FATMA HALAM YAHUT İKİNCİ ANNEM
Annemle Babam evlendiğinde henüz evlenmemiş bakire bir genç kızmış. Büyük Halam ailenin en büyük çocuğu. Sonra Babam, sonra O geliyor. Fatma, Fatikos diye takılıyorlar O’na. Ev işlerini O’na yaptırıyor Annesi. Annem iyi yemek yapamamasının bahanesi olarak ne kendi evinde ne de kaynanasının evinde kendisine yemek yaptırılmadığından dem vurur, kendisinin tarlaya ve inek peşine sürüldüğünü söylerdi.
Bir gün O’na ablasının evlendiği köyden bir görücü gelir. Annemin tabiriyle Damat’ın lakabı Sarı Uşak’tır. Bu olay bir anı şeklinde anlatılır ki hiç unutamam. Büyük Halamın kocası Ahmet Enişte ile beraber köye gelen sarışın köse delikanlı Mahmut’u gören Annem durumu Halama haber verir. Camdan işaret ederek: ’Bak senin Sarı Uşak geldi’ der. Halam Annem’ in bu sözüne tepki olarak onun düğün hediyesi olarak verdiği sahte inci kolyeyi koparak fırlatır ve ağlayarak kaçar.
Hepsi hepsi köy hayatından bildiğimiz budur. Daha sonra görücü usulüyle - doğrusunu söylemek gerekirse görmeden - evlendiği bu adamla 10 yıl hiç konuşmadı. Zorunlu ifadeler dışında tek kelime sohbet ve muhabbet etmediler, edemediler. Kocası marangozdu, o köyde kayınpederinin evinde hizmet ediyordu. Kayınpederinin geçimi çiftçilikleydi. O da doğal olarak onlara yardım ediyordu. Tarlada, bahçede, ahırda. Annesinin evinde mutfaktaydı oysa. Tarlada bahçede ve ahırda olan büyük abisinin karısı olan yengesiydi bu sefer.
Yıllar geçti ilçede bir inşaat yaptılar, binanın altını marangoz dükkânı olarak tanzim ettiler. Bir müddet köyden gelip gitti kocası Mahmut Usta. Sonra dükkânın arkasındaki küçük daireyi donattılar ve oraya taşındılar. Yıllar geçti, çocukları olmadı. Ne doktora gitmeyi akıl ettiler, ne kimde kusur diye merak ettiler. Tabii bazı dedikodular olmadı değil. Durumu kabullendiler. Kusurun kimde olduğunu merak etmediler. Etseler de bir şey fark etmezdi. O zamanlar Ülkede bu konuda tedavi bu kadar ilerlememişti. Hem o günlerde halkta Allah’a yönelik derin bir tevekkül vardı. Her şey Allah’tan bilinir, onun yarattığı kadere sonsuz bağlılıkla bağlanılır, sessizce boyun eğilirdi.
Yeni evlilerin aralarında konuşmamaları, sohbet etmemeleri de belki de bu olayın yarattığı bir sessizlikti. Yıllar yılları kovaladı. Artık ümitlerini kesmişlerdi, en son bir evlatlık almaya karar verdiler. Babam onlara beni vermeyi teklif etti. Onlar da razı oldular. Bana son bayramlıklarımı aldılar. Annem onca çocuğuna rağmen beni vermek istemiyordu. Ben de durumu anlamıştım, ama yapacak bir şey yoktu. Ben o ailenin tek çocuğu olacağım, her istediğim alınacak, her istediğimi yiyebilecek, her istediğimi giyebilecektim. Zaten haftada bir onlar dedemlere geliyorlardı. Dedemlere komşu olan Annemi ve kardeşlerimi görebilecektim.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta