Yaşar Kemal “Bir Ada Hikayesi” başlıklı dörtlemesini bitirdi, son roman olan Çıplak Deniz Çıplak Ada (Yapı Kredi yay.) Ekim’in başında yayınlandı. Öteki üç roman şöyle: Fırat Suyu Kan Ağlıyor Baksana(1998) , Karıncanın Su İçtiği (Nisan 2002) ve Tanyeri Horozları (Eylül 2002) . Dördüncü cildin yazımı 8,5 yıl sürmüş; bunun temel nedeni yazarın hastalığı; belki biraz da dörtleme’nin getirdiği yazınsal açmaz! Dolayısıyla daha önce yer alan öykü/öykücükler tamamlanmış oluyor. Bu kadar uzun zaman sonra dördüncü cilt yayınlanınca ister istemez birazcık “unutma” da oluştu. En azından kendim için böyle söyleyebilirim.
Dörtleme’nin tamamlanması da edebiyatımız için önemli. Yaşar Kemal “Akçasazın Ağaları” üçlemesini tamamlamadı. Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974) , Yusufçuk Yusuf’tan (1975) sonra üçüncü cildi yazmadı. Bence yazamadı değil, özellikle yazmadı. Anladığım kadarıyla, “O iyi insanlar o güzel atlara bindiler çekip gittiler” ya, “yeni insanları” yazmak istemedi. Evet, tamamlayamadı değil, yazamadı değil, yazmak istemedi, tamamlamadı. Dolayısıyla, bundan sonra sağlığı elverse de (ki uzun ömürler dileriz kendisine) , üçüncü cildi yazmayacağını düşünüyorum. Bu konuda yanılmayı o kadar çok isterim ki!
Ütopya ve Ada nerede?
Bilindiği gibi Yaşar Kemal dörtlemesinde mübadele sorununu gündeme getiriyor, konu ediniyor. Eleştirel yaklaşıyor, insan için bir utanç olduğunu söylüyor. Zaten onun romancılığında “insan”ı macerasıyla buluyoruz: trajik olan, komik olan, sevinç, coşku, endişe ama korku, en çok da korku. Hep zulme, baskıya, haksızlığa karşı ve bir umut yeşertiyor, Yaşar Kemal. Bu dörtleme için de böyle denebilir (genellikle de böyle dendi) . Öte yandan bu dörtlemeyi bir “ütopya” olarak da düşünüyorum ve baştan beri hep böyle okudum! Birinci romanın başındaki Poyraz Musa’nın Karınca Adası’na çıkmasından beri. Zaten mekânın “ada” olması da bu “ütopya”yı güçlendiriyor.
Baştan beri takıldığım bazı şeyler de var. Örneğin Ada, Ege Denizi’nde, İda Dağı’nın karşısında ve başka küçük adalarla da çevrili. Ama bana hep Marmara Denizi’nde izlenimini veriyor. Öyle algılıyorum. Dört romanda da sık sık vurgulanan Çanakkale Savaşı’nda Ada’daki kilisenin hastane olarak kullanılması. Bunu Osmanlı Ordusu kullanıyor; yani İtilaf Devletleri değil. Anlayamadığım Boğaz ablukaya alınmışken hatta bir ara bir Fransız tugayı Anadolu tarafındaki Kumkale’ye çıkmışken, Ege’deki bir adaya nasıl yaralı getirilir! Gerçeklikte (tarihte) böyle bir şey var mı? Doğrusu bilmiyorum! Ama çok mantıklı gelmiyor; üstelik adalar, Gökçe ve İmroz hariç Cihan Savaşı öncesinden Osmanlı’dan çıkıyor, bildiğim kadarıyla. Kuşkusuz bu çok önemli değil. Yazar romanda tabii ki böyle bir kurgu yapabilir ve bunun da oluşturmak istediği “sanatsal fikre”, yazınsallığa uygunluğu vardır.
Nitekim romanın önemli karakterlerinden Melek Hatun’un Kazdağlı oluşu, oradan İda ve mitoslarına yol almak; hatta bir Kaf Dağı imgesi oluşturmak söz konusu; İonya’yı birleştiren ya da “bütünlüklü” algılamaya çalışan bir düşüncenin yazınsal karşılığı belki Ada’nın Ege’de olması; zaten bu bütünlüğe romanda zaman zaman vurgu yapılıyor. Pekâlâ bu biçimlerde okuyabiliriz ki bunların göndermesi de epeyce. Ayrıca Ege’de oluşu dolayısıyla Ada’nın birbiriyle savaşmış, “düşmanlık”la beslenen politikalar gütmüş iki devletin arasında oluşu anlamına geldiği gibi, Ege de Akdeniz uzantısı. Yani yazarın Çukurova’yı “yaşamsal/yazınsal” bir tema “benimsemesi/seçmesi” ile örtüşmüyor mu?
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta