A. ESRA YALAZAN ACI ŞİİRLERİ

A. ESRA YALAZAN ACI ŞİİRLERİ

A. Esra Yalazan

Ak saçlı ihtiyarlar misali huzurlu bir güvenle dünyayı seyreden dağların sarp yamaçlarına kurulmuş şehirde dolaşırken seni düşünmek beni iyileştirdi. Daha geçenlerde okuduğum denemelerden birine Mavi Uzaklar adını vermiştin. Güneşle birlikte alçalan sis perdesi yüzünden kehribar tozlarıyla kaplanmış gibi görünen kadim şehrin tepesinden, camilere, surlara, hanlara, mescitlere, türbelere, çiçeğe durmuş ağaçlara ve onların tabii ahengini bozan çirkin suratlı binalara bakarken ‘dünyanın derin ve mavi güzelliği’ diye tarif ettiğin ruh haline büründüm. Bakışlarım dağları gölgeleyen kayın ormanlarının kıpırtısızlığına, yılankavi dere yataklarına takılıp kalınca o yumuşak maviliğin ruhu nasıl yatıştırdığını hatırladım. Gezgin, göçebe bir yaşama özlem duymuyorum epeydir. Hatta özlemediğimi bile unutmuşum. Buğulu manzarayı seyrederken tabiatın dili içimdeki mağrur buz kütlesini buharlaştırdı sanki.

Ne ilk gençliğimde ne de sonraki yıllarda münzevi bir hayata pek heves etmedim ama artık yalnızlığın saf uğultusunu tutkulu bir sevgili gibi sürüklendiğim her yere taşımak istiyorum. İnsanın gençliğin doyumsuz arzularının peşine takılıp uzaklara, hep daha da uzaklara, farklı lezzetlere, kokulara, dokunuşlara gitmek istemesi, ama sonra ‘yuva’ dediği yere göçmek için yanıp tutuşması ne tuhaf. Yazın bu kaçınılmaz teslimiyeti anlatıyordu: “Eski yurdundaki tepeler ne kadar da yumuşak, yeşildi! Ve bilir hissedersin ki, ilk çocukluk oyunlarını oynadığın ev ve bahçede eski yurdunda durup durmaktadır, gençliğinin bütün kutsal anıları orada düşler içindedir ve anneciğinin mezarı da oradadır.” Haklıydın, söylediğin gibi tedirgin yaşamımızın bütün alışkanlıklarında da durum çok farklı değildi. Uzak olan günün birinde yakınımız oluyordu ya da neredeyse bir ömür boyu yakın sandığımızın aslında çok uzak olduğunu kabullenmek zorunda kalıyorduk nihayetinde. Dağların mavi esrikliğine eşlik ederken böyle buruk düşünceler de eşlik ediyordu yorgun ruhuma..


Zamanın müphem gölgesi...

Yedi yüz yıllık bir Osmanlı köyünün yamuk taş parkeli yokuşlarına ağır ağır tırmandım. İklimlerin ruhunu arayan, henüz olmamış halini severim ben. Durup yüzümü okşayan dağ yellerinin taze, serin hışırtısını dinledim. Ilık bahar güneşi, ensemi, avuçlarımı, sırtüstü gerinen kedinin karnını iyice ısıtmıştı. Zamanın müphem gölgesi çivit mavisi evlerin duvarlarında şöyle bir dolaşıp gitti. Zaman yok ki; biz onu her çağda, kültürde, coğrafyada, inançta, felsefede yeniden icat ediyor ve bundan anlaşılmaz bir haz duyuyoruz. Belki de senin “aradığım ve sonunda kendi içimde bulduğum sığınak” diye anlattığın ipekböceği kozasıdır zaman. İnsan, nedense önce mekanik zamanı kerteriz alıyor; tabiatla, varlıklarla, materyalist dünyayla ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenliyor. Gündelik meselelerden sözederken bile, hayata geç kaldığını, hedefe erken vardığını kendine ve başkalarına hatırlatıp, hiç durmadan ‘doğru zamanlamanın’ erdemlerinden bahsediyor. Ruh Üstüne başlıklı denemende, bu türden bir salgından bahsediyordun: “Zaman hastalığına yakalananlar ve mutluluğa kavuşma yeteneğini kaybedenler yalnızca güçsüzler, yalnızca değersiz kişiler değildir. Daha çok iyilerdir, geleceğin tohumlarıdır bunlar, ruhları ortadaki durumdan memnunluk duymayanlardır. Salt çekingenliklerinden, kendilerini sahte bir dünya düzenine karşı henüz savaşın dışında tutarlar.”

Peki ya taşların, ağaçların, dağ keçilerinin ezdiği otların ruhu, bir iç vakti yok mudur? Onlar da acı çekmez mi biz insanlar gibi? Henüz acıyla, tecrübeyle olgunlaşmamış bir dönemde yazdığın Bir Parça Günlük’te ruhu parçalayan seslerin yükseldiği bir düşten bahsediyorsun. “Acıyla pazarlık yapma sakın, ondan kurtulmaya bak” diyen sıradan o sesin aksine, “Acı hiçbir şeydir, kuruntudur. Onu yaratan yalnızca sensin, yalnızca sen kendi kendine acı veriyorsun. Acı acı değildir, ölüm ölüm değildir yeter ki sen onları acı ve ölüm yapma” diyen başka bir ses daha yankılanıyordu. Issız köy mezarlığında durmuş, sonsuzluğa uzanır gibi göğe yükselen serviye bakarak bunları düşünüyordum işte.
..

Devamını Oku