ACI ŞİİRLERİ

ACI ŞİİRLERİ

Mahzuni Şerif

Acı acı günlerim
Şamatacı günlerim
Güneş yüzü görmedi (vay)
Hacı bacı günlerim

Değirmenin çarkı yok
Bu bahçenin parkı yok
..

Devamını Oku
Alaaddin Külcüoğlu

Henüz tebessümüm tükenmeden
Mutlu bir anımda
Kimse yokken yanımda
Sessizce gel ölüm acı vermeden

Bilebilsem bir gün önceden
Kendim kazarım
..

Devamını Oku
Pir Sultan Abdal

Sinem üstü ateş oldu od oldu
Yakar muhannetin acı sözleri
Hızır Paşa'nın ettiği derd oldu
Çıkar muhannetin acı sözleri

Seni şekva edem Urum Beyine
Bakmıyon mu şu sinemin dağına
..

Devamını Oku
Cezmi Ersöz

Söylemiştim sana, aşk benim kurtuluşum, soluğum, özgürlüğümdür, diye. Bu sıradan, bu bayağı hayattan, bu günlük, bu insanı haysiyetsiz bırakan korku ve kaygılardan, hesaplardan, kendimi korumak için girdiğim rollerden, baskılardan, aşkımla çıkabilirim ancak; aşk benim için ya hep ya hiçtir, diye.
Çünkü ben sizler gibi olamadım bir türlü.

Sizler çok “duygusalsınız! ” Hormonlarınızın size her mevsim oynadığı küçük oyunlara kapılıp âşık olduğunuza inanıyor ve hemen kapılıp gidiyorsunuz; ya da sizler aşk diye birbirinizi kulllanarak hayatın sizde açtığı yaraları iyileştiriyor, yıpranmış benliklerinizi onarıyorsunuz. Sonra da geçip giden yazların ardından ve güçlenmiş egolarınızla hesaplı ve korunaklı ilişkilerinize geri dönüyorsunuz. Beraberliklerinizin ya da aşk sandıklarınızın ardında hep bir dönüş kapınız açık sizin. Sizler mevsimlik aşklarınızdan geriye olduğunuz gibi geri dönersiniz. Bense çıktığım yolculuktan sakatlanmış olarak dönerim! Hiçliğe... ve bir kez daha ölmüş olarak. Tıpkı seninle yaşadıklarımdan sonra hissettiğim gibi... Söylemiştim, sana duyduğum aşk, içimde derin ve ölümüne bir kök saldı diye. Sense benimleyken hayatın sende açtığı yaraları iyileştirmiş, yıpranmış benliğini onarmış, kırgınlıklarını, korkularını, zaaflarını bana yüklemiş, sana güven veren, korunaklı ilişkine geri dönmüştün. O kötü enerjini geçirdiğin sahipsiz bir toprak olmuştum sana...

Onu sevdiğimi anladım, ona dönmeliyim, demiştin. Şimdi benim kanımla yeniden güçleniyor ilişkiniz. Şimdi ona okuduğun, ama benim sana yazdığım aşk şiirleriyle, öyküler ve yenidendoğuş efsaneleriyle besleniyor yakınlığınız. Şimdi ilişkinize benim çaresizliğim, itilmişliğim heyecan katıyor. Benden sevgini esirgeyerek, beni ölümün kucağına bırakarak ona döndün. Ne farkı var öyleyse beraberliklerinizin, ilişkilerinizin bu aşağılık, bu adaletsiz, bu esaret dolu hayattan? İlişkiniz benim safdışı edilmemle taçlanıyor şimdi... Safdışı etmek! .. Bu hayatı ne güzel özetliyor! ..

..

Devamını Oku
Oruç Aruoba

Ne olabilirdi ki benim başarım, ben o koşullara boyun eğip, toplum içinde bana gösterilen yeri alsaydım? Bir ikiyüzlülük, bir sahtelik, bir aldatmaca olurdu bu ‘başarı’—-ben’im, ben olmadan, hatta benliğimi bir kenara atarak, kişiliğimi çiğneyerek elde ettiğim bir şey. Karşılığında kim olduğumu verdiğim bir ‘kimlik’… Bunu kabul etmedim—Şunu bilmeni istiyorum: Pişman değilim; hiç de pişman olmadım. Ama şunu da bil ki, öyle gururlu falan da değilim-olmadım. Kendimden hiç nefret etmedim; ama bir türlü beğenemedim de kendimi. Çok acı çektim ama başkalarına da çok acı çektirdim. Kendimi haklı görüyor değilim; ama kendimi savunuyor da değilim-hele yargılamayı hiç beceremiyorum, kendimi de dünyayı da…

Dünya ne ise oydu, ben de ne isem o oldum-uyuşamadık. Hepsi bu…
..

Devamını Oku
Ahmetnecat Ucur

Aşk denilen yalanı,yaşarsın acı acı
Aldatıp ta aldanma,şaşarsın acı acı
Deseler de kurtlu bir kaşarsın acı acı
Aşamam ben desende aşarsın acı acı

Aşk acı,yalan acı,yaşam acı,çok acı
Sevgili ararken,bulursun birçok,bacı
..

Devamını Oku
Sinan Karakaş

Acı günler içinde, yoğrulmuş kavrulmuşum,
Bir goncacık gül gibi, açılmadan solmuşum,
Rüzgarlar esti bana, dağılmış savrulmuşum,
Her şey üstüme gelmiş, ben dertlerle dolmuşum,


Acı benim düşüncem, acı benim hülyamdır,
..

Devamını Oku
Şevki Çiftçi

Bu aralar mecnundan beter oldum.
Ya rabbim sen acı, sen acı bana.
Vuslat vaktini iple çeker oldum.
Ya rabbim sen acı, sen acı bana.

Mevsimler geçiyor geri gelmiyor.
Seneler bitiyor ödün vermiyor.
..

Devamını Oku
Cafer İşler

Gariplere acı
Yolda kalanlara acı
Düşkünlere acı
Yetimlere acı
Yoksullara acı
Hastalara acı
Açlara acı
..

Devamını Oku
Hüseyin Cayıklı

yıllar geride kalmıştı.geride kalan yılların günlerine bakınca bir kaç arkadaşla emindik birşeylerin değişeceğine.Azimliydik kararlıydık bir şeylerin bizi bulup bu karanlıktan kurtulacağımızı biliyorduk.yıllar geçip bu zamana gelince kafama bir balyoz düştü.evet birşeyler değişti değişen biz olmuştuk.değişen zamandı zamanla beraber sevdiklerimizde değişiyordu ne apansız bir süreçti bu sev sevil ve terket.istemeden terkettik bazı yerleri.büyüdüğümüz şehirden kaynaklanıyor olması gerek ki dostluk arkadaşlık marşları deniz kenarında söylenirdi.çamlıklarda kızlarla sevişmezdik biz meydanlarda büyüdük meydanlarda sevişip meydanlarda ölürdük.biz sadece buna inanmıştık.kısacası kaybetmeye.biz kaybetmeye alışmıştık.kaybeden hep biz olmuştuk.mazoşistlik değildir ama zevk alıyorduk artık acı çekmekten bir süreden sonra alışkanlık yapıyordu.biz kaybetmeyi lise yıllarında benimsemişiz o zaman tutturursan yazar olacağım diye kaybedersin tabi.her zaman kendimizi avuturduk şimdi olduğu gibi ne zormuş yaşamak ne zormuş birşeylere baştan başlamak.tekrar aşk yaşamak ne kadar yabancıymış bu coğrafyada ne kadar korkakça ne kadar korkuyorum aslında uzak bir aşka sevdalanmış bir yüreği intihara meğilli yürekle değiştirmeyi.şu kente baktığımda her tarafında ayrı bir acı ayrı kederler.bize türkülerimizi söyletmiyorlar bu şehirde.biz türkülerimizde kaybettik.şimdi diyeceksiniz bana bu kadar acı ne işi,bu kadar acı özgürlüğün emeğin tutsak kalmış sevdaların bu kadar acı bu sehrin kendinde var biz onun yanında yalan ama sadece bir sorun var bizim gibi olacak kısacası kaybedecek bir çırak arıyoruz son kuşağın temsili için...
..

Devamını Oku
Niyazi Sakar

Elimde acı şarap Marmara'dayım, boğaziçindeyim
Yıllanmış acı acı kavurur boğazımı içtiğim meyim
Anlamadım İstanbul ağlar durursun neyin peşindesin neyin?
Acı acı yakar şarabım,acı acı çalar kemanın neyin...



..

Devamını Oku
Ali Fuat Batu

Umutsuzluk acı,
Uykusuzluk acı,
Güneşsizlik acı,
Yağmursuzluk acı,
Parasızlık acı,
Yalnızlık acı,
Sevgisizlik acı,
..

Devamını Oku
Ali Lidar

Gerçek aşk, hiçbir şey yapmamaktır. Bir şeyler yapmak kolay; aramak, ağlamak, yalvarmak, kızmak, yalan söylemek dünyayı yerinden oynatmak.. Zor olan,bunların hepsini yapmaya gücün yetecekken hiçbir şey yapmamaktır. Beklemektir zor olan, herhangi bir beklentiye sığınıp yaslanmadan beklemek. Hiçbir şey ummadan, hiçbir şeyi değiştirmeye kalkmadan, gücünü sadece masumiyetten alan ve sabırla beslenen.
Böyle zamanlarda eşya hayatla aranda bağ kurulmasını sağlıyor. İki kişilik kullanılmış tren bileti, yapım aşamasında yarım kalmış bir ney, bir zamanlar gerizekalı bir süs muamelesi yaparken en kıymetli eşyan haline gelen duvardaki dart, galata kulesi kartpostalı, yemek sonrası verilen küçük mor lokantacı şekeri, renkli fotokopi bir vesikalık resim, çantada muhafaza edilmiş alakasız bir kitap, Mcdonalds'dan alınan kredi kartı slipi, boş votka şişesi, boş ıce tea mango kutusu, boş Winston paketi ve dünyanın en güzel misketi.. Ve tüm bunlarla dolu bir oda. Beklerken hiçbir şey yapamadan, dua ettiğin kutsal objeler haline geliyor nesneler ve odanın kendisi..
Ve uzaktaki eşya. Anları anı haline getiren ve hatırlandıkça katlanmayı zorlaştırıp beklemeyi kolaylaştıran eşyalar. Şu an seninle olmayan ama diğerlerinden hiç ayıramadığın eşyalar. Belki birgün bir araya getirip anıları birleştirmeni sağlayacak olan eşyalar. Sigara jelatininden mamül dünyanın en korunaklı yerinde saklanan galata kulesi maketi(ki külahını yapmak -bir kaç tuhaf girişimden sonra akıl edilebilen- çok yaratıcı bir hamleydi) ,cafede yıllardır duran ve muhtemelen kimsenin dikkat etmediği ve ihtimal kimsenin bakıp gözlerinin yaşarmasına neden olmayan bozuk gramofon ve onun artık nerede olduğu bile bilenmeyen karakalem resmi, başka bir ankara-eskişehir gidiş dönüş tren bileti, olmadık bir yerde koparılıp kurumaya bırakılmış bir gül, yeni baskı bir Salinger kitabı(Gönülçelen) , sendeki Galata kulesi kartpostalının bir eşi, içi dışı kara bir paket karanfilli sigara..
Ve mekanlar tabi. Zamanın durduğu, gidildikçe hep o anları yaşatan ve dayanmak zor olduğundan mecburen uzak durulan ama bir şekilde hep etrafında dolaşılan mekanlar. Oralarda oldukça acı veren, ama çok uzak oldukça da her şeyin tamamen yitirilmesi demek gibi bir şey olacak olan yerler.. Çocukluğunu, sevdiklerini, hayallerini, duygularını Perec ve Oğuz Atay eşliğinde en sevdiğine servis ettiğin teras barı, onu beklerken her dakikanın bir saatte geçtiği cafe, yıllarca şehrin gürültüsünden kaçıp kafa dinlemek için gittiğin ve artık bambaşka bir şey demek olan kenardaki park ve onun yukarıdan dördüncü aşağıdan üçüncü bankı, dünyanın en güzel uykusuzluğunun yaşandığı kuşetli istanbul treni, hangisinin gerçek olduğu konusunda türlü münakaşalara girdikten sonra karar verilip girilen ve yemek gelir gelmez çakma olduğu anlaşılan sultanahmet köftecisi, son anda koşarak yetişilen ve 360 derece dönerken bile yüzündeki gülümsemeyi silemeyen lunaparktaki ölümcül makine, sinema tarihinin en rezil filminin büyük bir keyifle izlendiği sinema salonu, İstasyonun yanındaki trene binmeden son trenden inince ilk sigaranın birlikte içildiği çiçekli ağaçlı taşa oturmalı dış bahçe, binbir nazla geçilen üst geçit(bilen bilir oradan geçmek epey bir iştir) ,tavla oynanılan ve yenilince mahsustan küsmecilik oynanan çay evi, v.s... Ve odam tabi, odamız.. O kadar çoklar ki. Ama hepsinin yaşattığı duygu ortak. Hem en güzel anları oralarda yaşamış olmanın hatırlanmasıyla yüzde beliren tebessüm hem de o anları yitirmiş olma ve bir daha yaşayamama ihtimalinin verdiği acı. Tebessüm ve acı sadece anlar ve mekanlar birlikte hatırlanınca bu kadar yakışıyorlar birbirlerine. Keşke mümkün olsa da eşya gibi mekanları ve anları da bir odaya toplayabilsek. O zaman büyü yapmak daha kolay olurdu belki..
En başta inanamamak. Hiç ihtimal vermediğin birşeyin kolayca oluvermesi. Ve neredeyse şaşkınlıktan sevinmeye vakit bulamamak. Bir taraftan onu haketmediğini düşünmenin yol açtığı kendine güvensizlik diğer taratan ise hiç alışık olmadığın güzellikler. İlk buluşmanın çocuksu heyecanı, trenden ineceği saati beklerken oynanan sevimli zaman hesaplaması oyunları, saatlerce ne yesek telaşına düştükten sonra aynı anda dillendirilen "yemek yemeyiverelim" keşfinin yol açtığı inanılmaz rahatlık, yağmur yağarken saçak altında geçen zamanda sigara içmekle öpüşmeyi aynı ana sığdırmaya çalışmanın kaçamak telaşı, mantıyı sarımsaksız salatayı soğansız yemenin tarifsiz lezzeti, kalkmasına az zaman varken ve anlatacakların hiç bitmeyecekken önündeki son yudumu içmemesi için bira bardağına çaktırmadan atılan yalvaran bakışlar, terlediğini farkederde elimi tutmayı bırakır endişesiyle başka bahaneler bulup kısa süreli elleri bırakıp kot pantolonun arkasında silme hınzırlığı, rüzgarın ağzına soktuğu saçlarını usulcacık çekip çıkarma ve bunu yaparken bir taraftan başka şeylerden bahsedip hiçbir şey olmuyormuş gibi hissettirme çabası, her gecenin son iyi geceleri -her sabahın ilk günaydını,güne onun sesini duyamadan başladığın anların tedirgin edici gerilimi, sigara jelatininden mamül kutsal kulenin başında geçirilen ömrünün en içten zamanları.. Hepsini bir arada hatırlamak mı daha çok acı verir yoksa teker teker hatırlayıp ayrı ayrı acı çekmek seyreltir mi biraz acıyı? Belki de tek bir acı var. Yoğunluğu hiç değişmeyen ve hep aynı şey demek olan tek bir acı. Çok özlemek demek olan, boşluğunu hiçbir şeyle dolduramayacağını bildiğin yitirilmiş zamanları kafanda tekrar tekrar yaşamanın sızısı..
Ama bu haksızlık. Öylece çekip gitmek bu kadar kolay olmamalı. Gücünü yalnızlığından alan ve yalnızlığa alışkanlığını yıllar süren bir çabayla benimseyen birinin hayatına girip,onu kapandığı ve artık şikayet etmediği mağarasından çıkartıp hiç alışık olmadığı bir oyunun ortasında tek başına bırakıvermek. İnsafsızlık. Tamam insan kızar, küser, kavga eder, yanlış bir şey varsa yapanın burnundan getirir. Ama böyle basıp gitmek neyin nesi, insaf. Tamam artık aramaz seni diyerek telefonun sesini kısıp elinin eremeyeceği bir yere koyarken bile on dakikada bir telefonu kontrol etmek ve kendi kendine ben aslında saate bakıyorum kimseden telefon beklediğim yok diyerek yürek burkan yalanlar söylemek; iyi oldu zaten yürümeyeceği belliydi eninde sonunda bitecekti türünden avuntularla uykuya dalıp sonra sıçrayarak uyanmak ve bu zavallı avuntunun aslında seni hiç rahatlatmadığını farketmek; artık hiç işine yaramayacağını bilmene rağmen acı bir alışkanlıkla ve tükenmeyen alışkanlıktan da acı bir umutla 3900 dan 5000 sms almak; bin kere bilmene rağmen artık seni ilgilendirmediğini, kendini kendinden gizli acaba bu saatte o ne yapıyordur diye düşünürken yakalamak; geçen ay bu saatlerde şuradaydık, şu saatte şunları konuşuyorduk, eğer böyle olmasayadı şu gün şunları yapacaktık muhasebesine obsesifce takılıp kalmak; birlikte dinlediğiniz şarkılardan kaçmaya çalışırken mırıldandığını utanarak farkedip yarıda kesmek ama kafanın içinde şarkının devam etmesine engel olamamak; ikinizinde sevdiği yazarların kitaplarını kitaplığın en görünmez yerlerine sokuşturup,göz ucuyla yerlerinde olup olmadığını hızlıca kontrol etmek; nefret etmek için yüzlerce bahane üretip her birine tutundum zannedip bir süre rahatlamak ve sonra hiçbir işe yaramadığını süratle farkedip eskisinden daha beter kahrolmak; ve özlemek.. Hep özlemek; uyurken özlemek, uyanır uyanmaz özlemek, bir şeylerle uğraşmaya çalışıp bir süreliğine unutur gibi olduğunda farketmeden özlemek, hiçbir şey yapmadığın zamanlarda özellikle gece yarısından sonra ibadet eder gibi özlemek, yüzünü görsem bir kere,başkasıyla konuşurken bile olsa sesini duysam yetecek bana dedirtecek kadar özlemek. Özlemenin her çeşidini ezberler gibi özlemek. Yok, olmaz böyle,haksızlık bu..
Sonra bütün günler birbirine benzemeye başlar. Ayrılığın ilk bir kaç günü deliren ve ne yapacağını şaşıran sen zaman geçtikçe acıklı bir suskunluğa bürünürsün. İnsanın en zavallı hallerinden biridir böyle zamanlarda yaşanılan. İlk gün, kızgınlığının etkisiyle burnundan kıl aldırmaz en söylenmeyecek lafları söylersin. Sonra aynı gece şaşkın ve ne yapacağını bilmez şekilde dolaşırsın ama seni çıldırtan şey öfkeymiş gibi gelir sana. Ona öyle kızıyorsundurki, sırf sana bunu yapmış olması bile affedilmez bir hatadır. Karar vermişsindir artık o seni aramaya kalksa bile konuşulmayacaktır. Evet her şey bitmiştir.. Öyle zanneder içebildiğin kadar içersin ve sızarsın sonra. Ama uyanınca aklın başına gelir. Önce bir önceki günü düşünürsün ve metafizik bir umutla bunun rüya olması için yalvarırsın. Ama rüya değildir, ayrılmışsınızdır artık. İçinde korkunç bir acı ve boşluk hissiyle atarsın uyku sersemliğini ve umutsuzca telefona saldırırsın. Ama ne bir arama vardır ne de mesaj. O zaman akşamki öfkenin yerini çaresizlik alır. Ve elinden bir şey gelmeyeceğini bile bile ama bir taraftan da her şeyi düzeltebilecekmiş gibi büyük bir enerjiyle sen ararsın. O da ne,telefonu kapalıdır! Defalarca denersin ama hep aynı şeyi duymaktasındır. "Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor..." Aslında çok iyi bilirsin ki aradığın kişi artık geride bıraktığın kişi değildir. Bir şey olmuştur dün ve artık o başka birine dönüşmüştür. Ama bu düşünceyi şiddetle kovarsın kafandan. Hayır,bir kaza yaşadık dün, düzelecek mutlaka. Telefon elinde yataktan kalkıp sokağa atarsın kendini, çok erkendir gidecek yerin de yoktur. Hem olsa bile hiçbir yere sığamazsın ki.. Dolaşıp durursun gözünde akıtmaya utandığın kocaman yaşlarla. Ağlayamazsın ama henüz. Çünkü içinde hala bir umut vardır, zannedersin ki telefonu az sonra açılacak,konuşmaya başlayacaksınız ve o kötü kabus hiç görülmemiş gibi hayatınız devam edecek. Affetiririm kendimi diye düşünürsün, o da beni seviyor nasılsa, kıyamaz bana. Ne kadar pişman olduğumu görür, biraz kızar ama sonunda affeder. Yeter ki şu telefonu bir açsın, gerisi mutlaka hallolur, olmak zorundadır. Bu düşüncelerle dakikada en az üç kere arayarak şehrin muhtelif yerlerinde dolaşıp durursun, vakit ilerler ama telefon bir türlü açılmaz. Bu esnada telefon açıldığında ne konuşacağını kafanda kurgulamaya başlarsın ve o anda yapmış olduğun yanlışların hepsi birden aklına gelir. Ve beklerken bir taraftan da kendinle hesaplaşmaya başlarsın. Pişmanlık içinde çığ gibi büyümektedir. Sözler verirsin kendi kendine, söz dersin bir daha onu üzmeyeceğim, küçük kaprisler uğruna hayatı dayanılmaz hale getirmeyeceğim, onu mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım, hatalarımın farkındayım asla hiçbiri tekrarlanmayacak. Onu ne kadar çok sevdiğimi göstereceğim ona her şey eskisinden de güzel olacak.. Bu esnada o kadar samimisindir ki gerçekte tutamayacağını bildiğin sözleri bile vermekten çekinmezsin. Trajiktir aslında, çünkü bir taraftan tükenmeye yüz tutmuşken diğer taraftan kendini hiç olmadığın kadar kuvvetli hissedersin. Kendi kendine tekrarlarsın, olmaz dersin böyle olmaz, düzelecek herşey yoluna girecek. O da üzülüyordur zaten, sen anlatacaksın o anlayacak ve eskisinden daha kuvvetli bağlarla sarılacaksınız birbirinize. Yeter ki telefonunu açsın.. Açsın artık telefonunu.. Sadece telefonunu açsın.. Açsın artık.. Açsın.. Ne olur açılsın artık o telefon.. Ve sonra açılır o telefon.. Alo dersin...
..

Devamını Oku
Fatih Ataşçi

Benliğin çöküşünü izleyebilmek kor tanesi gözlerde. Üşüyen sevdalara yelken açarken geceler, düşlerimin gevreyen dudaklarında, acıları içerek yarım bir şarkının melodisinde, acı bir çığlık olarak boşaldım hayata. Sözlerimin yankısında siyah bir sitemdir gece. Korku tahterevallisinde sallasın düşler, ağlasın gülüşler. Eski bir masalın sonunda kalleşliğin göğsünü çepeçevre sökmek tırnaklarımla. Söylenmez sözlerin arifesinde, benlik prangalarının ruhuma saplanışını görebilmek gecelerde. Yorgunluk şarkılarında yine hiç bitmeyecek eski bir matem havasını kalbimden gelen sesle söyleyebilmek. Söylesene ey! Acıların anlatamadığı kurşun yüklü gövdem, hangi düş kırıntısında ölümün soğuk halini yüzüme maskelettin. Acı gövdemden başlayıp bedenimi makaslarken hangi acı söz düşmedi ki dilimden. Ruhumun kırılgan köklerinde hangi kış boranını içimde taşıdım da bir kuşun gölgesinde paralayıp geceleri yalnızlığı içime atmadım ki… Acıların istilasıyla yüzümü maskeletmek düşlerde, kim bilir hangi acılanın beti benzi sararmış halini içinde taşır. Konuşsana kalbime atılmış pranga, senin verdiğin acı, düşlerimin bir toz parçası kadar büyük mü? Yine dünyayı siyah renklere boyatıyorum, her şey ürpertili bir hale bürünüyor. Kalpsizler kalp oyununu oynamaya başladıklarında birdenbire korkunç bir ruh haliyle, katılaşmış bedenimle dönüyorum hayata. Artık herkes karanlığı yüzlerine takmış da mutluluk nağmelerini söylerken; acılarımı omuzları yükleyip de karanlık, acı bir bestenin gölgesinde yürüyorum hayata. Ah! Bu şarkıların gözü kör olsun. Annem seccadesine düşlerini koyuyor an be an. Sus! Kimseler duymasın ama itiraf ediyorum ben yanmışım galiba. Akşam olunca içime, gözlerime, kalbime, ruhuma kısacası bütün bedenime sinen yalnızlığın matem havası.Öyle bir hale girdim ki yalnızlığıma yalnızlık sinmiş. Kalbime sinen bu çetrefil duyguları içimden atabilmek için neleri feda etmezdim ki… Örneğin; her şeyin üstüme çökmesi, kalbimin yırtılırcasına sessiz bir nağmenin içinde bedenimi un ufak etmesi, yok oluşu her nefesimde içime çekişim… Kalbimde bir boşluk nasıl da kaybolmuşum. Bir müzisyenin ezgili bir biçimde bir besteyi çalarkenki ruh halinin içime sinişini gözyaşlarımda saklıyorum. Yırtılırcasına acılara gömülmek, of! Tükeniyorum. Hoşça kal gökyüzü adım adım ölümün içimde tırpanlaşıp bedenimi biçtiğini hissediyorum hoşça kal.
Yalnızlığın puslu yüzü: Fatih ATAŞÇİ
..

Devamını Oku
Mustafa Kulaç

Of! acı, acı, acı
Yok ki bunun bir ilacı
Dertlerimin sertacı
Kalbimdeki acı acı

Silsem desem silinmiyor
Dışarıdan bilinmiyor
..

Devamını Oku
Okan Savcı

Bir acıyı; mutluluk değil de, yeni bir acı unutturduğunda, gerçek ağrı asıl o zaman başlıyor... insan soruyor kendisine, “nereden başlasam kanamaya? ” sondan başa mı? baştan sona mı?

Ben baştan sona gidiyorum, öyle yüzleşiyorum kendimle...ve anlıyorum; daha sonraki yanılgıları doğuran, hep o ilk acı! O ilk kaybediş... O ilk gözyaşı... O İlk kez yıkılması bir insanın.... Diğer kaybedişler ise, sadece o “ilk acıyı” hatırlattığı için acıdan sayılıyor! Her şeyiyle gerçek olan aşk, eğer bir kez yaşanıyorsa, “acılar” diye bir şey yoktur aşk serüveninde. Tek bir “acı” vardır.... Yani o ilk kaybediş... o ilk gözyaşı... Ondan sonrakiler, O ilk acıyı tazeleyen yeni yüzler sadece... yeni bedenlerde karşımıza çıkıp kendisini bize hatırlatıyor, dinmeyen o ilk sancı...! Gömülemeyen o eski yüz....! insan her kaybettiğine “aşık” olmadığı halde, yine de üzülüyor... Onu yeni bir acı, yeni bir kaybediş olarak görüyor. İşte aşkın en büyük numarası bu... Aslında insan her yeni kaybedişte, O ilk kaybettiğine yas tutuyor... Başka bir kılığa giriyor ilk acı. Başka bir ses, başka bir ad, başka bir beden olup çıkıveriyor insanın karşısına. Yoksa bir insan; aşk serüveninde birden fazla kişi yüzünden acı çekecek kadar güçsüz olabilir mi?

Kim bilir kaç kişi seslenmiştir, yeni bir yüze “eski acısının” adıyla? Kim bilir kaç kişi demiştir, “o da böyle kokardı, hareketleri ona ne kadar da çok benziyor” diye. gömülemeyen o ilk aşk, geri tepiyor işte... ve bir çok insan, aslında ömrü boyunca aynı kişiyi seviyor, sadece bedenler farklı... baktığı gözlerin rengi değişik... ve yeni bir isim...kısacası aşka aşık insan... “bana onu –unutturdu-” diyen birisi, bilmiyor ki; ona o eski mutluluğu, eski günlerini–hatırlattığını-? O eski mutlu günlerini hatırlayan, mutlaka o zamanın –kahramanını- da hatırlayacaktır.... Kimse kimseyi unutturamaz... Hatırlatır! Yeni olan, sevdiğinin o eski acısını rafa kaldırabilir ancak. eğer kapıda yeni bir ayrılık daha varsa; rafa kalkan o eski acı tekrar iner ait olduğu yere. Ve kişi, o klasik cümleyi kurar; “yine olmadı, yine kaybettim” hayır! İlk kaybedişi, o ilk gözyaşını, ilk yıkılmanı hatırladın hepsi bu..... o son giden, ilk gidenin bir parçası.... “eski, yiter yenilerde” der bazı insanlar, bazen öyle bir an gelir ki; özellikle de giderken, yeniler eskiyi diriltir.....

Kendimle yüzleşmek için, yola -baştan sona- çıktığımda gördüm ki; ilk kaybedişten öteye gidemiyor insan... Orada çakılı kalıyor. Oysa ben diğerlerine de yanmıştım? İlk kaybedişin acısı kandırmış meğer yılarca beni... Demek her kaybedişte,ilk ayrılığıma ağlamışım...
..

Devamını Oku
Fatih Makas

Derunumda bir acı
Vuruyor bazı bazı
Alıyor benliğimi
Sızlıyor acı acı

Ne acıdır bu acı
Ne sancıdır bu sancı
..

Devamını Oku
Remzi Timar

Papatyadan dal istedim
Yüreğimde kal istedim
Ben arıdan bal istedim
Bal yerine acı verdi

Acı verdi acı verdi
Sevda bana acı verdi
..

Devamını Oku
Mehmet Hanifi Aliosmanoğlu

Esme ey saba esme,deyme ki hatırama
Acı verirsin acı,gönlümde her yarama
Nihan durur kalbimde saklıdır izi amma
Acı verirsin acı,gönlümde her yarama

Esme ki,Bad-ı Saba bağımda gül incinir
Bir gül için o güzel şeyda bülbül incinir
..

Devamını Oku
Münevver Arslan

Bir gün bütün arkadaşlar bir araya geldik sohbet ediyorduk. Birden sohbet sırasında arkadaşlarımdan birisi sırasıyla diğer arkadaşlara aşkın tanımını sormaya başladı. Bütün arkadaşlar sırasıyla bu soruya cevap verirlerken dikkatli bir şekilde verilen cevapları düşündüm. Nedense cevapların hepsi birbirinin aynısıydı. Kimisi bu soruya yaşadığı aşk acısından dolayı “-Aşk acı çekmekten başka bir şey değildir.”derken, kimisi de bunun tam aksine “-hayır! Bence aşk çok güzel ve büyüleyici bir şey bence herkes tatmalıdır.” Diyordu. Cevaplar net ve açık aşk’ın tanımı onlara göre ya acıdır ya da tatlı…
En son olarak ta cevap verme sırası bana gelmişti. Arkadaşım aynı soruyu bana da tekrarladı; ”- sence aşk nedir? Sana göre de acı mı yoksa tatlı mı? ” diye sorup beklemeye başlayınca ona tek tanım yapmıştım “- bence aşk bir süs biberidir.”ben böyle bir cevap verince hepsi birden dikkatlice bana bakmıştı ve söylediğimi anlayama çalışmışlardı. Bu soruyu soran arkadaşım alaycı bir gülümsemeyle “- süs biberi mi? Bu nasıl bir tanımlama, aşkı benzete benzete süs biberine mi benzettin? Kısaca ya aşk için güzel dersin ya da acı dersin olur biter. Süs biberi de nedir? ” demişti.
Bunun üzerine arkadaşıma “-aşkın en iyi tanımlaması budur.” dediğim de, hepsi birden gülümsemeye başlamıştı. “- peki, o zaman aşkı süs biberine benzettin ya, şu süs biberini bir anlat ta öğrenelim bakalım aşk nasıl benziyormuş.”diye söylenmeye başlamışlardı bana… Bunun üzerine başlamıştım süs biberinin hikâyesini anlatmaya;
“-Bir gün kasabanın birin de bir çiftçi yaşarmış ve bu çiftçi ne hikmetse bütün yetiştirdiği sebze ve meyveleri satar bir tek yetiştirdiği süs biberlerini satmazmış. Ve ne zaman da mutlu olsa güzel bir şeyler yaşasa hemen gidermiş bahçesine bir tane süs biberi yermiş ve başlarmış acı çekmeye fakat bu durumdan gene de haz alırmış.
Bu durum o köyde onu tanıyan herkesin dikkatini çekermiş ve bir gün meraklı olan komşusu artık dayanamamış ve sormuş bu çiftçiye;
“- kolay gelsin Ali amca sana bir sorum olacak.” demiş ve başlamış konuşmaya;
“- dikkat ediyorum da bütün sebzelerini ve meyvelerini satıyorsun fakat bir tek süs biberlerini satmıyorsun ve ne zaman mutlu bir anın olsa hemen gidip bir tane süs biberinden yiyorsun ve başlıyorsun acı çekmeye fakat gene de bu durumdan şikâyetçi olmak yerine haz alıyorsun demiş. Halbu ki çok özenle yetiştiriyorsun ve görünüşleri de çok güzel kimse senin kadar güzelini yetiştiremiyor aslında satsan çok para kazanırsın isteyen çok nasıl olsa…”demiş.
..

Devamını Oku