Zweig’ın İçinden Çıkan Montaigne

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Zweig’ın İçinden Çıkan Montaigne

Beyazlığının ürperten belirsizliğiyle iç kamaştıran sayfaya bakıp ne yazmak istediğini sezdiği halde, ilk cümlenin önüne çit çeken korkunun esiri olmuş. Kâinatı yeniden yaratabileceğine, yeryüzünün kabuğuna ince bir çentik atarak ‘ölümsüz’ olabileceğine inanıyor ama pek emin değil. Kendine fazla güvenmenin tekinsiz kuyusuna düştüğünde oradan kolayca çıkamayacağını biliyor. Huzursuzluğunu, keskin bir kılıç misali boşluğa doğru savurmak ve ondan yazarak kurtulmak istiyor. Bir ayine hazırlanır gibi durup önce kendi uçurumuna bakıyor. Baktıkça başı dönüyor. Dünya büyük, hayat küçücük oysa. Sözcüklerden bir şato yapmayı bilse ne rahat yaşardı orada. Biricik olduğunu bildiği ‘ben’ halinden, ‘insana’ uzanan köprüde her defasında eskimenin tadını çıkarsa da ilk ‘bebek adımından’ ödü kopuyor aslında. Sonrasındaki çetrefilli yoldan defalarca geçmiş olması onu hiç rahatlatmıyor. Yazıda tecrübeye yaslanmanın bir tuzak olduğunu öğrenecek kadar çok kanatmış dizlerini çünkü.

Kitap yığınıyla dolu ‘mabedini’ terk edip avareliğin tadını çıkarmaya karar veriyor. En çok sevdiği mavi atkısını boynuna dolarken ‘çocukluğun kayıp zamanı’ hakkında yazmayı düşünüyor ama sonra bakışları eski terliklere takılıyor. Ne çok hâtıra yığılır o terliklerin eprimiş tabanlarına. Keşke kimsenin önemsemediği o nesnenin artık kimsenin yüzüne bakmadığı yaşlı bir kadın gibi orada öylece durmasını kendi tecrübeleriyle anlatabilse. Ama belki de duyguları erken baharda açan narin, soğuğa dayanıklı çiçeklerin geçiciliğiyle buluşturmak ister. Acaba insanlar böyle masum bir kıpırtıyı roman sanatının inceliklerinden daha mı az önemser? Hiçbir şey bilmiyor, her defasında bu acemi sıkışıklığı kabinin en derininde hissediyor. Yazının başka hiçbir şeyle değişmeyeceği hazzını yitirmemek için, bulmaktan ziyade aramak onu fena halde kışkırtıyor. Ah bir bilse ne yazacağını, ama bilmiyor işte. Duvarlara parmaklarını sürterek yürümek, tutkularından, zaaflarından, pişmanlıklarından kurtulmak, limon bahçelerinde kaybolmak istiyor. Kendini beğenmiyor ama sabahtan beri kırıştırdığı o boş sayfaya gönlüyle yerleşebilirse mutlu olacak. Yazmak istediklerine hep geç kaldığını düşünüyor. Bir kedi sürtünüyor bacaklarına, sepetine parlak, sarı ayvalar dizmiş bir ihtiyar geçiyor yanından. Vitrin camında yakalandığı yabancı bir bakıştan seyrediyor kendini. Acaba ‘yalnızlığın’ iyileştiren mucizesini mi yazsa? Ya da belki sadece bütün dünyayı dolaşan serseri bulutların bilinmeyen maceralarını anlatır. Neticede hepsi insan tabiatının sırrına değmiyor mu?


Gençken onu anlamamıştım...

Bütün bunları en sevdiğim biyografi yazarı Zweig’ın Montaigne kitabını okuduktan sonra düşündüm. Bu uzunca girizgâhta tarif etmeye çalıştığım ‘kaotik ruh’ halini bilhassa deneme yazarları daha içerden hissedecektir. Zordur; ne eleştirinin kibrini, ne incelemenin akılcı kararlığını, ne de hayal gücüyle beslenen kurgunun avareliğini taşıyabilir. Felsefenin sorunları işaret eden sıkıntısından uzaklaşıp şiirin kendisini her şeyden sakınan evine sığınır kimi zaman. Sırtını bilginin ağırlığına dayamadan, bahar dallarında uçuşan serçeler misali duygular ve düşünceler arasında hafifçe sıçrayarak, dilin lezzetini unutmadan yeni bir dünya kurmak o işi hakkıyla yapmak isteyenler için epey zahmetlidir aslında. ‘Ben’ demekten çekinmeden kendine çarpan mana genişliğini büyütebilmek, tek bacağı daima sabit ve sağlam olan pergelin kendi çemberi etrafında ahenkle dönmesine benzer. Has edebiyat okuru, kendini malumatla saklayanı da, müstehcen bir şımarıklıkla ortaya koyanı da hâlâ edebiyatın üvey evladı sayılan denemelerde kolaylıkla fark eder. Velhasıl, asırlardır insanın içine doğduğu ölümü, mutluluğu, hazzı, incir ağacını, rüzgârı, adaleti, bir nesne değil bir duygu olarak pijamayı, yoksunluğu, yaşama sevincini, çorbayı, umutsuzluğu sanki daha evvel hiç kimse yazmamış gibi anlatmak istemek cüret ve aynı zamanda deruni bir tevazu gerektirir.

Daha evvel bu köşede, biyografilerini önünde saygıyla eğilerek anmaya çalıştığım Zweig, sadece usta bir biyografi yazarı değil, kitabı berrak çevirisiyle Türkçeye kazandıran Ahmet Cemal’in hatırlattığı gibi yirminci yüzyıldaki ‘biyografik denemenin’ en önemli ustasıdır. Onu ilk gençlik yıllarında okuduğumda doğrusu geniş zamanın içine yayılan basit cümlelerindeki hakikatine vâkıf olamamıştım. Anlamların, katmanların derininde saklı sadeliğin açılma vakti henüz gelmemişti. İnsanın kalın zırhını göstermek için kendini korkmadan çıplak kıldığını, iyilikle, merhametle, hümanizmle, edebiyatın hazzıyla yıkanmış bir dilin hiç eskimediğini gençliğin iddialı, inatçı, hırçın derisinden soyunduktan sonra idrak edebildim ancak. Ve aynı gerçeğin içinde saklanan sebebi Montaigne’den dört yüz yıl sonra dünyaya gelen ‘yazı kardeşi Zweig’dan okumak beni çocuklar gibi sevindirdi. Daha kitabın en başında itiraf ediyor: “Onun Denemeler’ini içinde bize kendini bırakmış olduğu bu tek kitabı ilk defa yirmi yaşındayken elime aldığımda, açıkça söylemem gerekirse, onu ne yapacağımı pek bilememiştim. Benim gibi yirminci yüzyılda yaşayan bir genci, Cicero üzerine düşünceler ne ölçüde ilgilendirebilirdi? .. Fransızcasını bile epey eskimiş ve acemice buluyordum; üstelik kullandığı dil tıka basa Latince alıntılarla doluydu. Montaigne’in yumuşak ve dengeli bilgeliğiyle ilişki kuramıyordum.” İşte ben yazının kendini kaçınılmaz olarak tekrar eden bu döngüsel yazgısını, nesilleri peşi sıra sürükleyerek coşkulu bir nehir gibi çağıldamasını seviyorum. İnsanları akrabadan yakın kılan, sanatın özünde gizlenen bu tutkulu arayış değilse başka ne olabilir ki?


Biyografik bir hikâyesi yok...

Zweig’ın tutkunu olduğum olağanüstü anlatımıyla, sadece kendisinden sonra gelecek olanlara müşfik bir öğretmen gibi yol gösteren denemecinin hayatında dolaşmakla kalmadım; yaşadığı yüzyılın siyasi, toplumsal gerçeklerini, kendini ve insanı hiç bıkmadan sorgulayarak, daima kuşku duyarak, sürekli okuyarak, kitaplarına anlaşılmaz notlar alarak ne yapmak istediğini da kavradım. Rönesans hayallerinin, umutlarının sönmeye başladığı, iç savaşların patladığı bir çağın eşiğinde, din savaşlarının ortasında ‘fildişi kulesinde’ oturup kendini hayattan soyutlamış gibi görünen bir ‘yalnızın’ kalabalığını başka bir yazar sayesinde ilk kez bu kadar çıplak gördüm.

Zweig’da tıpkı Monteigne gibi kendini adadığı sanatında yazma özgürlüğünü, her türlü toplumsal baskının, sıradan eleştirilerin, yavan yorumlarının önünde tutar. Karısıyla birlikte intihar etmeden yazdığı bu son biyografide, büyük bir yazarın insanlık için kıymetli olduğunu unutulmayacak cümlelerle her zaman olduğu gibi okurundan hiç esirgemeden anlatmış. Montaigne’in taktiğinin dış görünüşü bakımından çarpıcı olmaktan elden geldiğince kaçınarak bir anlamda kılık değiştirerek dünyada dolanmak ve böylece kendine giden yolu bulmak olduğunu söyledikten sonra tam da bu nedenle biyografi denebilecek bir hayat hikâyesinin olmadığını ekliyor. Ve bu keskin cümlelerin hemen ardından oturup muhtemelen Montaigne hakkında yazılabilecek en içten, duygusal, mesafeli ve çarpıcı hayat hikâyesini yazıyor. Kaç tane böyle ‘sürprizli’ biyografi yazarı okudunuz şu ahir ömrünüzde?


‘Hep yeniden başlarız’

Kitap boyunca kendini ameliyat masasına yatıran Montaingne’i, Zweig’ın kollamayı, sevmeyi, anlamayı bazen de acıtmayı seven bakışlarıyla izlemek bana yazıda tutunduğum ‘ben’i gösterdi. Ve itiraf etmeliyim ki bu eşsiz denemeyi en çok bu yönüyle kıymetli buldum. Ölümsüz bir yazarın çocukluğunda Latinceyle hemhal oluşunu, sarsılmasın diye flütle uyandırılmasını, eserlerinde annesinden ve ölen çocuklarından hiç bahsetmemesinin muhtemel sebeplerini, aile şatosundan uzaklaştırılıp disiplinli kolej eğitimine gönderildiğinde kişiliğini oluşturan savruluşlarını merakla izledim. Saf bilgiyi sevmemesinin sanatına katkısını, kendini beceriksiz bulduğu için suçluluk duygusunu ömrü boyuca bir madalya gibi taşıdığını, evlilik ve iş hayatının zorunluluklarından tiksindiğini, kadınlara sıkça sevgili değiştirme hakkı tanıdığını, yolculuklarında şaşırmayı sevdiğini, ölümüne çeyrek çok genç bir kadına âşık olduğunu ve buna benzer onlarca ayrıntıyı soluksuz okudum. Sonunda anlatıcın gönüllü ölümü yüzünden eksik kalmış bir hayat hikâyesine dönüp baktığımda, yazmak için inzivaya çekilmiş iki ‘yazı sürgününün’ benim gibi meraklı bir okura verebileceği o güzel hediyeyi gördüm.

Zweig’in biraz kendini beğenmiş bulduğu cümleleri, yazıyla hayat arasındaki yakınlığı ve mesafeyi aynı anda gösteriyordu: “Benim kitap yazarı olmakla uzaktan yakından bir ilgim yok. Bütün meselem, kendi yaşamıma yön vermek. Benim tek uğraşım bu.” Zamanını nasıl dolduracağını bilemediği için düşüncelerini gelişigüzel kâğıda döken Montaigne farkına varmadan yazar olmuş. Ve asıl yazarlık serüveni bundan sonra başlamış. “Hep yeniden başlarız” diyen Montaigne, nasıl oluyor da aramaktan sıkılmıyor, katı fikirlerin hoyratlığından kendini koruyor, hatalarını olduğu gibi kabullenebiliyordu? Daha da önemlisi yaşadığı ve yazdığı sürece ‘hep başka bir insan olmuş, değişirken hep aynı insan kalabilmeyi’ nasıl becermişti?


İnsanın yazar gölgesi...

Denemelerinin tek konusu olan, hiç ilginç bulmadığı ‘benliğini’, hepimizde ortak olan öteki ‘ben’le yan yana koyduğu, Goethe’nin tabiriyle ‘iç kalesinde’, ön yargılarından kurtulmuş ve sıkıntılara rağmen hayatın tadını her manada çıkarmıştı belli ki. Her kitabında hayat hikâyeleri madalyonuna tersinden bakmayı seven Zweig, onun neden farklı ve eşsiz olduğunu sakin cümlelerle ifade ediyordu: “Montaigne’in içindeki yazar, insan Montaigne’in yalnızca bir gölgesidir; oysa bizler genelde insanların yazma sanatlarının ne kadar büyük, yaşamak sanatlarının ise ne kadar önemsiz olduğunu görüp şaşkınlığa düşeriz.”

Hazzın sınırlarına kadar gitmeyi savunan Montaigne’in, ‘hayat-yazı’ denklemindeki sınırları aşmamayı becermesini ve Zweig’ın o sınırların içinde dolaşarak onu anlama ve anlatma çabasındaki içtenliğini açıkça gördüm. On yıl boyunca gizlendiği şatosunda okumaktan sıkıldığı kitapları derhal fırlatıp atmasına karşın ‘şiirden’ yoksun yazı sanatını pek ciddiye almadığını söyleyen ve bunu dört asır sonra hatırlatan iki büyük ustanın yarım kalmış bir kitapta buluşmasını sevdim ben. İnsanın kendi gibi kalabilmesinin imkânsızlığına, zamanın çürüyüşüne direnen edebiyat, hep ve hâlâ aynı basit soruyu yeniden soruyor ve ona yeni cevaplar arıyor çünkü: (Que sais-je?) Nasıl yaşıyorum?

(Montaigne, Stefan Zweig, Can Yayınları, Çev. Ahmet Cemal)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:02:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan