Yıllar evvel Minesotta’da ilk romanını yazdığı New York stili taş evinin önünde durmuş, dar pencerelerde onun yumuşak hatlı, kadınsı güzel yüzünü hayal ederken bir yabancının buğulu sesiyle irkilmiştim. Sonradan akademisyen olduğunu öğrendiğim genç, Türk olduğumu anlayınca “ülkenizde Fitzgerald’ı severek okuyorlar mı, biz onunla gurur duyarız” demişti. Heyecanlı bakışlarıyla karşılaşınca doğruyu söyleyemedim ona. Doğrusu herhalde şöyle olurdu: “Benim ülkemin okuma yazma bilenlerinin önemli bir kısmı kendi yazarlarıyla bile pek ilgilenmez, dolayısıyla o masum kalbinizi kırmak istemem ama sanırım onun edebiyatını pek tanımıyorlar.” Böyle ‘kırıcı’ bir konuşma yapıp yakışıklı bir oğlanla sohbet etme fırsatını oracıkta bitirmek istemedim tabii. “Elbette”, dedim (o yıllarda Benjamin Button fırtınası esmiyordu ve bugünkü kadar çok kitap basılmıyordu) , “özellikle Robert Redford’un Gatsby’yi canlandırdığı filmden sonra meşhur oldu. Biz de çok severiz onu” dedim. Duruma uygun şefkatli yalanımla gurur duyuyordum; tahmin ettiğim gibi Fitzgerald ve Zelda’yla başlayan sohbet yazarların ‘sapkın’ ilişkilerine kadar doğal bir biçimde akıp gitti. O zaman ben de onun kadar gençtim. İçimden, “edebiyat böyle eğlenceli işlere de yarıyor demek” diyerek hınzırca güldüğümü hatırlıyorum.
Bıçkın cümleler...
Ben o kırılgan yazarla sahaflarda bulduğum Büyük Gatsby nin eski bir baskısı sayesinde tanıştım. Benzersiz romanlar, okurunda onu sarmalayan düşünce ikliminden sıyrılıp derin izler bırakan biraz bulanık bir duygu tortusuyla hatırlanır bence. Bu romanın kahramanı Bay Gatsby, dönemin yozlaşmış değerlerinin ve ihtişamlı hayatların anlatıldığı ‘imkânsız’ bir aşk hikâyesinin kahramanı olmanın ötesinde benim için dünyanın en zarif yalancısıydı. Bu kitabı okuduktan sonra biraz romantik ve saf bir yaklaşımla yeni tanıştığım insanların ‘şövalye ruhlu yalancılar’ olup olmadığını anlamaya çalışıyordum ve tabii ki hayal kırıklığına uğruyordum. Maalesef etrafımızda onlardan fazla yoktu. Mevcut yalancılardan bazıları, “yaşadığım sürece sana bir şey olmaz” türünden iddialı lafları mahalledeki bıçkın delikanlıların aniden bıçak çekmesi gibi havaya doğru savurup, en çok ihtiyaç duyulan zamanlarda ortadan kaybolmayı tercih ediyorlardı çünkü. Yalanlar da sahipleri gibi sıradan ve basitti.
Gizemli bir adam...
Roman buruk bir aşk hikâyesinin ardında 1920’lerin Amerikası’ndaki toplumsal hayatı, incelikli ayrıntılarla anlatıyor. Hikâyenin Yale’de okumuş anlatıcısı Nick, Gatsby’yi uzaktan sevmekle yetindiği aşkı Daisy’yi, ırkçı kocası Tom’u, hayran olduğu Jordan’ı, New York’un doğu ve batı yakasında yaşanan farklı hayatları, ihtişamlı partileri, o partilerin verildiği evleri ve ‘caz çağını’ keskin bir gözlem yeteneğiyle aktarır. Gatsby’nin kim olduğunu tam olarak hiç kimse bilmez. Partilerine katılanlar onun bir casus, bir içki kaçakçısı ya da soylu bir aileden gelen gizemli bir adam olduğunu söyler. Aslında bütün o şatafatlı hayat tasavvuru, daha ziyade geçmişinden silip atamadığı Daisy içindir. Bir süre sonra söylediği gülünç yalanlara kendisi de inanmaya başlar. Venedik’te, Roma’da mihraceler gibi yaşadığını, yakut topladığını, vaktiyle avlara çıktığını, Oxford mezunu olduğunu anlatır konuklarına. Parayı bazen kazandığını bazen de ailesinden kaldığını söyler. Gerçeklik duygusunu tamamen yitiren, kendi hayallerinden yeniden doğan Gatsby, beş yıl önce kendisini terk eden kadının yaşadığı evin karşında bir konak satın alıp, o evi Daisy’ye göstereceği günü bekler.
Bir erkeğin hayran olduğu kadına, ait olduğu sınıftan, doğuştan sahip olduğu özelliklerden, bütünüyle kendinden vazgeçtiğini itiraf edememesi epey hırpalayıcı olmalı, diye düşünmüştüm züppe Gatsby’nin Daisy için kurguladığı hayatı okurken.
Onları evinde buluşturan Nick, beş yıl boyunca o günü bekleyen Gatsby’nin düşlerine yenilişini anlatıyordu: “Sanki o an yaşadığı mutluluğun gerçek olmadığı kuşkusu belli belirsiz düşüncelerine katılmıştı... Düşler, Daisy’yi aşmıştı, her şeyi aşmıştı. Gatsby, yaratıcı bir hırsla kendini düşlerinin içine koyuvermişti, her an bir yenisini eklemiş, hayatında bulup gördüğü en güzel, en renkli parçacıklarla düşlerini örtmüştü. İnsanoğlunun yüreğinde biriktirdiği düşlere ne söz, ne ateş karşı koyabilir.” Geçmişinde kaybettiği bir şeyi bulmak, yaşadıklarını yenilemek için çırpınan birisinin hayallerinde boğulması ne hazin... Ve o mutlu başlangıç noktasına dönmek için sürekli kendisine ve bütün dünyaya yalan söyleyebilen bu çocuksu adamın sahtekârlığı ne kadar masum ve zarif olabiliyor, demiştim sayfaları çevirirken. İnsanları ancak istedikleri kadar anlayan, onların kendilerine güvendiği kadar güvenen, içtenliği yalanların masum gölgelerinden daha çok önemseyen ‘kayıp’ bir hayalperest... Biraz Fitzgerald’ın kendisi gibi, biraz değildi...
Gerçek Fitzgerald kimdi
Karısı Zelda’ya ithaf ettiği bu roman da diğerleri gibi otobiyografik özellikler taşıyordu elbet ama ne o sonradan ismini değiştiren Gatsby gibi yaşamıştı ne de Zelda tam anlamıyla Daisy’ye benziyordu. Onların hayatını yazan Stromberg’e göre, belki de o kahramanlarla tek ortak noktaları, gerçek bir kadının kendi hayallerindeki imgesine duydukları ve sonunda Fitzgerald’ı da Gatsby gibi trajik bir figüre dönüştürecek inatçı bağlılıktı. Muhtemelen kendilerine de fazlasıyla haz veren, gerçekle kurgunun iyice bulanıklaştığı bu eğlenceli roller onların peşini hiç bırakmadı. Gatsby için sorulan o soru yazar için de geçerli. Gerçek Fitzgerald kimdi?
Bunu Zelda bile tam bilmiyordu belki ama mektuplarında kendini açıkça ifade eden yazar gri ruhunu fazlasıyla seviyordu anladığım kadarıyla: “Tembellik beni hep bu sevimsiz ve iğrenç melankolik ruh haline sokuyor.. Üç beş seçilmiş dostla beraber oturup ölene dek içmeyi isterdim, ama hayattan da, alkolden ve edebiyattan da aynı derecede bıktım.” O başka kadınlarla birlikte olsa da son ana kadar ne Zelda’dan, ne alkolden, ne de edebiyattan bıktı ama onlar Caz Çağı’nın rüya çifti değildi elbette. Fitzgerald’ın hiç bitmeyen alkol problemine ve Zelda’nın hayatını hastanelere mahkûm eden deliliğine rağmen sanıldığı gibi biri diğerinin felaketi olmadı. Bazen her manada şiddetli kıskançlık krizleri yaşasalar da birbirlerini ölene kadar merak etmeyi, sevmeyi hatta övmeyi hiç bırakmamışlar. Dans eden, resim yapan, yazmaya çalışan, başka erkeklerle kırıştıran hırslı ve ‘fettan’ karısını beceriksizlikle suçlayan yazara karşı, Zelda’nın günlüklerini, mektuplarını hiç çekinmeden edebiyatında kullanan yazar için çok basit ama olağanüstü bir cümlesi var: “İntihal evde başlar.”
Bir kuğu gibi...
Çalkantılı hikâyelerinde beni en çok etkileyen, Zelda’nın hastalığının iyice kötüye gittiği bir dönemde, intihar girişimleri sırasında onu mutlu etmek için Fitzgerald’ın zarif yalanlarla bezeyerek yazdığı bir mektup oldu: “Ve bir kuğunun üzerinde süzüldüğünü görüyor ve anlıyorum ki, o sensin, yalnızca sen. Ama kuğu, kolayca süzülür orada; hem kuğu olduğun ve tanrılar boynunun benzersiz kıvrımında sana özel bir kerem bahşettikleri için, insan elinden çıkma bir köprüden düşüp onu kırsan bile iyileşir yine ve sen süzülmeye devam edersin. Geçmişi elinden geldiğince unut, yüzünü dön ve yüz bana doğru, her zaman senin olan limana...”
Kendine acıdığı halde merhametli olabilen bir yazarın böyle zarif yalanlar söyleyebilmesi beni edebiyatının berrak, sade ve şiirli sesi kadar çarptı doğrusu.
Kırk dört yaşında bir kalp kriziyle ölen yazarla, akıl hastanesinde çıkan bir yangında onu yoran bu hayattan kurtulan Zelda’nın mezarını yıllar sonra kızları Scottie birleştirmiş. Mezar taşlarında Muhteşem Gatsby’nin son cümlesi yazıyor: “İşte kürek çekiyoruz böyle, akıntıya karşı direnerek ve durmadan geriye, hep geçmişe çekilerek.”
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:39:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!