Zamansız Öyküler.. Feraye.. Şiiri - Arda ...

Arda İnal
105

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Zamansız Öyküler.. Feraye..

Bir ‘modern meyhane’ydi Serdar’ın o gece gittiği yer. Olacakları görebilseydi, asla oraya ayak basmazdı. Serdar, otuzlu yaşlarda, yakışıklı, bekar, çapkın bir müzisyendi, zenginlerin çocuklarına gitar ve keman dersi verirdi. Ama kimi zamanlar, başı geç biten dersler yüzünden belaya girerdi, anlarsınız ya! Siyah saçları, biçimli kesilmiş sakalları, derin bakan gözleriyle, en önemlisi güzel konuşma kabiliyetiyle, öğrencilerini hep etkilerdi selvi boylu hoca. Yine geç biten bir “özel” dersin ardından, iki tek atmak için yöneldi tavernaya. “Vecîze Tavernası” gibi tuhaf bir ismi vardı. Daha önce sadece bir kere gitmiş, ortamın ve müziğin güzelliğiyle mest olmuştu. Ahşap döşemeler ve raflarla süslenen beyaz duvarlara, tablolar da serpiştirilmişti. Masalar hafif kararmış, ahşaptandı. İçerisi buram buram romantizm kokuyordu onun gibiler için. Ancak o son gidişinde, tavernada sadece bir müşteri vardı ondan başka. Karşısındaki masada, yalnız başına oturan genç bir kadındı. Ağlamaklı, buğulu gözlerle Serdar’a baktı bir an, sonra başını yine yavaşça önüne eğdi. Kumral güzeli bir afetti, fönlü saçları ve kusursuz makyajıyla, düzgün vücuduyla ben buradayım diyordu adeta. Serdar, kızı gözüne kestirmiş olacak ki, oturdu kadının yakınındaki bir masaya. Kadın ne içiyor diye baktı, kırmızı şaraptı, o da çilekli kırmızı şarap söyledi. Sonra, kendi kendine düşünmeye başladı. Bir yandan da arada bir kadını gözlüyor, kalkmaması için tanrıya yakarıyordu. Öyle güzeldi ki! Sanki mekandan yükselen müzikle bütünleşmiş bir tabloydu.

Aradan azıcık zaman geçtiğinde, kadın usul usul ağlamaya başladı. Aslında pek çaktırmıyordu, ancak Serdar’ın dikkatinden kaçmamıştı. Müzisyen, avını seyrediyordu uzaktan. Kadın, biraz ağladı, sonra çantasını alıp lavaboya gitti. Serdar, fırsatı değerlendirmek için fırladı.

Biraz sonra, kadın döndü masasına, ancak masa eski halinden farklıydı, masasında tavernanın en iyi şarabı duruyordu. Yanındaysa, peçetenin arasına konmuş kırmızı bir karanfil... Kadın sanki içerde başkaları varmış gibi bir süre bakındı, sonra karşısına odaklanıp, şaşkınlık içinde Serdar’a baktı. Serdar, gülümsedi ve kadına peçeteyi işaret ederek açmasını istedi. Peçeteyle karanfilin arasında küçük bir not vardı.

“ Meleklerin de ağlayabildiğini bilmiyordum. Bağışlayın ama, derdinize uzak kalamadım, izin verin, şarabım ve kemanım derdinize ortak olsun.”

Kadın, içi kıpırdanarak okudu, sonra yine Serdar’a dönüp gülümsedi. Yavaşça kafasını salladı. Serdar, masadan ağır hareketlerle kalktı, masaya doğru yürüdü.
“-Merhaba.
-Merhaba. Şey, ben Feraye... Niye böyle birşey yaptınız ki?
-Aslında, pek sevmem böyle şeyler yapmayı, fakat, o kadar hüzünlü bakıyordu ki gözleriniz, içinizi yaralayan birşeylerin varlığını hissettim diyelim.. Bu arada, Ben Serdar.”

Serdar gözlerini kadının gözlerinden ayırmadan kısaca kendini anlattı. Yıllar önce, zengin ailesinden ayrılıp kendi hayatını kurmuştu, babasının parası sayesinde hiç sıkıntı çekmeden yaşamını sürdürerek konservatuarı bitirmiş, bir kolejde müzik öğretmenliği yapıyordu. “ Tek sıkıntım, uğruna sanatımı adayabileceğim bir ilham perisi bulamamamdı. Ama, bu akşam tanrıdan başka birşey dileseydim, her halde o da yerine gelecekmiş..” dedi ve gülümsedi. Kız, limonî ve utangaç bir tebessümle, oğlanın gözlerine, doğrudan gözerine baktı ve “İnanayım mı söylediklerine? Yalanlarla kurulu hayatımızın bir parselinde dahi gerçekliğin kaldığını düşünmeli miyim söyle bana! ”

Serdar kırılmış gibi davrandı, suskun duruşuyla sitem ederek, genç kadından gözlerini kaçırdı. O, bir uzmandı. Gözlerini kısarak uzağa daldı. “Ben, seni daha fazla rahatsız...”
“Dur, yanlış anladın, tamam, özür dilerim, lütfen otur...” Feraye, onu incittiğinin farkına varıp hızla konuyu değiştirdi. Anılarının sararttığı yapraklar arasında dolanarak, kendi hikayesini anlatmaya koyuldu.

Yalnızdı. Hayat denizine attığı oltalara takılan, hep hüzün olmuştu. Sevgiyi tattığını sanarak yarattığı her bağ, ona bir parça acı bırakmış, ondan bir parça mutluluk götürmüştü. Eşkıya aşkların kaçağı olana dek, bu böyle sürüp gitmişti.

“Sonunda birini buldum kendime, bana kendim kadar yakın olduğunu hissettiğim bir dost, sanki aynı vücuttan çıkan iki ayrı ruhmuşuz gibi hissettiğim bir arkadaş... Adını sorma, beni erkeklerin hiç anlayamadığı ve asla anlamayacağı kadar çok anladı, ve hep iyiliğimi düşündü, vücudumdan zevk almak için beni bir sigaraymışçasına kullanıp atan, sonra da boktan hayatımdan s.ktrip giden o piç kurularından çok farklıydı o. Ama, o bile yalnızlığıma yetemedi, işin kötüsü de ne biliyor musun? O çok yakında ölecek. Beni kendisinden uzaklaştırmaya çalışıyor, ona ulaşamıyorum. Kendisi de öleceğini biliyor, ama bilmiyor ki, ölürse benden bir parça da onunla kopup gider. Her derdime deva buldu, ama kendisine bulamadı. İşte ben, kendini insan sanan güruh içinde biriken yalnızlığıma, bunalmış dimağlar arasında kayboluşuma, en çok da ölüme ağlıyorum Serdar. Boşver...”

Serdar, ilk kez içi burkularak, kadının elini tuttu. Gece hiç bitmesin istiyordu. Biraz el ele kaldılar, sonra genç müzisyen kemanını çıkardı, eliyle işaret ederek tavernanın hüzün saçan müziğini susturdu. O anlık sessizliğin, tadını çıkarıyordu. İçerde oturan bir kaç kişi daha vardı. Şaşırarak etraflarına baktılar, o an, “işte başlamanın tam sırası” dedi içinden ve arşesini kemanına hafifçe sürterek başladı yavaşça Serdar. Bilinmeyen, ama ruhları peşinden bir fare gibi sürükleyen o tek sesli şarkıyı çalıyordu. Gözlerini kapadı, arada bir kafasını da farkında olmadan sallayarak tüm mekanı düşüncelere, sessizliğe ve kedere boğdu. Kadın iç geçirerek ağlamaya devam ediyordu.

İçtikçe sarhoş oldular, sarhoş oldukça içtiler. Kadın, ağlamaklı gözlerle adama bakıyor, şarkı söylüyordu. Sesi kulaklarda bir tokat gibi patlıyordu. Sonunda, tavernanın kapanma saati geldiğinde, Serdar, kadını evine bırakmak üzre kalktı, hesabı ödedi, bir taksi çağırttı. Kadının zırvalayan kelimelerinin arasından adresini çekip çıkardı ve taksiciye tarif etti.

Sonunda, Feraye’nin evindeydiler. Güzel kadın, makyajı gözyaşlarına karışarak yine ağlamaya başladı. Serdar, kadının saçlarını okşuyordu kanepenin üstünde. Kadını tuvalete götürdü. O arada, yatağı hazırladı. Sonra Feraye’nin koluna girerek geri getirdi ve müzik setinden romantik bir cd seçip oynatmaya başladı. Etrafta birkaç mum buldu, onları da yaktı. Sonra kadının yanına oturdu, saçlarını okşamaya devam etti.

Bu, öylesine yakıcı bir ateştir ki, direnmek zor, içte masum kalmak imkansızdır. O ateş şimdi ikisini yakıyordu. Serdar, belki sonrasında yitirirdi ama, sevişme bitinceye kadar mükemmel bir aşkla dolardı. Sanki yıllardır sevdiceğin hasretini çekiyormuş da, vuslatını yaşamaktaymış gibi aşkla, ağır ağır sevişirdi ve karşısındakini kendine bir daha aşık ederdi.

Yavaşça soyundular, usul usul öpüşerek ve vücutlarının sıcaklığıyla kavrularak sevişmeye başladılar. Serdar, kadının vücudunda gezintiye çıkmıştı şimdi. Tam keyifli bir anın ortasındaydılar ki, Feraye, ağlamaya başladı yine. Serdar, içinden küfrederek sordu. Cevap alamadı, sadece ağlıyordu genç kadın. Sonra sarılıp tutkuyla öpmeye başladı adamı, sanki bir daha hiç sevişemeyeceklermiş gibi öpüyor ve bunu hissettiriyordu.
Yürek yangını vücut yangınıyla bir olmuştu. İkisi de, zamanın bir yerinde hapsolmuş gibi o anın tadını çıkarıyorlardı. Serdar, herşey bittiğinde, kadının yanına sokuldu, onu koklamaya başladı. Bir yandan güzel sözler, şiirler söylüyordu. Kadınların neyi istediğini en ince ayrıntısına kadar bilen bir çapkındı o, bu yüzden içine düşen sigara içme ve uyuma isteğini bastırıyor ve onlara istediklerini veriyordu.

Neden sonra, kadının uyuduğunu gördüğünde, kendisi de hayal kurmaya başladı. Sabah olacak, Feraye’yle güzel ama kısa bir kahvaltı edip, numarasını aldıktan sonra evden ayrılacaktı. Sonra bir gece yine yalnız kaldığında, arardı nasıl olsa. Bu düşünceler içinde, uyuyakaldı Serdar.

Mutluluk ve şehvetle biten o gece, yerini, olmaması gereken bir sabaha bırakmıştı. Serdar uyandığında, bir kere daha sevişmek ümidiyle Feraye’ye bakındı, yatakta yoktu. Esnemesi ve gerinmesi bittiğinde, çırılçıplak bir halde yataktan kalktı, önce tuvalete, sonra mutfağa baktı. Bulamayınca, banyoya geçti, kapısı kapalıydı. İçerden su sesi geliyordu. Serdar, bu fırsatı kaçırmak istemedi, yavaşça içeri girdi çapkın çapkın gülümseyerek. Kabinin kapısı kapalıydı. Ama küvetin olduğu yerde bir gariplik vardı, bir koyu renk göze çarpıyordu bulanık kabinin ardında. Serdar, anlık bir korkuyla, kabini açtı.

Feraye, korku dolu, kocaman gözlerle tavana bakıyordu. Ne gözleri, ne de başka bir uzvu hareket etmiyordu. Çırılçıplaktı. Teni ölümün beyazlığına bürünmüş, yüzü hafif şişmeye ve morarmaya başlamıştı bile. Kanıyla kıpkırmızı olan ve ağzına kadar dolan küvetin içinde yatıyordu. Su yukardan akmaya devam ediyordu, ama Serdar, kanının vücudundan çekildiğini hissedebiliyordu. Tüyleri diken diken olmuştu, Feraye, bileklerini keserek intihar etmişti. Ama niye? Ne yapacağını şaşırdı. Giysilerini giyip evden kaçmalı ve uzaklaşmalı mıydı, yoksa polisi arayıp herşeyi anlatmalı mıydı bilemedi. Midesi bulanmaya başladı aniden. Karşısında gördüğü manzaradan olmalıydı. Hızla geri çekildi, yatak odasına gidip giyinmeye başladı. Bir kağıt, katlanmış ve pantolonuna iğneyle tutturulmuştu. Serdar, giyinmeyi bırakıp kağıdı açtı. Kağıtta, genç kadının parfümünün ve vücudunun kokusu vardı. Okumaya başladı.

“Serdar,

Öncelikle, seni böyle bir manzarayla karşı karşıya bıraktığım için çok özür dilerim. Zaten yitip gitmiş bir hayattı benimki, ha bugün olmuştu ha daha sonra, hiç farketmez, bu yüzden benim için üzülmeni istemiyorum.

Böyle bişeyi niye yaptım, yani intihar etmeden önce seni niye bu işlere bulaştırdım, hayatıma soktum merak ediyorsan, şunu bil ki, amacım seni kullanmak değildi. Dün gece, tavrınla beni etkilemiş olmana rağmen, aslında diğerleri gibiydin. Ama gecenin büyüsüne kapılarak senin koynuna girdim işte. Hep olduğu gibi, yine bir hataydı yaptığım. Farklı bir şekilde farklı biriyle...

Dün sana birinden bahsetmiştim, bana kendim kadar yakın, sanki aynı bedendeki iki ayrı ruhuz demiştim, yakında ölecek demiştim. İşte, o kişi varya, bendim Serdar. Anla işte, ben bir şizofrenim.Dayanıksız ve kumdan yapılmış kaleler gibi yıkılmaya mahkum ilişkilerin ardından, derin ve hiç bitmeyen yalnızlığımın ardından, ailemi yitirişimin ardından, O’nu yarattım kendime. Aslında o hep vardı, sesini yükseltiyordu beynimin derin dehlizlerinden, ama ben onu yeni duymaya başlamıştım. Ama dedim ya, kendimde yarattığım ben bile yalnızlığımın duvarını aşamadı.

Güzel biriydim ölmeden önce, biliyorum, ama, bu boktan güzellik bana öyle bir hava kattı ki, herkes benden uzak tuttu kendini. Korktular, hele ben de davranışlarımla ektiklerimi biçince, bi şekilde olan oldu ve yalnızlığıma mahkum oldum. Bana uygun görülen ceza konusunda tanrıyla anlaşamadık. O “hapis” diyordu, Dünya üzerinde müebbet hapis! Ben ise, kendi kalemimi kırmayı uygun gördüm. İşte hepsi bu...

Bana, hayatımın son anında aşkın zerresini tattırdığın için, sana teşekkür ederim. Tanımadığım bir tenin tadını, kokusunu duyumsamayalı epey olmuş...Neyse.


Mutlu ol, iyi bak kendine
Ne olur, gözüm arkada kalmasın.
Uzun uzun seneler var önünde.
Gün gelir sevgilim,
Acıya alışırsın...

Feraye ”

19.03.2008
05.00 Ankara

Arda İnal
Kayıt Tarihi : 28.11.2008 02:56:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Arda İnal