+18 Şiiri - Mahmut Semen

Mahmut Semen
53

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

+18

+18

Bugün saatler çabuk mu ilerliyor ne? Sabah erkenden kalkmama rağmen yol hazırlığım bitmeden işte hareket saati gelip çattı. Hazırlanırken ikide bir göz ucuyla duvardaki saate göz atıyorum, hakikaten saat çok hızlı ilerliyor. Oysa saniyelerin yıllara dönüştüğü anları bilirim. Bunları düşünürken kızım Setenay bağırdı:

— Baba arabayı kaçırıyorsun!

Saate bakıyorum otobüsün kalkmasına beş dakika var. Artık, otogara yetişmem imkânsız. Hemen Mar-Soy’dan Turan beyi arıyorum. Otogara yetişemeyeceğim için, arabanın beni ipek yolundan almasını rica ediyorum.


Turan bey:

— Mahmut hoca, Emniyet Müdürlüğü kavşağına çık on dakika sonra seni oradan alacaklar.

Bu söz üzerine az da olsa rahatlıyorum. Saat te sanki yavaşlıyor. Sabah hazırlamakla uğraştığım valizimi beraberimde götürmekten vazgeçiyorum. Ufak el çantamı alıp kapıya doğru fırlıyorum. Eşim:

— Kitabı almayı unuttun?

— Ya abdestli değilim. Sen onu çantama bırakabilir misin?
--- Benim de abdestim yok ki?
— Aksilik vaktimde kalmadı, kalsın Ankara’dan yenisini alırım.

Kavşağa varır varmaz otobüsü görüyorum. El kaldırıyorum. Araç yavaşlıyor. Acele etmemi istiyorlar zira burada durmanın yasak olduğunu söylüyorlar. Alelacele ön kapıdan biniyorum. Otobüsü ilk kez böyle tıklım tıklım dolu görüyorum. 7 Nolu koltuğa otururken sağ tarafımın da boş olduğunu görünce seviniyorum. Tek boş koltuk sağ yanım. Hemen solumda 5–6 numarada bir çift oturuyor. Yabancı oldukları her hallerinden belliydi. İkisinin toplam ağırlığı yarım tonu rahat buluyor. Sadece birisinin iki koltuğa sığması imkânsız iken ikisi nasıl oluyor da yan yana birer koltuğa sığabilmişler aklım almıyor. İç içe geçmiş gibiler. Baldırlar neredeyse koridora akacakmış gibi sarkıyorlar. Adam bana Temel Reis’in rakibi Kabasakalı hatırlatıyor ama Kabasakal bile onun yanında zayıf kalır. Yanındakinin de ondan aşağı kalır yanı yok. Adam kendilerine baktığımı görünce gülümsüyor başı ile selam veriyor bende selamını sessizce alıyorum ve hemen sağımda cam kenarındaki boş koltuğa kayıyorum, az da olsa, biraz uzaklaşmış oluyorum.

Mardin-Şanlıurfa İl sınırındaki Şahwelat köprüsündeki karakol bizi durduruyor kimlik ve araç kontrolü için. İçeriye giren rütbeli, şoför dâhil herkesin kimliğini tek tek topluyor. Komutan da şişmanların kimliklerini almadığı gibi onlara herhangi bir soru da sormadan onları es geçiyor. Kimlik toplama merasimi bittikten sonra, valizi olanlar, valiz kontrolü için aşağıya iniyorlar. Bereket versin valizim yok. Şişmanla göz göze geliyorum:

— Ne iş herkes sizi es geçiyor?
Adam kilolarını gösterip gülümseyerek:

— Bu kilolarla dağa çıkacak halimiz yok ya? Onlar da anlamış olacaklar ki gerek duymuyorlar.

Viranşehir’i de geride bırakırken hostes servise başlıyor. Sırayla kek, çay ve meşrubat ikram ediyor. Bende bir kekle meyve suyu alıyorum. Koltuğun gözlerine bırakıyorum. Hostes solumdakilere yok sayarcasına bakmadan geçiyor. Adama bakıyorum. Adam yine gülümsüyor ve:

— Malum rejimdeyiz.

Kafamla onun haklılığını onaylıyorum. Ama hostese de için için kızıyorum. İnsan kibarlık olsun diye teklif eder hiç değilse. Memlekete dönünce bununla ilgili Turan beyi uyaracağım.

Adamın, elinde ufak bir kitap var. Sayfalarda bir şeyler göstererek kadınla sohbet ediyor. Kadın kitabı elinden alarak, sayfaları çevirip ona başka bir sayfada bir paragrafı işaret ederek haklılığını ispat edercesine kitabı ona uzatıyor. O da aynısını yapıyor. Kitabı kadına uzatıyor. Kadın yine sayfaları çevirip başka bir sayfayı işaret ederek kitabı ona veriyor. Bu kitap değiş tokuşu yolculuk boyunca tekrarlanıyor. Yavaş yavaş onlar hakkındaki “çingenedirler” kanaatim değişmeye başlıyor. Bunlar çingeneden ziyade üniversiteler de görev yapan öğretim görevlilerine benziyorlar.

Çoban Deresini geçince yol üzerinde ki Harran Üniversitesi kampusu gözükmeye başlıyor. Kampus girişinde bir kız öğrenci elindeki bileti sallayarak el kaldırıyor. Otobüs yavaşlayarak öğrencinin yanında duruyor. Çantalar bagaja yerleştirildikten sonra öğrenci ön kapıdan içeri giriyor. Elindeki Bilete bakıyor. 5 numarada şişman kadın oturuyor. Kız durumu muavine haber vermek için kafasını kaldırınca, şişman adam ve Kadın ayağa kalkıp koltuğu boşaltıyorlar. Kız 5 numaraya geçip yerleşiyor. Hemen yanına şişman kadın oturuyor. Adam da bana selam vererek yanımda ki 7 numaraya çöküyor. Adama yer açmak için kendimi iyice cama yapıştırıyorum. Adam:

— Kusura bakmayın sizi de rahatsız ettik. Ama yolda ineceğimiz için bilet alamamıştık. Boş yerlere oturduk işte.

— Sorun değil nereden böyle?
— Nusaybin Gırnavas Köyünden.

Adam bu cevabın ardından beni tepeden tırnağa bir süzüp;

— Bana hiç yabancı gelmediniz. Gözleriniz bana tanıdık geliyor. Dedi.

Gözlerim yine beni ele vermişti…

— Tüm ailemiz mavi gözlü, bu yüzden nereye gitsek hemen fark ediliyor kolay kolay da unutulmuyoruz. Ama ben sizi ilk kez görüyorum.

— Tamam, çıkardım sen Abdülimam köyünden Şeyh Tajdin’in oğlu değil misin?

— Evet, diyorum. Adam devam ediyor konuşmasına

— Daha geçen gün köye uğradım babanla epey sohbet ettik. Eski günleri andık. Biz çok eski dostuz. Dedi.

Adamın suratına bakıyorum. Pek yalan söyleyecek bir tipe benzemiyor ama babam yıllar önce vefat ettiği gibi o köyden göçeli de yıllar olmuştu. Yıllar önce üniversite öğrencisi iken Şanlıurfa’ya gitmek için Kızıltepe’den bindiğim minibüsten Viranşehir’de indim. Şanlıurfa dolmuşlarına doğru giderken yine yaşlı bir amca babamın dostu diye boynuma sarılmış epey sohbetten sonra tam ayrılırken bana özel bir şey söyleyeceğini ifade etmişti.

— Buyurun. Deyince;

— Yeğenim köye gideceğim yol param da yok burada mahsur kaldım. Kimseyi de tanımıyorum, iyi ki sana rastladım. Bana yol parası verir misin?

Onca sohbetten sonra yardım etmemek olur mu? Öğrenci kafamla tüm paramı onun avuçlarına bırakmış, ancak Şanlıurfa’ya da otostop yaparak gitmek zorunda kalmıştım. Ama yıllar sonra anladım ki dolandırılmışım. Şimdi aynı senaryo tekrar karşıma çıkıyor gibi, bu seferde yutsam sanırım aptallık etmiş olurum. Ondan erken davranmalıyım.

— Babamı gördüğünüzden emin misiniz?

— Ya ben yetmiş yıllık dostumu tanımaz mıyım? Hatta evde bir takım yabancılar vardı. Onları sorduğumda, babanız: “akrabalarımız kalıyor, biz buradan taşındık.” dedi.

Bu cümlesi ile hem inandırıcı olmuştu. Hem de kafamda soru işaretleri oluşturmuştu.

— Doğrudur oradan taşınalı yıllar oldu.
— Siz nereye gidiyorsunuz?
— Ankara’ya. Bir şair arkadaşımızın imza günü varda.
— Şairlerle aram iyi o şanslı arkadaşınız kim?
— Reşide Sarıkavak.

— Onun kitabını okudum çok güzel şiirleri var. Hele “Ben Sokak Çocuğuyum” şiiri mükemmel. Birkaç kez televizyondan da izledim. Ama en beğendiğim şiiri kuşkusuz tek satırlık “Anne” şiiridir.

— “Anne… Babalar günün kutlu olsun” şiiri mi?

— Evet
— Yoksa sabahtan beri karıştırdığınız kitap Reşide Hanımın mıydı?

— Yok, Ali Bulaç’ın yazdığı “Kuran-ı Kerim ve Türkçe Meali” kendisi aynı zamanda hemşerimiz oluyor. Kardeşimle altı çizilen kimi ayetleri tartışıyorduk da.

— Biliyorum. Bende de aynısı var. Hiç yanımdan ayırmazdım. İlk kez onsuz yolculuk yapıyorum. Bu yüzden kendimi bir tuhaf hissediyorum.

— Buyur benimkini al. Diyerek elinde ki kitabı bana uzatıyor. Ellerimi arkama saklayarak

— Alamam abdestim yok zaten bu yüzden benimkini yanıma alamadım ya. Adam gözlüklerin arkasında bana şöyle tepeden bakarak.

— Benimde abdestim yok. Ama okuyorum. Ne mahsuru var ki.

— Bildiğim kadarıyla Kuran-ı Kerime abdestsiz dokunulmazda

— Bu Allah’ın insanlara apaçık, bir mesajıdır. En basit mesaj bile gönderilirken, kişiye çabuk ulaşılması için elden ne geliyorsa yapılır. Ulaşınca da kişinin okuması için asla bir şart konulmaz ve koşulmaz. Adı üstünde mesaj. Yani acil ulaşılması gerekir. Sen şimdi birisine gönderdiğin bir mesajı/mektubu okunması için hiç şart koşar mısın?

— Yok, ama Allah tarafından gönderilen bir mesaja saygı göstermek gerekmez mi? Osmanlı Devleti`nin kurucusu Osman Bey`in, Kuran’ın bulunduğu oda da uyumayıp, sabaha kadar hürmeten ayakta beklediğini bilmeyenimiz yok sanırım.

— Bir mesaja en büyük saygı onu tez elden, dosdoğru sahibine ulaştırmaktır. Bu öyle büyük ve önemli bir mesaj ki Allah düşmanların değiştirmelerine karşı onu korumaya almıştır. (Hicr–9) Korumaya alınan bu mesajın içeriğini değiştiremeyeceğini anlayan düşmanların tek çareyi mesajın muhatabına ulaşılmasını engellemekte bulmuşlar. Bunun da yolunu mesaja kutsallık atfederek ona ulaşmak için şartlar koyarak, mesajla aramızda geçilmeyen kutsal duvarlar örerek, onu ulaşılmaz yapmak istemişlerdir ve bu projelerinde de epey başarılı olmuşlardır. Tabi kimi âlimlerimiz de bunların amaçlarına ne yazık ki hizmet etmişlerdir.

— Bir örnek verseniz?
— İnsanları sokakta yürümeleri için ehliyeti şart koşmak doğru bir şey mi?
— Olur mu? Ehliyet araba sürme şartlarındandır.

— İşte Maide-6’da belirtildiği gibi abdestte, sadece namazın şartlarındandır. Kur’an okuma şartlarından asla değildir. Zaten öyle bir şey olsaydı sahabe peygambere sorardı. Ama sahabeler çok zeki insanlardı. Kolay kolay soru sormuyorlardı. Biliyorlardı ki her soruya verilen cevap neticesinde de kendileri için bir yükümlülük söz konusu olacaktı. Onlar diğer kavimlerin helak olmalarının ana sebebini çok iyi biliyorlardı. Peygamberlerine çok soru sormalarıydı. Bak hiçbir zaman kanamanın ya da kadına dokunmanın/tokalaşmanın abdesti bozup bozmadığını sormamışlardır. Sormuş olsalardı bu hüküm kesinleşmiş olurdu. Ama şimdi uysan da olur uymasan da anlatabiliyor muyum?

— Ama Hz. Ömer’in Müslüman olmasına sebep olan olayda Kuran-ı Kerim’i okumak istemesi üzerine kız kardeşi ona: “Kardeşim, sen halen müşrik olduğun için ona dokunamazsın. Ona ancak temiz olanlar dokunabilir…” dediği herkesçe bilinen bir gerçek.


— Dedim ya gerekli olsaydı sahabe mutlaka sorardı Peygamberde cevap verirdi o zaman da kesin bir hükme bağlanırdı. İyi ki de sormamışlar. Hz. Ömer’in Müslüman olma konusu ve ona söylenen sözler birçok kaynakta rivayet edilir. Ancak O`na söylenen o söz fıkhı bir hüküm yerine geçecek diye bir kaide olmadığı gibi, bu söze dayanarak her hangi bir hüküm çıkarmak ta doğru değildir. Sonra kız kardeşi; “Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir.(56/79) ayetini o şekilde anlamıştır. Ancak, şunu da unutmamak gerekir, Kur’an-ı Kerim o zaman şimdi ki gibi kitap halinde değildi, yani ortalıkta dokunulacak bir kitap yoktu. Ve abdest (Maide–6 ) ayeti bundan çok yıllar sonra yani Medine’de inmiştir. Abdest ayeti inmediği dönemde “temiz olanları” nasıl açıklayacaksınız? Allah sadece temiz olanlar dokunabilir buyurduğu halde nasıl oluyor da şimdi herkes dokunabiliyor? Bu ayet Kur’an-ı Kerim için değil, Kur’an-ı Kerim’in ve bütün kutsal kitapların da birer fasikül olarak içinde yer aldığı Kitab-ı Meknün içindir. Ona temiz olanlardan başkası ulaşamaz ve dokunamaz.

Tüm mesele Temiz Olanlar (el-mutahharun) ve Temiz Olmayanlar (Necis olanlar)’da toplanmıştır. Kim temizdir? Kim Necis ve Pisliktir? Kuran-ı Kerim (Tevbe–9)’da Şirk ve küfürde olanlar için Pis/Necis/Kirli olduklarını ifade etmiştir. Kavramlar zıttı ile anlam kazandığına göre necis olan müşrik ve kâfirlerin karşıtı da temiz olan mümin ve müslümanlardır. Dolayısı ile bir müslüman hiçbir zaman ve asla necis olamaz. İşte necislerin dokunamayacağı ancak; içinde tüm kâinatın ana şifrelerinin bulunduğu ve tüm kutsal kitapların da içinden indirildiği o korunmuş kitaba sadece müminler erişebilir ve dokunabilir. Zaten, müşriklerin; “Muhammed’e bunları cinler ve şeytanlar fısıldıyor, getiriyor.” İddialarına karşı Allah Kitab-ı Meknün’a cinlerin ve şeytanların ulaşamayacağının da cevabını vermiş oluyor. Zaten Müslümanlar o ayeti tam anlamış olsalardı şimdi yıldızlar arası yolculuk yapıyor olacaklardı.

— Gerçekten mi?
— Ondan önceki ayetlere baksanız anlarsınız. Allah (Vakia-75.)’te yıldızların yerlerine yemin ederek başlamaktadır. Ki, bunun çok büyük bir yemin olduğunu ifade etmektedir. Hemen ardından da Kur’an-ı Kerim’in çok değerli bir kitap olduğunu, zira onun; “korunmuş, asla değiştirilemeyecek ve sadece temiz olanların dokunabileceği bir kitap olan “Kitab-ı Meknün”’dan Âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği yazılmaktadır.” Kitab-ı Meknün’da yok yoktur. Ve ona da sadece temiz olanlar dolayısıyla müminler ulaşabilir.

— Peki, şimdiye kadar bu kitaba ulaşan var mıdır?
— Elbette Hz. Musa’nın yol arkadaşı, Hz. Süleyman için Belkıs’ın tahtını getiren bilim adamı ve daha birçok Allah dostu vardır.

— Desenize madde naklini sadece temiz yani inançlı birilerinin bulması gerekir.

— Evet, işte bu yüzden Kur’an-ı Kerim ile aranızdaki duvarları yıkmanız gerekir. Ve bunun ilk göstergesi olarak buyurun bu meali hediyem olarak kabul ediniz. Artık abdesti bahane ederek isteğimi bu sefer reddetmeyiniz.

Mecburen kabul ediyorum. Meal-i karıştırıyorum. Aman Allah’ım aynen benim altını çizdiğim yerlerin altı çizilmişti. Tıpkı benim meal. Şaşırarak kendisine bakıyorum. Gülümseyerek bana cevap veriyor.

— Bir kitabı altını çizmeden okuyamıyorum da

— Ben de öyleyim neredeyse aynı ayetlerin altlarını çizmişiz. Siz imam filan mısınız?

— Yok, ama o ilimleri tahsil etmiştim. Kızıltepe’nin değişik köylerinde de kaldım. Köyün imamı değildim ama bir imamın tüm vazifelerini fazlası ile yerine getirdiğim zamanlar çok olmuştur. O zamanlar kızlarımı okula gönderiyorum diye çok eleştiri almıştım. Komünistler bile beni eleştirmişti. Oysa bu bölgenin cahil kalmaması ve kızların okutulması için çok mücadele ettim. Ancak, din ve gelenekler adına örülen duvarlar o kadar sağlamdı ki yıkamadık. Kızları okutamadık. Bölgemizi helak ettik.

— Kızların okuması-okutulması o kadar çok mu önemli?

— Elbette, Elli altmış yıl önce köylüleri cami avlusunda topladım. Kızlarınızı okula gönderin diye. Eğer siz kızlarınızı okutmaz, sadece erkekleri okutursanız. Gün gelecek okumuş erkekleriniz cahil kızlarınızı beğenmeyecek, başka bölgelerden okumuş kızlarla evleneceklerdir. Ve gün gelecek Berdel geleneğiniz bile evde kalmış kızlarınıza çözüm olamayacaktır. Birisinin memleketi evlendiği yerdir gerçeğinden hareket ederek çocuklarınızı bölgenizde tutamazsınız. Okumuşlarınız bölgeyi terk ederse bölgemizi cehalet kaplar. Dünyada Cehaletten daha büyük afet yoktur. Ama anlatamadım. Bölgemizin halini görüyorsunuz. Cahil annelerin yetiştireceği nesil ancak bu kadar olur. Köle olur yani.

Adam çok enteresan biriydi. Yakalamışken son bir soru daha soruyorum.

— Bölgemizin durumu orta da peki ülkemizin şuan ki durumu nasıl, sizce nereye gidiyoruz?

— Bu Erdoğan iktidarı tıpkı Hz. Yusuf’un Mısır’daki iktidarı gibi gözüküyor.

— Nasıl yani?
— İlk yedi yıl bolluk ve bereket içinde geçecek son yedi yıl kıtlık ve sefalet, bolluk yılları bitmek üzeredir. Hz. Yusuf gibi tedbir de aldıklarını sanmıyorum. Çok kötü bir gelecek bizi bekliyor.

— Bir kurtuluş yolu yok mu?
— Var, Irak Kürdistan’ı

— Yani yok etmeye çalıştıklarımız, bizim kurtarıcılarımız mı olacaklardır?

— Aynen, başka çıkar ve kurtuluş yolu yok. İnşallah büyüklerimiz bunu görürler de akıllarını başlarına alırlar.

Adam kadına işaret ederek ayağa kalktı. Benden de “Xatırİstedi/İzin istedi;” Anlaşılan ineceklerdi. Otobüs yavaşladı, adamla kadın ön kapıya doğru ilerlediler. Ön kapı açıldı, bir yolcu daha valizlerini bagaja attı. Adam kapıda durmuş, kapıyı öyle doldurmuştu ki hava bile içeri sızmıyordu. Ve daha onlar kapının ağzındayken valizlerini bagaja atan bayan öğretmen ön kapıdan içeri geçerek arabaya bindi. Ardından hemen kapı kapandı. Adam bize gülümseyerek ikisi kapalı kapıdan iniverdiler. Araba hareket ederken el sallamayı da unutmadılar.

Bana verdiği Kur’an-ı Kerim Mealinin ilk sayfasını açtığımda şok oldum. Adım yazılıydı. Bu benim evde bıraktığım kitabımdı. Camdan geride kalan yola baktım. Adamla kadından eser yoktu. Sanki buharlaşmışlardı. Yüzüm kireç kesildi. Yeni yolcunun arabaya binişi ve şişmanların inişi beş numarada oturan kız öğrencinin dikkatinden kaçmamıştı. Kanı çekilmiş yüzünde tarifi imkânsız bir korku okunuyordu. Dokunsan ruhunu teslim edecek gibiydi. Elleri ayakları titriyor. Bir türlü konuşamıyordu. Kız aklını kaçıracak gibiydi. Hemen yanındaki boş koltuğa geçtim. Sakinleştirmek için konuşmaya-konuşturmaya çalıştım. Sakinleşecek gibi değildi. Hostesi çağırarak az önce inenlerin kim olduklarını sordum. Yanımdaki kız öğrenci de meraklı gözlerle hostesin cevabını bekliyordu. Hostes:

— Kimse inmedi ki? Bu koltuklar Nusaybin’den beri boşturlar. Kız daha da titremeye başladı. Yolculuk boyunca okuduğu ve elinden hiç düşürmediği Karl Marx’ın KAPİTAL’i elinden koltukların arasına düştü. Ben de korkmuştum ama onun kadar değil. Kızın korkusu aklını kaçıracak boyutlardaydı. Ve nerden aklıma geldiyse aniden:

— Güzel kızım korkma bu bir rüyadır.

Bu söz üzerine kız biraz rahatladı. Yüzüne tekrar kan geldi. Boncuk boncuk olan terini sildi.

— Ben zaten tahmin etmiştim. Dedi.
Otobüs Bilecik Mirkelam tesislerinde mola vermek için durdu. Bütün yolcular aşağı indi. Ben de yavaş yavaş ön kapıdan indim. Kız eski neşesine kavuşmuştu.

— Amca çantamı tutar mısınız?
Çantasını aldım. Beton sahada ellerini kanat gibi çırpmaya başladı. Herkes toplanmış meraklı gözlerle onu izliyor. Bale mi yapıyor uçmaya mı çalışıyor belli değildi. Kimse hareketlerinden bir şey anlayamıyordu. Daha sonra yanıma yanaştı, yavaşça kulağıma doğru eğilerek fısıldadı.

— Amca, niye uçamıyorum. Oysa ben rüyalarımda hep uçardım. Dedi

Yeni anladım ellerini niye kanat gibi çırptığını.

— Güzel kızım bu bir rüya değil ki?

— Neee! Rüya değil mi?

Kız öğrenci Üzerindeki CHE Tişörtüyle yere yığıldı.


Mahmut Semen
Kızıltepe
11.03.2008

Mahmut Semen
Kayıt Tarihi : 10.2.2019 13:24:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mahmut Semen