ettiğimizi görürüz. Rolünü reddeden biri, bu insan ne kadar önemsiz biri olursa olsun, bütünhayatımızı karmakarışık edip, üstünde durduğumuz zemini çökerterek bizi beklenilmeyen takıntıların, tutkuların esiri haline getirebilir. Size şimdi anlatacağım hikaye karlı bir kış gecesi Paris'te başlıyor. Hikayemizin kahramanı genç bir adam, geceleri geç saatlere kadar çalıştığı bir işi var ve kendi yaşındaki biri için çok iyi para kazanıyor. Hemen hemen her gece yaptığı gibi gene bir gece geç vakit, işten döndükten sonra biraz hava almak ve işin gerginliğinden kurtulabilmek için köpeğini gezdirmeye çıkarıyor. Kar yağıyor. Her zaman hareketli olan Paris bile sessizleşip sakinleşmiş, herkes evlerine çekilmiş. Sokaklar bembeyaz. O durgun beyazlığın bir kenarında, çirkin bir leke gibi siyah bir karaltı yatıyor. Soğuktan korunabilmek için, altından sıcak buharların tüttüğü bir metro ızgarasının üstüne kıvrılmış, paçavralara sarınmış, kir pas içinde, yaşlıca bir 'clochard' bu; Paris'in, hayatın içinde koşuşturmayı, başarılı olmaya çabalamayı reddeden 'filozof serserilerinden' biri. Köpek, beyazlıklar içindeki karaltıyı görür görmez ona doğru hamle ederek, mazgalın üstünde büzüşerek uyumaya çalışan yaşlı serseriyi uyandırıyor. Genç adam köpeğini çekerek oradan uzaklaşıyor. Beyazlaşmış sokaklarda köpeğiyle epeyce gezdikten sonra aynı yoldan evine dönerken, biraz önce köpeğinin adamı uyandırmış olmasından duyduğu rahatsızlıkla, siyah karaltının başucuna bizim paramızla yaklaşık bir milyon lira bırakıyor. Karşılığında, farkında olmadan beklediği tek şey, yaşlı serserinin 'minnettarlığını' gösteren küçük bir tebessüm, bir teşekkür mırıltısı. O sessiz beyazlığın ortasında, yerde yatan yaşlı serseriyle, başucunda duran genç adam bir an birbirlerine bakıyorlar. Kirden rengini kaybedip keçeleşmiş saçlarıyla biçimsiz bir çirkinlikle uzamış sakallarının arasına saklanmış, çizgileri alabildiğine derinleşip keskinleşmiş, yıllarca sokaklarda kalarak eskimiş yüzde bir 'minnet' ifadesi değil tam tersine aşağılayıcı bir ifade beliriyor; 'sadakayı' alan sadakayı vereni, sadaka verebilecek durumda olduğu için küçümsüyor. yilik yapmanın gizli gururunu taşımaya hazırlanan genç adam, yaptığı iyilik karşılığında şağılandığını görerek şaşırıyor. Ertesi gece, gene sabaha karşı ıssız ve beyaz sokaklarda köpeğini gezdirmeye çıkarıyor. O çirkin leke, o tuhaf karaltı, bir gece önceki mazgalın üstünde yatıyor. Köpeğiyle birlikte karaltının yanından geçiyor. Bu kez köpek yaşlı serseriyi rahatsız etmiyor. Genç adamın kendisini yaşlı serseriye borçlu hissetmesi için hiç bir neden yok. Köpeğini dolaştırıp dönerken, anlayamadığı bir nedenden dolayı gene yaşlı serserinin başucunda durup, bir milyon lira daha bırakıyor. açavralarının içinde büzüşmüş yaşlı adam başını çevirip, bir gece önceki küçümseyici bakışlarıyla bakıyor. Tek kelime bile konuşmuyorlar. Ertesi sabah uyandığında genç adam, sokakta yatan o yaşlı serserinin görüntüsünün aklına takıldığını farkediyor. Gece işten dönünce tekrar köpeğiyle dolaşmaya çıkıyor. Ama artık amacı köpeğini gezdirmek ya da biraz hava alıp günün yorgunluğunu tmak değil, o partal adamı görmek istiyor. Serseri herzamanki yerinde yatıyor. Mazgaldan tüten dumanların arasında rengi solmuş eski bir kilim gibi kıvrılıp yatmış serserinin yanından ona hiç bakmadan geçtikten sonra dönüşte, 'hayır, bu sefer ona para vermeyeceğim' diye kendi kendine öylenmesine rağmen gene durup parayı bırakıyor. Aldığı karşılık gene o küçümseyici bakış. Yaşlı serseri bir kerecik gülümseyip teşekkür etse genç adam ondan kurtulacak, ona bir daha para vermeyecek belki bir daha o sokaktan bile geçmeyecek ama serseri ya bu gerçeği bilecek kadar akıllı olduğundan ya da gerçekten 'iyilik yapabilecek' durumda olan herkesi küçümsediğinden asla ülümsemiyor. Ve, o aşağılayan bakışlarıyla genç adamın hayatının vazgeçilmez bir parçası, bir tür hastalığı haline geliyor. Her gece sabaha karşı gidip yaşlı adamın yanına parayı bırakıyor. Her kşam yaşlı serserinin gözlerinde aynı küçümsemeyi görüyor. Bir ay geçiyor, iki ay geçiyor. Karlar eriyor, sokaklar kalabalıklaşıyor. Genç adam hiç aksatmadan her gece, artık kendisine acı vermeye aşlayan gezintisine çıkıp, dönüşte 'küçümsenmesinin bedelini' ödüyor. Her gün bir daha o sokaktan geçmeyeceğine yemin edip her gece oraya gidiyor. O parayı bırakıyor. Üç ay geçiyor, dört ay eçiyor. Her gece birbirlerinin yüzüne neredeyse düşmanca bakıyorlar. Birçok dostlukta rastlanmayacak kadar güçlü bir ilişki ve koparılması her gün biraz daha zorlaşan bir tutku haline geliyor bu düşmanlık. Beşinci ayın sonunda, ihtiyarın hiç bir zaman gülümsemeyeceğini ve kendisinin, hayatını, alışkanlıklarını, beklentilerini altüst eden bu takıntıdan kurtulamayacağını anlıyor. Yapabileceği tek şeyi yapıyor. Evini bırakıp Paris'in uzak bir mahallesine taşınıyor. Bir zaman sonra adam Paris'ten ayrılıp memleketine dönmek zorunda kalıyor. Aradan yıllar geçiyor, bir gün yeniden Paris'e dönüyor ve Paris'teki ilk gecesinde, ihtiyar serseriye ilk rastladığı sokağa gidiyor. Mazgalın üstü boş. İhtiyar serseri yok artık. Ama o küçümseyici bakış hâlâ o genç adamın aklında ve hep orada kalacak.
Onlar her şeyleriyle vaatkar ve çekicidir; bakışlarıyla, kokularıyla, duruşlarıyla, “Sev Beni” derler, “sev beni, kimse benim gibi sevişemez, benim gibi öpüşemez kimse, kimin dudaklarında böyle karadut tadı var, kim bu kadar güzel kokuyor; ayışığında çırılçıplak dolaşırım, yağmurlarda gülerim; dokun saçlarıma, hiç bu kadar parlağını gördün mü, seni öyle çok severim ki kimse benim gibi sevemez.”
Kleopatra’dır onlar, Mara Hari’dir, Messelina’dır, Hürrem Sultan’dır.
‘Muse’ler gibi her yolcuyu şarkılarıyla sarhoş eder, yolundan döndürürler; her gemi onların sesini dinleyebilmek için felaketlere uğramaya razı olur.
Her yerdedirler, her yanda; başınızı çevirdiğinizde bir ışık bulutunun içinden çıkıverirler.
Onlar göründüğü andan itibaren bütün duygular, bilinen ne kadar duygu varsa hepsi, saklandıkları köşelerden kuytulardan çıkarak size doğru çılgın bir koşu tutturur; hepsini tadarsınız, en yakıcı olanları, en baharatlıları, en lezzetlileri.
Ve, onlar gözyaşı demektir.
Birçok dönemeçte kaderimize 'buradan sap' diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir. O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz. Nedir bizi sessiz bırakan peki? Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen?
Bazen düşünürüm de, kader bana tuhaf huylu bir arabacı gibi gözükür, sanki sizi hangi şehre götüreceğini seyahatin başından belirlemiştir de, şehre vardıktan sonra bazı dönemeçlerde dönüp adresi size sorar.
Hangi semtte, hangi sokakta, hangi evde yaşayacağınızı kendiniz belirlersiniz.
O dönemeçlerde kararınız ya da kararsızlığınız çizer yolunu.
Kararsız kalırsanız eğer, arabacı o dönemeci geçip devam eder yoluna.
Bazen, bir ömür bir uçurum taşırız içimizde ve fark etmeyiz.
Bizi biz yapan her şeyin ve adına hayat dediğimiz serüvenimizin kökünde bazen büyük bir boşluk vardır ve biz bu boşluğu, onun orada olduğunu bilmeden, hissetmeden taşır dururuz.
Onu görmemiz, hissetmemiz, onun orada bulunduğunu anlamamız, genellikle o boşluğun hiç olmazsa bir kez, güçlü bir duyguyla, keskin bir heyecanla, yakıcı bir istekle dolması ve sonra boşluğu dolduran duygunun yada insanın bizi bırakıp çekilmesiyle olur. Geride kalan, artık doldurmak için çırpındığımız bir uçurumdur.
Orada olduğunu her an bütün tenimizde ve ruhumuzda hissettiğimiz büyük bir boşluktur.
O güne dek, gizli gizli kendini duyumsatan uçurum ayaklarımızın dibinde açılmıştır artık ve gözlerimiz o derinlikten başka bir şeyi görmez; o uçurum dolmadan önce yaşadığımız her şey manasız ve sıkıcıdır, geçmiş yaşamımıza dönmeyi düşünmeye bile tahammül edemeyiz.
Bir uçurumu taşıdığımızı bilmeden manasız ve sıkıcı bir hayatı ömür boyu sürdürmek mi, yoksa orada bir uçurum olduğunu, onu, unutulmaz heyecanlarla, maceralarla, anılarla dolu bir duygu tayfunundan geçtikten sonra anlamak mı daha kötü, o sırada bunu düşünemeyiz bile.
Öylesine bütünlüklü ve öylesine sade güzelliği var ki bu erken yaz sabahının, başka hiçbir güzelliğe içinde yer bulunmuyor; belki de ilk kez, bir başka güzelliğin, bir mısranın, bir şarkının, hatta uzun bir şampanya kadehinin içinde duran şu çiçeklerin, derin bir duygunun, eğlenceli bir düşüncenin bozabileceği böyle bir vakte rastlıyorum. Sabah, sanki bir beyaz manolya yaprağı...
Parlak, mavi bir yaz sabahı.
Sakin, sessiz.
Sanki hiçbir sese, hiçbir harekete tahammülü yok.
Müziği kapattım.
Dümdüz lacivert bir deniz, koruluklarının yeşili bile gözüken adalar, bir beyaz yelkenli, uzaklarda bir şilep.
Her sabah bir baska Joseph K.'nin resimleri var gazetelerde.
Satonun bulundugu tepenin eteklerindeki küçük köyde yasiyoruz,
iktidarin asil sahipleri asla gözükmüyor, her sabah kapimizin altindan bir suçlunun resmi atiliyor ve onlarin suçlu olduguna, suçlu olduklari söylendigi için inaniyoruz. Evlerimizden suçluyu parçalamak için çikiyoruz, birbirimize 'Suçluymus' diyoruz, suçlunun öldürülmesini istiyoruz, efendilerimize suçlunun öldürülmesi için yalvariyoruz.
cccccc
Kafka'nin yazdigi romanlari okur gibi yasiyoruz.
Kafka'nin roman kahramani Joseph K. bir sabah uyandiginda evine gelen iki adam onun 'suçlandigini' söyler ama neyle suçlandigini söylemez. Joseph K.'nin suçlulugu iki adamin onun 'suçlu' oldugunu söylemesiyle baslar. K.'nin neyle suçlandigi belli degildir ama daha da önemlisi onu kimin suçladigi da belli degildir.
Sevmek dediğimiz...
Sevmek, yalnızca sevgiden oluşmuyor.
Bir altın madeninin duvarından kopardığımız bir parçanın içinde altınla birlikte nasıl taş, çakıl, çamur buluyorsanız, sevmek dediğinizde de sevginin yanında sevgiye benzemeyen birçok duyguyu buluyorsunuz.
Sevmek, yalnızca sevgiden ibaret olsaydı, sevdiğimizin mutluluğunu ister, onun mutluluğundan mutlu olurduk ama biz sevdiğimizin mutlu olmasını değil, “bizimle mutlu olmasını” istiyoruz.
Herkesin, kendisi olmaktan sıkıldığı zamanlar vardır.
Dertlerinin, sıkıntılarının, kederlerinin kendi küçük hayatının havuzuna sığmadığı zamanlar.
Geçmişini, gününü hatta geleceğini unutmak, bütün varlığını ıslak bir palto gibi bir portmantoya asıp yürümek istediği zamanlar.
Ahmet Altan
Demokrasi senin olsun
Ahmet Altan
Haber ver
Ekmeğin paylaşımından
Ekmeksizlerden
Demokrasi senin olsun
Ahmet Altan
Haber ver
Çöplükte yaşayanlardan
Çöplükten geçinenlerden
İşi olmayanlardan
Demokrasi senin olsun
Merhaba Ahmet Bey
Nasılsınız. Şiir yüreğimizin sesidir.İçimizdeki sesleri yansıttığımız bir aynadır. Sevda düştüyse yüreğimize hep kanar bir yanımız. Ulaşamayız hasretimize. Bir ömür adasakta artık fayda etmez. Biliriz. Ama gene düşeriz,bedeller öderiz kaybedeceğimizi bile bile, kazanma umuduyl ...