Zorba Şiiri - Feride Özmat

Feride Özmat
25

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Zorba

Ahşap masalardan birinin ucunda oturuyordu. Simsiyah kıvırcık saçlarının altında gözleri ışıl ışıldı. Sönmeye yüz tutmuşken tekrar alevlenen iki kömür parçası gibi... Yaşamın tekdüzeliğine baş kaldırarak, derinlerden her an fışkırmaya hazırlanan lavlar gibi...

Kalabalıkların boşalttığı meydanlar kadar sessiz düşüncelerini içten içe sıralarken, yavaş yavaş şarabını yudumluyordu. Aynı masada oturanların gevezeliklerini, şakalarını kendini vererek dinlemiyordu ki her lafın sonunu duyuyor, anlatılanları tekrarlatıyor, olmadık sorular soruyor, kahkahaları bir türlü zamanında atamıyordu. Sanki benliğinde hızla akıp giden deli dolu nehirden kurtulup kıyıdakilere ulaşmaya çabalıyor ama ne yapsa erişemiyordu.

Başını arada bir denize döndürüyordu. Kim bilir; belki orada geçmişi ve o sonsuz zaman dilimine dağılmış, bazıları taştan da ağır yaşanmışlıklarını görüyor; tutunabileceği bir dal, kendini anlayabilecek ruh ikizini hayal ediyordu.

Aniden ortalığı buzukinin yanık sesi kapladı. Boynu dikleşti; gözleri, yüreğinin sınırlarını zorlayarak yukarıya tırmanan önlenemez bir mutluluk dalgasıyla parladı. Dudakları yaşamı boyunca bu anı bekliyormuş da nihayet kavuşmuş gibi hafifçe kıvrıldı.

İskemlesini usulca geriye iterek kalktı. Kahkahaları ardında bırakarak, ağır adımlarla kapıdan dışarıya, ilkyaz rüzgârının yaladığı geniş terasa yöneldi. Yürüdükçe sırtı dikleşiyor, boyu sanki biraz daha uzuyordu. Yüzündeki tebessümse giderek büyüyor, gözbebeklerindeki ışıltı teninin yanığına, oradan dalga dalga tüm vücuduna yayılıyordu. Kimi zaman yükselip alçalan, kimi zaman yavaşlayıp hızlanan ama birbirini sabırsızlıkla takip eden o notalar, kendisini olduğu kadar etrafındakileri de canlandırıyordu.

Terasın ortasına vardığında, kollarını iki yana açıp başını arkaya atarak durdu. Gözlerini yumup ne zamandır özgürlüğe salamadığı soluğunu son bir kez daha içinde tutarak... Onunla birlikte, dünyada canlı ya da cansız ne varsa, herkes ve her şey de durdu. Sonra nefesi yavaşça boşaldı ve ayaklarını müziğe uydurdu.

Bir adım sağa; bir adım sola... Sonra yine sağa...

Hayır; bir balet edâsıyla dans etmiyordu. Her hareketiyle, her adımıyla, adalelerinin her kasılmasıyla ruhunun ta derinliğinde olduğu yerden yükselerek fersah fersah uzaklara gittiği hissediliyordu. Havada yaylar çizen kolları ve yerinde durmayan ayakları, herkesin algılayabildiğinden daha farklı âlemlerde dalgalanıyordu.

Zorba’ydı o an... Bir başka Ada’da, Kazancakis’in Girit’indeki kayalık sahilde dans eden... Tuzlu ve köpüklü dalgaların karayı yutarcasına coştuğu yerde ruhu özgürlüğe teslim olan... Neşeli, konuşkan ve pervasız tavırlarıyla yarını inkâr ederek yalnızca günü yaşayan...

Ayaklarının altındaki beton değil de deniz suyuyla ıslanıp kayganlaşan çakıl taşlarıydı. Teninde hissettiği ise, Marmara’yı ıhlamur kokularına boğan ılık rüzgâr yerine Akdeniz’in o yakıcı ve tuzlu esintisinin insanı kavurup içini dağlayan rayihası...

Vücudu sağa sola sallandı. Kolları hala iki yana alabildiğine açıktı.

Dans ederken gözleri uzaklara dalıyordu. Sanki yaşadığı ânın üzerine çıkarak, hem geçmişe, hem de geleceğe bakıyor; ruhunun bir yanı adımlarını buzukinin notalarına bırakırken, diğer yanı öz yaşamıyla sessizce hesaplaşarak biteviye kayıp giden zamanın muhasebesini yapıyordu.

Her gece yatarken, kendisi ile randevulaşırdı. Sabahla randevulaşır gibi... Keşfetmekten hiç vazgeçemediği vahşi, amansız doğayla; koyu yeşil ormanlarda, kuru yaprakların üzerindeki o hışırtılı yürüyüşlerle ve hiç sahip olamadığı küçük koydaki mütevazı pansiyonun hayaliyle randevulaşır gibi...

Kendi etrafında döndü. Bir dizini yere vurdu ve doğruldu.

Yeniden âşık olmayı istiyordu. İstiyordu ama kısıtlanmaktan da ürküyordu. Tüm Adalılar gibi o da özgürlüğüne düşkündü. Her bağlılık ise özgürlüğün etrafına çizilen bir sınırdı. Bağlanılan kişileri ya da nesneleri kaybetme korkusu insanı çepeçevre sarıp olduğu yere zincirlerdi. Biliyordu. Beklentiler fazlalaştıkça hayaletler ürer; hayaletleri öldürmek için verilen tavizler geri dönüş yollarını tıkayıp insanı tutsak ederdi. Ve tutsaklık büyüdükçe korkular artar; korkular arttıkça beklentiler daha da çoğalırdı. Kısır bir döngüydü bu.

Karamsar bir tarafı da vardı. Sabah uyandığında, karabasanlar yan yana dizilmiş bankların monotonluğundan oluşan kopkoyu renkler misali kalbine sıralanıverirdi. Sonra içindeki bulutlar usulca dağılırdı. Tuzlu dalgaların ve ilkyaz rüzgârının şaşırtıcı dokunuşları gibi... İçindeki meydanı tanıdık ve sıcacık adım seslerinin kaplaması gibi...

Buzuki hasretle yanan ezgilerini yayarken, gözbebekleri giderek daha da parlıyordu.

Herkes ruhunda kendi notasını çalar, kendi müziğini yapardı ya; o da sık sık kendini düşünürdü. Evrenin hangi şarkısında ses bulacaktı ve elle tutulması imkânsız olan şu manevi boyuttaki yeri neydi? Kimdi; hangi ses, hangi notaydı? “Do” kadar ayağı yere basan, güçlü ama tekdüze miydi; yoksa “la” gibi dipsiz kuyulardan gökyüzüne doğru fırlayacak kadar azimli mi? Ya da belki “re” idi. Sessizlikle bilenmiş bıçak misali keskin ve zayıflığını inkâr etmeyen insan tenindeki düşler kadar çıplak...

Tek bir sese indirgenemeyecek kadar çok sözü vardı. Hemen her konuda düşünür, her konuda konuşurdu. Kısırdöngüler arasında giderek hayalete dönüşen insanlardan, kendilerini mecbur sandıkları bu rotadan bir türlü kurtulamamalarının nedenini soruşturmaktan, herkesin kendine özgü müziği yaratması gerektiğine kadar...

Ah sözlerini toparlayıp portenin çizgilerine serpiştirebilseydi! Kendisini anlatabilecek senfoniye bir ulaşabilseydi! Bu dünyadan ayrıldığında ardında bırakacağı ve geride kalanların onun yerine anacakları senfoniye...

Kolları havada daireler çizerken adımları hızlandı...

Islak, üşümüş, kendi içine büzülmüş, yarattıkları labirentlere mahkûm edilmiş kişiliklerden bıkmıştı. Çevresinde yalnızca özgür ruhlar görmek istiyordu. Hiç ölmeyecekmiş gibi değil de, her günü sanki hayatının son günüymüşçesine yaşayan ve âna korkarak yaklaşmak yerine, hep üstüne üstüne gitme yolunu tutan... Üstelik şeytanın gözlerinin içine dimdik bakan...

Sonra birden durdu. Ardından fütursuz bir kahkaha savurdu. Kazancakis gibi o da hiçbir şey ummuyor, hiçbir şeyden korkmuyordu. Özgürdü!

Yanlış Zaman Hikâyeleri
Hayal Yayınları - Şubat 2008

Feride Özmat
Kayıt Tarihi : 19.7.2007 12:37:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Feride Özmat