Bir isim geçer aramızdan; orta boylarda gözleri bana benzeyen,seni bana sürükleyen,devamını bende yaşadığın bir isim geçer gözlerime baktığın gözlerinden ve gözlerinden bulaşır ruhuma,esir alır huzurumu,bir savaş patlar içimde; bir yanda gözlerinden ruhuma bulaşan o isim bir yanda ben.Soramam sana beni niçin böyle bir savaşa sürüklediğini,anlamam gerektiğinden 'neden' kelimesi düşmez dudaklarımdan.O isim seni esir alır,esirliğine doyamamışlığınla o isme beni teslim edersin.Yaşadığın acıyı kaldırıp kaldıramayacağımı,ne zaman yeter diyeceğimi beklersin,beni ona benzetmeye çalıştıkça,bendeki sana daha çok acı çektirir,teslim olmamı istersin.Ama bir isim geçer aramızdan; artık yarısı ben kokar yarısı o isim.Ortadan sınır çekilip iki parçaya bölünmüşlüğüm ve o sınır kapısından hergün sayısız geçişlerin,bazı gece o ismin esir aldığı yanımda,bazı gece yenemediğin korkularınla o kapıdan son anda bana gelişlerin.Gelmediğinde sabahların olmayışı,içim içimi yerken bana kalan topraklarda kendime lanetler okuyup ne o isim ne de kendim edişim.Acı çekmeni kabul edemeyişimle kendimi silerken daha fazla direnmeyip, o isme beyaz bayraklar sallayıp tüm ruhumu teslim etmeye karar verişim.
Gözlerime bakarken orta boylarda,gözleri bana benzeyen o isme teslim oluşumu anında anlarsın ve yaşlar boşalır gözlerinden.Senin çektiğin acı artar beni ona teslim edişinle,benimse sana teslim olmak isterken bir yabancıya benzemişliğimle kendime açtığım savaş...Artık bana baktığında o ismi görür içinde kalan tüm mağlubiyetlerin hırsını çıkarabilmek için bir savaşta sen açarsın.Üç savaşın ortasında çapraz ateş altında kalır savunmasız bedenim.Sevdiğim düşman,aramızdan geçen o isim düşman,ben düşman.Kendime sıktığım kurşunlar seninle o isimden yansır bana ve ona benzemişliğimle kazandığın zaferle çekip gidişin.Gidişinle o topraklardaki cesetler arasında oturup hıçkıra hıçkıra ağlamışlığım...Bir kız çıkar gelir boş kovanları toplamaya,benimle onun arasından ismin geçer,gözleri sana benzer,beni ona sürükler,devamını onda yaşamaya karar verdiğim adın geçer gözlerine baktığım gözlerimden ve bulaşırsın onun ruhuna.Esir alırım huzurunu ve onun da bir savaş patlar içinde.Soramaz bana onu niçin böyle bir savaşa sürüklediğimi,anlamak istediğinden neden kelimesi düşmez dudaklarından.O beni ruhunda açtığım savaşlara rağmen çok sever,bana teslim olmak isterken sana teslim edişime ses çıkarmaz.Acımı paylaşmak istemiştir,her savaşa girmeye hazırdır yanımda oysa ben o savaşta önce senin yanına geçer sonra ona ateş ederim.O da sevmişliğiyle benim yanıma geçip kendine ateş eder.Çapraz ateş altında savunmasız kalmışken bedeni,kendine düşman olmuşken en çok onu terk edip gitmeme üzülür.Çünkü aramızdan geçen orta boylarda,gözleri kendisine benzeyen ismi hissetmiştir ama o da benim gibi kendine kurşun sıkmayı göze alacak kadar çok sevmiştir.
..
Yaralanmıştı; beklemediği bir anda gelen telefon ve karşısındaki ses ona şuana kadar tatmadığı bir yarayı tattırmıştı.Artık sevmediğini söylüyordu karşısındaki ses ve böyle bitmesi gerektiğini,son sözse ''herşey için teşekkür ederim'' olmuştu.Bu onun ayrılıktan aldığı ilk darbeydi,kabullenemedi ama tek bir kelime de düşmedi dudaklarından.Çünkü böyle bir anda ne diyeceğini hiç bilmiyordu.Telefonu kapattı ve kapatmasıyla duvara fırlatması bir olmuştu.Çöküp kaldığı koltuğunda öfkeyle karışık gözyaşları süzülüyordu gözlerinden.''Değmezmiş,etrafımdakiler çok haklıymış'' diye kendini avutup unutmaya çalıştıkça daha da çok hatırlanırdı unutulmak istenen insan,ona da aynısı oldu.İki gün geçmişti ama hala aynı yerdeydi; aynı öfkeyle sarsılıp gözyaşları döküyordu.Farklı,bugüne kadar yapmadığı birşey yaparsa herşeyi unutacağına inandırmıştı kendini.O esnada televizyonda gördüğü belgesel beyninde yeni bir düşünce oluşturmuştu.Hem tanıdıklarıyla karşılaşmayacak,bu karşılaşmada kimse onu hatırlatacak soruyu sormayacak hem de beyninde patlayan o acı kahkahadan kurtulacaktı.Hemen odasına çıkıp valizini topladı,dedesinden kalan av tüfeğini duvardan indirip temizleyip omuzuna taktı.Yola çıkma zamanı gelmişti.Bu yolculukta bahçelerindeki Pen adlı köpeği ona eşlik edecek ve kıştan kışa uğradıkları dağ evine yerleşeceklerdi.Yola çıktılar,dağ eteklerine vardıklarında ilk işi Pen'le birlikte ormanın içine girmek olmuştu.Avlanacaktı,avlanırken artan adrenalininde boğulup herşeyi unutacak ve yeni bir sayfa açacaktı hayatın içinde.Gökyüzünde iki kuşun dans eder gibi yanyana uçtuğunu gördü ve doğrulttu tüfeğini gökyüzüne.O ağaçlardan sekip ormanın yamaçlarında patlayan sesin ardından Pen hızlıca koşmaya başladı ve bir süre sonra Pen ağzının arasında bir kuşla geldi ama henüz canlıydı,üstelik siyah çizgili gövdesinde ne bir kan lekesi ne de bir saçma deliği yoktu.Şaşırmıştı; Pen'in yerde gördüğü ilk kuşun üstüne saldırdığını ve alıp geldiğini düşündü ve ormanın içine doğru ilerledi çünkü o kuşlardan birini vurduğunu görmüştü.Dikkatli dikkatli sağına soluna bakıyordu ufak adımlarla ilerlerken.Gerçekten de başka bir kuş görünmüyordu etrafta,arkasını döndü henüz bir iki adım atmıştı ki sağ elinin üzerinden sıcak birşeyin parmaklarına doğru süzüldüğünü hissetti.Bu kandı,çalıların arasından geçerken dikenli bir bitkinin elini yırtmış olabileceğini düşündü.Önce sağ elini inceledi ve sonra diğer elindeki kuşu yere bırakıp sol elini...İki elinde de hiçbir çizik,yaralanma izi yoktu.Başını havaya doğru kaldırdığında gerçekle karşılaştı.Biraz önce vurduğu kuş yaralanmış bir şekilde dalların arasındaydı ve o kan lekesinin sebebini ararken yere bıraktığı diğer kuş ta uçup yaralı kuşun hemen yanına konmuştu.Kendi ayrılığında öfkeyle taşan gözyaşları bu sefer sebep olduğu bir ayrılık için acıyla taşıyordu gözlerinden.Htasını anlamış ve o kuşun ölmemesi için dua ediyordu.Ağaca tırmanıp yaralı kuşa ulaştı,biraz önce bıraktığı kuşsa acı haykırışlarla tepelerinde uçuyordu.Eve geldiler; neyseki kanadından vurulmuştu şanslı olduğunu hissetti ve yaralı kuşun kanadına pansuman yapmaya başladı.
Bir hafta olmuştu; her gün pansuman yapıyor sabahları uyanır uyanmaz yaraladığı kuşun yanına gidip kanadının durumuna bakıyordu.Onuncu günün sabahı kanat sesleriyle uyandı.İyileşmişti ve kanat çırpıyordu,hiç bir sabah bu kadar keyifli kalktığını hatırlamıyordu.O kadar sevinçliydi ki hatasını telafi edebilmenin verdiği o keyifle mutluluk şarkıları söylüyordu.İyileşen kuşu avuçlarının arasına alıp bir öpücük kondurdu gagasının üstüne.Bu öpücük yaptığı büyük hatayı affettirebilmek içindi.Kapıya doğru yaklaştı ve aralayıp balkona çıktı.Artık uçma vaktiydi,son kez gözlerine baktı,özgürlüğün parıltısı yaraları iyileşen kuşun gözlerine çoktan yansımıştı.Tam bırakmak üzere avuçlarını gevşetmişti ki ilerideki çatının üstünden gelen kanat sesleriyle irkildi.Bu oydu; vurduğu kuşu kamufle etmek için kendini feda eden,siyah çizgili kuştu.Demek ki günlerdir o ilerideki çatının üstünde nöbet tutup beklemekteydi.Her şeyi unutmak için çıktığı bu yolculukta herşeyi yeniden hatırlamıştı ama bu defa gülümseyerek.Sevgisinin gerçek karşılığı olan adresi doğru tutturamadığını anlamıştı.Elindeki kuşu bırakmasıyla o iki kuş yine yanyana geldi.Öyle güzel uçup gidiyorlardı ki ilk gördüğü günde olduğu gibi dans edercesine,yanyana.İçeri girdi valizini topladı eve dönme vakti gelmişti.Kaçmasına gerek olmadığını düşündü.Ne kadar yara aldığının ve çevresinin onu hatırlatmasıyla çekeceği acının çok küçük olduğunu bir kuşun sayesinde farketmişti.Dönemliydi; sevgisinin gerçek karşılığı olan adresi arayıp bulmalıydı çünkü hem yaralayan hem de yaralanan acı çekiyordu ve bir o kadar da yaraları sarmak için ümitsizce bekleyenler..İnsanın aldığı yaralardan çok karşısındakinde açtığı yaralar canını acıtırdı ve bu yüzden insan korkularından,hayal kırıklarından kaçtığını düşünürken aslında hep kendisinden kaçar hep kendisini yaralardı...
..
Yokluğunu kabullenemeyişimle bitiyordu hayatım; seni gördüğüm songün bu bitişin ilk günüydü,bense bitişle başlangıçların aynı güne sığdığını ilk defa seninle öğrenmiştim.Konuşmam için yalvaranlara inatla susuyordu dilim.Sıkıştırılırken kolu kırılan ve bir daha açılamayan mengeneden farksız çenem,öyle kenetlenmiş öyle kaynamıştı ki birbirine kimi açlık grevinde kimiyse dilini yuttu diyordu ve bir akşam açılmıştı odamın kapısı,doktor olduğunu söyleyen adam nazikçe yaklaştı yanıma.Konuşmaya,senin daldığın bir daha çıkamadığın derinlere dalmak istedi,izin vermedi yüreğim.Kapıdan çıkarken söylediği cümle 'Aşırı anksiyete bozukluğu'.Yanılmıştı; mühür vurduğun dudaklarımı bir senin sesin açabilecekken tıp bile senin karşında anlamsız kalmıştı.Uzamış saçım,sakalımla birbirine karışmışken bir resim vardı saklayıp gizli gizli bağrıma bastığım.Hatırlamıyordum kaç gündüz kaç gece sana koştuğumu rüyalarımda.Odama giren herkes sen oluyordu; yüzümde beliren tebessümle kendime geldiğimi sananların sesini duyunca bozuluyordu tüm büyü,o acı tekrardan esir alıyordu yüzümü.Bir sabah kalkamadım yatağımdan,elim uzanamadı fotoğrafına ve karşımda yine aynı doktor.Kısa süre önce aşırı anksiyete bozukluğu diyen doktor bu sefer paranoid şizofren diyordu.Dalıp gittiğin derinlerde vurgun üstüne vurgun yiyen tıp yine yanılıyordu senin karşında.Sen kadar yakınken hayat sen kadar uzaktı yarınlara.İnsanların korku ve acı dolu bakışları arasında bir hastane odasına götürülmüşlüğüm.Kolumda serum,etrafımda hüzünle ağlayanlar.Bende ağlıyordum,resmin yatağımda kalmış alamamıştım.Sen kadar yakın sen kadar uzak olan hayat resminden ayrı düşmüşlüğümle daha da uzaklaşıyordu benden.Etrafımda çırpınıp dört dönen insanlar bir seni getirebilseler değişecekti herşey,kendi kendime kalkacaktım o yataktan,yürüyerek çıkacaktım eter kokulu o binadan,herkesi sevinçle kucaklayacak ve hatırlayacaktım unuttuğum isimlerini.Sana yetişemeyeceğini anladığım o yatakta durmuştu zaman.Yanıbaşımdaki sandalyede hiç konuşmadan oturmuş yüzüme bakıyordun,dudaklarımda bir kolonya kokusu ellerin saçlarımda.'Haydi gidiyoruz diyen o ses; yine bozulmuştu o büyü.Bu sefer gerçekten bitmişti zaman,yanıbaşımdaki sandalyede oturup gözlerime bakan azraildi ve gitme vaktimiz geldiğini söylüyordu.Gidiyordum ama sana elveda diyememenin burukluğuyla.Seni bulabileceğime,sarılıp göğsüme basabileceğime inandığım son yere doğru başlıyordu yolculuğum.Yokluğunu kabullenemeyişimle bitmişti hayatım,artık son bir umutla,tekrar görebileceğim hevesiyle direnmişliğimin anlamı kalmamıştı uzatmalarını oynadığım hayatın.Azrailin yanıbaşımdaki sandalyeye oturup gözlerime sen gibi bakmasıyla kaybolup gidiyordum seni kaybettiğim derinlerde.Ve aslında sen giderken yokluğunu kabullenemeyişim,ben giderken inatla konuşmayan resmin duruyordu yastığımın altında...
..
Yıkılıyordu gökkubbe; çatıların üstüne düşerken yıldızlar,ne sende duruyordum ne de koşuyordum yalnızlığıma.Vurulurken hayallerim gizli pusularında,bir sana bir de gözlerindeki o acı bakışa susuyordum.Sana helal ettiğim hakkımı kendime edemiyordum çünkü attığım her okla aslında hep sırtımı vuruyordum ve yetişmiyordu elim sırtımdaki okları çıkarmaya; bense hala sırtımda kırık oklarla sevdaları taşıyordum.Ben sevdayı taşırken gözlerim taşıyordu; senin düşkırıkların bana sırtımdakinden daha çok acı veriyordu.Bir sabah uyandığımda savaş çıkmıştı kapımda,esir düşüyordu günlerim ve hayallerim...Gidiyordun; sen her gittiğinde savaşın tam ortasına düşüyordum ve bu savaşta kendi içime sürgün ediliyordum.Sense aldığın mağlubiyetin ardından bayrağını diktiğin yüreğimin topraklarına dönüyordun.O zaman bitiyordu sürgünler,gözlerim merhaba diyordu aydınlığa,oysa sen kaybettiğin her savaşın ardından bende sarıyordun yaralarını; ben sarıyordum,sen iyileşiyordun; sen iyileşiyordun,bense kendi içimde sürgüne gidiyordum ve ne zaman başka topraklara firar etmeye kalksam sınırdan çeviriyordun...Bana ait milyonlarca hücreden tek bir tanesine hapsedilmiştim,o bir tek hücrede ipe çekiliyordu sayısını bilmediğim günlerim.Kaç gece hasret kalmıştım yıldızları saymaya,kaç sene olmuştu bir kuşun kanat sesini duymayalı?
Bilemezsin sen; işgal altında yaşamak için bir bahane bulmanın ne kadar zor olduğunu ve göremezsin ziyaretime gelmeden bu hücrede zamanın nasıl su gibi buz tuttuğunu.Uçup gitmişti kuşlar demirli pencerenin pervazından,tek bir tüy kalmıştı ellerimde.O tüy senin yarandan geriye kalandı; kapanlara sıkıştırdığın yüreğimle kapanmıştı yaran ve ben bu yüzden sana helal ettiğim hakkımı kendime edemiyordum çünkü attığım her okla aslında hep sırtımı vurup,senin tuzağında can veriyordum...
..
Sen şu anda acıya dokunuyorsun bana onu sormakla.Bildiğin gibi,tanıdığın gibi bir duygu değildir acıya dokunmak.Midene derinden bir ağrı saplanır ya da parmağına bir iğne batar böyle birşey acıyı hissetmek,acıyı yaşamaksa uzun sürer bazen haftalara sıkışır,bazen mevsimleri sayarak yaparsın hesabını.O da uzun sürmez bir yaranın kabuk bağlayıp tatlı kaşıntılarla son bulması gibidir.
Sen şu anda acıya dokunuyorsun bana onu hatırlatmakla.Söylüyorum işte sana bildiğin gibi,tanıdık bir duygu değildir...Acıya dokunmak için önce bahanellerin olmalı ve biriktirip bir deniz yarattığında işte o zaman acıya dokunabilirsin.Kolay değildir bir deniz yaratmak; önce arkadaşlarınla,dostlarınla görüştüğün zamandan çalarsın,sonra kurulu yemek sofrasından ve gece uykundan çalmaya başladığın zaman sokulursun acının koynuna yavaş yavaş...Hani bir mutluluk vardır herkesin yana yakıla aradığı; acıya dokunabilmekte mutluluğu yakalamak kadar zordur işte.Acı da mutluluk gibi bir balıktır; bazen oltanı denize ilk salladığında takılır bazen de bir ömür beklersin o köprünün üstünde ve öyle birşey ki o balık hiçbir zaman yaşamaz bizim denizlerimizde.Acıyı hissettiğini saklayabilirsin gözlerini kaçırarak ya da bir kutu yarabandıyla,acıyı yaşadığındaysa birkaç paket mendille silip atabilirsin gözyaşlarını kapandığın odanda ama acıya dokunduğunda saklayamazsın,kapatamazsın yüzünün orta yerinde burdayım diyen yapraksız ağaçları.Mezarlar seslenir bir dua için çığlık çığlık gözlerinden,taşıdığı kanın yorgunluğundan kabarır damarların tenini yırtıp dışarı çıkmak ister gibi.Bitse de bu acı bir an önce kurtulsam dersin.Şafak saymaya benzemez acıyı hissedip yaşamak gibi.Acıya dokunduğunda son askerine kadar gece gündüz çarpışırsın savaş meydanında ve savaşı kazandığında bedeninde hüküm süren acının saltanatı biter istediğin zaman rahatça dokunursun acıya; yanan sobaya dokunur gibi canın yanmadan.Bu savaşı kaybettiğinde kuklası olursun acının; istediği zaman oynayıp sıkıldığında bir kenara fırlattığı...
Sen şu an acıya dokunuyorsun onun yerini almakla.O ve onun gibilerin hepsi o denizlerde boğulup gitti.Bari sen dokunma acıya,bırak hissetsin yüreğin derinden,vakti gelince taşı haftalarca,ben sana paket paket mendil,kutu kutu yarabandı gönderirim ama ne olur bana onu sorup,onu hatırlatıp dokunma acıya...
..