Zarif Bir İhanet Hikâyesi; Dr.jivago

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Zarif Bir İhanet Hikâyesi; Dr.jivago

Hırçın yağmurun çürük pervazların arasından eve sızışını izlerken zamanın akışında hissetmeden kaybolduğumuzu düşünüyorum. Kış, gelişini camlardaki ılık nefeslerin buğusuyla hatırlatıyor. Evin katı soğukluğu kaloriferlerin yanmasıyla hafiften kırılmış. Martıların takıntısı yüzünden çatılar hep aynı yerden akıyor. Tıpırtılar arasındaki uzun sessizlikler birbirine benzeyen bezgin hayalleri çoğaltıyor. Okuldan dönen çocuk cıvıltıları aceleyle çöken kurşuni akşamların sıkıntısıyla kaybolmuş... Bozacıların geceyi yırtan ürpertici sesi yine tenha sokaklarda yankılanmaya başladı. Kalın hırkaların, topukları kayan gevşek ev çoraplarının, yün sabahlıkların, ekoseli battaniyelerin, rutubet kokan atkıların tekrar hayata katılma vaktinin geldiğini hep aynı basit işaretlerle hatırlıyoruz. Evin her köşesinde unutulan ipli mandalina kabuklarının acı kokusu, zamanı sıradan alışkanlıklarla çürütüyor. Ve ben belki de gerçeklerden fena halde sıkıldığım için o bilinen zamanın büsbütün dışına çıkıp masallarda yaşamak istiyorum...

Geçenlerde tesadüfen Dr. Jivago’nun unutulmaz melodisi eşliğinde bir asır geriye gidip öyle bir masalda buluverdim kendimi. Vaktiyle hayatımdaki mevcudiyetine inandığım eski bir dosta “Biliyor musun, ben yanlış bir asırda, yanlış bir toplumda ve galiba yanlış bir sınıfta doğmuşum” dediğimi hatırladım birden. Çok gülünce benimle alay ediyor sanmıştım. Meğer o da öyle hissediyormuş. Birbirlerini kokladıktan sonra sakinleşebilen yabani hayvanlar gibiydik. Ona ne olduğunu bilmiyorum. İnsan ‘kayıp anların’ izleriyle neden hiç beklemediği bir anda böyle eski bir filmde, bazen unutulmuş bir romanın tozlu sayfalarında karşılaşır?

O destansı filmi izlerken saatler boyu ihtişamlı balo salonlarında, vahşi savaşlarda, yarım kalan bir aşkın gölgesinde akan mevsimlerde, kristalleşmiş ağaçların aydınlattığı sokaklarda, devrime inananların zorlu mücadelesinde, hayal kırıklığını avutan yeknesak tren tıkırtılarında, şafak vakti kızakların hışırtıyla kaydığı süt mavisi ormanlarda, tutkusuz soğuk yataklarda, ihanetin suçluluğuyla ağırlaşan rüyalarda, bir kadın için yazılan ölümsüz mısraların arasında dolaşıp duruyorum.

Lara kocaman mavi gözleriyle Yuri’ye “Ne gerekiyorsa onu yap sevgilim” diyor. Karısına döneceğine dair kendisine söz veren Yuri, sevgilisine “Bir daha sana asla dönemeyeceğim, bana inanıyor musun” diyor. Lara ona inanmıyor, kendisine döneceğini biliyor çünkü ve ağladığını fark etmeden sessizce ağlıyor.

Dilin kabuğu değişiyor...

Bu türden ‘masum’ sahnelerinin özellikle bugünün gençleri tarafından ‘melodram’ gibi algılanıp biraz küçümsendiğini biliyorum. Halbuki insana ait duygular hep aynı, sadece hayatın dili zamanın hoyratlığına yenilip kabuk değiştiriyor. Ben öyle nostalji güzellemelerinden pek hoşlanmam hatta o tür yazılardan, konuşmalardan da biraz sıkılırım ama bugünün nobran gevezeliğinden de epeyce yoruluyorum doğrusu. Böyle bir filmle birden bire başucuma konmuş sürpriz bir hediye gibi karşılaşmak, ‘ihanetin’ zarif bir anlatımla bazen daha sarsıcı ve kalıcı olabileceğini hatırlattı. Bir de toz gibi yağan karların, şehri beyaz saten bir yorgan gibi örttüğü temiz bir sabah, Dr. Jivago romanını içinde ıslak kedi yavrularının bulunduğu yırtık bir kolinin içinden çıkardığımı...

Kitabı yıllar sonra kütüphanemde buldum, içinden zar gibi incelmiş sarı bir kâğıt çıktı. Bir reçete kâğıdına neredeyse elli yıl önce yazılmış kısa bir mektup. Muhtemelen bu tesadüf hoşuma gittiği için yazanın da Jivago gibi doktor olduğunu düşünmek istedim. Yıllar sonra avucuma düşen not “Sana Lara ve Yuri’den bahsetmiştim. Maalesef filmi bile birlikte izleyemedik. Ben sen olmuştum. Sen yoktun” diye bitiyordu. Onlara ne oldu bilmiyorum. Adam o kadına göndermediği mektubu sayfa kenarlarını kırmızı kalemle işaretlediği romanının içine koymuş. Sanırım gelecekte yaşayacaklarının bedelini ödemeyi göze alamadığı için vazgeçmeyi tercih etmişti. O çıplak cümleleri okuyunca fena halde ürperdim. Taammüden öldürülmüş bir aşk hikâyesinin mahremiyetine istemeden dokunmuş olduğum için biraz huzursuz oldum ve mektubu ruhları huzura kavuşsun diye götürüp boğazın akıntılı sularına doğru savurdum.

Pasternak’ın kadınları...

Romanda Bolşevik devrimini, sonrasındaki iç savaşı anlatan sahneleri, konuşmaları, insanın tabiatla ilişkisini unutmadan yazabilen, sanata, devrime, şiire, yalnızlığa, felsefeye, aşka dair inandıklarını, umutsuzluğunu tek romanla anlatan Boris Pasternak’ı ve onun yazıyla yeniden doğup hiç ölmeyen hazin hikâyesini düşündüm.

El yazılarını daktiloya çekerken tanıştığı Olga da tıpkı romandaki Lara gibi onu çok istediği ve acı çektiği halde karısı Zinaida’yla evliliğini neden bitirmediğini hiç sormamış. Karısı da aynen romandaki gibi kocasının başka bir kadına âşık olduğunu bilmesine rağmen onu mutsuz etmemek için sessiz kalmış.

Pasternak’ın kendi hayatından süzülen gerçeklerle yazdığı romanda, kadınların medcezirini nasıl anlattığını merak ettim ve aradıklarımı buldum. Şiirine ilham veren tutkulu bir kadınla, kendisini şefkatle seven karısı arasında kalan çaresiz bir şairin hikâyesini okurken tıpkı filmdeki gibi bu zamana ait olmayan başka türlü bir ‘zarafete’ teslim oldum.

İkisini dünyadan ayıran uçurum

Romanda Jivago’nun karısı Tonya, kocasının cephede birlikte çalıştığı kadınla ilişkisini çok uzaklardan kalp sızısıyla sezdiğinde, ona ‘kendi basit hayatıyla asla rekabet edemeyeceği önemli hadiselerle, mucizevî tesadüflerle dolu bir hayata sahip’ Lara ile gitmesini tavsiye ediyordu. Tonya’nın tepkisini okurken kadınların içindeki o görünmez Tanrısal sezebilme yeteneğini ve bazılarının o gücü erkekler üzerinde nasıl incelikle kullanabildiğini hatırladım. Yuri Andreyiç, bütün korkak erkekler gibi elbette karısını anlıyor ancak anlamamış gibi görünüyordu. Onun şüphelerini yalanlara öldürmüştü. Pasternak, çocuksu bir şairin öteki kadını ‘sevmemek’ için verdiği mücadeleyi anlatırken şiirin kırılgan dünyasına sığınıyordu: “Yuri onu Lara’nın evine ulaştıran sokaktaki küçük küçük evleri öyle seviyordu ki, onların her birini yerinden kaldırıp teker teker öpebilirdi.” Ona göre doğrudan doğruya hayatla temas edebilmek mümkün değildi; Lara onun için hayatın büyülü bir ifadesiydi. Ve o yaşadığı sürece o ifadenin bir parçası olacağını biliyordu. Yuri savaştan döndüğünde Tonya veda mektubunu kocasının sevgilisi Lara’ya bırakmıştı, ona döneceğini derinlerde sızlayan bir yerden hissetmişti. “Onların aşkları büyüktü” diye yazıyor Pasternak. Aralarındaki benzerliklerden ziyade, ikisini de dünyadan koparan uçurumun onları birbirine bağladığını kendi hayatından iyi biliyordu çünkü.

Nobel’i neden reddetti

Pasternak daha Nobel ödülünü almadan evvel bütün dünyada meşhur olan, resmî ideolojiye ve devrime karşı çıktığı söylenen Dr. Jivago romanı yüzünden vatandaşlıktan çıkarılmakla tehdit edilmişti. Ödül hakkında çıkan tartışmalar ve siyasi kamplaşmalar nedeniyle Nobel’i reddettiği halde toplumun ve hükümetin tavrı o ölene kadar değişmemiş. Cenazesinde “hayatımı ona borçluyum” dediği karısı Zinadia’yla “onsuz bir hayat düşünemiyorum” dediği sevgilisi Olga, sanatçı dostları ve işçiler varmış. Yazarın itibarını romanın kendi ülkesinde yasaklanmasından yirmi sekiz yıl sonra iade ettiler.

Milyonlarca ‘âşık’ elli yıl boyunca onların aşkını okudu, romandan yapılan filmi izleyip onlar gibi sevdi, terk etti, edildi, acı çekti. Birisi eski bir kitaptan bugüne düştü. Ben çekmeceden uçları yırtılmış fotoğrafları çıkardım: Beş yaşındayım. Üstümde etekleri yere kadar uzayan, arkadan düğmeli balıksırtı bir palto var. Bere ve çizmeler kırmızı. Gözler buz mavisi. Herkes gibi filmden etkilenen annem bana ‘Jivago’ paltosu almış. Çok küçük görünüyorum. Ben artık büyüdüm. Çatı hep aynı yerden akıyor. Zaman usulca çürüyor...

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:52:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan