Not: Bu hikaye, gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmıştır.
“Aslında hepimiz, hayatımızın bir ânında mucizelere tanıklık ederiz. Bazılarımız bu mucizelerin yakınında bir yerdedir, bazılarımız kenarında, bazılarımızsa tam ortasında... Sadece, yaşadığımız ânın ehemmiyetini idrak edemeyiz.”
Türkiye’nin küçük bir şehrinde, bir bayram sabahı... Perdeler kapalıydı, gökyüzünün bulutlarla griye bürünen rengi evin acı dolu haline ayrı bir anlam katmıştı. Küçük odaları ve şirin mobilyaları bile yetmiyordu evde yaşayanların içini ısıtmaya. Anneanne, güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı, torunu Ali’ye ne olursa olsun, güzel bir bayram yaşatmak istiyordu. Odasına girdi, yanına oturdu ve seslenerek uyandırdı. “Kalk bakem kalk uykucu! Bugün bayram yavrum! Öyle yatılmaz ki öğlene kadar! ” Çocuk, sallana sallana kalktı, tuvalete yöneldi, yüzünü yudu. Sonra, kahvaltıya oturdu. Gözleri hala uykuluydu, ama birşeyler arıyordu sanki... Evde en çok özlemini çektiği, annesini, babasını ve ağabeylerini... Anneannesine olan sevgisi bile yetmiyordu ona, bu başkaydı.
Neredeyse bir yıl oluyordu böyle yapayalnız kalalı. Büyük ağabeyi, askerdeyken bir tatbikat sırasında havale geçirmişti. Komutanı ambulansla dönmesine izin vermeyince, hastalık ciddi bir hal almış, zamanla beyin damarlarından birinin su toplayıp tıkandığı ve hidrosefali hastalığına yakalandığı ortaya çıkmıştı ağabeyinin. O zamana kadar 4 kere ameliyat edilmiş, “şant” adı verilen bir cihaz vücuduna takılmış ancak hiçbir ameliyatta istenilen sonuç gerçekleşmemişti. Ağabeyi, günden güne kötüleşmiş ve zaman içinde beyin hiçbir fonksiyonunu yerine getiremez olmuştu. Yürüyemiyor, konuşamıyor, yemek yiyemiyor, kendi başına hiçbirşey yapamıyordu. Bu yüzden Ali’nin annesi ve babası, onunla beraber Ankara’ya, Gülhane Askeri Tıp Akademisine gitmişlerdi. Hasta ağabeyinin başından ayrılamıyorlar, bu yüzden ve refakatçilere yatak verilmediği için pencerelerde, bazen boşalan yataklarda yatıyorlar, çok büyük sıkıntılar çekiyorlardı. Ailenin babası emekliydi, anne ise ev hanımı... Azıcık birikmiş paraları vardı, o da masraflara gidiyordu. Küçük ağabeyi de, tam bu sıkıntıların üstüne askere çağrılmış ve çocuktan çok uzakta bir yere giderek, onu yapayalnız bırakmıştı. Anneannesi onu gözetmek için çocuğun yanına, şehre taşınmıştı.
Çocuk, lise sınavına hazırlanıyordu, ergenliğinin ortasındaydı. Adam gibi bir eğitime, daha da önemlisi şefkate ve desteğe en ihtiyacı olan dönemde tanrı onu ailesinden ayırıvermişti. Koca evde, ihtiyar ninesiyle birlikte yalnız, soğuk bir yaşama terketmişti onu, kanadı kırılmış bir kuş kadar biçareydi. Normal zamanlarda diğer akrabaları destek olmaya çalışıyorlar, yalnızlığını hissettirmiyorlardı ona ama, böylesine özel ve önemli bir günde, onların da yapabileceği pek birşey yoktu. Ailesiyle kucaklaşması gereken bir bayram sabahı, onlar kim bilir ne tür bir acının içindeyken, Ali de kendi acısını yaşıyordu işte.
Anneannesinin elini öptü, sarıldı ona tüm ailesini tek tek kucaklar gibi... Önce ağlamamak için tutmaya çalıştı kendini, sonra hıçkırıklara bıraktı. Ninesi de başladı ağlamaya. O da çok özlüyordu yoğun bakımda yatan en büyük torununu, yüreği yanıyordu. Nasıl yanmasındı! Dört senede hukuk fakültesini bitirmiş, avukatlık stajını tamamlamıştı, güçlükler içinde okumuş ve sonunda mesleğini eline almasına bir adım kalmıştı hastalık onu ele geçirdiğinde.
Daha çok gençti Ali’nin ağabeyi, ama doktorlar onun için “ büyük ihtimalle ölür, ölmezse de böyle kalır” demişlerdi.
Bayram öyle geçti gitti. Ali ne babasının elini öpebildi harçlık almak için, ne de annesinin o güzel elleriyle hazırladığı revani tatlısından yiyebildi. Anneannesinin koluna girip gittiği akraba ziyaretlerinde eline tutuşturulan fazla fazla çikolata avutmaya yetmedi onu. Akrabalarının aldığı bayramlıklar mutlu etmedi.
Derken bir gün, gece vakti, duyulan bir ambulans sesiyle uykusundan uyandı Ali. Penceresinden dışarı baktı, anneannesinin dışarı doğru hareketlendiğini görünce ayağına terliğini giyip koştu, ailesi geri dönmüştü!
Ağabeyini bir sedyeyle içeri taşıdılar. Annesi, bir deri bir kemik kalan annesi, Ali’yi görür görmez ağlamaya başladı.. Küçük oğlunu görmeyeli öyle uzun zaman olmuştu ki! Sarıldılar, ayrılmamacasına...
Ali, sevinse mi üzülse mi, bilemiyordu. Geldiklerine çok sevinmişti, ama aklına şu soru takılmıştı, niye dönmüşlerdi? Aklına o kötü ihtimali getirmemeye karar vermişti şimdilik, gidip ağabeyinin, babasının yanına, içeri koşturdu. Ambulans şöförüne bile sarılası geldi, öylesine mutlu olmuştu. Adam, bir kaç saat uyumak, dinlenmek üzere bir odaya çekilince aile başbaşa kaldı. Ali, uzun uzun baktı hepsine, ama en çok yüreğini yaralayan, ağabeyinin durumuydu.
Avurdu avurduna geçmiş, boğazı delinmişti, yoğun bakımda kaldığı bir dönem yemek vermek için. Topukları, sürekli yatmaktan olacak, yara olmuştu ağabeyinin, yanındaysa bir plastik bir lazımlık vardı, bir de boynuna bir bez geçirilmişti, tutamadığı salyası boynuna, üstüne akmasın diye. Annesi elinde bir bezle, sürekli başucunda duruyordu. Saçları kazınmıştı, kafasının arka tarafında büyük bir dikiş izi vardı. Gözleri çukurlaşmış, altları şişmişti. Filinta gibi ağabeyi, işte böyle, çökmüştü. Ağabeyinin, kaybetmediği tek şeyi hafızasıydı.
Hasta, yorgun gözleriyle baktı ağabeyi Ali’ye. Gülümsemeye çalıştıysa da, başaramadı. Kim bilir neler söylemek istiyordu, ama konuşamıyor, kelimeler içinde düğümleniyordu. Ali, koşarak çıktı salondan, odasına gidip yastığa gömdü kafasını. Ağladı, ağladı, ağladı. Abisi ölecekti... Anlayışlı, dostcul ve paylaşımcı abisi, canı ciğeri, daha o büyüyemeden ölecekti.
Ali, bu acıları kendisine ve ailesine yaşattığı için tanrıya küsmüş, sonunda da varlığını reddetmişti yaratıcının. Böylesine adaletsiz bir tanrı olamazdı, olmamalıydı. Eğer var olsaydı o gerçekten, mutlaka bir şekilde ailesini bu acıdan kurtarırdı. Çünkü onlar, bunu haketmemişlerdi. Böylesine bir sınavı, böylesine bir cehennem azabını hak edecek hiçbir şey yapmamışlardı.
Birkaç ay sonra, bir kandil gecesini gösterirken hicrî takvimler, hısım akraba ve yakın aile dostları Ali’nin ağabeyini ziyaret etmek üzre toplanmışlardı. Hasta, bir yatakta uyuyordu, salondaysa kadınlar dua ediyor ve ağlaşıyorlardı sessizce. Ali, artık bu manzara karşısında duramıyordu, yine başka bir odaya geçmek üzere salondan çıkacaktı ki, tanıdıklardan bir yaşlı kadın, ona şunları söyledi: “Oğlum... Sen küçüksün, küçüklerin, masumların duası kabul olur derler, sen de bir dua etsen! Bak, Allah senin duanı dinleyecektir, böyle mübarek bir günde bak, hadi oğlum! ..” Ali, isyankar tavrıyla kadından sıyrıldı, odasına geçti. Artık çok asabîleşmiş, insanlarla olan iyi ilişkilerini yitirmişti. Ama yine de, kendiyle baş başa kaldığında, neredeyse çok uzun zamandır, dua etmediğini fark etti.
İşte o zaman, Ali’nin kalbinin derinliklerinde küçücük bir ışık, bir umut ışığı belirdi. Dinî olmayabilirdi belki, ama dua edecekti. Henüz bir erkeğin sert ve damarlı elinin şeklini almamış olan ellerini açtı ve inanarak, gözünün önüne felçli durumdaki ağabeyini getirerek, dua etti tanrıya. “...”
Bir süre odada yalnız başına oturdu Ali, sonra ağabeyinin yanına, salona gitmeye karar verdi. İçeri girdiğinde, onu uyanmış buldu. İçeri girer girmez Ali’ye bakmaya başladı ağabeyi, gözleri parlayarak. Sonra, yavaş yavaş, yattığı yerden doğrulmaya başladı! Annesi, gördüklerine inanamamış, bayılmıştı. Herkesin sevinç gözyaşları içinde, ağabeyi şimdi doğrulmuş, ayağa kalkmaya çabalıyordu! Sonunda, uyuşan ayaklarının üstünde durmayı başardı ve ellerini açarak, Ali’ye sarılmaya çalıştı.. Ali koştu hemen, tüm gücüyle ‘abisine’ destek oldu, bir süre boyunca sarıldılar birbirlerine...
Aradan yaklaşık 9 yıl geçti. Şimdilerde, Ali’nin büyük ağabeyi aynı şehirde avukatlık yapmaktadır. Hastalıktan hiçbir eser kalmamıştır üzerinde. Hatta iyileştikten bir süre sonra, GATA’ya gittiklerinde, doktorları onu tanıyamamış ve “hastanın kardeşi” sanmışlardır. Eski rahatsızlığından hiçbir iz kalmamış, bilakis çok da başarılı bir avukat olarak, istediği şeylere sahip olmuştur Ali’nin büyük ağabeyi. Mutlu, küçük bir Dünya’sı vardır.
Küçük ağabeyi, askerden döndükten uzunca bir süre sonra, en büyük hayallerini gerçekleştirmiş ve İngiltere’ye taşınmıştır.
Anne-babası, en büyük hayalini gerçekleştirmiş ve o soğuk, küçük evlerinin yerine yeni, sıcak bir ev almışlardır, yine zorluklar yaşayarak.
Göbek adı Ali olan adam ise, en büyük hayalini gerçekleştirerek istediği fakülteyi kazanmış, sonra da, aradan geçen yılların izlerini süpürmesine izin vermeden, yaşadığı bu olayı, hiçbir dinî amaç-kaygı vs. taşımayarak, anlatmak istemiş ve kaleme almıştır.
Ali Arda İnal,
Ankara,
28.01.2008
Arda İnal
Kayıt Tarihi : 28.11.2008 02:57:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!