Altın sarısı saçlarında, kadife bir zarafeti, genel fiziğine baktığınız zaman da, iri gözlerinde; saf Anadolu kızlarının içten ve insanın içine işleyen bakışlarını görürdünüz. Bu içtenlik ve samimiyet, almış olduğu aile terbiyesinin ve yetişmiş olduğu toprakların göstergesiydi sanki. Aslında; kızgın, kırsal alan iklimlerinin sert bakışlı, kalkık ince karakaşlı yeni yetme kızlarına da benzetebilirdiniz.
Onun yüzüne bakan, saf bir Anadolu kızının özverili, ılık bakışlarıyla karşılaştığını sanırdı. Fakat sesini duyan bunda biraz teretdüte düşebilirdi. Büyük şehrin zalim dokusu sesinde tarif edilmez bir cesaretin ve erkeksiliğin tonuyla; oldukça şaşırtır, sesi ve yüzü birbirine tezat oluştururdu.
Arada bir saçlarını ensesinde topuz yapar arada bir omuzlarına salındırdığı zaman, duygulu bakışlarının arasında, siyah gözlerinin irisleri daha da belirgin hale geliyordu.
Bazen; boş vermişliğin kendi kaderinde, hafif bir tebessüm, dudaklarının kenarında kıvrımlar oluştururken, gözlerinde hep hüzün vardı.
O; uzakların kadınıydı. En içten gelen samimiyetini hep dışa vurumsamalarının ardından saf ve katıksız davranışlarıyla bir anda onun Nilüferler dolu dünyasının içine girerdiniz.
Yüzünde ki çizgilerde; kısa ama çileli bir hayatın kaybolmaz izleri açıkça belli olurdu. Ona ilk baktığınızda rahat kırk yaşın üstünde hatta elliye yakın bir hanım var sanırdınız. Oysaki henüz otuz üç yaşındaydı Zelal.
Uzak bir Anadolu köyünde doğmuştu. Henüz çok küçükken, babası ikinci evliliğini de yapmış, sekiz çocuğun yanına bir sekiz çocuk daha eklenince köy yerinde Zela’le bakacak bir aile aranmış ve uzak bir vilayette bir akrabasının yanına gönderilmişti. Ta ki on üç yaşına kadar o uzak vilayette kalmıştı Zelal.
Nihayetinde bir gün bir mektup gelmişti akrabalarına: Artık Zelal’i gönderin. Biz onu Kenan’a verdik, düğününü yapacağız.
Zelal; o gününü, en karanlık günü olarak anardı. Arada bir derince iç çekişleri arasında “Öldüğüm gündür o gün” derdi. Ardından hıçkırıklara boğulur, iri gözlerinden, gözyaşlarını göstermemeye çalışırdı. Bazen da kafasını gizler, derin hıçkırıkları bütün vücudunu sarsardı. Ama bu ağlayışta Anadolu kadının o edep ve hayâsını görürdünüz. Gizli ve vakarlı…
O gün; ölmek için o kadar dua etmiştim ki, Allah’ına, o arabanın içinde, “Allah’ım al canımı diye…” Almamıştı.
O günden sonra artık hayatı kendi başına bırakmıştı. Nasıl isterse öyle yapsın der gibi.
Öylede olmuştu.
Üç çocuk annesi olduğunda o hala nasıl istersen öyle olsun diyordu, hayata.
Bir gün bu kısır döngünün belki tersine döneceğini düşünen Kenan; kısmetini büyük şehirde aramaya kalkışmış soluğu büyük şehrin büyük kolalarında bulmuştu.
Ardından kardeşleri de gelmişti o kocaman kolların arasına. Üçkardeş küçük bir evi paylaşıyorlardı çoluk çocuk. Nihayetinde; her birisi dağılmış, bir yerlere savuşmuştu.
Her işi yapmıştı Zelal çocukları için; nede olsa büyük şehir burası diyordu. Kimin çocuklarından aşağı kalsın, benim çocuklarım.
Eşinin işleri kötüleştikçe aileden kopuyor, koptukça da masraflar artıyor arttıkça da faturalar kabarıyordu. O; faturaları ödeyeyim derken aileden ümidini kaybediyordu.
Aslına bakarsanız, Zelal de büyük şehirde kafasını kaldırmış hiçte köydeki durumu görememişti. O da etrafında rujlu dudaklarla, farlı gözlerle; fönlü saçlarıyla etrafında, şık giyimli kadınların varlığına varmıştı.
Zelal de istiyordu, saçlarının fönlü, gözlerinin farlı olmasını, modayı takip etmese de şu köylü elbiselerinden çıkmayı…
Ne heveslerine ulaşabilmişti ne de sevgiyi tadabilmişti.
Arada bir işyerinde ki erkeklerle konutçukça; henüz mahremiyetin ve hayânın izlerini taşıyor her konuşmasında solgun yanaklarına kan hücum ediyor hafifçe pembeleşen yanaklarında henüz Anadolunun bakir topraklarında almış olduğu nüveleri dışa yansıtıyordu.
Sürekli bir şarkısı vardı diline pelesenk ettiği “Alışamadım be le le alışamadım, senin yokluğuna gülüm alışamadım.” Neyin yokluğuna alışamadığı sanırım en özeliydi.
Bu mısralarda kimin hasretliği pek belli olmuyordu Zelal’in; kimin yokluğuna alışamadığının pekte ipuçlarını vermiyordu.
Eşi ise çoktan büyük şehrin küçük figüranlarından olmuştu bile artık onun yapacak bir şeyi yoktu. Bütün çırpınması; günü kurtarmak evin yüklü faturalarının altından kalkmanın hayalleriyle bazen başarılı bazen başarısız oluyor bir kere kaçan ipin ucunu bir daha dönüp bakmamacasına kendi ekseninde dönüp duruyordu. Tek ümidi çocuklarında idi. Bari onları kurtarabilsek…
Bunda da başarılı olamıyordu. Bir kere Zelal’i kaybettikten sonra adeta başarısızlık yakasına yapışan kör bir talih olup çıkmıştı karşısına.
Ne geri dönebiliyor, ne ileri bakabiliyordu. Onun için hayat durmuş muydu ne?
O da artık ısrar etmiyordu. Edemezdi de bu saatten sonra. Nafile geçen yıllar çoktan uçurum duvarlarını örmüştü bile.
Ne için gelmişti büyük şehre? Bu sorunun cevabını her ikisi de çoktan unutmuştular bile. Her geçen gün bu unutkanlığın örtülerini bir kat daha kalınlaştırıyor, taştan bir örtü çekiyordu.
Zelal bu durumun farkındaydı. Birkaç kere ayrılmak istemişti, aile meclisi buna izin vermemişti.”Senin ancak ölün çıkar o evden” hükmü verilmişti.
Zaten bu hepte böyle olmuştu. Aksi davranışlar hep gözünün önündeydi. Tek korkusu kalmıştı. Bu hayatı ne kadar daha devam ettirebilecekti. Bu muammanın ne zaman düğümleri çözülecekti.
Hayat denen sır kapısını ne zaman aralayacaktı. Belki de aralamıştı. Hatta içine de girmişti ama garip olan bir durum vardı sanki rüyada gibiydi. Bu karabasan gibi üzerine çöken kâbustan ne zaman uyanacaktı. İşte hep bunu bekliyordu Zelal.
Bazen hayatı bir sinema şeridi gibi gözlerin önünden akıp gider ve kendi kendine ne ummuştum ne buldum, sorusunu sıkça kendine sorardı. Kim bilir belki de hiçbir şey bulamamıştı. Belki de umacak vakti bile olamamıştı. Bir şeyler umacağı vakit, hep bir perde önüne çekilir, her bir katı bin hicap perdesi olan o karanlıklar içerisinde kaybolup giderdi.
Ama bekliyordu ufukta ve karanlıklar içerisin de kalan güneşin bir gün onun içinde doğacağını.
Ümit ediyordu; gözyaşlarının, bir gün kırkikindi yağmurların ardından parlak güneşi getireceğini.
Zela.
Bir bakir Anadolu kızı…
Zelal.
Susuz kalan toprakların, suya hasret gelinciği.
Zelal.
Sevgiye hasret, sevgi tohumlarını yeşertmeye namzet gelini.
Kayıt Tarihi : 25.9.2011 15:02:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Vasfi Okur](https://www.antoloji.com/i/siir/2011/09/25/zelal-7.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!