Zamanın Saf Kırılışları Ve Robert Walser

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Zamanın Saf Kırılışları Ve Robert Walser

İsmi “hayat ışığı” anlamına gelen asırlık hastanenin bahçesinde, zaman bilincini yitirmiş bir meczup misali dalgın bir hayranlıkla izlediğim tabiatın deruni sükûnetinde hissetim o kırılmayı. Geçen sene başka bir vesileyle gelip altında oturduğum ihtiyar salkımsöğüt, akıp giden mevsimlere, hayatın debdebesine, süratle değişen manzaralarına, yanından geçip giden insanların aldırışsızlığına inat ak saçlarını öylece toprağa salmış Boğaz’a bakıyordu. Sislerin arasından süzülen huzmelerin munis denizle oynaşması ikimizin de muhayyilesini kışkırtmaya çalıştı ama işe yaramadı. Bir balıkçı motorunun tıpırtısı sessizliği delip geçti. Hemşireler, sedefli bir aydınlığın içinde neşeyle şakıyan kuşlar gibi uçuştular.

Caddeden gelen korna sesleri, çocuk çığlıkları, simitçinin kelimeleri sündüren yanık sesi, ezanın titreyerek gök kubbeye yükselen tınısı, telaşla koşturan insan gürültüsü, hepsi birer birer uzaklaştı. Yakınlardaki bir kilisenin çanları son kez boşlukta yankılandı ve sonra dünya büsbütün sustu. Deniz kuşları da... Zamanın kadere hükmeden gücü tükendi sanki. Bir daha bahar gelmeyecekti. Ormanlar uğuldamayacaktı. Şafak çiyleri çimlerin üzerinde solgun inciler gibi parlamayacaktı. Bizi kimse fark etmeyecekti zaten artık bunun bir önemi de yoktu. Soğuk bir mağara gibi kararan bilincim yırtılarak ikiye bölünmüştü ve ağacımla ben bildiğimiz dünyadan hızla uzaklaşıyorduk. O “kopuş” ânında bana kendimi öylesine çaresiz ve “kaybolmuş” hissettiren duygunun ne olduğunu düşündüm sonra. Bilincimizin katmanlarında, bazen çok yoran bu hayata katlanmamızı sağlayan dönüşümün sağaltıcı kudreti var. İçinde bulunduğumuz zaman eskiyip çatlamaya başladığında iradi olmayan bir güç bizi aklın sınırlarına doğru çekip kalp zamanımızı da yeniliyor. O vakit her yeni günün bir lütuf olduğuna inanıyoruz. Buna inanarak hayata tutunabileceğimizi biliyoruz. Tekâmül edebilmek için tabiata, inançlarımıza, sevginin büyüsüne, hatta en derin acılarımıza, talihsizliğe bile teslim oluyoruz. Mecbur olduğumuz için değil, hareketsizliğin, gelecek tahayyülünü kaybetmenin bizi hepten yok edeceğini bildiğimiz için acı çekiyor böylece “şimdiki ânı” hissederek çürüdükten sonra tekrar yenileniyoruz. Bunun da bir lütuf olduğunu seziyoruz çünkü.


Milimetrik harflerle anlam kazımak

En kötüsü “hiçleşmenin” o karanlık kuyusuna düşmek galiba. Varlığın zıddıyla mümkün olduğuna inanan bakışı yitirip dona kalmanın tekinsizliği, zihnin kristalleşememesi, bilincin puslanması tehlikeli bir tükenişi işaret ediyor. Peki, “gidip dönülmeyen” o yolculuktan kurtulamayanlar katlanamadıkları için mi zamanın geniş atlasında kaybolmuşlardı. Çok geç keşfettiğim Robert Walser, benliğinin karanlık odasına nasıl teslim olmuştu. Onu gerçeklikten uzaklaştıran kalem gıcırtısına tutsak olmasının sebebi neydi?

O gün hastanenin bahçesinde Walser’in ilk romanı Tanner Kardeşler’i okurken hem iç sesi bu kadar güçlü bir yazarla tanışmış olduğum için hem de onun gibi bu dünyaya yabancılaşmanın neye benzediğini kısa bir süre için de olsa hissedebildiğim için ürperdim. 1878 İsviçre doğumlu yazar, elli yaşına kadar aralıklarla da olsa şiir, öykü ve roman yazarak gerçekliğine tutunmuş. Sonrası herkes için kayıp. Hayatının son yirmi altı senesini 1956’da ölünceye kadar Harisau’da bir akıl hastanesinde geçirmişti. Onun bir daha hiç yazmadığını sanmışlar ama ölümünden sonra bulunan el yazmaları ipeksi ağlarıyla ördüğü kozasındaki kıvrımlı ruh karmaşasını gösteriyor. O yazmaların orijinalini görmek isterdim doğrusu. Mikrogram diye bilinen bir yazma biçimi keşfetmiş. Her biri 1 mm. olan harflerle yazdığı 526 belgeyi özel yöntemlerle deşifre edip onlardan çok sayıda öykü ve roman çıkarmışlar. Geçenlerde bir arkadaşıma anlatıyordum. El yazısıyla doldurulan defterler içeriği ne olursa olsun tuhaf bir şekilde beni sarsar. O çaba sadece kalıcı olmak arzusuyla ilgili değil, bu kadar basit olamaz. Bu dünyadan geçip giderken yeryüzüne kazıdığı işaretlerle mütevazı bir anlam bütünlüğüne erişme niyeti o çabayı daha da özel kılıyor bence. Belki ancak böyle bir varoluş bilinciyle yok olmayı göze alabiliyoruz.


Walser’in kendisi şiirdi...

Günlerdir onun önce kurşun kalemle daha sonra mürekkeple temize çektiği milimetrik işaretle bakıyorum. Takvim yapraklarına, faturaların, kartpostalların boşluklarına, dergi sayfalarına sıkıştırılan milyonlarca küçük harf. Onlar zamanın kırıklarında yerlerini bulup okuyanların hayatını kelimelerle çoğaltıyorlar. Akışı istedikleri gibi yavaşlatıp, hızlandırıyorlar.

Walter Benjamin’in, “O, Kafka’nın en sevdiği yazarlardan biridir” dediği, Walser’in yazı sanatında iradeye, hâkimiyete, iktidara, sıradanlığa hatta bize güven veren “akıl sağlığına” şiddetli bir isyan hali var. Bu duruşu, sanırım onu bir yazar olarak benzersiz kılıyor. Canetti, “Hiçbir edebiyatçı Walser kadar özgün bir karakter yaratamazdı” demekte haklı. Onun çocuksu, sert, şiirsel, zarif, aldırmaz, ironik anlatımı parçası olduğu ekolün yazarlarına bile pek benzemiyor. Gençliğinde etkili şiirler de yazmış Walser’in kendisi zamanın büklümlerinde saatleri unutup harflerle semaa yükselen bir şiir sanki.

Otobiyografik izler taşımasına hiç şaşırmadığım ilk romanı Tanner Kardeşler, Zürih’te sürekli iş değiştiren Simon isimli karakterin ve onu “iyileştirmek” için eşlik eden kardeşlerinin birbirlerine dolanan hikâyelerini anlatıyor. Etkilendim zira Simon’un “yabancılaşma halindeki” acı kırılganlık, okuduğum hiçbir aylağın sesine benzemiyordu. İnsanın yüreğini paralayan alaycılığının yanı sıra bilge teslimiyeti meraklı okura onun yazarak varolma sebebini de söylüyor: “Evet, kader güzeldir, talihsizlik güzeldir. İyidir; çünkü o karşıtını da, talihi de içerir. Her iki silahı da kuşanmış olarak görünür... Talihsizlik kabımızdan taşmamızı engeller, bize bir ruh armağan eder. Ruh ve beden birbirine karışarak, iç içe geçerek birlikte soluk aldıkları sürece ses veren, o güzel tınıyı işitmemiz için kulaklarımızı eğitir. Bedenlerimizi, bedensel-ruhsal bir şeye dönüştürür ve ruh aramızda sağlam bir varlık kazanır, öyle ki, istersek tüm bedenimizi bir ruh gibi hissederiz... Asıl aşkı mutsuzluk öğretir bize, çünkü insanın birazcık da olsa, mutsuz olmadan sevdiği nerede görülmüştür. Rüyalar da gerçeklikten daha güzeldir, çünkü rüya görürken, talihsizliğin şehvetini ve büyüleyici şehvetini ansızın anlarız.”


Bir dâhinin zihin haritası

Hayatı uzun bir rüya gibi yaşayan Walser’in çok uzun mesafeli yürüyüşlere çıktığı söyleniyor. Günler ve geceler boyunca hiç durmadan yürüyormuş. Durup uzaklara baktığında kaotik zihin haritasındaki düşünceler ona nasıl görünüyordu acaba? O karmaşa denizindeki “akıl adası” giderek küçülürken milimetrik harfleri kâğıtlara kazımaktan vazgeçmemiş. O halde aslında bedenini kontrol edecek kontrolü de tamamen kaybetmemişti ama yakın çevresinin kendisini kapattığı bir sanatoryumda yaşıyordu. Saklandığı o mağarada huzurlu muydu? Yoksa gerçeklikle terbiye edilmemiş huzurlu bir mutsuzluk ona yetmiş miydi? Hakikati onun el yazmalarını deşifre ederek anlamak mümkün değil. Gerekli de değil belki ama yine de onun alaycı kederine roman boyunca çocuksu bir merakla eşlik ettim.

Birlikte farklı şehirlerde tanıştığımız patronların, kadınların, erkeklerin, meyhanecilerin yüz ifadelerindeki kıvrımlarda kendi duygularımızın henüz gün ışığına çıkmamış işaretlerini aradık. Tabiatın eskimeyen ama sürekli değişen yüzüne de baktık uzun uzun. Anlatırken bile anlayamadığımız rüyalarımızın imgeleriyle tefekküre daldık. Modern hayatın kışlasında koşturan insan sürülerine biraz acıdık. Bana içgüdülerimle yazmamı ve umutsuzca bile olsa hayatı güzelleştiren harflerin sihrine inanmamı tavsiye etti. Onu romanındaki cümlelerle dinlerken hepimizin sık sık bebeklerdeki “masum deliliğe” dönmek istediğini düşündüm nedense. Ve bir psikanalistin karamsar ama kısmen gerçekçi cümlesini hatırladım: “Deli doğar, bir bilinç inşa eder mutsuz oluruz; sonra da ölürüz.”


Karlarla gelen ölüm...

O akşamüstü güneş karşı tepedeki ağaçları masallardaki gibi mavi alevleriyle tutuşturana kadar, donuk bir nehir gibi görünen deniz kıyısında oturup iç organlarımın fotoğrafını bekledim. Ruhu hırpalayan tecrübelerin yorgunluğuyla delirmekten ürktüğüm için Walser’in kendi “mutsuzluğunu” coşkuyla yaratan sesinde teselli aradım. Dinginliği onun gibi hayatın içinde hayattan büsbütün uzaklaşarak buldum: Simon, bir hastabakıcıya ve bana neşeyle sayıklıyordu: “Tabii pek az saygı görüyorum, sefih bir insan olarak bakıyorlar bana, ama benim için önemi yok bunun, hiç önemi yok. Kalıyorum ve herhalde kalacağım. Öyle tatlı ki kalmak. Tabiat yurt dışına gidiyor mu sanki? Ağaçlar, başka yerlerde daha yeşil yapraklar kuşanmak ve sonra dönüp bunları böbürlenerek göstermek için geziyorlar mı? Nehirler ve bulutlar daha farklı, daha derin bir gidiş, bir daha asla dönüşü yok bunun. Bir gidiş de değil, sadece uçan ve akan bir dinleniş. Böyle bir gidiş güzeldir diye düşünüyorum! Hep ağaçlara bakıyorum ve diyorum ki kendi kendime, onlar da gitmiyorlar işte, ben neden kalmayacakmışım öyleyse? ”

“Uçan ve akan sonsuz bir dinleniş gibi hayatımız” dedim, içime doğru. Sevgilisini kıskanan bir kadın misali kimse aramıza girmesin diye kitabı çantama sakladıktan sonra salkımsöğüdün altında biraz daha oturup sessizliği dinlerken o son kareyi gördüm. Robert Walser, karlı bir tepenin üzerinde soğuk bir aralık günü ölü bulundu. Yalnızlığına eşlik eden fötr şapkası cesedinin birkaç adım ötesinde duruyordu. Sağ kolu bir ağacı işaret eder gibi yana doğru açılmış, karların üzerine kopuk bir dal gibi devrilmişti. O gün her zamanki isyankâr, soylu, karmaşık düşünceleriyle mi yürüyüşe çıkmıştı? Zihninden, kalbinden akıp geçen son duygu kırıntısı neye benziyordu?

Bu soruların arasında hâlâ ağabeylerinin sesini duyuyordum: “Çok yabani bir tarafın var... Seni kırması gereken şeylerden hiçbir biçimde incinmiyorsun, dünyanın ve hayatın ahvalinden doğan, çok sıradan şeylere kırılıyorsun. Tüm insanlar gibi bir insan olmayı denemelisin, o zaman kendini kesinlikle daha iyi hissedersin.”

Walser’e dönüp “Sen tüm insanlar gibi olmadığın için yazabildin ve tam da bu yüzden milimetrik harflerinle, reddettiğin toplum kurallarıyla, isyanın şiiriyle edebiyat tarihinde iz bıraktın” dedim. “Biliyorum,” dedi Simon’un sesiyle; “uzaklara bakmak insanı mutluluktan uçururken, böyle güzel bir günde kaygılanmak niye? ”

(Tanner Kardeşler, Robert Walser, Can Yayınları, Çev. Cemal Ener)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:20:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan