'İnsani olan hiçbir şey bize yabancı değil'.(Marks) Din ve milliyetçilik aynı şeyler değildir. Sosyalistlerin en büyük yanılgısı dine mesafeli durarak onu öğrenmemek oldu.Eskiden bugünkü ulusalcıların bakış açısıyla dine yaklaştılar. Yok öyle bir şey olmamalıydı.Ülkemiz gibi dinin hayatın her alanına sızdığı bir ülkede,halkla iletişim kurabilmek için bunu çok iyi kavramamız gerekiyordu aslında.Bir somut olgudan uzak durduğun sürece o da etkilediği toplumu senden uzaklaştırır. Onun için şu anki sosyalistlerimizde rahatlıkla laiklik vb. söz konusu olduğunda rahatlıkla Kemalistlerle aynı potaya girebilmekteler.
Bu bağlamda 12 Eylülü tezgahlayan güçler bunu çok iyi biliyorlardı.
Zaten 12 eylüle gelirken de özellikle din konusu çok iyi kullanılmıştı.Uzaktaki stratejistleri onları bu konuda çok iyi eğitmişlerdi.
Tezgahlanan provakasyonlara baktığımızda genellikle din konusu ön planda.Devrimcilerin ve sosyalistlerin en zayıf noktalarıydı bu.Farkına varılmadan egemenlerin ekmeğine büyük yağ sürülmüştü.
Ülke tarihini eylül öncesi ve eylül sonrası diye iki kategoride irdelemek bence yerinde bir tespittir…
1970 lerden sonra dünyada kapitalizm bir burhana doğru sürüklenmeye başladı.Bunu emperyal güçlerin müdahalelerinde görmek mümkün. Bunun sonucunda emperyalizm ucuz işgücünün olduğu ülkelere yöneldi ve bunalımını böylece hafifletmeye çalıştı.
Fakat karşısında yükselen ve ezilen halklardan büyük destek alan umumadığı bir direniş ve güç gördü.Sosyalistler ve ezilen halklar……
Dolaysıyla faşist darbeler ve ülkeleri işgallerle,açıktan ve gladyo tipi örgütlemelerle önlerindeki bu engeli ortadan kaldırmak ve bertaraf etmek gerekiyordu.Hedef belliydi artık buna uygun yöntemler belirlemeye kalmıştı iş.
Bu hedefe uygun olarak ekonomik programlar tespit edilip pentegonda hazırlanarak devreye sokulması gerekiyordu.O dönemlerde ülkemizde sol görünen Ecevit iktidarı ya yıpratılıp alaşağı edilmeliydi.Yada diğer kendi işbirlikçileriyle anlaşmalıydı.
Birici yol tercih edildi ve ülkede ikinci milliyetçi cephe adıyla Demirel azınlık hükümeti kuruldu.Bu hükümette ekonomiden sorumlu bürokrasinin başına milletvekili olmamasına rağmen T.Özal getirildi.Önüne ise A.B.D de hazırlanan meşhur 24 ocak kararları konularak uygula dendi…
İkinci MC [milliyetçi cephe] gerek azınlık hükümeti olmasından dolayı,gerekse işçi ve emekçilere açıktan açığa cephe almasından dolayı rahat değildi.Yollar yürümekle aşınmaz diyen bir zihniyeti bilinçli olarak işbaşına getirmişlerdi.Çünkü bunlara tepki duyacak ezilen halk tabakaları ve bunlarınsa apoletlilerin kendi hazırladıkları 1961 anayasasının fazla özgürlükçü olduğunu halka empoze etmek ve bu amaçla halkın,işçi sınıfının ve ezilenlerin örgütlenmesini engellenmekti.Ancak bu yolla emperyalistler kendi taşeronlarına hazırlattıkları 24 ocak kararlarını uygulatabilirlerdi.
Nitekim karşılarındaki güçlü muhalefetten dolayı ikinci MC ve onun ekonomisti T.Ö. 24 ocak kararlarını uygulayamadı.(Aynı dönemde Ecevit bu kararlar ancak silahların gölgesindeki diktatörlüklerde uygulanır demişti) Nitekim öylede oldu. Fakat bunu söyleyen Ecevit daha sonraki doksanlı yılardaki iktidarı döneminde bu kararlara dört elle sarıldı.
12 Eylülün üzerinden 30 yıla yaklaşan bir zaman geçmesine rağmen halen etkilerinin sürmesinin nedeni İMF ve Dünya bankasının programı olan 24 ocak kararlarının halen yürürlükte olması ve gelen İMF /DB kuklalarının bunun dışına çıkmamasıdır.
12 Eylülün karşısında olanlar sadece siyasi sonuçlarını gündeme getirerek buna tepki gösteriyorler.Emperyal tekeller çok iyi bir şekilde 12 Eylülün ekonomik zaferi olan 24 ocak kararlarını gözden kaçırıyorlar.Ülkede buna karşı çok cılız bir muhalefet olmuştur ve rahatlıkla sesleri duyulmaz hale getirilmiştir.Gerek sağdan ve gerek soldan düzen devşirdiği liberal ekonomistler aracılığıyla bunu halka şirin gösterebilmiştir.Bu taze kan sömürücülerin iyi bir nefes almasını sağlamıştır.
Bu taze liboşlar yapısal reform teraneleriyle ikinci..üçüncü cumhuriyet safsatalarıyla, çağdaşlık ve değişim zırvalarıyla adeta halkı uyutmak için afyon görevi yapmışlardır.Gelir dağılımındaki gelişen adaletsizliği adeta koro halinde halkın gözünden kaçırmış ve gizlemişlerdir.
Sokaktaki anarşiyi (ki olaylara ve gelişimlerine baktığımızda bu olayları tezgahlayıp yapanlar bizat kendilerinin piyonlarıdır.) önleyeceğim bahanesiyle 12 eylülde diktasını kuranlar 24 ocak kararlarıyla (bütün sonuçlarıyla halen yürürlükte) halkın ve ezilenlerin üzerinde en büyük terörü estirmişlerdir.Şunu unutmamak gerekir ki 12 Eylül darbesi sınıfsal içeriğinden hiçbir zaman koparılmamalıdır.Bunu yaptığımız takdirde netekimlerin belirtiği gibi ‘’anarşi ve terörü önledim ve ülkeyi kurtardım’’ haklı olduğu sonucuna varırız.Halbuki darbe uluslar arası emperyalizmle onların uzantısı olan yerli işbirlikçilerinin birlikte tezgahladığı sınıfsal içerikli bir darbedir.
1980 Öncesindeki kontrgerila örgütleri ve sermayenin temsilcisi patron örgütleri(TÜSİAD,TİSK vb.) darbenin hazırlanmasına bilinçli olarak zemin hazırlamış ve desteklemişlerdir.
12 eylülde tüm sivil toplum kuruluşları ve işçi sendikaları kapatılırken bunlara dokunulmamıştır. Buda darbenin sınıfsal niteliğini açıkça ortaya koyuyor. Uluslar arası boyutta ise ABD’de ‘’bizim çocuklar yönetime el koymuş’’ şelindeki değerlendirmeyle uluslar arası sınıfsal niteliğini açıkça ortaya koyur.Ülkede insanlarımızın birbirini öldürmesi uluslar arası tekellerin umrunda bile değil. Fakat asıl burda önemli olan onların çıkarlarının tehlikeye girmesidir.
27 Mayıs darbesiyle kendi hazırladıkları 61 anayasasından işçiler,köylüler,sendikalar ve sivil toplum kuruluşları alabildiğine yararlanmaya çalıştılar. Bu iktidarda bulunan feodal,dinsel ve askersel güçleri rahatsız ediyordu. 12 Mart 1971 hareketiyle bu özgürlükleri kırpıp baskı altına almaya çalıştılar kitleleri.Fakat bu istedikleri gibi olmadı.Kitlesel eylemler ve işçi gerev ve örgütlenmeleri gittikçe dahada gelişti. İdamlar zindanlar ve katliamlar kitlesel muhalefeti gerileteceğine dahada ileletmişti.
Artık egemenlerin tek çaresi kalmıştı kendi hazırladıkları anayasayı silah zoruyla rafa kaldırmak …darbe.
Türkiye bir karanlık bulutun altına girdi.Askerler 11 eylül akşam üstü borazanları olan TRT ‘ye haber yollayarak dönemin müdürüne gece saat 4.30 da yayına hazır olmalarını emretti.12 Eylül darbesi
Hasan mutlucan’nın kahramanlık türküleriyle tüm yurda duyruldu.
Darbenin bilançosu alabildiğine ağır oldu…
İki milyona yakın insan fişlendi,yediyüzbine yakın gözaltı ve karanlık bir dönem başlamış oldu ülkemde..
İŞTE BİLANÇO…(Devlet arşivi)
Gözaltına alınanlar: 650.000
Fişlenenler: 1.683.000
Açılan dava sayısı: 210.000
Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılananlar: 230.000
Yargılanan örgüt üyesi: 98.404
Hüküm giyen örgüt üyesi: 21.764
'Yurda dön' çağrısı yapılanlar: 29.000
Vatandaşlıktan çıkarılanlar: 14.000
Faaliyetten men edilen dernek: 23.700
Cezaevindeki hükümlü-tutuklu (1990'da kalanlar) : 52.000
Toplam ölü (eceliyle) : 229
Kuşkulu ölüm: 144
Aclık grevinde ölenler: 14
Kaçarken vurulanlar: 16
'Çatışma'da ölenler: 74
Doğal ölüm raporu verilenler: 73
'İntihar' ettiği bildirilenler: 43
'Nedeni belirsiz' ölenler: 2
İşkenceyle öldürülenler: 171
Açılan işkence soruşturma veya davası (1982-1988) : 9.962
İşkence yaptıkları suçlamasıyla yargılanan güvenlik görevlisi: 544
1402 Sıkıyönetim Yasası'na göre yapılan işlem: 18.525
Cezaevindeki gazetecilerin aldığı ceza toplamı: 3.315 yıl 3 ay
İstanbul gazetelerinin yayın yapamadığı gün sayısı: 300
Gazetecilere istenen hapis cezası: 4.000 yıl
Cezaevindeki gazeteciler: 31
Polisce aranan gıyabi tutuklu gazeteciler: 13
Silahlı saldırıda öldürülen gazeteciler: 3
Yakılarak yok edilen gazete, dergi, kitap: 39 ton
Yok edilmek üzere depolarda bekleyen yayın: 40 ton
Yasaklanan yayın sayısı: 927
Yasaklanan film sayısı: 927
Haklarında ölüm cezası istenenler: 7.000
Ölüm cezası verilenler: 517
Askeri Yargıtay'ın onayladığı idam sayısı: 124
Dosyası Meclis'te bulunan idam hükümlüsü: 259
İnfaz edilen ölüm cezası: 50
1980'de sendikalı işçi: 5.721.074
1985'de sendikalı işçi: 1.711.074
Bir işçinin 1979'da günlük üzreti: 8.4 ABD Doları
Bir işçinin 1985'te günlük ücreti: 4.0 ABD Doları
1 ABD Doları:
23 Ocak 1980: 47.10 TL
6 Mayıs 1981: 100.45 TL
ÜNÜVERSİTELERİN VE EĞİTİMİN DURUMU…
Darbenin kurumlarına dönüştürülmek istenen ünüversitelere hızla müdahale edildi.1402 sayılı yasa çıkarılarak hızla uygulamaya konuldu.Çıkabilecek tüm karşı sesler kısılmalıydı ve nitekimde öyle oldu.Aşağıda o dönemin mağdurlarından Prof.Dr.Tülün Öngen’le yapılan bir röpotaj durumu gayet iyi açıklıyor.
12 Eylül sonrasında üniversitede neler yaşandı?
Üniversitede bir tasfiyenin olacağı belliydi. YÖK Yasası daha önce gündeme gelmişti. Çok uzak görülü olmaya da gerek yok, üniversitede asistan olma çağına gelmiş olanlar 12 Mart’ı da görmüştü, ben üniversitede yaşadım. YÖK Yasası darbeden sonra gündeme geldi. Üniversitelere yeni bir düzen getirilecek, sistemle uyumlu, merkezkaç dinamiklere izin vermeyen yeni bir düzen kurulacaktı. Sistemin sürekliliğine katkıda bulunacak yeni bir süreç tasarlanıyordu. Tasarının görüşüldüğü dönemde bir kıpırdanma oldu ama yeterli değildi. Ciddi bir muhalefeti üniversite hiç göstermedi ama hiç de bir şey yapmadı demek haksızlık olur. Kıpırdanmanın olduğu yerler hedef seçildi. İlk atılan 13 kişinin 9’u Siyasal’dan, 4’ü Basın Yayın Yüksekokulu’ndandı. Benim olduğum Ankara Üniversitesi’nde yasaya karşı imza kampanyası olmuştu bu atılmalardan önce. Sonra bu kampanyadan fireler oldu, yetişkin hocalarımızın bir bölümü imzalarını geri çekti. İlk atılan 9 kişi de metinde imzaları olan genç asistanlardı. Ben o zaman doktor asistandım, Almanya’daydım. Atılacağımı bile bile döndüm geldim. Yasanın yürürlüğe girdiği tarihte, 6 Kasım 1982’de sabah elimize birer sarı zarf tutuşturuldu. Bu atılan 13 kişinin büyük bir bölümü yasaya karşı imzaları olan kişilerdi. Seçilmişliklerimizin böyle bir boyutu da var. Benimle birlikte atılanlar arasında Baskın Oran, Haluk Gerger, Fadıl Kocagöz vardı. Bu geniş çaplı bir operasyondu ve arkası da geldi. Bir de hukuki kolaylığı vardı. Yasaya göre asistanlık kurumu kaldırılıyordu. Biz doktor asistanlar için hukuki bir dayanak yasada formüle edilmemişti. Aslında bu bilerek yapılmıştı, aşağıdan yukarıya doğru temizlik. Hem hukuki açıdan zayıf halka hem de üniversitedeki konumlarımız açısından zayıf halkaydı. Bu bir denemeydi, provaydı, üniversitenin tepkisini görmek açısından. Ancak daha sonra doçentler profesörler atılmaya başlandığında zaten herkes bunu içine sindirmişti. Bizim seçilmemizi Mülkiye’nin ünlü misyonuyla açıklamak bana tarih dışı geliyor. Bence yeni düzenleme sonrası gelen Türk İslam sentezci dekanımızın varlığı bizi yakından tanımalarına olanak veriyordu. Bölüm başkanımız Cahit Talas nedeniyle olabilir, bölümüm de Çalışma Ekonomisi idi. 3 asistanlık kürsüsünün üçte ikisinin atılmasının bir anlamı var, disiplinin özelliği dikkatleri çekmiş olabilir. Sendikalarla yakın ilişki içindeydik. Siyasi kimliklerimiz olabilirdi, ben üniversiteye kadar TİP üyesiydim. Bu listelerin üniversite dışında hazırlandığına hiç inanmadım. Solcu kimliğiyle ilgisi olmayan insanlar da gidebildi. Bir kısmının hakikaten niye seçildiğini anlamak güçtü ama bir kısmının çok prensip sahibi olması, bilim insanı ahlakına sahip olmasıydı. Bu listelerin uzun boylu düşünülüp düzenlendiğini düşünmüyorum. O gün imza atan yarın tepki gösterebilir diye de olabilir. Bir de bizim üzerimizden üniversiteye verilmek istenen bir mesaj vardı, o mesaj üzerinden de operasyon devam etti.
Üniversiteden atıldıktan sonra idari ve hukuki mücadelenizi sürdürdünüz..
Hepimiz dava yoluna gitmedik. Ben, Baskın Oran, bildiğim kadarıyla Erol Mutlu, Fadıl Kocagöz dava açtık. İlk önce Baskın Oran’ın yürütmeyi durdurma kararı geldi. O dönem Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergun’du. Ergun değişmeden bu karar geldi. Baskın Oran, Bodrum’da tatilde. Postacı geliyor önce mahkemenin kararını tebliğ ediyor. Ama gitmiyor, bekliyor. Oran açıyor, okuyor, seviniyor. İki dakika sonra postacı ikinci zarfı veriyor, 1402 uygulamasıyla görevine son verildiğini öğreniyor. Benim davamla ilgili yürütmeyi durdurma kararı 10 gün sonra çıktı. Bu arada da sıkıyönetim komutanı değişti, o değişiklikten sonra ne üniversitede ne de başka kurumda 1402 uygulaması olmadı. Bu yüzden ben 1402 uygulaması ile karşılaşmadım. O tarihe kadar 1402 uygulamasıyla pek çok öğretim üyesi uzaklaştırıldı. Ben bu eşiği atladıktan sonra bu mahkeme kararını üniversite uygulamak zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı. Ben döndüm, geldim, başladığımı bildirdim. İki ay kadar engizisyon işkencelerini aratmayacak, fiziki değil belki ama moral, psikolojik, kurumsal her türlü işkence yapıldı. Oda verilmedi, odam, çalışma mekanım, masam yoktu. 08.30- 17.30 mesaisi üniversitenin iş görme tarzına uygun değildir. Biz esnek çalışırız ama bunun külfetini çekeriz. Gecemiz, gündüzümüz, bayramımız yoktur. Bana bu saatler üzerinden imza uygulanıyordu. Olur olmaz görevler veriliyordu, abuk sabuk. Bir yıldırma, bezdirme, korkutma, çekip gitmemi sağlama operasyonu söz konusuydu. Ben yapabileceklerimi yapıyordum, yapılamaz olanlara tepki gösteriyordum. Hakkımda 3 tane disiplin soruşturması açıldı. Bu soruşturmaları da Hukuk Fakültesi’nin karanlık bir toplantı salonunda, sorgu odalarını hatırlatan, rahatsız edici, rencide edici tarzda bu sorgulamaları Türk İslam sentezci arkadaşlarımızın oluşturduğu komisyonlar yapıyordu. Ben gerekli tavrımı aldım, cezamı da aldım. Birisi 08.30 yerine 08.35’te geldin denilerek, bir diğeri Türk İslam sentezci kürsü başkanının istediği, Ankara’da bulamayacağım kaynakları bulmamı istemesiydi. Bu görevim değildi ama aradım, bulamadığımı, benim görevim olmadığını bildirdim. Bir de dekan yardımcısı, telefonla beni arayarak, “Ben bilmem ne, buraya gel! ” dedi. Gitmedim. Üçüncü seferde de kendisine buranın akademik bir ilişki olduğunu, bunun bir adabı olduğunu belirttim ve “Zırt pırt da beni rahatsız etmemesini” söylemiştim. Bunların hepsinden disiplin cezası aldım. İki ay süreyle maaşımı ödemedi. Barınamayacağımı biliyordum çok yalnızdım, hiç destek görmedim, kalmak da istemiyordum. Üniversite suspus olmuş, dersini almıştı, meslektaşlarımın davranışı yüzünden vebalı gibi hissediyordum kendimi. Anlıyordum ama beni çok da kırıyordu. 60 gün sonunda kadro gelmediği için ödeyemedikleri yanıtı gelince tekrar idare mahkemesine gittim ve 1983’te fiilen ayrıldım. 1988 Ocak ayına kadar üniversite dışındaydım ve ilk dönen yine ben oldum.
Bu süre içinde ve sonrasında neler yaşadınız?
İşsizlikleri, yoksullukları yaşadık, herkesin yaşadığı gibi. Ne daha az ne daha fazla. Hayat devam etti her şeye rağmen. Üniversitede dayanışma yoktu ama dışarıda dayanışma vardı. İş buldum, BM FAO örgütünde çalıştım, mali sıkıntıları daha sonra hallettim. Döndüğümde küplerin altından biraz sular akmıştı, biraz yumuşamıştı. Ama öğrenci kompozisyonundan öğretim üyesi kompozisyonuna kadar her şey kontrol altındaydı. Disiplin soruşturmalarını da dava konusu yapıp kazanmış olarak, bir anlamda dokunulmazlığımı ilan ederek döndüm. İdare karşısında güçlü bir konumdaydım, beni bir daha atmaları çok güçtü. Arkasından zaten 1402’lerin kaldırılması göreve iadesi gündeme geldi. İdareyle direk olarak herhangi bir sıkıntım olmadı. Atıldığımda doktor asistandım, yardımcı doçent olarak dönmem gerekiyordu. Yardımcı doçentliğe atamadılar, araştırma görevliliğine atadılar. Buna da dava açtım. 1982-90 yılları arasında toplam 18 idare davası açtım ve hepsini kazandım. İki aylık o süreci de yaşadıktan sonra üniversiteye dönmenin muhasebesini çok iyi yapmıştım. Bu işi çok seviyordum. Aslında maddi sorunları halletmiştim, daha fazla da kazanma imkanı bulmuştum. Ama dönme gerekçem şuydu. Bu bir zorbalıktı. Bu benim inatçı kişiliğimle ilgiliydi, içime sindiremedim. İkincisi burası onların çiftliği değil. Burası bir mevzi. Ben mikromevzilerde mücadeleyi seven birisi değilim ama burası da bir mevzi. Üniversiteden çok büyük beklentilerim yoktu, yapabileceklerimin sınırlarını ve yalnız olacağımı da biliyordum ama dönmem gerektiğini düşündüm.
12 Eylül yaşamınızı genel olarak nasıl etkilemiş oldu?
Bu kişisel öyküden çıkardığım temel ders: Birçok şeyi unuttum, o zaman 5 yaşında olan çocuğumu iki gün boyunca bir şişe sütle besledim. Bunların hepsini unuttum, olur olmaz insanların karşısında iş aramak zorunda kalmanın onur kırıcılığını da unuttum, engizisyon mahkemelerini de unuttum hatta affettiğim bile söylenebilir. Asla unutmadığım unutmak da istemediğim, acısını hâlâ yaşadığım şey; toplumdaki dayanışma bağlarının zayıflaması ve direnen, başkaldıran insandan onların korktuğundan daha çok korkuyor olmaları. Üniversite bunu tattı, bunu öğrendi. Bana hiçbir şey olmadı. Ben Prometheus’un Sönmeyen Ateşi kitabımda teşekkür ediyorum. Bu dönem beni çok biledi. O naif solculuktan çok daha başka bir solcu kimlik edindim. Beni daha dirençli kıldı. Düşmanımı, dostumu, nerede nasıl adım atmam gerektiğini öğretti. Onun için kazançlı çıktığımı düşünüyorum. Ama üniversite çok şey kaybetti.
12 Eylül’ün “üniversitesine” dair neler söylenebilir?
Eğer yenilmekse bir biçimde yeniyorlar sizi. En büyük tehlike de düzenle barışanların size karşı taşıdığı husumet. Sistem sizi sınıyor, sınırlarını gördüğünde de duruyor. Bugün bile derslerinize müdahaleden tutun, tez öğrencilerinizin seçimine kadar bunu yapıyor. İdeolojik hegemonyada zor ve rıza bir arada iş görür. Kapitalist düzen için asıl geçerli olan rızadır. Niye Türkiye’de bilimsel düşünce egemen ideolojiden bağımsız gelişemez? Bunları çok anlıyorum. Toplumsal dinamiklerin daha farklı olduğu ülkelerde doğrudan zora başvurmaksızın rıza yöntemleriyle hallediyor. Türkiye’de de hegemonyası zayıf bir burjuvazi olduğu için her kriz döneminde zor devreye girer. Bu toplumun düşünenleri, aydınları bu uygulama karşısında farklı tavır almalı. Zoru da kanıksadık ama çok kolay rıza gösteriyoruz. Üniversitede reform, özgürleşme tartışmalarında YÖK önemli ama YÖK’ü yaratan, bilim insanını tutsak eden zihniyetle, ideolojik hegemonya ile mücadele etmeksizin bu kurumlar değiştirilemez. YÖK gitsin ama yerine ne gelsin? Üniversite eğitimi nasıl özgür olsun? Bilim hep ideolojik hegemonyaya meydan okumalarla gelişti. Bunu üretecek insanların böyle bir eleştiri yeteneği ve tecrübesi edinmesi dışardan muhalif bir söylemle olacak şey değil. Bilim insanlarının kapitalist toplumu gerçek anlamda dönüştürmeleri için örgütlü maddi bir muhalefetin çıkması gerekiyor. 12 Eylül’ün özünü, kurumlarının işleyişini belirleyen o zihniyetten, ideolojik hegemonya sarmalından, kuşatmasından kurtulmak, onun köklü eleştirisini yapmalı, söylem düzeyiyle yetinmemeli. Söyleminizi maddi bir örgütlü muhalif güçle temellendirmelisiniz. Üniversitenin yapması gereken bu. Bilim insanı ilk iş kendini örgütlemelidir. Bilim insanının görevi toplumu örgütlemektir. Bu örgütlü maddi muhalefeti oluşturamayan üniversitenin ne kendine ne topluma hayrı olur ve bu durumda da 12 Eylül sürer gider.
Röpotaj:Ö.Yıldızer (Evrensel)
Cezaevleri konusuna hiç girmeyeceğim.Muhalif olan tüm sesler şu veya bu ölçüde 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünden şu veya bu ölçüde nasibini almışlardır.İnsanlar sürgünlerde,idam sehpalarında,zindanlarda sistematik bir şekilde işkenceden geçirilmiştir.Kısacası ülke üstü açık bir hapishane veya daha doğrusu işkencehaneye çevrilmiştir.Kedilerinin sömürü düzenine dokunmayacak a politize bir nesil yetiştirilmiştir….
Ümmüşen’in 1970 lerde bestelediği Ali Asker ve Grup Yorum ‘un da seslendirdiği güzel bir türküyle yazıma son noktayı koyayım….
BEYAZ GELİNLİK
Hayat, damla damla berraklaşıyor kara tende
Hayat, ılgıt ılgıt akıp gidiyor işkencede
Baskı, mapus, zulüm, kan ile örülü
Seti yıkıp aşıyor derya ırmaklar
Hayat yeşilde, yeşil yosunda
Yosunlar boy veriyor kuytuluklarda
Düşmesin kirpiklerinin gölgesinden başka gölge
Doğacak yarının şafağı olan o gözlerine
Sımsıkı yumruk misali sevdiğim
Yarının sahibi o gözlerine
O gözlerinde çizgilenecek
Sevdamızın yarını alın yazısı
(Bebeğimin yarını alın yazısı)
Zincire vurulmuş sevdamızın incecik bileği
Bekler sevda ve kin ile korlanmış gözlerini
Gözünde çakan şafağın kızıllığında yunup
Silah sesleriyle halaya durup
Beyaz gelinlik giydireceğiz
Kendi ellerimizle vefalı yare
Kızıl gelinlik giydireceğiz
Kendi ellerimizle özgür vatana
SAYGILAR Aliseydi (11 Eylül 2007)
Aliseydi TaşdemirKayıt Tarihi : 11.9.2007 17:19:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Aliseydi Taşdemir](https://www.antoloji.com/i/siir/2007/09/11/12-eylul-m.jpg)
çok güzel bir yazı bilgi dolu
12 eylül içinde çok ölüm barındırdı evet
çok zulüm
çok acı
çok feryat
düşündünüzmü
yunan portekiz darbecileri çürürken zindanda tanrım beni niçin türk yaratmadın diye niye diyorlar
ben söyleyim
çünkü ülkemizde darbe yapmak suç değil yazık değil mi
darbeyi ve darbecileri kınıyor cezalandırılmalarını bekliyorum
saygılar kutlarım...
TÜM YORUMLAR (2)