Zamansız öyküler..Bir eylül hikayesi

Arda İnal
105

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Zamansız öyküler..Bir eylül hikayesi

BİR EYLÜL HİKAYESİ

Ankara’da bir eylül sabahı... Sapsarı bir kıyafeti üzerinde deneyen ağaçlarla bezeli bir park... Kışı insanın kulağına usulca fısıldayan ayazla hareketlenen küçük göletciğe bakan bir bankta oturmaktadır Boran. Elinde plastik bir bardağa doldurulmu demli çay ve koyu renkli, gevrek bir simit vardır. Küçük göletin etrafında yükselen ağaçları ve mavi gökyüzünün taktığı beyaz takıları andıran bulutları seyretmektedir. Düşüncelerinin denizinde yüzmektedir, zaman zaman boğulma tehlikesi geçirerek. Hep olduğu gibi eylül ayı ona ölümü hatırlatmakta ve anlamlı bir hüzün vermektedir. Rüzgara daha fazla direnemeyip tutunduğu dalından düşen yaprakların yüklendiği o anlamlı hüznü... Ailesi, okulu, işi ile ilgili pek çok sorun hayatı sorgulamaya itmiştir Boran’ı. O sırada arkasından sıcacık bir ses yükselir, ona doğru: “Boran! ” Sesin sahibi lisede edindiği ve güzel paylaşımlar yaşadığı arkadaşı Eylül’dür. Boran’ın bu yaşanmışlıklar içerisinde hoşlanıp açılamadığı güzel sesli kız...

Boran sesin sahibini hemen tanıdı, bu Eylül’ün sesiydi. Arkasını döndü ve ayağa kalktı. Sarıldılar, uzun zamandır görmüyorlardı birbirilerini. Eylül bu sene kazanmıştı Ankara’da bir üniversiteyi. Boran ise üç yıldır buradaydı, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde üçüncü sınıf öğrencisiydi. Kısa bir süre sohbet ettiler, Eylül ısrarla Boran’ın telefon numarasını istedi ve ona ulaşacağını söyleyerek parka beraber geldiği arkadaşlarının yanına döndü. “Pazar sabahı kahvaltısı” için topluca gelmişlerdi.

Boran heyecan içinde yerine döndü, ne düşüneceğini bilemiyordu. Tek bildiği, Eylül’ü görmesinin üzerinde bıraktığı o muazzam etkiydi. Bir kere, tüm kötü düşünceler silinmişti beyninden, yıllar sonra tekrar görmek de eski hislerine ayna tutmuştu. O an gözlerine ayağının dibine kadar yaklaşan güvercinler, kumrular ve serçeler takıldı. Elindeki simidini ufak parçalara ayırarak onların önüne attı ve kendisine verilen bir anlık mutluluğu paylaştı.

Aradan geçen iki gün boyunca genç adam, sürekli telefonunun çalmasını bekledi. Nihayet çaldı telefonu bir öğle vakti. O idi, Eylül’dü arayan. Biraz bekleyip açtı telefonu. Kısa bir süre sohbet ettiler, konuşmanın sonunda da tekrar yüzyüze görüşmek için sözleştiler.

Zamanın insana hiç geçmiyormuş gibi geldiği durumlardan birini yaşıyordu genç Boran. Üç gün sonrasına tekabül eden buluşma gününü, ona üç ay geçirmiş gibi gelerek bekledi. Nihayet vakti geldi, hazırlandı, dağınık saçlarını derleyip topladı, en sevdiği giyitlerini giyerek yola çıktı. Tam vaktinde buluşma yerine, özgün müzikler yapan o kafeteryaya girip bekledi. Eylül oralarda görünmüyordu.

Boran tam bir aksiliğin çıktığını ve artık gelmeyeceğini düşünürken girdi içeri Eylül. Kumral saçları omuzlarına dökülüyor, kahverengi gözlerinin içi kum içindeki inci taneleri gibi parlıyordu. Başkasına nasıldır bilinmez ama, Boran’a büyüleyici görünmüştü genç kız. Geç kaldığı için özür dileyerek oturdu.

Saatlerce sohbet ettiler. Önce Eylül anlattı aradan geçen üç yılda neler yaptığını, ardından Boran. Eylül, “paralı” bir üniversiteyi kazanmış ve böylece Ankara’ya gelmişti nihayetinde. Boran’a da bir yıl öğretmenlik yapan annesi, hala ikisinin eski okulunda matematik öğretmeniydi. Kız, uzun süren bir ilişkinin ardından şimdilerde yalnız olduğunu, son ayrılığının ondaki etkilerini silmeye çalıştığını söyledi. Boran’la beraber katıldığı o “ünlü” tiyatro oyunundan sonra okulda hiçbir sanatsal çalışmanın tutunamadığını ve daha bir çok şeyi anlattı ona, gözlerinin tam içine bakarak. Boran da Ankara’ya geldiğinden beri, bir ömür sadık kalacağı kişiyi aradığını ve bu yolculukta değiştirdiği durakları anlattı Eylül’e. Son iki yıldır çalışarak ve yakın bir dostuyla ev tutup, “kendi ayakları üzerinde” durduğunu, bir ağaç gibi tek ve hür oluşunu anlattı. Bu süreçte ailesiyle sorunlar ve kavgalar yaşadığını, bu olayların da şu anki sonuçları doğurduğunu döktü kelimelere. Eylül, Boran’ı içtenlikle takdir etti, övgülerini sundu ona. Yine gözleri gözlerindeydi.

Eskiler ve anılar üzerine yapılan bu güzel sohbetten sonra ayrıldılar, ama Boran ayrılamadı, kızın gidişini seyrettikten sonra heyecan ve umut dolu yüreğini seyre daldı.

Mevsimsiz solmakta olan bir yaprak gibiydi. Tutunacak bir dal arıyordu genç adam. Bunu ona da söylemişti. Kızın cevabı ise, “müsterih ol, bana istediğin gibi tutunabilirsin.” Olmuştu.

Telefon ve elektronik posta yoluyla görüşmeye devam ettiler. Bunu yüz yüze görüşmeler, birbirlerine şiir göndermeler ve şarkı dinletmeler takip etti. Boran bu olaylar yaşanırken bağladığı umudun yersiz olup olmadığını teyit etmek için muhtelif kişilere durumu açtı. Ancak durumun barizliği ortadaydı.

Boran eskiden hissettiklerini tekrar su yüzüne çıkarmakla kalmamış, git gide daha tutkkulu bir aşkla Eylül’e bağlanır olmuştu. Onu düşünerek sabaha kadar içtiği günleri biliyordu. Yazdığı şiir ve yazıları, çizdiği portresi ile hep Eylül’ü yaşıyordu. Ne işinin ve okulunun bindirdiği yük ağır geliyordu ona ne de kısıtlı paralarla hayat sürdürmenin zorluğu...

Nihayet bir gün, yazdığı küçük bir akrostiş rubai ile telefonda açılır kıza. Eylül’den bir ses, bir tepki gelmez. Boran sabırla beklemeye karar vermiştir. Bu olaya müteakip ikinci gün olan bir Pazar günü hep olduğu gibi, o parka giden Boran, Eylül’ü orada bir erkekle kol kola girmiş yürürken görür. Hiç sesini çıkarmadan oradan uzaklaşır. Aynı gün bir bilet alıp memleketine, dostlarının yanına dönmek için şehri terk etmek ister; ancak çalıştığı iş yerinin patronu buna engel olur. Köşeye sıkışmış bir fare gibi evine kapanır Boran. Kimse ondan bir haber alamaz.

* * *

Ankara’da bir eylül sabahı... Sonbaharın, yaprakları altın sarısı rengini almış ağaçlarla ve ayazıyla kendini iyice hissettirdiği bir Pazar sabahı, Eylül, yeni edindiği arkadaşlarıyla beraber küçücük bir göleti olan tanınmış bir parka kahvaltıya gelir. Maksat kahvaltıdan ziyade, kurulan ilişkilerin geliştirilmesidir, grup üyeleri için.

İlk kez gelmiştir buraya Eylül. Dikkatle etrafına bakınırken kenarda yalnız başına oturan, sert duruşlu bir genç adam gözüne çarpar. Birden adamın tanıdık biri olduğunu anlar ve ona hep beğendiği ismiyle seslenir: “Boran! ”

Eylül, üç yıldır görmediği Boran’ı eskiden beri, gizliden gizliye takip etmiştir. Lisede sosyal ve sanatsal yönüyle adı öne çıkan Boran, aynı zamanda sayılı başarılı öğrencilerdendir. Çeşitli şiir dinletileri, tiyatro oyunları, gösteriler düzenleyen, törenlere ve yerel televizyon programlarına katılan Boran, hep ilgisini çekmiştir kızın. Bu yüzden Ankara’da karşılaştıklarında onu tekrar görmek ister ve telefon numarasını alır.

Burası olmalıydı. İçeri girip şöyle bir bakındı, aradığı kişiyi görünce kapıyı çekerek o kişinin oturduğu yere doğru yürüdü. Buluşacağı adam, simsiyah giyitleri içinde Boran’dı, hep uzaktan hayalini kurduğu genç adam. Uzun bir süre sohbet edip birbirlerine geçmiş yaşantılarını anlattılar. Boran’ın hikayesini ilgi ve özenle dinledi Eylül, kendi yaşantısını da anlatmıştı, çok önemli olan tek bir şey dışında... O şeyi anlatmaktan her nedense korkmuştu. Aslında sebebi bu kısa mutluluğunun bozulmasını istememesiydi. Boran’ın bunu duymasının ne gibi bir etki doğuracağını kestiremiyordu.

O ilk buluşmayı, telefon ve elektronik posta yoluyla ve yüz yüze yapılan görüşmeler takip etti, Eylül kendisinin olduğu gibi karşısındakinin de aşık olduğunu görebiliyordu. Bir gün, yurt odasında yalnız başınayken, aklına gelen o şey Eylül’ü gözyaşlarına ve hıçkırıklara boğdu. Kadere ve hayata küfrederek nihai kararını verdi. Boran’ı kendisinden uzaklaştırmalıydı. O sırada telefonu çaldı, o arıyodu. Hemen ses tonunu düzelterek, telefonu açtı. Boran, onun hiçbir şey söylemesine fırsat vermeden rubaisini okudu kıza. Eylül’ün yine gözleri doldu, ağladığını duymaması için bir cevap vermeyerek telefonu genç adamın yüzüne kapattı. Sonra yine hıçkırıklara bıraktı kendini. Gözyaşları, zaman nehri gibi akıyordu.

Nihayet, biraz sakinleşebilen genç kız, aklına gelen fikri uygulamaya koyuldu. Boran, o Pazar, hep olduğu gibi, simidiyle, çayıyla parka gelip kitap okuyacaktı. Bu yüzden, sınıfından edindiği erkek arkadaşlarından birine meseleyi açtı, çocuk hüzünle, kızın ricasını kabul etti.

Pazar sabahı, o gelmeden önce buluştular parkta. Nihayet Boran, uzakta göründü. Eylül kendisinden tiksinerek, yanındaki oğlanın koluna girdi ve farklı bir yöne doğru, Boran’ın kendilerini görmesini sağlayacak şekilde yürüdüler. Kız göz ucuyla ona bakıyordu, kendisini görerek sessizce uzaklaşmasını izledi Boran’ın. Arkasından koşmak, bağırmak geldi içinden, ama kendisini tutmalıydı, sırf onu daha fazla üzmemek için. Böyle olursa kendisini unutturabilirdi belki. Aksi takdirde, yani eğer Eylül Boran’a doğruları ifade edip yüreğini dökseydi, genç adam kıza daha da fazla bağlanacak ve...

... Ve kız öldüğünde çok ama çok üzülecekti. Evet... Eylül’ün Boran’a anlatmadığı tek ve en önemli şey, onun gidişinden hemen sonra yakalandığı hastalıktı. Eylül, üç yıl kadar önce, “aort anevrizması” hastalığına yakalanmıştı. Kalbe giden ana damarların zayıflayıp patlamasına neden olan bu rahatsızlığa yakalanan her on hastadan sadece biri kurtarılabiliyordu. Nitekim, Eylül her an ölebilirdi. Bu sebepten dolayıdır ki, Boran’ı kendisinden uzaklaştırarak onu daha fazla üzmemeyi hedeflemişti. Ancak, uzun zamandır olduğu gibi, her an ölebileceğine dair düşünce yine gelip oturmuştu Eylül’ün düşüncelerine. Yaptığına bin pişmandı, gerçeği söyleyip, en azından kendisi hakkında kötü şeyler düşünmesini engelleyebilirdi. Küçük bir ihtimaldi lakin belki de Boran onu affedebilirdi ve beraber son zamanlarını mutlu geçirebilirlerdi.

Bir kaç günlük kararsızlık sürecinin ardından, Eylül, eline telefonunu alarak Boran’ı arar. Açan, yabancı biridir. Kendisinin Boran’ın ağabeyi olduğunu, Boran’ın iki gün önce intihar ettiğini ve yaşamını yitirdiğini, artık bu telefonun açık olmayacağını söyler ve özür dileyerek telefonu kapatır.

Arda
02.02. 2008 Ankara

Arda İnal
Kayıt Tarihi : 28.11.2008 02:50:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Arda İnal