(âlem-i sagîr'in hâkîkate ve âşka ric'ât edişi, bu kuyruklu dervişlerin yaşadıkları sevgiyi örnek almaları ile mümkün olacaktır.../ bu âmentü; aklın ötesinden, yüreğin derinindendir! ..)
İliklerine kadar işleyen bir soğuk havaydı. Kasım ayıydı.
Yağmurların önünü bıçak gibi kesen bir fırtına, küçük bedenini kuşatıyordu.
Tüyleri rüzgârda dağılırken, sessiz çığlığını yolluyordu yüreğinden yansıyan renklerin diyarına.
Geçtiği sokaklara bırakarak gölgesini, uzak yerlerin bilinmeyen kuytusunda bir yerler arıyordu.
Üç aydır sokaktaydı. Çok hastaydı. Ve kendisini üşüten bir cehennem yangınının tam ortasındaydı.
Kar beyazı tüyleri kirden ve yağmurun çamurlaştırdığı yerler yüzünden gri bir renk halini almıştı.
Bu yağmurlarda bulanırdı hep rengi düşlerinin ve bu yağmurlarda karışırdı birbirine kokuları çiçeklerin.
Bir dama taşı gibi hayatın içine serpilen faklar, tuzaklar ve en olmadık şeylerin ardına gizlenebilen korkuları vardı.
Çok değil; üç yıl önce, henüz anne sütündeyken büyük heveslerle eğlenceli bir oyuncak gibi alınmıştı.
Terrier ırkındandı. İnsanların; küçük, kedi kadar, büyümeyen cins diye tanımladıkları köpeklerdendi.
Satın alınmasının sebebi de buydu zaten.
Oysa; onun, yırtılan gökkuşağı burcundan kollarını açarak gelen sevda gemileri ve kokusunu, sıcaklığını hala hatırladığı annesi vardı.
♥
Getirildiği evde kendisine gösterilen ilgi, lezzetli mamalar, parfümlü banyolar, çeşit çeşit oyuncaklar mutlu ediyordu onu.
Sırayla dolaştırıldığı kucaklar, yatırıldığı yumuşacık yataklar, dolaştırılmaya çıktığı yemyeşil kırlar mutlu ediyordu.
..ve yaşamın tüm çiçekleri gözbebeklerinde yeşeriyordu.
Yaklaşık, iki yıl geçmişti aradan.
Bir gün, sahipleri onun anne olmasını konuşuyorlardı. Telaşlanmıştı.
“ O’da her dişi gibi annelik duygusunu tatmalıydı. Zamanı da gelmişti zaten. Hem, hayvan bakmak sadece yemek vermek değildi ki. Bütün ihtiyaçları düşünülmeliydi. Bu da bir ihtiyaçtı. Anne olacaktı.”
Karar verilmişti...
Uygun bir baba adayı ve doğacak çocuklara yuva aranmaya başlandı.
Anlamıştı ki; ne gördüğü rüyalar kadar basitti her şey, ne de yaşadıkları kadar karmaşıktı. Onun, yalnızca kendi dünyasına ait düşleri vardı...
..ve rüyalarının onu götürdüğü yerleri bir türlü anlatamamıştı...
Uzun süren aramalar boşa çıkmış ve kendisine uygun bir baba adayı bulamamışlardı. Bulunanlar ise hep kendisinden daha iri köpeklerdi.
Ama, ısrarlıydı evin çocuğu. Küçük küçük köpekleri olmalıydı. Ve onlarla oynamalıydı. Nazlanmalar, surat asmalar ve şımarık ağlamalar anne ile babayı arayışa zorluyordu.
..karar kesindi. Bulunan ilk beyaz tüylü Terrier, büyük de olsa baba adayı olacaktı.
Kendisine acı veren bütün olaylardan kaçmak, yeni ufuklara yelken açmak istiyordu.
Ve bir zaman sonra, kendisinin yaklaşık üç boy büyüğü kadar bir erkek bulunmuştu.
İçini mutlu zamanların doldurduğu dünleri unutmak istiyordu.
Unutmaya çalıştıkça, hatırlatıyordu kendisini, kurtulmak istediği bütün şeyler.
O; paylaştığı sevgiyi dolu dolu yaşamak istiyordu, ama incinmekten korkuyordu...
Sırayla yıkanıp temizlendiler. Ve beyaz tüyleri itina ile taranıp parfümlendiler.
..ve evin en küçük odasına terk edildiler.
Bir türkü sızdı eşikten, yitik sevgiler ülkesine. Çiçek açtı çilekler kendisine çıkan bütün yollarda...
İçinde dinmeyen bir ezgi, yağmurlar yağdırdı baharlarına.
“ ekin ekin ekiliyor
küçük kız gelin oluyor
bu gelin çok da küçüktür
ağzında dili dönmüyor
oy gelin, nazlı gelin
ta küçükten sözlü gelin
zalim kurşun yar mı alır
kadersiz kısmetsiz gelin”
Günlerce, sahiplerinin ilgisinden uzak o odada kaldılar. Yemek ve tuvalet ihtiyacı zamanları haricinde yalnız bırakıldılar.
Bu işi hiç istemiyordu. Üstelik korkuyordu...
Sürekli yatak ve koltuk altlarına gizlenerek kendini korumayı düşünüyordu.
Birkaç günü böyle atlatmıştı.
..çünkü, onun beklediği başka baharlar vardı...
Ama; bir gün, sahiplerinin kendisine öfkeyle bağırmaları ve kendisini bu ilişkiden koruma çabalarını kapris olarak algılayarak üzerine yürümeleri onu yaralamıştı.
Panik içindeydi. Direnci kırılmıştı. Kaçmak istiyordu.
Sevmeyi bilmeyen yüreklerden kaçmak ve sokak sokak tüm dünyayı solumak istiyordu.
Ve o gün, erkek köpeğin kendisini kıstırarak adeta tecavüz edişini tevekkül ile karşılamıştı.
Birkaç günü daha böyle geçirdiler. Mutluydu evin çocuğu ve ötekiler.
Ve ertesi gün, doğacak yavrulardan bir tanesinin sözü ile baba köpeği sahiplerine geri verdiler.
Sahte gülüşler yansıdı karanlığın aynalaştırdığı camlardan.
Yitirdiği mahzun duygulara yağdı, taş duvarların sökülmeyen bütün kirleri.
..oysa; o yalnızca kendisine el uzatmak istemişti...
Artık bir anne adayıydı. Kapatıldığı arka odadan alınmıştı.
..ve yine eskisi gibi, kucaklardaydı...
Ama, kan yağıyordu sokaklara ve içinde ölen bir çocuk vardı.
O’mu, yoksa hayatın kendisi miydi yabancılaştıran onu yaşamın içindeki esintilere.
..artık anlam veremiyordu hiçbir şeye...
♥
Aradan geçen birkaç ay sonunda, sancıları başlamış, doğumun zamanı yaklaşmıştı.
El bebek gül bebekti.
Ve, bir hafta sonra beklenen gün gelmiş çatmıştı. Doğum başlamıştı.
Ama, yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Yavrular çıkamıyordu.
Ikınmaları ve acıyla haykırışları bir işe yaramıyordu.
Acıya bandığı yüzü kasılıyor, soluğu giderek yavaşlıyordu.
Kan içindeydi...
Evde bir telaşlı koşuşturmaca başlamıştı. Aceleyle bir doktora gidildi.
Düğüm düğüm çığlığına sanki bir hançer saplanmıştı.
Doğacak çocuklar, baba köpeğin kendisinden daha iri olması yüzünden olmaları gerekenden daha büyüklerdi. Ve normal yoldan doğmaları neredeyse imkânsızdı.
Gücü tükenmişti. Baygındı...
Sezaryenle doğum için hemen ameliyata alındı. Üç yavrusu olacaktı.
Yaşamalıydı...
Kuraklaştırılmış karanfil tarlalarına, göklerin kan kırmızı şafağına, pencerelere konan kuşlara sözü vardı.
..Yaşayacaktı...
Ama, yavrulardan ikisi ölmüştü. Üçüncü yavruyu hemen aldılar.
Sahipleri; bir yavruyu yeterli bularak, hazır karnı açılmışken ve daha baygın iken onun kısırlaştırılmasını da istediler.
Gün iki zaman içinde kanıyordu. Masada, bir bebek gibi yatıyordu...
Kısırlaştırılmıştı.
Karnındaki on santimlik kesiği bir çırpıda diktiler.
Ve; uyanır uyanmaz, yatırıldığı kendi çıkmazından acılarıyla beraber taburcu ettiler...
Karnındaki ameliyat yarası hızla kapanıyor, bebeği de büyüyordu.
Evin çocuğu ve ötekiler yeni oyuncaklarını kucaklarından indirmiyorlardı.
Bütün ilgi yavrunun üzerindeydi.
Çocuğunu her emzirişinde, dikiş yerleri büyük acılarla ciğerini yakıyordu.
Meme başları da tahriş olmuştu.
Kurumaya yüz tutmuş bir fidan gibiydi. Yaşama dönsün diye yanına bir arda dikilen ve bu ardaya iplerle sabitlenen bir fidan...
Ve üç – dört ay daha geçti aradan.
Yavrusu iyice büyümüştü.
Bu eve geldiği ilk günü hatırladı.
Yavrusuna gösterilen ilginin aynını yaşamıştı o zamanlar.
İçi burkuldu bir an. Ama, çocuğuna gösterilen ilgi ve onun yaşadığı güzel zamanlar ve mutluluklar başında çöreklenen hüzün bulutlarını dağıtıyordu.
..Zaten, başka bir şey de beklemiyordu...
Bu kırılgan yürekle bile ısınmayı öğretmişti ona hayat;
..ve artık varlığı unutulmuştu...
♥
Aradan birkaç ay geçmişti ki, karın bölgesi büyük acılarla yanmaya başladı.
Bir süre sonra da, tuvaletini rahat yapamaz olmuştu.
Bağırsaklarında, bütün vücudunu saran bir yangın vardı sanki.
Adeta, çelik damlıyordu içine kan rengi ışıltısıyla. Çok acı çekiyordu...
Acılardan arındırarak, baştan yaşamak için herşeyi zamanı geriye çevirmek istiyordu.
Bastırmaya çalıştığı acıları yüzünden iki büklümdü. Sanki, sokaklarda yaşayan korkuyla kuyruğunu ve belini bacaklarının arasına doğru bükerek dolaşan hemcinsleri gibiydi.
Ve bu durum, belinden aşağısını ve kemik yapısını deforme etmişti.
Artık, doğru dürüst yürüyemez olmuştu...
Büyük bir ihtimalle, ameliyat yeri içerden enfekte olmuş ve enfeksiyon zaman içinde bütün vücuduna yayılmıştı. Ağrıları buradan kaynaklanıyordu.
Yüksek enfeksiyon sonucu, anal bölgede yanmalar başlamış ve artık tuvaletini de yapamaz olmuştu. Yapsa bile çok az ve kanlıydı.
Ve onun bu durumu, sahiplerince farklı bir şekilde değerlendiriliyordu.
Bir gün konuşurlarken duymuştu:
“-Her tarafı pisletiyor bu hayvan. Bunu ya bahçeli evi olan birine verelim, ya da salalım gitsin” diyordu evin hanımı.
Bir sızının yağmuru düştü büyüyen çığlıklarla. Ve içine kızgın bir şeylerin aktığını hissetti.
Gözlerine yavrusu ilişti. Farkında olmadan hiçbir şeyin, evin çocuğuyla oynuyorlardı.
..Bir gülüş ışıldadı gözlerinde...
Dönüşsüz bir vedanın kıyısında, hatıralarına yasladı yorgun bedenini.
Anlamıştı ki; artık bu ev olmadan, bu insanlar, bu yiyecekler, yataklar ve çocuğu olmadan yaşayacaktı serüvenini...
♥
İliklerine kadar işleyen bir soğuk havaydı. Kasım ayıydı.
Ve yıldızlar, her zaman olduklarından daha uzak görünüyorlardı.
Dün gülen gözleri, bugün yarım kalmış öykülerin sızısıyla bakıyordu.
Renksizliğinde kaybolmamak için aynaların, bıçak sırtı yollardan taşıyordu hayatını.
Üç aydır sokaktaydı. Çok hastaydı...
Açlıktan ve bakımsızlıktan beyaz tüyleri yer yer dökülmüştü.
Bir sigara uzunluğunda ve kalınlığında olan kuyruğunda ise uç tarafı hariç, adeta hiç tüy kalmamıştı.
Enfeksiyonla yayılan hastalığı bütün vücudunu kaplamıştı.
Ve; artık ciğerleri de tükenmekteydi. Rahat nefes alamıyordu.
Sanki oksijensiz bir odadaydı. Çok öksürüyordu.
Şehrin damarlarında, yitirdiklerinin ıssızlığını ve yediveren türkülerinin kokularını karıştırarak yürüyordu.
..Sokaklar, yarım kalan şeylerin hüznüyle doluydu...
Aslında atıldığı evi bulabilirdi. Birkaç kez geri dönmeyi düşünmüştü, ama yapamamıştı.
Çocuğu o evdeydi ve mutluydu. Sıcak bir yatağı ve tabağında mamaları vardı.
Varsın açlığın, yokluğun ve ürkülerin sağanağıyla yansın günler, varsın bir doğum sancısıyla açsın gelincik ve en duyarlı yerlerinde yanan ateşlere kan yağdırsın gökler.
Biliyordu ki, çocuğu şimdi sıcacık kollarda yatmaktaydı.
..Gözleri ışıldadı...
Amaçsız adımlarla sokakları, caddeleri dolaşıyor, gündüz saatlerinde ise otobüs duraklarına sığınıyordu.
Çünkü; hala tüm sesleri hep dost tınılar olarak duyuyordu.
Belki bu kalabalık insan güruhu içinde kendisini farkeden, acıyan biri çıkar diyordu.
Başının okşanmasını, biraz yiyecek verilmesini ve hatta kendini güvende hissedebileceği bir yerlere götürülmesini düşlüyordu.
Ama, böyle değildi hiçbir şey. Hep kovalanıyor, hep tekmeleniyordu.
Hayat, tüm sahiciliğiyle yakıyordu hayallerini...
Bütün sevgi çiçeklerinin gülen yüzüyle kalabalıklaştırdığı yüreği, şimdi isimsiz bir zemheriyi üşüyordu...
Bazen; küçük çocukların, onu alıp birkaç gün apartmanların bodrumunda sakladıkları ve yiyecek verdikleri olmuştu.
Ama, her defasında annelerinin “-Bırak o pis şeyi, çabuk eve gel! ..” gibi azarları sonunda yine yalnızlığına geri dönüyordu.
Bunca sevgisizliğin bir arada yaşandığı ve yaşanan bütün bu talanın sıradanlaştığı bir dünyada, biliyordu ki anlatamayacaktı kimseye yaşadığı hüzünlü serüveni.
Ve anlatamayacaktı, üstünde durduğu sevgi köprüsünü...
Dikenlerinin kuşattığı bir gül goncası gibiydi. Belki de, bütün suç acılarının görülmesini engelleyen güzelliğindeydi...
♥
Ağustos’un sonlarıydı. Geceydi. Karnı çok açtı. Kedilerin nafaka aradıkları çöp poşetlerinden birini bulmalıydı. Ve bir şeyler bulup yemeliydi.
Bir patikada yitirdiği adımlarıyla dolaşmaya başladı sokakları.
Korkutuyordu onu karanlıklar; ve acıları, açlığı...
Dalgın dalgın, baktığı yeri göremeyen bakışlarla birkaç sokağı daha geçti.
Ve birden, duyamadan gecenin yırtılan sesini, parlak bir ışık çarptı gözlerine.
Kulaklarını sağır eden gürültüyle tonlarca ağırlıkta bir demir kütlesi vurdu çelimsiz bedenine.
Demirin soğukluğuyla ağacın koruyuculuğu arasında bir yere acıyla savrulmuştu.
Hızla geçen bir araba onu altına almış ve sol bacağını kasığına yakın bir yerden
kırmıştı. Şoktaydı. Acı duymuyordu.
Üzerinden hızla geçen aracın arkasından baktı. Gözlerinin bebeğine ve bacağının acıyan yerine, ölümün bam telinden aktı kırmızı renkli lambaları.
Bir sigara boyunda ve kalınlığındaki o zayıf bacağını kullanamıyordu artık.
Ve; bir yenisi daha eklenmişti biriktirdiği acılarına...
Hangi günahın bedeliydi ki bu, hangi suçun cezası?
Bir zamanlar yaşadığı evde de cezalandırıldığı olurdu.
..gözleri sahibini aradı...
Üç yıla sığan kısacık yaşamı geçti bir an gözlerinin önünden.
Ve bir türlü eskitemediği acılarını düşündü...
Daha iki aylık iken, ruhuna karşı güçlenen düşmanlardı kapısını çalan.
..Ve anasının sarıldığı memesinden ayıran...
Şimdi; başlangıcın rengi beyaza belenip yeniden, geriye çevrilebilir miydi zaman?
Tecavüze uğramıştı bembeyaz gelinliğiyle. Sezaryen ile doğurmuş, çocuklarını da yitirmişti. Kısırlaştırılmıştı. Ve bütün bu yaşananlar ve ameliyatlar sonucu hastalanmıştı.
Artık, ona kalan sevmeler hatırlanmaz olmuştu.
Ve hüzünlerini ve hatıralarını saklıyordu bir volkanın gözlerinden fışkıran fesleğen rengi ırmaklarda.
Yoktu artık sevinçlerinin damağında kalan tadı.
Ne çok sevinç gözyaşlarına banmıştı yaralarının izini ve asmıştı tan yerlerine,
kanayan bir gün batımında üşüyen sesini...
Dünyayı yaşanır kılan her şeyi yitirdiği gibi, sağlığını da kaybetmişti.
Anal bölge yangısı, belki de fıtık gibi hastalıkları vardı. Tuvaletini de yapamıyordu.
Yapmaya çalışsa bile, sanki vücudundan et koparılırcasına acı çekiyor,
feryatlar ediyordu.
Ciğerleri de kötülemişti. Nefes alamıyordu ve bir kuru öksürük hasta ciğerlerine musallat olmuştu.
Bunca açlık ve yokluk onu zayıf düşürmüştü. Çıplak gözle bakıldığında bile bütün kemikleri görülebiliyordu.
Ve kemiklerini örten derisinin üzerindeki kar beyazı tüyleri de yer yer dökülmüştü.
Enfeksiyon yüzünden ağzı sürekli kuru kalıyor ve gözlerini ise çapaklar sarıyordu.
Gözünün çevresinde kuruyup kalan çapaklar, gözlerinin de enfekte olmasına sebep oluyordu. İyi göremiyordu.
Gözlerinde, kendisini ele veren bir şey vardı yalnızca;
..yüreğindeki “sessiz-sedasız” ölme korkusu...
Yatırdı düşlerini beyazın kucağına. Şimdi gözlerinde biriken bütün renkler ve
suskunluğunda biriken anlamlar artık hüznün rengi esmerdi...
Eğilip bacağına baktı. Kırılan yeri diliyle yalamaya çalıştı.
Belini oynatması acısını biraz daha fazlalaştırmıştı. Canı yanıyordu...
Gözüne, karnındaki ameliyat yeri takıldı. Ucundan siyah bir ameliyat dikiş ipliğinin sarktığı, on santimlik izdi.
Doğumdan kalan bu ize burnuyla dokundu. Her taraf yavrusu koktu...
Şimdi onun sırtı pekti, karnı toktu. Ve belki de, şu anda sıcak bir yatakta uyuyordu.
Gözlerine, bir gülüşün ışığı doldu. Bu; gülmenin ona en çok yakıştığı andı...
Zorlanarak kalktı. Bacağını sürüyerek, koyuldu yola;
.. karnı hala açtı...
Sokak lambalarının ölgün ışığı yağdı, adımlarını takip eden minik kan damlalarının izine.
Ertesi günün sabahında, koyulaşarak asfaltın kara rengine gizlenen ve kimsenin
farkına bile varamadan geçip gideceği kan izlerine...
Günler yorgun haftalara taşıdı zamanı. Haftalar, dilsiz akşamlarla birikti aylar içinde.
Ve; kırkı çıkmış kırılgan hayat ve kırılan bacağı ve kırılan minik yüreği kaynadı,
yakın bir yerden eski yerine...
Artık, sekerek de olsa yürüyebiliyordu.
Ama, bu soğuk havalar yok mu? İşte, bu havalarda bacağı ciğerlerine kadar ağrıyordu.
Hayat neden bu kadar acımasızdı ki? Ve bu acımasızlık böyle sürecek miydi?
Bu muydu ait olduğu dünya?
Peki; neydi o zaman bu yabancılık, bir türlü anlayamadığı bu keşmekeş,
bu curcuna; neydi?
Sonu hep soru işareti ile biten düşüncelerin parantezindeydi sokaklar.
Ve; farketmeden çaresizliğini, yanından geçip giden tüm yolcular.
Tadını bilemeden kaç çeşit yiyeceğin ve tanışamadan sıcaklığıyla kaç dokunuşun ölüme kıyılanmış topraklarda baş veriyordu goncası.
..oysa, hayat başkaları için ne kadar basitti...
Gözlerindeki ışığa yabancılaşan kamaşmayı özlüyordu inatla.
Bir çığlık ardıllandı, karanlığın vücuda büründüğü cam kırığı iki zamana.
Issızlığa büründü evlerin kapıları ve bir ölüm sessizliğindeydi her taraf.
..belki de duymak istemeyenler için öyleydi yalnızca...
Artık yoktu yemeğinin öğünü. Ve uykusuna yumuşak yerler yoktu.
Ve sadıktı rahat bırakmayan geçmiş; ve büyüyen bir yalnızlık aksatmasız randevusuna.
..ve bir kelebek uçtu gitti yanından...
Bu kadar alçaktan uçtukları zaman yağmur yağardı.
..üşüyordu...
Gözlerini terketmeyen ürkek çocuksu bakışlarıyla ve sanki bir yere yetişmenin
Telaşlı aceleciliği ile yürüdü yalnızlığının içine.
Ardında bıraktığı yolların kendisini nereye götürdüğünü bilmiyordu.
Mutluluğu düşlüyordu, mutlu olamayacağını bile bile...
♥
Apartmanların arasında, terk edilmiş bir binanın yıkıntıları arasındaydı.
Sığındığı bu binanın enkazını; çevreden atılan eski eşyalar, inşaat molozları,
çöp torbaları ve bunların arasından gökyüzüne el vermeye çalışan ayrık otları,
yabani çalılar adeta saklıyordu. Burada kendisini güvende hissediyordu.
Yitik bir oyuncak gibiydi...
Artık taşımakta zorlandığı küçük ve hasta vücudunu emanet ettiği bu viranede saklıyordu. Ve; içinde hala mucizelere inanan bir yer vardı.
Hayatın en kırılgan yerinde, bir gün mutlaka güneşi tutacaktı.
..ama; bu, kendini yalnız hissetmesi yok mu?
Ve umudunun üzerine yağan bu yağmurlar ve giderek onu üşüten bu yalnızlığının
avazı yok mu?
..bu yağmur, bu soğuk;
ve baştankaraları ürküten kıvılcımların dansı yok mu?
..ıslanmaya başlamıştı...
Oysa, ne çok hayat akıp gidiyordu. Ve yanıyordu gönül kıyıları.
Ve parçalanmış anın soğuması, ısınmasından daha çok zaman alıyordu...
Hastalıklarının ve açlığının onu bu yarı açık mekana mahkum ettiği günlerden birini daha tüketmişti.
Tükenen zamanın, kendisini de tükettiğini hissediyordu.
Son bir güçle kalktı. Susamıştı.
Yıkıntılar içinde gölcüklenen bir su birikintisinin başına gitti. Birkaç damla su içti.
Ay ışığının aynalaştırdığı birikintide yeniden kendi gülüşü karşıladı onu.
Bütün ürküleri saran bir gülüş saklanmıştı beyaz tüylerin arasında.
Ve, yaşadığı bu acıları var olmakla karşılaştırıyordu.
Üzerini kirli bir bez parçasının örttüğü, küçük taş parçalarının kümbetini yatak gibi kullanıyordu. Usulca, yatacağı bu yere doğru gitti. Yorgundu.
..uyumak istiyordu...
Bir zamanlar yaşadığı ve daha sonra sokağa atıldığı evi hatırladı.
Başını koyup, güven içinde uyuduğu sıcacık kucakları.
İyi anıların ve kötü zamanların bir arada yaşandığı kabuslar kuşatıyordu uykularını. Ve bir türlü, girdiği kabuslardan çıkamıyordu.
Koskoca bir karanlık vardı şimdi onu bekleyen.
..ürperdi..
Umutların tükendiği yerler vardı yaşamda.
Ve hiçbir güneşin diriltemeyeceği acının çiçekleri...
..ve biliyordu ki, hayat asla cömert değildi.
..oysa; birçok şey, o kadar az şeye bağlıydı ki...
♥
Uykusunun en derin yerindeyken sesler çarptı kulağına.
Barındığı yerin yakınında birileri vardı. Korkuyla çarptı yüreği.
Kaçmakla saklanmak arasında gitti geldi düşünceleri.
Ama, vücudunu ezen bir yorgunluk ve yüreğinde biriken sonbahar yaprakları karşı koyamadığı bir ağırlıkla çöktü zayıf bacaklarına.
Bekledi, kulaklarını sağır eden yürek çarpıntısıyla.
Sesler daha da yakınlaşmıştı.
Ama, kendisini rahatlatan bir şey vardı. Biliyordu ki; artık karanlıkta farkedilebilecek bir ışığı yoktu.
Birden onları gördü. Bir kadın ve bir sakallı adamdı bu.
Birbirleriyle konuşarak etraflarına bakıyorlar, sanki bir şey arıyorlardı.
Korku, ölüm ve heyecanın kıyısından, yaşamın topraklarına doğru gidip geliyordu küçük yüreği.
Bu gidiş nerede bitecekti?
Son tren sesinde aradı sorularının cevabını.
Bu gidiş, ölüme kadar sürebilecek bir gidişti ve korkularının üzerine çöreklendiği bu yerde kalmaktan iyiydi.
Ölüm okyanusların ötesinde bir yerdeydi. Ve bir ayağı, küçük bir toprak parçasındaydı yalnızca.
Kararını verdi. Uyacaktı, ölümün tüylerine rengini veren davetine.
..su kokuyordu toprak...
Ve kalkarak yerinden, yürüdü gelenlerin ayak sesine.
-“İşte burada” diye bağırdı kadın. Sakallı adam parçalayarak içinden geçti karanlığın.
-“Hemen alalım” dedi kadın telaşla. Ve adam eğilerek kucakladı titreyen minik bedeni.
Bir kemanın hüzünlü sesinin tanıklığında, göz göze geldiler yıldızların geceyi bezeyen şavkında. (13.Kasım.2001.Salı)
Gözlerindeki çekingenliğin, yüzünü kuşatan baştan çıkarıcı masumiyeti ile baktı adama önce.
Sabırlı bir koza içinde sakladığı sevgi çiçekleri birer birer açtı, büyük acıların sığdığı minik yüreğinde.
..ve sıcak bir dokunuş değdi, mahcubiyetini duvak gibi örten bembeyaz perçemine.
Yaşamın bestesini selamladı bir küçük dilin sıcacık ıslaklığı.
Ve erteledi, kurduğu hayallerden yana öksüzlüğünün acısını.
Bedenini siper edercesine ayaza, sımsıkı sarıldı ona adam.
Belki de hiç öpülmemiş başına bir buse kondurdu.
Zorlukların hükmedemediği bir sevgiyi taşıdığı yüreğiyle baktı adamın gözlerine.
Yaban kentlerin duygu ikliminde açtı gecesefası;
..biliyordu ki, hiçbir insan bu kadar güzel bakamazdı...
Viranenin yıkıntıları aşıldı birer birer. Büyük bir binanın içinden hızla geçildi.
Ve bir dairenin önüne geldiler.
Herkes gibi, onun için de büyülü olan şey yeni olandı. Bilinmeyendi...
Sabrı, yön gösteriyordu ümidine. Telaşla bulundu anahtarlar. Ardına kadar açıldı kapı ve bir evin sıcaklığı çarptı yüzüne.
Şaşkındı. Ve düşüncelerinin yolculuğuna devam ediyordu, attığı her adımda bir boşluk korkusuyla...
Vücudunu okşayan eller, başına konan öpüşlerle yedi yemeğini. Mutluydu...
-“Bir işaret yolla, içimdeki acıları dindir” diye, az mı dua etmişti.
Ve her gününe yepyeni umutlarla başlayıp, hüzünle bitirmişti...
Sonra, yıkandı iyice. Gözkapaklarını kuşatan kuru çapak, tüylerini ve vücudunu kaplayan kirler, takılarak sabun köpüklerinin ardına akıp gitmişti.
Hatırlaması gereken şeyler gibi, unutması gereken şeyler de olabilirdi.
Sabun köpüklerine takıldı gözleri.
Ne çok yükü almış gitmişti sırtından, ne çok yükü;
..oysa, yaşam ne kadar basitti...
Yemeğini yemiş, suyunu içmiş, yıkanmış, parfümlenmişti.
Sıra, evin diğer sakinleriyle tanışma faslındaydı. Sakallı adam ile aynı evi paylaşan ve kendinden biraz daha büyük bir siyah terrier ile iki kedi daha vardı.
-“Bu senin deden, adı Puda. Bu kedi kardeşler ise Kezo ve Sarı Gelin” dedi sakallı
adam. Onlardan korkmuştu...
Ama; yeni tanıştırıldığı bu dostlar, kendisine sevecenlikle yaklaşmış, onu koklayarak tanıma çabaları göstermeye başlamışlardı.
Ama, bir kıvılcım acıttı içini. Onun, yalnızca kendinde saklı ve artık bir daha kimselerden duyamayacağı bir adı vardı.
El değmemiş hayalleri ile yitirmişti ismini. Kimliksizdi...
Sanki sesi işitilmişti.
-“Sana bir isim bulalım mı? ” diye sordu sakallı adam.
Değişik değişik isimler sayıyor, sonra da vazgeçiyordu.
Sigaranın birini yakıyor, diğerini söndürüyordu. Merakla onu izliyordu.
Yüzü, bin dokuz yüz otuz’lu yılların eski, siyah-beyaz fotoğraflarındaki gülüşlerinden hüzün akan kadınların yüzü gibiydi.
Babasının bir teyzesi vardı. Adı Behiye idi.
Uzun yıllar Fransa’da kalmış, oraların kültürünü benimsemiş ve İstanbul’a döndükten sonra da aynı yaşam tarzını gerek konuşma üslubuyla, gerek giyimi-kuşamıyla devam ettirmişti. Onun da dalgalı, omuzlarının üzerinde bir kısalıkta kesilmiş saçları vardı. Özellikle saçları yüzünden ona benziyordu.
-“Sana Behiye diyelim mi? ” dedi. Ama, koyduğu bu ismi kendisi bile beğenmemişti.
Bu durum böyle sürüp gitti.
Aslında ismin ne önemi vardı. Birşeyler eksilirken içimizden isimler bu kadar önemli miydi? Sokakları düşündü;
..diğer isimsizleri...
Onlar ki, sevgiliye haber götürenlerdi. Onlar yeryüzünün sevgi çiçekleriydi.
Onlar, sokaklarına ayak izlerini bıraktıkları kentlerin göç ve sevda türküleriydi.
Onlar ki, hayatı incitmeyenlerdi. Hepsi isimsizdi, adressizdi...
Sığındıkları viranelerin, yıkıntıların, saçakaltlarının aynı gökkuşağında buluşmaya
sözleşen külkedileriydiler.
Ve hepsi de geldikleri gibi sessiz sedasız gitmişlerdi yaşamın içinden.
Ve utandı yüreği birden, uykulardan, doymalardan, gülüşlerden.
İşte, hayat böyle birşeydi. Onlar, yalnızca kendilerine sunulanı yaşamakla yetinmekteydi.
-“Buldum” dedi sakallı adam. “ZANA” olsun bundan böyle adın.
Oysa o; biraz önce başına konan öpücük ile hayata dönen, bembeyaz gelinlikler içindeki “Pamuk Prenses” ti...
Artık uyuma vakti gelmişti. Yataklar yapıldı. Işıklar söndü.
Girdiği yün yorganın içinde, sakallı adamla paylaştı yattıkları kanepeyi.
Koltuğunun altına soktu minik vücudunu, başını omuzuna dayadı. Sıcacıktı...
Bütün aile bu kanepeye sığmıştı. Herkes vücuduna göre bir yer bulmuştu.
Başında ve vücudunda dolaşan ellerin kendisini mutlu eden dokunuşlarına ve
minik bir siyah zeytin büyüklüğündeki burnuna konan öpücüklere küçük bir dil dokunuşuyla teşekkür etti.
-“Biliyor musun Zana, gözleri benim gözlerim gibi bakan diğer kardeşlerinden biriyim ben” dedi sakallı adam.
-“Yani; senin anlayacağın ben de bir sokak köpeğiyim, belki de daha önceki yaşamımda öyleydim kimbilir? ”
Sesindeki dost tınılar, ıslak öpüşlerle cevap buluyordu.
İnsanın uykusunu kaçıracak kadar çok öpücüklüydü. Yüzünü kaçırdı.
Ve ardından ilk komut geldi.
-“Yeter! Yat, uyu artık zilli...”
Bu serzeniş, hiç olmadığı kadar mutlu etmişti onu. Vücudunu yün yorganın ve sığındığı kolların sıcağına bırakarak ve ağzını şapırdatarak uyudu.
Rüyalar görüyordu. Vücudu gördüğü rüyalar nedeniyle titriyor, kasılıyordu.
Zaten, ısınmak için bir sıcak nefes yeterdi.
İlk kez karanlığa karşı koyan sesleri aramıyordu.
Sakallı adam, üstünde yatanları uyandırmamak için, sol eliyle yavaşça sigara paketine uzandı. Bir sigara yaktı.
Kucağında mışıl mışıl uyuyan bu yeni dostu seyretmeye başladı.
İnsanlar, asıl zenginliğin karşılıksız ve gerçek sevgi olduğunu söyleyip dururlardı hep. Doğruydu.
..ve; aslında o, yıkıntılar arasında gizlenen kayıp hazineyi bulmuştu...
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandı herkes. Zaten küçücük bir kıpırdanma onları uyandırmaya yetiyordu.
Havlamalar, mırıltılar, miyavlamalar, bacağa sürtünerek yürümeler ve şımararak
yatak-yorgan becermeler sardı evin bütün köşelerini.
Önce mamaları ve suları konuldu tabaklara. Ve sonra sunuldu kahvaltı, sabırsızlıkla bekleyen büyük iştahlara.
Balkona konan serçelere, güvercinlere ekmek ıslatıldı, sokaktaki kedilerin-köpeklerin öğünleri hazırlandı ve sonlandı kan ter içinde bu aşina koşuşturmaca.
Zana’da ortaktı bu bahçenin güneşle oynaşan çiçeklerine.
Ama hastaydı Zana. Tuvaletini yaparken zorlanıyor, sanki etinden et koparılıyormuş gibi bağırıyordu. Çok acı çektiği belliydi.
Telaşlandı adam. Ne yapacağını bilemez halde danışabileceği dostlarını ve veterineri aradı.
-“Sebze ağırlıklı yiyecekler yedir” dediler. “Et kabız yapar.Durumu daha da güçleşebilir. Yedireceksen, çok az tavuk eti ver” dediler.
Pazara gidildi bir koşu, sebzeler alındı. Kaynadı tencere ve yemekler yapıldı.
Ama, aynıydı herşey. Zana’nın durumunda bir düzelme olmuyordu.
Bağırsaklarının çalışması için sulandırılmış ballı süt, dışkının rahatlıkla atılabilmesi için zeytinyağı ve son çare lavman gibi uygulamalar da bir işe yaramıyordu. Doktora gidilmesi şarttı.
Ama zayıf vücudu, tedavisi boyunca verilecek ilaçları, yapılacak iğneleri kaldırabilecek kadar güçlü olmayabilirdi.
Vücudunu güçlendirebilmek ve biraz da kilo almasını sağlayabilmek için bir süre özel beslenme uygulanması gerekiyordu.
Kemiklerinin güçlenmesi için tavsiye edilen Kalsidin kullanıldı. Vanilya kokusunda tatlı bir ilaçtı. Zana’nın ilaç içmeyi sevmemesi nedeniyle Kalsidin’i bal, süt ve zeytinyağı ile yaptığı karışımda eritiyor ve sonra da kaşıkla içirmeye çalışıyordu.
Zorla içirilmeye çalışılan bu karışımı içmemek için başını çeviriyor, nazlanıyordu Zana.
Ağzındaki ilaçlı karışımın birazını yutuyor, kalanını dışarı akıtıyordu. Ve tüylerine yapışan bu karışım sebebiyle adeta vanilyalı pasta gibi kokuyordu.
Vitaminler, ilaçlar ve düzenli beslenmesi yaklaşık on beş gün sonra az da olsa sonuç vermişti. Birazcık etlenmiş, ağırlaşmıştı. Bu çok iyi bir gelişmeydi.
Biraz daha toparlandıktan sonra, tedavisi için veterinere gideceklerdi.
♥
Ve randevu alındı veterinerden. Bir taksi çağırıldı. Daha önce hiç taksiye binmemişti. Şaşkın ve ürkek çevresine bakındı. İçi bir hoş olmuştu. Tedirgindi.
Sakallı adamın kucağına sığındı.
Sanki düşmandı zaman. Tutulmuyordu. Ve akıp giden zaman onu da bir meçhule götürüyordu.
Yol boyunca evler yağdı içine yağmurlarla. Caddeler, sokaklar ve taş duvarlar.
Ve yağmurlar içinde yanmaya devam ediyordu...
Dar bir yokuş sokakta durdu araba. Gelmişlerdi.
Bir sürgüne yolculandı, gözlerindeki yediveren bakışı.
Kaç yağmura tanıklık eden, kaç gecenin gölgesiz heyulasına direnen küçük kalbi sıkışmıştı...
Nasıl anlatmalıydı ki; korkuyordu...
Önce, bir jiletle tıraş edilerek kan alındı incecik boynundan.
Sonra röntgen için bir masaya yatırıldı.
-“Sonuçlar için yarını beklememiz gerek. Ayrıca antibiyotik tedavisine de hemen başlayalım. Çünkü enfeksiyon bütün vücuduna yayılmış. Geç kalmayalım.
Hasta en az bir hafta burada, bizim gözetimimizde kalsın” dedi veteriner. (21.Kasım.2001.Çarşamba)
“Tamam” dedi sakallı adam. Kabul etmişti.
-“Aman ona çok iyi bakın, ne gerekiyorsa yapın” diyerek yanına geldi.
Bir buse kondurdu dağılan saçına. Ve gitti...
..kendisini yapayalnız hissetti...
Tanıştığı bu yeni acı, bir başka yakıyordu şimdi yüzlerce kez kırılan camdan yüreğini...
Ve hayallerini üzmeye koşulanıyordu saklı acıların zamanı.
O günü yemek yemeden geçirdi. Katık yapmıştı açlığına giderilmemiş hasretleri.
Kapalı, küçük bir odadaydı. Damarlarında dolaşan, acının ciğerlerine saldıran kimyasalı ve şırıngalar ve antibiyotiklerdi.
Akşamın kuytusuna gizlediği umudunu uykusuz bir sabırsızlıkla taşıdı sabaha.
Gözleri kapıda bekledi...
Ve sabır kesildi, bir demir kapının paslı kilidi ardında...
O gün, oraya gelen herkesin yüzüne astı bakışlarını. Dış kapının her açılışında
kalktı yerinden içinin gülen yüzüyle...
..ama, o gün sakallı adam gelmemişti...
..kendini eksik hissetti...
Gündüzün ışığında saklanan herşey, geceye taşıdı hüznün esmer rengini.
O gün; bütün çiçekler üzgündü aslında ve yarasının üstüne açılan bir yara daha kanıyordu. Ve çok uzaklarda bir yerde sürgün, toprağa düşüyordu...
♥
İkinci günü de tüketti aynı çatı altındaki yabancılıklarla. (22.Kasım.2001.Perşembe)
Sesler gölgelere bıraktı yerini. Mermerlerin soğukluğuyla yağdı gece.
Ve yaşamı anlamsız kılan bir zamanın içindeydi.
Özlemlerini diri tutan yalnızlığını düşündü kapatıldığı odanın loş karanlığında.
Oysa, gözlerinde yalnızlık kalıncaya kadar vermişti herkese sevgisini...
..artık kurtulmak istiyordu...
Farklı anlamlarla yüklü bir sabah doğdu, sakallı adamın “Hiçbir insan bu kadar güzel ve anlamlı bakamaz” dediği gözlerinin bebeğine.
Yine yabancı eller dolaştı narin vücudunda. İğneler, ilaçlar, serumlar yolculandı bir kasım limanından içinin denizlerine. Yorgundu...
..dışarda, kucaklamak istediği bir yağmur yağıyordu...
Odasına götürdüler ilaçların kuşattığı zayıf vücudunu.
Uykunun, derinlerdeki sessizliğiyle buluşmak istiyordu.
Önüne konan yiyeceğe bakmadı bile.
Bir kumral sonbaharın peronundan, içinin son trenleri de gidiyordu...
♥
Aniden bir ses duydu, uykularını harmanlayan:
-“Onu götürmeye geldim” diyordu. Sakallı adamın sesiydi bu.
Kapatıldığı kafesin kapısına doğru atıldı. Yüreği yerinden fırlayacakmış gibiydi.
(23.Kasım.2001.Cuma)
Odanın kapısı açıldı önce, sonra kafesin. Gelen, hastalarla ilgilenen adamdı. Göçmendi. Ve iki iri el kavradı bedenini. Ellerin arasında kayboldu küçük vücudu.Odadan çıktıklarında onu gördü. Doktorla konuşuyor, birbirlerine hararetle birşeyler anlatıyorlardı.
Buradan kurtulacaktı. Yine o eve gidecek, sakallı adamın kollarında uyuyacaktı.
Kuyruğunu neşeyle salladı.
Bakıcı, yere indirdi sevinçten titreyen vücudunu.
Hele bitsin bu konuşma, sımsıkı sarılacaktı umutlarının elinden tutan limana.
..bekliyordu...
Sonra, beklemediği bir şey oldu. Sakallı adam kendisini orada öylece bırakıp,
Kapıya doğru yürüdü. Gidiyordu...
Ne yapacağını bilemez haldeydi. Şaşkındı.
O gidişi görmemek için yere yıktığı yüzünü sağ omuzuna doğru çevirmişti.
Kapı sol yandaydı.
Ve küçük vücudu bir kez daha yağmalanmıştı.
Sonra, durdu birden sakallı adam. Hızla geri döndü. Yanına geldi. Başı hala yerdeydi. Hüzünler içindeydi.
Önce; tüylerini okşadı, sonra bir tanıdık buseyi kondurdu başına.
“Geleceğim” dedi “Geleceğim”... Yani gidecekti.
Coşkuların doğurduğu umudu sönecekti sahip olduğu yüreğindeki.
Oysa; o, fidanların hiçbir zaman sönmeyeceğini sanmıştı.
Ve bundan sonra söylenen bütün kelimeler artık acıda doğuyordu.
Şimdi, bir yara daha açılmıştı yüreğinde;
..her yanından kanıyordu...
Küçücük bir vedayı, bir ayrılık kolyesi gibi takıp boynuna gitmişti sakallı adam.
Şimdi hangi çölü geçmeliydi, hangi dağı aşmalıydı?
İçinin duvarlarını zorlayan isyanını hangi ateşe atmalıydı. Hangi mum ışıtabilirdi
laciverde belenmiş geceleri? Hangi sahildi o kıyısında kumruların güneş ördüğü?
Hangi şiir anlatabilirdi şimdi, gözlerini kuşatan o “çaresiz köpek bakışlarını? ”
Odada, kafesin içindeydi.
Ve yokluklar ardındaki ağıdına, geçit vermiyordu hayal kırıklıkları.
Akşamın antibiyotiği yapılmıştı.
Artık ağır geliyordu; dostluğuna katılanların yüzleri, bir türlü unutmayı beceremedikleri.
Ve içinden geçen kuşların hasretlere kanat açtığı yolculuğu ve ilaçlar ve antibiyotikler;
..ağır geliyordu...
Her sabah, güneşle sevgisini doğuran minik yüreği yabancıydı artık bütün gecelere ve gündüzlere.
Artık, korkusu yoktu zamandan yana. Daha yürüyecek yolları, geçmediği duraklar vardı yorulmaz yolculuğunun kentlerinde.
Bir son söz buluşması ve son buse dokunuşu için de olsa yine gel dedi sakallı adamın hayaline.
..ve; bir melek müjdesi uçtu gökyüzüne...
Ki, yüreğinde taşıdığı o kocaman sevdaya rağmen yine bir başınaydı. Yapayalnızdı.
..işte, bir bunu anlayamadı...
♥
Kliniğin kapısının önünde bir sigara yaktı sakallı adam. Yağmur yağıyordu.
Hüzünlü bir vedanın takibindeydi.
Kapının kenarına saklanarak Zana’yı aradı gölgeli camların ardından.
Onu görememişti.
..Yağmur ve soğuk, içinde birşeyleri zorlamaya başlamıştı.
Onun; giderken ardından bükülen boynunu düşündü. O sahneyi bir anın içinde yakalamıştı.
Gidişine miydi o boyun büküş yoksa hayal kırıklığının yenilgisine mi?
Ve insanın şanssızının olduğu gibi, onların da şanssızı oluyordu.
Yağmur hızlanıyordu. Bir damla düştü dudağına. Diliyle dokundu yağmur taneciğine. Ağzına bal tadı ve yapışkanlığı geldi.
Zana’nın zorla içtiği ballı sütün yüzüne ve tüylerine sıçradığı zamanlardan kalmıştı.
Ve, biraz önce onun yüzünü öptüğünde dudaklarına yapışmıştı.
Bir kez daha dokundu dili dudaklarına.
..gülümsedi...
Ve, ilk kez tanrıya dua etti.
Eve girdiğinde, içinde anlatımsız bir sıkıntı vardı. Hava da neredeyse kararmak üzereydi.
Puda’nın, Sarı Gelin’in, Kezo’nun yemeklerini verdi. Serçelerin ve bahçedeki kedilerin yiyeceklerini hazırladı. Yorulmuştu.
Erkenden yattı. Ama, bir türlü beceremiyordu uyumayı.
Kollarındaki Zana boşluğu rahatsız ediyordu onu.
O ne yapıyordu şimdi, nasıldı, neler hissediyordu?
Tüylerine, gözlerinin bebeğinden artakalan yerlerine, düşlerine, umudu olan gecelere ve başlangıçlara rengini veren “beyaz” yağmalıyordu uykularını.
..neredeydi şimdi beyaz? ..
Bu kasvet, bu pişmanlık, bu hüzün neydi?
Gözlerinin utangaç bakışında ve ayçöreği beyazlığında yitirilen sevinci şimdi neredeydi?
Başına yorganı çekti. Uyku, en iyi ağrı kesiciydi. Gözlerini kapadı.
Kollarındaki Zana boğluğuna, bütün sıcaklığıyla doldu Puda... (24.Kasım.2001.Cumartesi)
♥
Kör kuyuların karanlığını doldurarak tükendi düşlerinin gücünü zorlayan gece.
Bitkin bir mahmurluğun yılgınlığı ile uyandı sabah.
Ve güneşin ateşine atarak zamanı, dayandı kapısına alıcı kuş kanadında bir öğle.
Uyanmıştı. Ama, canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Yataktan çıkmadı.
Gözleri boş bakışlarla odanın duvarlarını, tavanını dolaştı.
Ve telefonun çalan zili ile sıçradı. Acele ile kalktı yataktan.
Hastaneden arıyorlardı. (25.Kasım.2001.Pazar)
-“Hastayı kaybettik” diyordu doktor. “Geceyarısı ağırlaşmış, sabah da kaybettik”
Sanki bir şakaydı bu. Kelimeleri toparlayamadı.
-“Biz elimizden geleni yaptık. Ama vücudu çok zayıf ve dirençsiz olduğundan yüklediğimiz ilaçları kaldıramadı” diyordu doktor.
Anlamıştı ki, bir türlü inanmak istemediği bu gidiş gerçekti.
Demek; şimdi o da almıştı, gökyüzündeki diğer meleklerin arasındaki yerini.
..bu nasıl birşeydi? ..
Şimdi bunu kendisine nasıl anlatırdı, bunun altından nasıl kalkardı ki?
Kendisini suçlu hissetti. Kendisinden nefret etti. Doktordan nefret etti.
Herşeyden nefret etti...
Bir vicdan azabı sardı her yanını. Aslında, bu vicdan azabından da öte birşeydi.
İç acısıydı.
-“Ama nasıl olur, iyi görünüyordu, neşeliydi, iştahlıydı. Evde geziyor, dolaşıyor ve oynuyordu, nasıl ölebilir? ” gibi şeyler söyledi. Söylediklerinin farkında bile değildi.
Kafasının içi boşalmıştı sanki. Sanki hiçbir yerde değildi.
-“Ben vicdanen rahatım” dedi doktor. “..Siz de rahat olun. Üzülmeyin” dedi doktor.
-“Hepimiz onun iyi olabilmesi için, elimizden gelen herşeyi yaptık” dedi doktor.
-“İsterseniz gelip ölüsünü alın, isterseniz biz bir poşete sarıp gömdürelim” dedi doktor. Ve “..Pişmanlık yok! ..” dedi doktor.
Kapadı telefonu. Dizlerinin üstündeydi. Öylece, sessizliğin içinde kalakalmıştı.
Sanki, bütün şarkılar onaydı.
“sen küçüksün ölemezsin
kefen bile giyemezsin
kara toprak aldı seni
istesen de dönemezsin...”
Şimdi, hangi rüzgar anlatacaktı çıplak ayaklı prenses’in hüzünlü öyküsünü.
Hangi yağmur dokunacaktı duvarların dibine bıraktığı izlerine, hangi akşam beyaza verecekti yıldızlarını?
..sanki, bütün şarkılar onaydı...
“gitti canımın cananı
vay le canım
bıraktı beni yaralı”
O sıcacık öpüşlerin diyetini ödüyordu adeta. Baktığı herşey, her yer onu hatırlatıyordu.
Vicdanına çöreklenen bu azabı ve onu hatırlatan herşeyi unutmak için kalktı ayağa.
Kitaplıkta duran bütün kitapları indirdi yere. Plakları, kasetleri...
Bütün eşyaların yerini değiştirdi. Yattıkları çarşafı, mavi yorganı yıkadı.
Onu vanilyalı pasta gibi kokutan kullandığı ilaçları, bal kavanozunu, süt şişesini attı. Deliler gibiydi.
Ve ölülerin yasası; vicdana azap, avuçlara çaresizlik vermekti.
..sanki, bütün şarkılar onaydı...
“ Geç buldum, çabuk kaybettim”
♥
Sanki bin yıl yaşlanmıştı. Sanki, gözlerine bir kum ocağı boşalmıştı.
Apartmanın altındaki bakkala gitmek için dışarı çıktı.
Kapının önüne biriken bir güneş vurdu yüzüne önce. Sonra bıçkın bir hayat ve anlamını yitiren her şey...
Ne kadar deterjan, çamaşır suyu, sabun varsa aldı. Onun dokunduğu her şeyi yıkayacaktı. Gölgesinin izlerini, vanilya kokusunu, güçlükle yaptığı tuvaletinden gözden kaçanları silecekti hafızasının şehirlerinden.
-“Ya; koyverme kendini böyle, üzülme. Bak, geçen hafta Manisa’da üç aylık bir bebek öldü gitti. İnsanların böylesi trajedilerle öldüğü bir ülkede sen böyle şeyleri büyütürsen kanser olursun valla” diyordu bakkal.
“Bak, Manisa’da” diye devam ediyordu. Bir yandan siparişleri torbaya dolduruyordu. “..bebek...” diyordu. “..açlıktan...” diyordu. “..ölmüş...” diyordu.
Ödedi parayı. Arkasını döndü.
“o da Manisa’lıydı...” dedi. “..açlıktan öldü o da, onun açlığı yalnızca sevgiye idi...”
Bir fısıltının içinde kayboldu sözleri. Bakkal “Manisa’lı bebeği” anlatıyordu...
Demek, yaşam anlaşılma kavgasından başka bir şey değilmiş diye geçirdi içinden.
Herşeyi farklı paylaşmanın mevsimini çekti ciğerlerine. Ve sevgiyle ödüllendirilmiş on beş Zana’lı gününü düşündü.
Ve günlere inat bir zamanın içinden geçip, gecenin sonuna kadar temizlemeye çalıştı yerleri, duvarları ve Zana’nın sevginin resmini çizdiği bütün kuytuları.
Beynini boşaltmak için soyunduğu bütün işleri bitirmişti.
Ama; çıkmıyordu bir türlü aklından, onun bu farkedilmeyen gidişi.
Doğanın ona sunduğu bembeyaz tüylü kıyafetler ile girdiği yaşamından, filanca marketin siyah alış-veriş poşetine sarılarak çıkıp gitmişti.
Yaşayamadan dünde bıraktığı günler, üç günlük yeni adıyla mezarsız bir yerde bitmişti. Ve; buluşmasız bir ayrılığa çıkmıştı yola...
..sanki bütün şarkılar onaydı...
“Ah ne fayda, kefen beyaz ah ne fayda”
♥
İntiharlar geçti kafasından. (26.Kasım.2001.Pazartesi)
Ne dervişlerin uğradığı, ne yıldızların ışık saçtığı, ne de şarkıların mutlu notalar
dağıttığı ülkeler yoktu artık dünyasında.
İnsan, yalnızca bir insan için mi ölmeliydi? Ya da, yalnızca kendisi için mi?
Bir köpek için ölünemez miydi? Ve intiharlar geçti kafasından.
Bir köpek insanı intiharların kıyısına kadar getirebilir miydi? Gözlerini kapadı.
İlişkilerini düşündü. Ve yaşamın içini dolduran bütün resimleri.
Kirlenmemiş ne kalmıştıki öznesinde, anlatılan tüm çocuk masallarının.
İnsanın içini üşüten bir kar yağdığında sevdiğinin gözbebeklerine sığınmak ve hayatın en önemli çiçeklerini onun gönlüne bırakmak, ya da silip lügattan “azat”
kelimesini sevdiğine köle olmak gibi yaşama ve sevgiye ait şeyleri düşündü.
Bunları göze alan, yalnızca Zana’lardı.
Ve; kendisini intiharların kıyısına çeken, sevgiye özel bu göze almalardı.
♥
Bendim, bu on beş günlük zamanı Zana ile bölüşen. Ve asla unutamayacağım bir acının ateşini içimde büyüten.
Zana, sokaklarda aynı macerayı yaşayan binlerce sevgi pınarlarından yalnızca biriydi.
Ve onlardan biri daha bu kahrolası dünyayı bizlere bırakarak, bir aşığın gözyaşı gibi gözlerimden süzülerek yitip gitmişti.
..Şimdi, Zana’dan bana üç şey kaldı geriye;
bir türlü altından kalkamadığım vicdan azabı, kanepenin köşesine sinmiş bir vanilyalı pasta kokusu ve onun gözlerime yerleştirdiği çaresiz köpek bakışları...
..sanki, bütün şarkılar onaydı...
“ gecenin matemini
aşkıma örtüp sarayım,
gittin artık
seni ben nerede bulup yalvarayım.
Şimdi ben şifasız
kanayan bir yarayım.”
Not: Veteriner Muhsin Algedik’in sahibi olduğu Şenlikköy / Florya’daki kliniğinde ölen Zana’nın bu hikayesi aynı tarihlerde yaşanmış bir olayın ağıtıdır.
Gürkal Gençay 30.Kasım.2001.Cuma
Deniz Köşkleri - İstanbul
* İşbu Öykü Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 474676121818
*********************************************************************************
Kayıt Tarihi : 10.6.2006 22:23:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Puda... Benim kuyruklu/ kürklü/ dört ayaklı kara veledim... 10.Ekim.1989 Adana doğumlu... Yaklaşık yirmi yaşında... Biz insanlarla görecelendirildiğinde, aşağı- yukarı yüz elli yaşında oluyor... Tabii, doğal olarak yaşlılığına bağlı rahatsızlıkları var... Kulaklarında kronikleşmiş bir akıntısı var... Yıllardır tedavi görüyor... Bu yüzden bozulmuş sos gibi kokuyor... Karaciğerinde yağlanma, böbreklerinde performans düşüşü (bu sebeple sadece diyet ve özel mamalar yiyor) gözlerinde hafif katarakt durumu, kulaklarda önemli oranda duyu kaybı, kaslarında zayıflama, ağır hareket etme, tüylerinde dökülme, derisinde pullanma vs. vs... Bir aydır da epilepsi krizleri başladı... Onun için de ayrıca tedavi görüyor... Hapşırırken işiyor; çişini tutamıyor yani... Öksürürken de yelleniyor kerata... Unuttum söylemeyi; faranjiti ve sinüslerinde de sorun var... Ama cıvıl cıvıl... Hareketli garibim... Çünkü sevgi dolu... Hala, işten geldiğimde beni kapı kenarında ayağa kalkarak karşılamaya çalışır... Hoş, artık iki ayağının üzerinde de duramıyor ya... En hoşlandığı şey, ona masaj yapmam... Saatlerce yapsam “yok” demiyor puşt... Sevgi yaşatıyor onu... Bu kadar sorunla bir canlının hayatta kalabilmesi mümkün değil... Ama o yaşıyor... Çünkü seviyoruz birbirimizi... Bunu biliyor... Onun içindir yaşamaya inadı... Bu yazının ekine iki tane resim dosyası koydum... Biri PUDA’nın benimle, diğeri ise Annem Aydan Örtülü ile çekilmiş resimleri... Görmek isterseniz bakarsınız... ************************************************************************************ 02.Haziran.2007.Cumartesi.../ Sabaha karşı... PUDA'm öldü... 10.Ekim.1989 doğumluydu... / Annemin köpüşüydü, ve annemden bana kalan tek canlı hatıraydı... Şimdi annemin de elinin değdiği, okşadığı o başı/ o saçları yok artık... Annem gibi... O da yok artık... Aydınlık içinde ol PUDA'm... Teşekkür ederim dostluğun için... Neden ağlayamıyorum ben; Lanet olsun... Boğazımdaki yumruya rağmen...