ÇALIKUŞU’NUN Z RAPORU
"Kedi ve kasımpatı kokuyor bütün sokaklar
Dilinin dönmediği duaları sayıklıyor
Zeyniler Köyünde Çalıkuşu şimdi artık zaman
Yağmur yağıyor durmadan
Ağlıyorum kaşarlanmış bir masumiyet olarak
Bir çılgının
Kedilerin ruhlarımızı okuduğuna inandırmaya çalışan herkesi
Bir elimde tabanca
Bütün dualarım delik deşik."
Didem MADAK
***
ÇALIKUŞU ve KÜLKEDİSİ
Onur BİLGE
Kasım, ölümü anımsatır bana. Bir yas gününü… Sonbahar, yaprak dökümü… Ne zaman kasımpatı kokusu duysam, çelenkler canlanır hayalimde. Öğretmenler Gününü anımsatır.
Öğretmenler hakkında yazmalıyım şimdi. Bir bayan öğretmeni, örneğin… Biraz acılı olmalı hikâyem ki ilgi çeksin! Biraz da karmaşık olmalı ifadem. Öyle kolayca anlaşılamamalı ki mühim şeyler yazdığımı sansınlar! Biraz da isos attım mı içine, acılı Adana kebabı olur! Tadına mı doyulur!
Bir öğretmen öyküsü var bildiğim, bir de zavallı kız masalı… Bu ikisi yeter bana kurgu için. İyice karıştırır koyarım ortaya! “Amma da yazmış ha! İşte şiir, işte şair!..” derler. Bizim millet alışıktır. Öyle ince elemezler, ne versen yerler!
Şimdi ben, Zeyniler Köyünde Çalıkuşu’yum. Tahammül edilmez keder içindeyim. Hiçbir zaman kabul olmayacağını bile bile dualar ediyorum, Zeyni Baba türbesinde. Çok da iyi bilemediğim sureler okuyorum, dilim dönmediği için zorlanarak. Kendimden bile gizliyorum, sır gibi saklıyorum, Kamuran’a olan aşkımı. Ayıpmış gibi, günahmış gibi kendime bile itiraf edemiyorum. Oysa içimde biri gece gündüz onu sayıklıyor.
O kadar çok özlüyorum ki onu! Çapkınlığını hazmedemediğim için ondan kaçtım. Anadolu’ya attım kendimi! Ondan kaçtım ama kendimden kaçamıyorum. Hava hep yağışlı artık benim dünyamda… Kırk ikindi yağmurları sanki… Biteviye ağlıyorum. Hiç hava açmıyor, galiba hiçbir zaman da açmayacak buralarda.
Yaramaz ama masum bir kızdım aslında. Anasız babasız oluşumu içine kıvırıyor, kimsenin bana acımaması için dik durmaya, zayıf sanılarak alay konusu olamamak için de duygusallığımı belli etmemeye, yalımımı indirmemeye çalışıyordum.
O var ya… Nişanlım… Kâmuran… O çapkın kedi… O beni anlıyor zannediyordum, o da benimle aynı duygular içindedir sanıyordum ama onun işi gücü fare peşinde koşmaktı. Oysa ben onu çılgınca seviyor, onun da bana âşık olduğu konusunda galiba kendimi kandırıyordum. Gururum aşkımdan da büyüktü! Bir hayatı göz göre göre ateşe atacak ve cayır cayır yakacak kadar!.. Kendi beklentilerimi kendim, birer birer tam alnından vuruyordum! Tezatlar içindeydim. Hem dular ediyordum kavuşmak için, hem kaçabildiğim en uzak yere kaçmaya çalışıyordum.
Hayal bu ya… Bir öğretmen olmalıyım, mesela ve benim için endişelenen, hasretimi çeken, başı örtülü, dili dualı bir annem olmalı. Diyelim ki şark hizmetimin hayırlısıyla, kazasız belasız bitmesi ve bir an önce eve dönmem için dualar etmekte…
Tut ki Güneydoğu'ya gönderilmişim. Soğuk, kar kış… Gün boyu okuldayım. Akşam eve dönünce ilk işim kömür sobasını yakmak oluyor. Talebe hayatından pek de farklı olmayan, hatta daha da çetin bir yaşam savaşı vermekteyim. Yapayalnız kalmış zavallı bir kızcağızım. Külkedisi gibi hissetmekteyim kendimi. Hem dışarıda çalışıyor, hem de ev işleriyle boğuşuyorum ve bir şeyler bekliyorum hayattan. Sihirli bir değnek gibi hayatımı değiştiriverecek bir şeyler… Fareleri at, balkabağını araba, kediyi arabacı falan yapacak bir değneğim olsun istiyorum. Halimden haberdar, merhametli ve yardımsever bir peri kızı bekliyorum.
İnandırıcı bir öykü yazmak istiyorum. Bir bayan öğretmene dair… Çalıkuşu gibi… Acıklı bir hayat hikâyesi mesela… Bir Külkedisi masalı… Sonu ölümle bitmeli mutlaka.
O öğretmen ben oluyorum. Ölüyorum aslında ve Fatiha yerine ıhlamur göndermek istiyorum ruhuma. O kadar soğuk ki hava! Yollar kapalı, kar diz boyu… Ruhum donuyor! Yün eldivenler gönderiyorum, bir türlü ısınmak bilmeyen elleri için hayaletimin. İçini ısıtması için sıcacık ıhlamurlar… Şark hizmetindeki öğretmenler, kışın en çok soğuk algınlığından yakınırlar.
O çağda, o mahrumiyet bölgesinde, genellikle tek odalı yerden evlerde veya pansiyon köşelerinde nasıl geçer hayat? Ne sinema, ne tiyatro, ne de konser… Günlük gazete mecmua falan da olmaz oralarda. Dışarıda neyse de, evde nasıl geçer vakit? Romantizm için sadece müzik… Şarkı türkü falan… Yayın akışında ne varsa olduğu kadar… O da gece belli bir saate kadar.
Her yer soğuk, dışarıda kar… Varsa yoksa radyo… Açıldı mı, vakti dolup kapanana kadar… O da çekerse… Çekmezse teller, antenler…Tutukluk yaparsa kafasına bir tokat!.. Aklı başına gelir, muhakkak!
Ruhumun bir arkadaşı olmalı mesela, oralarda… Onu aşka ve romantizme sürükleyen bir erkek arkadaşı… Meslektaşı mesela… Sonra da onu yarı yolda, masalların çıkmaz sokaklarında bırakıp giden bir vurdumduymaz, vefasız… Kâmuran gibi yani… Adanalı ya da Antalyalı falan olmalı mesela… Buralardaki buydurucu soğuğun inadına, günlük güneşlik bir dünya… Ruhuma, son defa, portakal ve limon ağaçlarının çiçeklerinin kokusunu duyurmalıyım, hayalen de olsa… Belki bir şişe limon kolonyası ferahlığı yoluyla…
Bir hayal halinde yaşamış olmalıyım o sevgisiz ve çileli hayatı. Yağmurda yaşta, okul yollarında olmalıyım, ruh gibi. Otobüs duraklarına sığınmalıyım sırılsıklam. Alışmalıyım aslında yağmurlara… Dinmek bilmez yağmurlar bekliyor beni nasıl olsa. Kurgu bu ya!
Bir Çalıkuşu olmalıyım, bu yazıda ben mutlaka. Kâmuran’la değil de aslında yağmurla sözlenmeli ve nikâhlanmalıyım. İlk darbesinde ölmüş olmalıyım o gizli aşkın. Ölmüş olmalı ve hayalete dönmeliyim, ayrılıkla. Hayalet olarak doğmalıyım ve defalarca ölmel, hayalet olarak tekrar doğmalıyım. Her defasında ilk günkü gibi acı çekerek, ağlayarak…
Yağmurla evlenmiş olmalıyım ve kahrımdan ölmeliyim ben. Gülmek bilmez bir hayalet doğmalı, ölümle neticelenen birlikteliğimizden. İhanetin tokadıyla ağlamaya başlayan ilk hayaletim, doğduğu ilk günkü gibi ağlamalı, aradan yüz bin gün geçse de her gün ölüp ölüp dirilmeli, her defasında aynı acıyı duyarak can vermek için yüz bin kere ölmeli hayaletim.
Fena halde ısırılmış bir ucundan hayatım ilk başta. Nasıl da tutulmuşum ben aşka! Şu hayata benzemeyen hayatta, o kadar çok hissediyorum ki o hayal kırıklığının acısını canımda! Elim, ayağım ısırılarak koparılmışçasına!..
Külkedisi olmalı, o öğretmen. Mevsim hep sonbahar, aylardan kasım… Kasımpatılar olmalı ellerinde çocukların. Sabahları önüne geçip, demet demet sunmalılar ona, sağlı sollu iki sıra halinde dizilip, başlarını hafifçe öne eğip: “Günaydın öğretmenim!” diye selamlayarak.
Fareler çıkmalı oradan buradan… O yerleri silerken, bir sabah erken… Fişek gibi fırlayan kadın arkadaşları gibi Kâmuran’ın. Haberler getirmeli birileri bana ondan. Haberler, içimi karartan… Hep kötü haberler… Yaşanan kaçamaklar, yasak aşklar, günahlar… Günahlar yazılırken listeler halinde, maddeler halinde rapor edilmeli bana, acıma tuz basmam için. Her duyuşumda tekrar tekrar ölmem için… Her seferinde aynı acıyı çekmem için, hayalete dönen halimle… Yaptığı günah ticaretinin upuzun rapor edilmesi lazım bana, upuzun olması için efkârımın, ıstırabımın. Upuzun olması için şart, bu yazımın.
İçim kan ağlasa da hiç bulandırmamalıyım gururumu! O umursamaz tavrımla, çekirdek çitleyerek geçmeliyim oralardan. O eski arkadaşım, o çocukluk arkadaşım ve kumara bastığı geleceğimiz yüzünden kaç kere intihara kalkışmış, kaç defa kan kusmuş olursam olayım, o asla duymamalı! Bilmemeli mesela o esmer kadın ve pis kaçamakları yüzünden o hale geldiğimi! Hiç ama hiç bilmemeli!
Hayat acımadı bana. Kasımpatılarla bile gelmedi, ziyaretime. Yapma çiçeklerle geldi, her ölümden dönüşümde. Cansız ve kokusuz çiçekler verdi bana. Birazcık gülmedi bahtım. Oysa ben çelenk yapılan ölü çiçeklerine, kasımpatılara bile razıydım.
Kader, adları Kader olan, işportadan aldıkları giysilerle, sokak terliklerini sürüyerek gezen temizlikçi kadınlar gibiydi benim için. Dokunduğu yerlerimden canhıraş sesler çıkaran… Çok sevdim ben kaderimi! Çok sevdim, doyulmaz acısı yüzünden! Bazıları acı sever, kederden zevk alır ya… Bir şarkı çalar ya radyolarda:
“Derleri zevk edindim, bende neşe ne arar!
Elem dolu gönlümden gitmiyor hatıralar.”
Şimdi o çağımı anıyorum da… Çoktan susmuş aynalarda gençliğim. Aynalara baktığımda, altlarında güçlükle seçebildiğim fersiz harfler… Çarpık çurpuk kaderim, suskun ve silik mazim… Nerde vazgeçemediğim? Boşa mıydı delirdiğim?
Vazgeçtim artık çıkar yol aramaktan. Mutluluktan nasibim olmadı, olmayacak benim. Bir kere olsun gülmedi ki talihim! Hiç yolunda gitmedi, hep tersine döndü işlerim. Bir uğursuzluktur gidiyor!
Şöyle dört dörtlük mutlu olamadım, bir kere bile! Sevinçle alıp da kalemi kâğıdı elime, iç açıcı şiirler yazamadım nedense. Hiçbir şairin şiirinden bir nebze sinmedi ifademe. Hele şimdi... O kadar karamsar ki kalemim, o zamanlarda yazdığım keder yüklü şiirler bile bunların yanında gülbeşeker!
Ne yazık ki çok çabuk geçip gitti ömrüm! Bir veda mektubu bile bırakmadan çekip gitti yaşanan zaman. Kurgu değil, gerçek! Şimdi bir Çalıkuşu da benim! Zeyniler’de, çile çekmekteyim.
***
Onur BİLGE
ŞİİR FISILTILARI - 0088
Kayıt Tarihi : 31.10.2017 17:38:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!