(Danışmanların en akıllısını bekleyin: Zaman! .. ''Perikles / MÖ 495-429'')
Kâhta...
1951’in hazan mevsimine yığınlanan hüzünlü akşamlardan biri daha serin yayla çiçeklerine çatılanıyordu.
Berfinin, doruklarına inci gerdanlık misali takıldığı dağların ardında sessiz ve vakur yüzüyle batmaya devinen güneşin kırlara uzattığı kızıllığın içinde birer gölge gibi salınan kuzuların, koyunların melemeleri ve çobanların çaldığı kaval sesleri, iğde ağaçlarının, dutların, şeftalilerin küçük yapraklarına takılarak kekik kokularıyla birlikte Kâhta’nın yoksul, yorgun evlerinin damlarına yağıyordu...
Berivanlar çobanların, elleri yavan ekmekli, ayağı yalın çocuklar ise annelerinin tarla dönüşünü gözlüyordu.
Baran, Nemrut’un gözlerinden akıp taştan, tezekten evlerin titrek gölgeleriyle buluşuyordu...
Bir ana “göbek bağını” dişleriyle kesiyordu...
Ve doktorsuz ve ebesiz ve ilaçsız, saman sedirde bir minik yürek yaşama “merhaba” diyordu...
Annenin acıyla yükselen feryatlarına ve kanayan yarasına toplanan baldıran otları ilaç oluyor, bebenin ağlaması Kâhta’nın suskun sokakları arasından geçip köy meydanındaki çeşmenin çağıltılarında kayboluyordu...
Ve o bebenin ağlayışları bugün şivanlar, ağıtlar ve türkülerle büyük kentlerin sokaklarına, varoşların yoksul evlerine ve gazinoların, meyhanelerin acılı ezme, tarator, cacık tabaklarıyla bezendiği masalarına konuk oluyordu...
Gözleri dolu dolu, bir noktaya sabitlenmişti.
-“Çocukluğumdan aklımda kalan tek şey yoksulluk kardaş” diyordu.
Anadolu insanının o mağrur, o gururlu, mahcubiyet yüklü halini adeta fısıldayarak haykırıyordu; “..açlık nasıl anlatılabilir ki? ..”
Her çocuk gibi o da “meşhur” türkücüleri ve sinemayı seviyor, yumuşak yataklarda yatıp, reçelli kahvaltılar yaptığı hayallerine Ruhi Su’ları, Yılmaz Güney’leri sığdırıyordu.
1967–1971 yılları arasında sinemada “emekçi” olarak çalışmaya başlıyordu.
Üzerine, o hafta oynayacak olan filmlerin afişlerinin asıldığı büyük bir tahta pano sırtına bağlanıyor ve küçük bedeniyle mahalle mahalle, sokak sokak dolaşıyor, bir yandan da bağırıyordu; “..bu akşam sinemamızda! ..”
Filmlerin tanıtımını yaptıktan sonra sinemaya dönüyor ve oynayacak olan filmlerin şeritlerini sarıyordu.
Kendisini sinema dünyasının bir parçası olarak hissettiren bu işi çok seviyordu.
Işıl ışıl parlayan gözleriyle, o yılların hüzünlü filmlerinin karelerinde ve sinema müziklerinin içinde adeta kayboluyordu.
O, gençliğinin sınırlarını zorladığı küçücük dünyasının kabuklarını artık kırmak istiyordu.
Ya sinema oyuncusu, ya da ses sanatçısı olacaktı...
..ve dünyaya Nemrut’un durduğu yerden bakacaktı...
O yıllarda müziği ve sinemayı etkileyen siyasi oluşumları ve gençlik hareketlerini bugünün gençliği ile göreceli değerlendiriyor ve “1960’ların solu artık zor gelir. Sanatın ve sosyal/ siyasi yaşamın içindeki dinamizmi ve örgütlenme biçimiyle o sol artık zor gelir” diyordu...
Düşünsel anlamda, sanatsal ve siyasi perspektifini temellendirmiş olmasına karşın yakasına yapışan yoksulluk onu sinema ile eklemlenen hayallerinden adeta koparıyordu...
Her yıl ailesi ile birlikte Adana’ya pamuk toplamaya gidiyordu...
..ve böyle zamanlarda hayallerini erteliyordu...
Kelimelerin üzerine ezercesine yükleniyor ve;
-“ Hayal bile kuramamanın ne demek olduğunu bilemezsin kardaş” diyordu...
“..çünkü açlık sahicidir kardaş, yokluk sahici...”
İlkokulu dokuz yılda tamamladıktan sonra, ortaokulu dışarıdan bitiriyor.
Eğitime önem verdiğini söylüyor, ama bugün içinde bulunduğumuz süreçte yaşanan olumsuzlukları meselleyerek “toplumu eğitmeye soyunanların bile eğitilmelerinin” gerektiğini söylüyor.
Çok da önem vermediği diplomaların yerine, insanın kendisini geliştirmesini, yenilemesini ve okumasını daha gerçekçi buluyor.
Söz eğitimden açılmışken, konu onun Adıyaman’daki öğretmenlik günlerine geliyor;
“Adıyaman Beden Terbiyesi Müdürlüğündeydim. Bütün spor dallarını öğretmeye çalışırdım çocuklara” diyor.
1970’li yılların başlarında amatörce başladığı “türkü” çalışmalarını memuriyetiyle paralellediğini söylüyor.
-“ Bazıları yalnızca türkü dinlerler kardaş, ben ise türkü söyleyenlerdendim” diyor.
Türkü söylemesi onu gözaltıları, tutuklanmalar, işkenceler ve mahkemeler ile tanıştırıyor.
12.Eylül.1980 cunta öncesi (Mart-Nisan) iki ay Sivas’a sürgüne gönderiliyor.
Nisan-Eylül.1980 arası Adıyaman’da gözlem altına alınıyor ve hergün karakola giderek yoklama veriyor, imza atıyor...
12.Eylül.1980 sonrası sıkıyönetim mahkemelerince sorgulanıyor ve gözaltına alınıyor... Buralarda işkencelerden geçiyor...
-“ Sol kulağımdaki duyu kaybı o günlerden kalan bir hatıradır bana” diyor...
(..susuyor...)
-“Mahzuni Şerif gibi yasaklı ozanların türkülerini söyledim o zamanlar. Türküler ile soruyor, sorguluyordum” diyerek devam ediyordu.
Halk müziğini, Klasik T.Sanat müziğini halkın müziği olarak tanımlayarak;
-“ Biz, türkü söyleyenler halkların acılarını, sorunlarını, isyanlarını, tepkilerini estetik söylemlerle dile getirdik” diyordu.
..Türküler ve cezalar devam ediyordu...
1987 yılında, Malatya’daki gözetim cezası gibi baskı ve yıldırmalar onu daha da biliyor, türkülere daha da sıkı sarılıyordu...
-“ Rahat iken yazamazsın kardaş, acıyı yüreğinde duyduğun zamanlar en güzel şiirini yazarsın, en iyisini üretirsin...
..yanacaksın, kavrulacaksın...” diyerek acıyı bal eyliyordu.
Müzikle dopdolu otuz yılının kendisine neler kazandırdığını, neler kaybettirdiğini tutuklu kelimeler ile anlatıyordu.
- Her ne kadar “Kahta’lı Miçé” olarak bilinsem de adım “Mustafa Aslan.”
- Yani, bizim oralarda Mustafa’nın kısaltılarak söylendiğince “Mıçé.”
- Popçu olsaydım, eminim bana “Musti” diyeceklerdi ve on milyarlar verip aldığım arabalarım olacak “onun arabası var, güzel mi güzel” diye alkış tutacaklardı. Her gün televolelere çıkıp programlar yapabileceğim televizyon kanalları olacaktı.
- Ama benim adım “Mıçé,” çünkü türkü söylüyorum...
- Halkın sesini protest notalarla, nağmelerle egemenlere duyuruyorum ve ben bu ideolojimle, yozlaştırılmasına engel olmaya çalıştığım müziğimle bu düzenin işine gelmediğimi biliyorum.
- Hiç kimsenin adını vermek istemem burada. Zira; bu, kişilere indirgenerek çözümlenecek bir olgu değildir. Ben kapitalist kültürün tüccar zihniyeti ile yarattığı, ürettiği sınıf şarkıcılığına ve kitle şarkıcılarına karşı duruyorum.
Bu mütevazı eleştirimi, yaşamımın otuz yılını verdiğim sanatım adına yapıyorum; hepsi bu...
Anadolu’nun kültürel dokusuna motif motif işlenmiş her insan figürünün kendisini bulabileceği, ifade edebileceği türküleri söylüyorum. Çünkü bu topraklar hepimizin ve bu ülke hepimizin ülkesi.
Kendi kültüründen, örf ve adetlerinden koparılmış insan sanat adına bir şey üretemez ve kapitalist kültürün bir sermayesi haline gelir.
Kültürlerin korunması, kendini ifade edebilmesi ve kuşaklara aktarılması adına ben de kendi köklerime tutunarak şiirler yazıyor, besteler yapıyor, türkülerimi söylüyorum...
..ve tüm iyi niyetimle bir iki Kürtçe türkü de koyuyorum her kasetime...
Otuz yıllık “türkü” serüveninin kendisine “insanları ve insanlığı bulmasını” kazandırdığını ve en büyük kazanımının ise turneler ve konserler sebebiyle çok sık ayrı kaldığı eşi ve dört çocuğu olduğunu söylüyor.
Hemşirelik okulunu bitiren büyük kızını evlendirmiş. Marmara üniversitesinde baba mesleğini seçerek spor akademisine devam eden büyük oğlu, Turizm ve Otelcilikte okuyan küçük kızı ve şu anda lise birinci sınıfa devam eden küçük oğlu onun yaşamındaki en paha biçilmez kazanımlar...
Maddi olarak hiçbir kazanımının olmadığını özellikle belirterek aile ve akrabalık ilişkilerinin çok daha önemli olduğunu ifade ediyor.
-“ Bizdeki akrabalık ilişkileri Avrupa’da yok kardaş. Eğer bu ülkede akrabalık kurumları/ ilişkileri olmazsa farklı kültürlerin arasında sıkışan ve bu anlamda bocalayan toplumumuzda ahlaki erozyonlar olur” diyor.
2000 yılı içinde, yalnızca şiir okuyacağı bir kaset çalışması olduğunu belirterek Türkiye’nin son dönemdeki siyasi hareketliliğine ilişkin değerlendirmeler yapıyor.
Onun Cumhurbaşkanı adayı “çok dürüst” olarak nitelendirdiği Erdal İnönü.
En kötü koşullarda bile en az seneden önce bir (erken) seçim olasılığını da çok zayıf buluyor. Zira milletvekilliği görevini iki yıldan daha az süreyle ifa ettiklerinde milletvekilleri maaş alamıyor, özlük haklarından yararlanamıyorlar diyor.
Hükümet ortaklarını ve muhalefeti samimi bulmadığını söylüyor ve bu görüşüne 312. maddeyi örnekleyerek açılım getiriyor.
-“ Geçtiğimiz hükümetler döneminde muhalefette olan DSP, ANAP gibi partilerin kaldırmaya çalıştığı 312. maddeyi FP’lilerin “Yaşar Kemal” yasası diyerek reddetmeleri ve bugün aynı partilerin 312. madde üzerindeki (iktidar/ muhalefet pozisyonlarının değişmesi sebebiyle) 180 derecelik dönüşleri siyasi etiğin ne kadar çürümüş olduğunu adeta haykırıyor. “..biz aptal değiliz! ..”
312. madde kalkacaksa eğer, bu kişiye özel olarak değil tüm toplum için olmalıdır.”
Toplumu, siyasi panoramayı iyi analiz edememesi ve oylarını yağma düzeninden çıkar sağlama adına “genel doğrular” çerçevesinde kullanmamasından dolayı suçluyor.
Sanatçının, muhalif yanının olması doğrusundan hareketle topluma ve hükümetlere olan muhalefetini şu sözlerle bitiriyor;
-“ İnsanına, sanatçısına, emeklisine, yaşlısına sahip çıkmayan devlet, devlet değildir ve orada bir demokrasiden söz edilmesi de safdilliliktir.
Benim devlet adamlarına ve siyasilere mesajım, siyasi çıkar hesapları gözetmeden bu ülkeye elbirlik sahip çıkılmasının gerekliliğidir.
Bu söyleşi için bizi Emek Saray Restoranda konuk eden Kâhtalı Miçé son sözlerini o alçakgönüllü tavrından arınarak söylüyor;
-“ Bütün artistlerin, şarkıcıların, türkücülerin bir ya da birkaç taklidi çıktı. En azından idolü olan insanlara benzeme adına birileri çıktı.
Ama beni ne taklit olarak ne de tarz olarak devam ettirebilecek biri çıkmayacaktır. Bu anlamda bayrağı taşıyabilecek özellikte biri de yok.
Belki sesinin rengi, giyimi, fiziksel görünümü olarak benzerlikler taşıyan birileri zaman içinde çıkacak olsa bile “Kâhtalı Miçé”nin yaşamındaki katedilen yolları, koşulları ve siyasi dönemselliği değerlendirmek gerekiyor diye düşünüyorum...”
“ E, doğru söze ne denir? ..”
Gürkal Gençay
20.Nisan.2000.Perşembe
DenizKöşkleri - İstanbul
* Global Dünya Dergisi - Kasım. 2000- 11 / Sayı: 198
* İşbu Röportaj Yazısı, Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 498342129313
***************************************************************************************
Kayıt Tarihi : 14.7.2006 18:49:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Gürkal Gençay](https://www.antoloji.com/i/siir/2006/07/14/z-yazilar-kahtali-mice.jpg)