Zamansız Sonbahar Ve A.şinasi Hisar

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Zamansız Sonbahar Ve A.şinasi Hisar

Boğazın kıpırtılı sularını köpürten teknenin arkasında durmuş, o an içinde olduğumuz mahzun ruh ikliminin kimbilir kaç kez tekrarlanmış olduğunu düşünüyordum. Güneşi örtemeyen yırtık bulutlar bizi de uysallaştırmıştı. Sıvaları dökülmüş virane evlerin, servilerin arasında dağılmış inci taneleri gibi ışıldayan mezarlıkların, müşfik anne ifadesiyle tebessüm eden yalıların, manolya ağaçlarının ihtiyarladığı bahçelerde derin uykulara dalmış ruhların, eski zaman kadınlarının solgun çehrelerini hatırlatan köşklerin, zarif minareleriyle ebediyeti resmeden camilerin önünden geçerken onun gibi hissediyordum. Zaman ve mekân bizim çizdiğimiz sınırlarla var olabilirdi ancak. O sırada içinde nefes aldığım ‘şimdiki ânın’ sadece bana ait olmadığına inandım. Üst üste yığılan hatıralarla, tecrübelerle kırılan zaman algısının, hayatın geçiciliğini gizleyen büyüsüne kapıldım. Sonbaharın şehre sokulmaya hazırlandığından bahseden arkadaşlarımın mırıltılarını belli belirsiz duyabiliyordum.

Güneşin tepelerin ardında yitip gitmesiyle bakıra kesen Boğaz’ın ışık oyunları, hepimizi karmaşık bir rüyaya hapsetti. Birbirine hiç benzemeyen hayallerimizin gölgesinde, eriyip giden yaza bir kez daha birlikte veda etmenin tanıdık sevinciyle maziye çekildik. O sessiz, kısa molalarda zihnimde hep aynı konuşma çınladı: Küçük bir oğlan, ucunda fener yanan bir kayıkta bülbül seslerini dinlerken annesine soruyordu: “Bir gün biz de Boğaz’da yankılanan bir sesten mi ibaret olacağız? ” Annesi ona, “güzel oğlum, henüz bunları düşünmek için çok erken” diyordu. Artık ne o vardı, ne de annesi ama sesleri gerçekten Boğaz’da yankılanıyordu. Akşamüstü serinliğinin giderek biraz daha üşüteceğini müjdeleyen esintiyle ürperince o buğulu rüyadan uyandım. Üstümüzde dönüp duran deli kuşlara baktım bir süre, “bir gün biz de Boğaz’dan yükselen martı çığlıkları mı olacağız”, dedim kendi kendime.


Zamanın dışına taşmak...

Şinasi Hisar’a dair bilmediklerimi ve iz bırakan o konuşmayı Çetin Altan’ın yazarların hayatlarını kısa hikâyelerle aktardığı Kalem Bahçelerinden Yedi Hayat isimli kitaptan öğrendim. Babası Mahmut Celalettin Bey’in vaktiyle bir edebiyat dergisi çıkardığını, o dergide Abdülhak Hamit’in, Recaizade Ekrem’in, Halit Ziya Uşaklıgil’in yazdığını, Şinasi’yle A. Hamit’i çok sevdiği için oğluna onların isminden yeni bir isim yarattığını da... Yazarın hayatında geçim sıkıntıları, büyük aşk dramları, siyaset kavgaları pek olmamış. Hiç evlenmemiş. Kitaplarından birinde, “evlilik hatası yapmamış olmak, hayatımın belki de en hatasız olan yanıdır” diyor. Rumeli Hisarı yalıları, Ada ve Çamlıca köşklerinde geçen gençliğini yazarak hiç büyümemiş bir çocuk gibi yaşaması belki onu gerçekliğin hoyratlığından uzaklaştırdı. O hikâyedeki içli ses, bence onun yazıya dair duruşunu gösteriyor: “Bende geçmişin özlemleri o kadar güçlüydü ki, gelecekle ilgilenmek şöyle dursun, yaşadığım halin bile tam içine giremedim.” O bir yazar olmasaydı, geçmişine bu kadar tutkuyla saplanıp kalır mıydı acaba ya da rahat bir aldırmazlıkla sığındığı o loş odada mutlu olabilir miydi?

Şinasi Hisar, sevdiği dostlarıyla birlikte mutlu bir hayat sürdüğünü söylüyor ama ben ‘şimdiki ânı’ yaşayamamanın bir yazar için ne anlama geldiğini kavramakta zorlanıyorum. Çok zor olmalı. Unutmak, hatırlamak sonra yine unutmak. Zamanı ilmek ilmek örüp tekrar sökmek. Yaşamanın coşkusunu hissettiren o kıvılcımlı anların hep biraz gerisinde kalmak. Dünyanın uğultusunu uzaklardan işitmek. Gelecek tasavvurunu, geçmişin sisli perdesi ardında gizlemek. Çok eskilerde kalan ama onu çok mutlu eden kısacık bir ânı edebiyata hediye etmek arzusuyla, benliğinden, zaman bilincinden uzaklaşmak. Zor olmalı...

Yazının bir sesi, uhrevi bir müziği olduğunu hatırlatan denemelerinde, benim gibi yalıların önünden geçtiği bir ânın derinliğini anlatıyor: “Nice zaman sonra onların belki haraplığa bir gömlek daha yaklaşmış, fakat yerli yerinde kalarak, tahtadan ve taştan vücutlarıyla hayata devam ettiklerini gördüğüm zaman onlarınkiyle, kendi zevalimin boy ölçüşemeyeceğini anladım. O gecelerde bize nispetle daha sağlam, muntazam ve uzun ömürlü olan bu harap yalıların önünden asıl biz geçerdik. Biz böyle yalnız onların önünden değil, meğer aynı zamanda, kendi kendimizden, kendi hislerimizden ve kendi ömrümüzden de geçiyormuşuz.”


Esas mevsimin sırrı...

İstanbul’un esas mevsimi olan sonbahar benim için mutluluğun ta kendisidir. Ne kurşuni gök kubbe, ne sert rüzgârlar, ne de hiddetli yağmurlar keyfimi kaçırır. Hayatın biraz daha eksildiğini değil, solarken yavaşça kabuk döken tabiatla birlikte sonsuzluğa karışacak hikâyelerimizin de çoğaldığını düşünür, gizlice sevinirim. Tanpınar’ın dediği gibi, başka mevsimlerde belki biz şair oluruz, fakat sonbahar, kendisi şairdir. Muhtemelen kendisini yalnızlığıyla, yıpranmışlığıyla, tevekkülüyle, hüznüyle sevdirebildiği için öyledir. Geçmişte yaşanan küçücük bir mutluluk ânının bile asla aynı hislerle tekrarlanamayacağını bilir ama yine de umutsuzca beklemenin karanlığında kaybolmaz. Tekrarların sıradanlığıyla avunmaz. Cami avlularında, kaldırım kenarlarında, aniden terk edilen tenha parklarda, dağınık kadın saçlarında, taze cevizlerin yuvarlandığı mavi el arabalarında uçuşan yapraklar gibi hızla akıp giden günleri, sükûnetle karşılayabilmenin mevsimidir o. Ben biraz da bize dayanma gücü veren bu olgunluğu yüzünden severim sonbaharı.

Mevsimlerin, aşina olduğumuz çemberin içinde hayatın değişimine ahenkle eşlik ederek kendisini yenilediğini her seferinde çocuksu bir saflıkla izlemeye ve şaşırmaya ihtiyacımız var sanırım. Bu döngünün kural tanımaz kesinliği faniliğimizi hatırlatsa da tuhaf bir biçimde bizden geleceğe kalacak olanları da fısıldıyor sanki. Böyle anlarda ipekten yekpare bir kumaş gibi salınan zaman endişelerimizi, korkularımızı örtüyor. Tedirgin düşüncelerimizi sonbaharla yumuşayan ışığa, tabiatın uysallığına teslim ediyoruz. Ve ben böyle günlerde onun kitaplarını özlüyorum. Sandık içi kokan biraz tozlu, baharatlı ama zengin anlatımı hayatının özünü kendine has zarafetiyle gösteriyor.


Geçici bir manzara...

En sevdiğim romanı Fahim Bey ve Biz’de ihtiyarlamakta olan bir adamı ve değişimin kökünü anlatır: “Ele geçmez zaman içinde yalnız fertler ve onların şahsi talihleri değil, yalnız binalar ve şehirler değil, fakat maddi ve manevi, kutsal ve ebedî sandığımız ne varsa, telakkilerle zevkler, âdetlerle usuller, servetlerle şöhretler, ilimlerle sanatlar, dinlerle felsefeler, kıymetlerle medeniyetler, milletlerle devletler, hastalıklarla ilaçlar, ölçülerle ayarlar, kanunlar, hudutlar ve lisanlar, hepsi ve her şey gözlerimize sabit şekillerde göründükleri halde bir kasırganın savurduğu tozlar halinde döner, döner mütemadiyen şekil değiştirirler... Bütün bunlar birtakım nebatlar gibidir ki zaman içinde kök salmaları, büyümeleri, solmaları ve kurumaları kendi hayatları iktizasındandır (gereğindendir) . Zira hayat ancak hâli bozmakla devam eder. Nasıl ki bir insanın kendi de, ömrü ile mazisinden ayrılır, uzaklaşır ve ona ihanet etmiş olur. Hayat dediğimiz şey, bütün bunların zaman ile değişerek, karışarak meydana getirdikleri mutlaka muvakkat (geçici) bir manzaradır.”

Bence sonbahar da onun anlattığı bu değişime ayak uydurabilmek için hayatı ancak bozarak devam ettirebileceğimizi söyleyen büyülü bir mevsim. Onu biraz da içselleştirerek anlatan yazarlar sayesinde seviyoruz. Dinleyelim: “İhtimal ki hiçbir şey eylül sonlarının bu yumuşak ve ancak bazı tecrübeli kadın yüzlerine benzetilecek munis günlerin gönlümüze döktüğü şefkat ve şiir tadına erişemez. Arzu ve hülyalarla hakikatin birleşmeyen arası belki daha çok açılır... Her şey dalgalar ve bulutlar gibi geçer, silinir ve onlardan biraz sis kalır. Solgun semaya doğru birer teessürden yükselmişe benzeyen dumanlar tüter, eski hislerin bıraktığı küller savrulur, sanki her şey küllere dönecek değil midir? Hayatın orta çağlarında hissimizdeki en büyük değişiklik, sevdiğimiz vücutlardan ve ruhlardan ayrılışların gönlümüzü kırarak bizde fanilik yeisini yerleştirmesi olduğu için, ruh daha çok acıdığı bu veda günlerine daha çok bağlanıp onları daha çok seviyor.”

Doğrusu ben hâlâ onun kıymetinin pek bilinmediğini düşünüyorum. Bunun anlaşılır sebepleri de var. A. Şinasi, döneminin Cumhuriyet yazarlarından farklı olarak Meşrutiyet diline sadık kalmış. Edebiyatının kurgudan ziyade hatıralarına yaslanması ve kimilerine biraz ağdalı gelen dili nedeniyle bugünün edebiyatseverleri ona yabancılaşmış. Yazık, hâlbuki ben onunla yazmaya başlamadan evvel karşılaşmayı severim. Biraz süslü ama şefkatli cümleleriyle gönlümü, zihnimi aydınlatıverir.

Bu yazıyı yazarken başımı kaldırıp fırtınanın hırçınlaştırdığı denize bakıyorum. Lacivert kadife elbisesini giymiş. Ve yine onun ürkek, çocuk sesini duyuyorum; “Anne bir gün biz de Boğaz’da yankılanan bir sesten mi ibaret olacağız? ” Korkma, diyorum ona. Başını okşuyorum usulca. Bu sonbahar da gelip geçecek ama senin sesini, yaprakların, dalgaların, kuşların, yağmurların, rüzgârların, ağaçların hışırtılı konuşmalarını seven birileri hep duyacak.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:20:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan