Bir hayat neye yarar? Uçsuz bucaksız bir soru değil mi? Neresinden tutsan yabani otlar gibi yakar tenini. Bazıları bu soruya cevap verememenin huzursuzluğuyla kavrulur, bazıları da “biricik” olmanın bilinciyle avunur.
Ben soruları cevaplardan daha çok severim. İçinde boğulduğum çatışmalara, zehirli çelişkilere, bağımlısı olduğum takıntılara yenik düştüğümü, bunun o kadar kötü olmadığını sıradan bir ömrün fırtınalı kıyılarında dolaşarak ve epey kayıp vererek öğrendim. Bu “yenilgiler tarihinden” geriye tam ne kaldı bilmiyorum. Görebildiğim, sadece kendime göre eşsiz bir hikâyeler koleksiyonuna sahip olduğum.
Onları anlatabilmek için henüz annemin karnındayken, mırıltılarını, inlemelerini, iç çekişlerini işiterek öğrendiğim buruk melodili bir dilim var. O dille dünyayı kavramaya, kendimi anlamaya, bu dünyadan gelip geçişimi anlamlandırmaya çalışıyorum. Kendimi hikâye ederken, bağırırken, ağlarken, yazarken, kelimelerin tılsımıyla hayatı çoğaltırken Yahya Kemal’in “Dil ağzımda annemin sütüdür” deyişini hatırlıyorum. Bütün bir insanlık için bu böyledir. Bu kadar basittir aslında. Onu, hak bellemek bile bu dünyaya fazladır. İnkârı ayıptır!
Ve dil nihayetinde insanı insana ulaştıran en sağlam köprüdür. Bir gün kendisini küçümseyenlerden intikamını sinsice alır. Geçmişle, gelecekle bağımızı koparmamak için anlattığımız hikâyeler, sahip çıktığımız dil bizi hakiki benliklerimize kavuşturur, hayatı ebedi kılar çünkü. En bozulmamış hâlimiz de, en koyu karanlığımız da hep onun sürprizli oyunlarıyla, musikisiyle, anlam katmanlarıyla görünmez mi?
Kapıya koşuyorum
Gelen sen misin diye
Bir siyah saç görmeyeyim
Yüreğim burkuluyor
Ağlamaklı oluyorum
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta