(Bir erkeği eğitirseniz tek bir insanı, bir kadını eğitirseniz bütün bir aileyi { toplumu } eğitmiş olursunuz... ''Charles Iver'')
Yazılı ve görsel basının hayvansever olarak lanse ettiği ve bu minvalde gazete sayfalarında ve televizyon kanallarında konuya ilişkin programlarında yer verdikleri Süsen Erkuş, içinde bulunduğumuz “kurban bayramı” sürecinde, kesilecek olan koyunlar ve kuzular için uyuşturulduktan sonra boğazlanmalarını buyurmaktadırlar(!)
Benim bildiğim koyunlar “karpuzgiller”den değildir.
Dünyanın her köşesinde insana, hayvana ve doğanın tüm dinamiklerine karşı uygulanan vahşet görüntülerinin, savaşların, terörün, açlığın ve bunun gibi birçok menfii olgunun farkında olan “yaşamsever” bir insan olarak hayvanların kapitalistleştirilen bu gezegende sektörel bir meta olarak görüldüklerini de biliyorum.
Yaşamını vejetaryen olarak sürdüren bir insan olarak, sokaklarda her gün binlerce kedinin/ köpeğin hunharca katledildiği bir ülkede “koyunları kesmeyin, onları yemeyin” demek, içinde bulunduğumuz süreçte ve bu anlamda bir bilinç sıçramasını gerçekleştirememiş toplumda Donkişot’luktan başka bir şey olmayacaktır; bunu da biliyorum...
Bırakın hayvanların acı çekmelerini, yenilip/ içilmelerini ya da Süsen Erkuş modeli öldürülmelerini; onların öldürülmeseler bile (yarıştırılarak, dövüştürülerek, sağılarak, tüyleri kırkılarak) sömürülmelerini dahi ilkesel olarak olumlamıyorum...
“Türcü”lük içeren bu denli faşizan yaklaşımların tümüne itiraz ediyorum.
Ama içinde bulunduğumuz konjonktürde (hayvanların sermayeleştirilmelerinde temellenen ve trilyonların telaffuz edildiği bir piyasanın dinamiklerini oluşturan et kombinaları, holdingler ve dericilik sektörü gibi birçok güçlü yapılanma sebebiyle) hayvanların öldürülmelerine ve sömürülmelerine engel olunamıyorsa, hayvansever olduğunu iddia eden Süsen Erkuş gibi elemanların hayvanların nasıl öldürülmeleri gerektiği konusunda metot belirlemelerini şizofrenik bir çelişki olarak algılıyorum.
Bu ülkenin, bu anlamda çalışmalar yapan ve dünyadaki gelişmeleri takip eden veterinerleri ve onların bağlı oldukları odalar var.
Bırakın bu tür açıklamaları ve metotların belirlenmesini onlar yapsınlar.
..Sayın “veteriner”imiz(!) Süsen Erkuş Hanım...
************************************************************************************
• İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur. “Montesqueu”
• Konuşmak bir ihtiyaç olabilir ama susmak kesinlikle bir sanattır. “Goethe”
************************************************************************************
Daha önce, ülke gündeminin ilk sıralarını işgal eden “kuduz” şayialarına karşın, konuya ilişkin demeçler veren Süsen Erkuş; kuduzun kırsal kesim hayvanlarından kaynaklandığını söylemiş (ki bu söylediği doğrudur) ve çözüm olarak kırsal kesimlerde yaşayan yabanıl hayvanların aşılanmalarını önermiş ve bu uygulama için “kesik tavuk kafaları”nın içine kuduz aşısının zerk edilerek söz konusu kırsal alanlara, dağlara, bayırlara, ormanlara serpiştirilerek dağıtılmasını metot olarak önermişti.
Bu; topraklarında, sınırları içinde artık kuduz hastalığının pek rastlanmadığı batılı uygar, gelişmiş ülkelerin pratiğe geçirdiği ve başarılı sonuçları olan çok bildik, çok klasik bir yöntemdir.
Ama hayvanları sevdiğini ve onları güya koruduğunu iddia eden bir insanın “kesik tavuk başlarını” uygulamada önermesi hiç ahlaki değildir.
Zira tavuklar da “patlıcangiller”den değildir...
Ya, bırakın bu işi uzmanları belirlesinler. Belki adamlar haşlanmış patateslerin içine aşı zerk edip dağıtacaklardır; ne biliyorsunuz?
Bu konuya ilişkin bir araştırmanız mı var, ne biliyorsunuz?
Kafası çalışan ve kavramları doğru olarak tanımlayan/ idrak eden hayvanseverler yalnızca problemlerin çözümü konusunda rasyonel ve içinde bulunulan zamanın realitesine paralel çözümler getirebilirler ancak...
Gerçekten uygulanabilirliği olan, küçük küçük de olsa kazanımları olabilecek çözümleri önerebilirler... Ve hiçbir canlının sömürülmesini içermeyen...
Aksi halde, bir hayvanseverden çok ağzından “koyunlar şöyle öldürülsün, kuzular böyle kesilsin/ biçilsin, koçların yumurtaları, tavukların kesik başları” nidaları dökülen bir semt kasabından farkları kalmaz; aynı Süsen Erkuş örneğinde olduğu gibi...
Kaldı ki, batılı gelişmiş ülkelerde çok daha bilimsel ve mükemmel yöntemler uygulanıyor.
Hayvanların yaşadıkları alanlar belirleniyor. Bu alanlar hem hijyen açısından, hem hayvanların genel sağlık durumları açısından ilaçlanıyor. Periyodik sağlık kontrolleri için guruplar, koloniler belirlenerek içlerinden seçilen hayvanlara mikroçipler, elektronik tasmalar takılıyor. Yurtlandıkları bölgelerde bulunan ağaçların gövde kabuklarına kuduz, enfeksiyon hastalıkları, dış parazitler gibi olumsuzlukları bertaraf etmek için aşılar ve ilaçlar sürülüyor.
Ağaçlara tırmanırlarken ya da sırtlarını ağaçlara sürtünerek kaşırlarken oralardaki ilaçlara temas ederek bu koruyucuları almaları sağlanıyor.
Veterinerler, zoologlar ve konunun uzmanı olan insanlar devamlı havadan ve karadan kırsal kesimlerde yaşayan hayvanları kontrol ediyorlar ve en küçük bir olumsuzlukta hemen müdahale ediyorlar.
Yani bu ülkeler “kesik tavuk kafaları” ile lokalize edilen uygulamaları çoktan aşmış durumdalar.
Şimdi bana; “..Ya, yazıktır ya...Süsen Erkuş’a bu kadar yüklenme, neticede o da hayvanların iyiliği için uğraşıyor. Sen onun bu konudaki niyetine bak, içine bak. Kadıncağızın günahını almayalım şimdi ” diyebilirsiniz...
Tamam; mazruf. Ama zarf da önemli.
Dünyanın en lezzetli yemeğini yapsanız, ama son derece berbat bir görünüşü varsa o yemeği kimse yemez.
..bu da böyle bir şey işte...
************************************************************************************
* Konuşma sanatını bilen adam, düşündüklerinin hepsini söylemez; fakat söylediklerini düşünür de söyler. “ Aristo”
* Çok konuşmak insanın gözden düşmesi için en kısa ve en emin yoldur. “La Bruyére”
************************************************************************************
Bilgi sahibi olmadan işkembe-i kübra’dan fikirler beyan eden ve Yaşamseverlik (Canlıcılık) kavramının cühelası Süsen Erkuş, Bakırköy Belediyesinin işçi statüsünde çalışan bir elemanıdır ve konuya ilişkin donanımı da, bilgi/ birikimi de yoktur. Buna rağmen Bakırköy Belediyesi “Hayvan rehabilitasyon Uzmanı” titrini kullanmakta ve bu çerçevede kartvizit bastırıp toplumu ve hayvanları yanıltmaktadır.
Hayvan rehabilitasyon uzmanlığı bilimsel mesnedi olan ve akademik kariyer gerektiren ve TC’de de henüz okulu olmayan bir bilim dalıdır.
Konuya ilişkin verilebilecek tek örnek isim de İÜ’den Doç. Dr. Tamer Dodurga’dır.
Süsen Erkuş bu titr ile belediyede bir koltuğu, bir makamı (haybeden) işgal ederek maaş almakta, hem de gerçek bir rehabilitasyon uzmanının önünü kesmektedir.
Bu yüzden Bakırköy Hayvan Barınağı adeta bir temerküz/ ölüm kampına dönüşmüş ve biçare hayvanlar da boku bokuna ölmüşlerdir.
..ve hergün en az üç-dört hayvan da ölmeye devam etmektedir.
Barınağın görenleri dehşete düşüren görüntülerinin videokasetleri, gazete haberleri, devletin çeşitli kademelerince tanzim edilen oralardaki menfii durumun tespit edildiği resmi evraklar/ raporlar ve tanık beyanları tarafımda mevcuttur.
Ayrıca, hayvan rehabilitasyon uzmanı Doç. Dr. Tamer Dodurga’nın mesleğine ve yıllarca okul sıralarında çürüttüğü dirseğine saygı duyması adına hakkını araması gerektiğini düşünüyorum.
En azından “Hayvan Rehabilitasyon Uzmanı(!) Sayın Süsen Erkuş” ile bir görüşmesinde/ konuşmasında yarar görüyorum.
************************************************************************************
* Kötü bir adamın dökeceği tatlı dil, tilkinin kargaya döktüğü tatlı dil gibidir. “Monteigne”
* Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar kötüdür. “Platon”
************************************************************************************
Kendisini her fırsatta “vejetaryen”olarak tanıtan Süsen Erkuş, Bakırköy Belediyesi yemekhanesinde şahit olduğum bir davranışıyla vejetaryenliğin de ne olduğunu bilmediğini göstermiştir.
Zira etli çıkan ana yemeği de tabağına almakta sakınca görmeyen Süsen Erkuş, yemeğin etlerini tabağın kenarına ayırarak kalan yemeğin suyuna şapır şupur ekmek banarak, tanelerini de hapır hupur yutarak göz göre göre bir güzel götürmüştür...
Vejetaryenlik kavramsal olarak son derece net, bilimsel, ahlaki ve felsefi kriterleri olan bir yaşam biçimidir.
Bu ölçütlere uyarsanız vejetaryensinizdir, uymazsanız değilsinizdir...
..İki kere iki; dört. Bu, bu kadar nettir! ..
Bunun iki arası bir deresi, ya da kişiye özel pratiği yoktur...
Bu konuda cahil, ama bayağı bayağı cahil, dibe vurmuş bir cahil; yani elifi görse mertek sanır bir cahil olan Süsen Erkuş pusulası bizim beynimize göre şaşmış bir cehalet örneği sergileyerek hayvansal ürünleri (bile) kullanmadığını söyleyerek insanların gözünün içine baka baka yalan söylemektedir.
Kısa bir süre önce katıldığı televizyon programlarından birinde, kendisinin giydiği ayakkabının da deri olduğunu ve bunun bir tezat oluşturduğunu söyleyen (rakibi durumundaki katılımcıya) giydiği ayakkabının suni deri olduğunu söylemiştir.
On üç yaşımdan yirmi iki yaşıma kadar Gedikpaşa’da ayakkabıcılık zanaatıyla iştigal etmiş biri olarak, televizyondaki söyleşisini ayak ayaküstüne atarak sürdüren Süsen Erkuş’un ayakkabısının tabanının kösele olduğu dikkatli izleyicilerin gözünden kaçmamış olsa gerek diye düşünüyorum.
Kaldı ki, televizyonlara yüzünde bir kilo boya ile ağır bir makyajla çıkan eleman süründüğü o makyaj malzemelerinin back-graund’ında hayvanların üzerinde vahşice, acımasızca, hoyratça yapılan dermatolojik deneylerin olduğunu da bilmiyor herhalde...
..çünkü bir beyinsel fukaradır kendisi, cüheladır...
“..başka ne denilebilir ki? ..”
************************************************************************************
* Çok bilenler konuşmaz, çok konuşanlar bilmez. “LaoTzu”
* Çok konuşmayın, herkesin gözünden düşersiniz. “Hz. Ali”
************************************************************************************
Süsen Erkuş, ekosistemi “İnsan- Hayvan- Doğa” üçlemesiyle tanımlayarak ve bu tanımını Bakırköy Belediyesinin yayınladığı risalede bir grafik halinde bastırarak ekolojinin tüm kavramlarını alt-üst etmiştir.
..daha doğrusu kavramın içine etmiştir...
Canlı/ cansız dinamiklerin birbirleriyle olan etkileşimlerinin yaşamsal sistematiği olan ve canlı dinamiklerinin ise (hayvansal ve bitkisel) mikroorganizmalar, Flora (bitki örtüsü) ve Fauna (hayvan varlığı) olduğu ekosistem, Süsen Erkuş’a göre (aslında hayvanlar âleminin bir üyesi olan) “insan” diye bir dördüncü türü içerirken; flora (yani bitkiler) yok sayılarak tanımlanmıştır. Onun yerine broşürde yer verdiği “Doğa”yı anlaşılıyor ki yalnızca bitkiler olarak anlıyor eleman...
..ne alakası varsa, niyeyse? ..
Derin ekoloji, Tür ekolojisi, kent ekolojisi, karma ekoloji gibi bir çok kavramı belki de hayatında şimdiye kadar hiç duymamış olan uzman ekolog(!) sayın Süsen Erkuş’un bu garabet tanımının neresine baksanız elinizde kalmaktadır.
Böylesi bir kara cahillik örneği (abartmıyorum) klinik bir vakadır...
************************************************************************************
* Bir şey biliyorsan söyle, ders alsınlar; bilmiyorsan sus(ki) adam sansınlar.
* Bir insanın kulakları, tecrübesinin elvermediği şeyleri duyamaz. “Nietzsche”
************************************************************************************
İyi bir televizyon izleyicisi olmamama rağmen, zaman zaman (özellikle tavsiye üzerine) seyrettiğim haber ve tartışma programları, haberler vs. olmakta.
Geçenlerde seyrettiğim bir haber programında, Sivas’ın bilmem ne köyünde müritlerine maslahatını öptüren “Muz’cu şeyh” ile ilgili bir dosya vardı.
Benim izlediğim “tekrar” programmış. İyi ki de seyretmişim...
..çok matrak bir şeydi...
Programı hazırlayanlar, Almanya’dan kesin dönüş yapan genç/ parlak bir delikanlıya gizli kamera yerleştirerek dergâh içindeki olayları ve “mürid-i azam” olabilmek için yaşlı şeyhin maslahatının öpülmesinin şart olduğu törenin
görüntülerini çekmesi için onunla işbirliği yaptılar.
Genç mürid söylenenleri harfiyen yerine getiriyor ve her olayı kare kare kaydediyordu.
Sıra genç müridin “azam”lık sınavına gelmişti.
Bunun için yaşlı “Muz’cu Şeyh” ve onun torunu ile genç/ parlak mürid “kiler”
denilen bir yere girdiler.
Yakasında gizli kamera olan mürid şeyhin “Muz”unu öpecekti ama yakasında gizlenen kamera öpme eylemi nedeniyle gencin eğilmesi gerektiğinden “maslahat”ın altında kalacak ve bu eylemi görsel olarak kaydedemeyecekti.
Ama bu handikaba karşın işitsel olarak kayıt yapılabilirdi.
Ve genç adam bu mantıktan yola çıkarak (ve kayıtlara yüksek sesle geçebilmesi için) maslahata “abartılı ve yüksek volümlü” iki buse kondurdu.
Bu, buseden ziyade sesli bir somurmaya benziyordu.
İşte, beni aklıma geldikçe kahkahalarla güldüren sahneler de burada başlıyordu.
1-) O abartılı iki öpücükten sonra yaşlı şeyhin gözlerinin yuvalarında hızla dönmesi ve gözkapaklarının hızlı hızlı açılıp kapanması...
2-) Ağzı kulaklarına doğru ince bir çizgi halinde yayılırken dilinin bir alt dudağına, bir üst dudağına gidip gelmesi.
3-) Asık duran suratını mürai/ müstehzi bir gülüşün kaplaması ve bütün bunların hepsinin aynı anda ve çok kısa bir süre içinde olması.
4-) Ve şeyhin ağzından dökülen;
-“..aaah, aah! .. oruç ağız olmağcadım da, ben sana yapcamı biliyidim...”
Meğer herif oruçmuş da, gördünüz mü? Oruç olmasa demek çocuğu becerecek..
“..ya, aklıma geldikçe gülüyorum ya...”
Şimdi bütün bunları niye yazdım, ya da bu hikâyenin Süsen Erkuş’la ne alakası var diyebilirsiniz...
Bunu şey için anlattım... 31.Aralık.1999 tarihinde İstanbul/ Florya sahilinde “Volganeft” isimli akaryakıt yüklü bir Rus tankeri lodoslu bir havada rüzgâra ve sert dalgalara direnemeyerek ortadan ikiye ayrılmıştı.
..hatırlayacaksınız...
Zira basın bu konuya ilişkin günlerce yayın yapmış, televizyonlar görüntü üzerine görüntü vermişlerdi.
Olay aslında çok trajik bir olaydı, ama komik diye nitelendirebileceğimiz bir oyun da bu meyanda sergilenip duruyordu...
..kimdi bu oyunun figüranları? ..
(E, tabii Süsen Erkuş ve “hınk” deyicileri...)
Parçalanan petrol tankerinin yarattığı bu çevre faciası, Avcılar sahilinden Florya’ya kadar uzanan kesimi inanılmaz biçimde kirletmiş ve oralarda yurtlanan/ yumurtalarını bırakan yüz binlerce balığı da yok etmişti.
Gerçekten çok hazin ve büyük bir çevre faciasıydı...
Suda yaşam adeta bitmişti. Üstüne üstlük oralarını kendilerine mesken tutan ve balıkçılara yarenlik eden martılar ve özellikle Karabataklar (aynı körfez savaşındaki görüntülerde olduğu gibi) petrole bulanmışlar, katrana saplanmışlardı...
Benim oturduğum ev ile söz konusu olayın yaşandığı sahilin arası yaklaşık yüz elli metre kadar bir şey. Yani hemen önümde cereyan etti olay.
Bu sebeple benim payıma da petrole/ katrana bulanmış birkaç karabatak düştü maalesef... Ama ne yaptıysak, ne ettiysek kanatlı dostlarımızı kurtarmak mümkün olmadı...
Hüzünlü dokunuşlarla ölüme yolculadık kedim “Kezo”nun ve köpek kökenli oğlum “Puda”nın renkdaşı karabatakları...
Zira böylesi durumlarda, hayvanların ölümlerine vücut ısılarının düşmesi sebep oluyordu...
Siz, iyi niyetlerle ne yaparsanız yapın; ilk anda müdahale edilememiş bir hayvanı kurtarmak pek mümkün olmuyordu...
Nitekim toplanıp hastanelere götürülen kuşların neredeyse tamamının bir-iki gün içinde öldüklerini gördük...
Onların vücut ölçülerini normal derecelerine çekecek ve bu sürece kadar onları hayatta tutabilecek işlemlerin ekipmanları/ teçhizatları bizde maalesef mevcut değildi... Bütün bu bildiğiniz şeyleri şunun için anlattım.
Bu, bahsettiğim tankerin balıkları ve kuşları toplu halde telef etmesinin beşinci günüydü yanılmıyorsam.
Televizyon muhabirleri bölgede çekim ve röportaj yapıyorlardı.
Büyük bir ihtimalle orada balıkçılık yapan bir vatandaş;
-“ Hayvanseverler nerede? .. Kedi/ köpek için ortalara dökülenler, burada çırpına çırpına ölen kuşları görmüyorlar mı? .. Bunlar hayvan değil mi? ..”
diyerek haklı bir serzenişte bulunuyordu.
..ve hayvanseverleri göreve çağırıyordu...
Bunun üzerine, beş gün boyunca kulağının üstüne yatan Süsen Erkuş ve avenesi doğruca Menekşe’ye gidiyorlar ve yapacakları bu “kurtar-ma operasyonu”nu televizyonculara da bildirmeyi unutmuyorlardı...
“ Eeee, ne de olsa reklâm reklâmdır; içinde iyi niyet barındırmasa bile...”
Ha, unutmadan... Florya ile Bakırköy’ün arası araba ile beş dakika kadar bir şeydir...
“ Niye beş gün beklemişler, bu iki yerin arası bu kadar uzak mı? ..” diye düşünenler ya da İstanbul’u bilmeyenler için bir dipnot olarak söyledim...
..her neyse...
İşte, komedi Süsen Erkuş ve avenesinin “Kurtar(ma) operasyonu” ile burada başlıyordu.
Aynı, biraz önce sözünü ettiğim ve içinde bu ülkenin hazin, trajik ve üzerinde bir hayli düşünmemizi gerektiren “Sivas Maslahat-güzarı” olayının trajikomik yanı gibi...
Gülerken ağlamak derler ya hani, işte tam da onun gibi...
Süsen Erkuş sol eline aldığı karabatağın üzerine sağ eliyle deniz suyu döküyor
(ki her avuç bir kahve fincanı kadar su alır) bir yandan da bağırıyordu;
-“ Ayşe, Fatma (isimleri atıyorum, çünkü hatırlamıyorum) kuşun sırtına deterjan döküüün! ..”
Elemanın biri koşturuyor ve büyük bir ihtimalle bulaşık deterjanı olduğunu zannettiğim şeyi kuşun başından aşağı boca ediyordu... Yani tam bir işkence...
Tabii dökülen deterjan bi bok’a yaramıyordu, çünkü köpürmüyordu...
Hayvanı bir zırh gibi saran katranın üzerinden akıp gidiyor, belki de hayvanın vücuduna yayılan ölümcül kimyasalın etkinliğini daha da güçlendiriyordu.
Orada birileri çıkıp da Süsen Erkuş’a;
1-) Deniz suyu tuzlu bir sudur...
2-) Deterjan bu suda köpürmez, yani işlevini yerine getiremez...
3-) Deniz suyu deterjanın aktivitesini enterne eder, demiyordu...
..komedi devam ediyordu...
Ortalama 350 gram kadar olan karabataklar, bulandıkları katran sebebiyle ağırlıklarının on katı kadar olmuşlar ve vücutlarını saran 3.5 kilo zift içinde yalnızca gözlerini oynatabiliyorlardı...
Kırmızı gözbebekleri ile şaşkın, çaresiz olup biteni anlamaya çalışıyorlardı...
Süsen Erkuş “Deterjaan...Deterjaaaan! ..” diye bağırıyordu...
..komedi devam ediyordu...
Deterjanın bir halta yaramadığını çok sonra (nihayet) farkeden Süsen Erkuş deterjan akışını durdurarak sol elinde tuttuğu karabatak’a sağ eliyle deniz suyu dökmeye devam ediyordu...
..bıkmadan, usanmadan deniz suyunu dökmeye devam ediyordu...
..farketmişti; kameralar onu çekiyordu...
Karabatak’ın vücudu hareketsizleşmiş, gözleri kapanıyordu...
..o da, bu “karikatürlerin” kendisini kurtaracağına inanmıyordu...
Süsen Erkuş yüz yüze geldiği karabatak’ın gözlerinden gözlerini kaçırıyordu...
“..trajedi devam ediyordu...”
Karabatak’ın tüylerine yapışan katrandan bir miligram dahi eksilmediğini gören Süsen Erkuş yardım istercesine arkadaşlarına bağırıyordu;
-“ Ayşeee, Fatmaaa; bunu arabaya koyun veteriner bi baksın bakalım, neyi varmış. Benim tedavime cevap vermedi! ..”
“..hey allahım yarabbim, yahu;
..yazıyı yazarken bile gülüyorum ya...
..sinirden tabii...”
Ekipten bir hanım eleman karabatak’ı Süsen Erkuş’un elinden kaparcasına alarak arabaya doğru hareketleniyordu...
..kameralar onu çekiyordu... (Birden durdu)
Kameraların kendisini çektiğini farkettiğinden; sesleniyordu:
-“ Süseeen, bunun eline yüzüne biraz su vurayım mı? Belki biraz açılır, kendisine gelir...”
..komedi devam ediyordu...
İnanılmaz bir kısırlık, yalakalık, cahillik örneği bütün nüanslarıyla sergileniyordu...
Show Tv. Bu haberi verirken;
-“ Şaşkın hayvanseverler”
-“ Ne yapacağını bile bilmeyen hayvanseverler”
-“ Komedi”
-“ cehalet” gibi söylemleri kullanıyordu...
Bu trajikomedi insanın içini acıtan bir gülümsemeyle yüzümüze yerleşiyor ve bu sefil, bu ilkel, bu ne idüğü belirsiz manzaralar nedeniyle genelleştirilen “hayvanseverlik” kavramının içinde (bu tiplerle aynı nitelikte) algılanmanın derin hüznü içimizi acıtıyordu...
Süsen Erkuş’un Bakırköy Belediyesi’ndeki işine devam ettiğini ama cehaleti, bilgisizliği, kedi olmadan fare yakalama fırsatçılığı, sömürgenliği, belediyedeki konumunu kullanarak bölgede terör estirdiği ve bütün bunların kendisinden şikâyetçi olan insanlar tarafından belediye başkanı Ahmet Bahadırlı’ya bildirildiğinin haberlerini duymaktayız.
Hatta böylesi menfi durumlar yüzünden A. Bahadırlı’nın kendisini pasifize ettiği de söylenmekte...
..söylenmekte ama bana pek inandırıcı gelmemekte...
Süsen Erkuş ile ilgili en son duyduğum haber ise şu;
Marmara Belediyeler Birliğinin başkanlığını yapan Ahmet Bahadırlı, Süsen Erkuş’u da bu oluşuma dâhil etmiş ve (şimdi sıkı durun) kuşlar ile ilgili çalışmalar yapan bir departmanda görevlendirmiş.
Yani; uzman ornitolog(!) Süsen Erkuş, Florya’daki cansiparane çalışmalarının, bilgi birikiminin, tecrübelerinin ve soyadındaki Er(kuş) un bu konudaki yeteneğinin kendisine doğduğu andan itibaren tanrılar tarafından bahşedilmiş olması durumunun avantajı ile böyle bir göreve layık görülmüştü.
“..ben bunu böyle anlarım...”
Memlekete hayırlı/ uğurlu, kuşlara da geçmiş olsun...
“..allah başka dert vermesin...”
Demek ki yıllarca okumak/ çalışmak, diploma falan almak bi bok’a yaramıyor bu ülkede...
..hepsi hikaye demek ki...
Baksanıza, kafanızın çalışıp çalışmamasının da bir önemi yok...
Gerçekten abartmıyorum; görüyorsunuz... Beyinden muaf Süsen Erkuş bıngıldak ile idare ettiği halde Marmara Belediyeler Birliğinin Ornitolog’u oluvermiş...
************************************************************************************
* Bazı insanlar şişirilmiş tulum gibidir, ağzı açılınca söner.
“Kaşgar’lı Mahmut”
* Her kim düşünmeden konuşursa, sözü çok kere yanlış olur. “Sadi”
************************************************************************************
Son günlerde hararetli bir tartışma yaşanıyor.
“Hayvan Haklarını Koruma Yasası”
Süsen Erkuş ve avenesinin “çıksın” diye lobiler oluşturduğu, eylemler yaptığı, çat o kapı/ çat bu kapı milletin kıçının dibinden “çıksın” diye ayrılmadıkları yasa...
Üzülüyorum; şimdi de yılların T.Sanat Müziği dalında eskitemediği sesi Müzeyyen Senar’a kafayı takmışlar...
Müzeyyen Senar’ın sıkı bir hayvansever oluşunu fırsat bilerek kendisini de eylemlerine katmak, bir anlamda onun bu sevgisini kullanmaya çalışmaktalar.
Yılların eskitemediği bu değerli insanı bu elemanlar eskitir, kuşkunuz olmasın...
Şimdi bu yasa hayvanlara neler getirir, neler götürür; öncelikle bunu enikonu değerlendirmek gerekiyor...
Bir kere bu yasanın hayvanları kesinlikle korumayacağını çok net olarak söyleyebilirim...
AB’ye girme hesapları yapan TC, birliğin kendinden istediği koşullardan biri olan bu yasa tasarısını (şimdiye kadar eli kanlı biçimde sürdürülen mevcut durumu koruyarak) hazırlamış ve hayvan koruma derneklerinin olası muhalefetini de ortadan kaldırmak için yasanın içine bir de rüşvet maddesi koymuştur...
“..sırf çatlak sesleri kısmak için...”
1-) Şimdiye kadar yapılagelen katliamlarda yerel ve merkezi yönetimlerin gerekçe olarak gösterdikleri/ sığındıkları Zabıta Kanunu 3285 sayılı maddesi aynen Hayvan koruma yasa tasarısının 7. maddesine taşınarak kanunlaştırılıyor.
Yani bundan böyle 3285’in abstre, soyut kararlar paralelince yapılan katliamlar artık yasal olarak yapılır hale getiriliyor. Zira 3285 sayılı madde üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan, bütün maddeleriyle noktasına/ virgülüne dokunulmadan birebir uygulamaya alınıyor.
2-) “Bilim ve bilimsellik” kavramları ile ve “eğer bu ülke bilim ve teknolojiyi ithal etmek istemiyorsa...” sığınmacılığı ile her türlü hayvanın üzerinde; yapılabilecek tüm deneylerin önü açılıyor.
3-) “Türk kültürünün bir figürüdür” anlayışı ile deve güreşleri başta olmak üzere “hayvanları öldürmeyen” her gösteri amaçlı oluşum ve organizasyonlar aynen devam ediyor...
4-) Yasada yer alan “Bahçe ve ev” kavramlarına “Daire” kavramı eklenmeyerek apartmanlarda hayvan besleme olayı ortadan kaldırılıyor.
Kaldı ki bahçeli evler hızla tükenip yerlerine koca koca gökdelenler, binalar yapılıyorken...
Yasa, sahipli her hayvandan belli oranlarda vergi alınmasını da öngörüyor.
Doğal olarak, zaten vergiler altında ezilen insanlara ek bir külfet getirecek olan bu uygulama yüzünden birçok ev hayvanına “sokaklar” gözüküyor.
Avlanabilen hayvanlar (Kuşlar, Domuzlar, Yaban Keçileri, Kurtlar, Tavşanlar vb.) Orman Bakanlığının,
Balıklar, koyun, inek, keçi vb. gibi hayvanların tümü de Tarım Bakanlığının uhdesine bırakılıyor.
Şimdi soruyorum; bu koşullarda hangi hayvanı/ hangi maddesi ile koruyacak bu yasa?
..soruyorum...
Cevabını bilen varsa beri gelsin. Her sayfasında hayvanların nasıl öldürüleceğinin kurgulandığı ve her satırından kan damlayan bu yasa (kuşlar hariç) sadece iki ayaklı hayvanları merkezine koyan ve sadece onları mutlu etmeyi esas alan ve varoluş gerekçelerinin mantığı ile çelişen bir yasadır...
Söz konusu bu yasa tasarısının TBMM Çevre Bakanlığı alt komisyonunda görüşüldüğü süreçte ben de bulundum...
Burada yazdıklarımı (daha da fazlasıyla) orada bulunan muhterem(!) vekillerimize bir bir söyledim...
Sizi çok güzel dinliyorlar. Buna bir sözümüz yok... Ama hepsi o kadar.
Gene bildiklerini okumaya devam ediyorlar...
Çalıştığımız komisyonun başkanlığını sinema oyuncusu Ediz Hun yapıyordu.
O dönem ANAP’tan İstanbul milletvekili seçilmiş ve çevreye duyarlılığı nedeniyle de bu komisyonun başına getirilmişti.
Çalışmaları bitirdikten sonra elini omuzuma koyarak bana şunları söylemişti;
-“Seni memnun edemedik Gençay, ama bir çıksın yasa bakalım... Daha sonra yönetmeliklerle falan düzeltilir... Bir yasanın olması, hiç olmamasından iyidir...”
Peki, her sayfasından kan damlayan bu Hayvanları Koru-ma Yasasını bu elemanlar, yani Süsen Erkuş ve taifesi neden “çıksın” diye destekliyorlar?
..cevabı çok basit...
Daha önce Azimet Köylüoğlu’nun, Mustafa Taşar’ın ve İmren Aykut’un hazırladıkları yasa tasarıları için kıllarını bile kıpırdatmayan bu elemanlar söz konusu bu yasayı içindeki 23. madde sebebiyle destekliyorlar.
23. madde, doğal başkanının Çevre Bakanı’nın olduğu, mütevelli heyetinin de Çevre Bakanlığının daire başkanlarının ve üst düzey yetkililerinin olduğu
(o bildiğimiz klasik devlet vakıfları) statüsünde kurulacak bir çevre vakfını kapsıyor.
Bu vakıf “bayram”larda kesilip/ biçilen, mezbahalarda boğazlanan hayvanların bağırsak ve derilerini toplayarak,
Av ve Av tezkerelerinin yanısıra vurulan her “av”hayvanı başına ödenen vergilerden prim alarak,
Ve at yarışlarından (yanılmıyorsam) %5’lik bir pay alarak kendisine hatırı sayılır bir parasal kaynağın akışını sağlıyor.
Ve söz konusu bu vakıf, topladığı bu paralar ile hayvanları koruma adına her taşın altında biten/ ortalıklara dökülen dernekleri “hayvanları korumaları için” finanse ediyor.
Yasanın içindeki bu maddeyi duyanlar; duymayanlara da söyleyerek alelacele dernekler kurdular, mantar gibi çoğaldılar ve ortalıklara dökülüp saçıldılar...
“..işte, bütün sebep bu! ..”
Süsen Erkuş’un organizasyonlarını üstlendiği ve sık sık biraraya toplayarak eylemler yaptığı bu elemanlar yasanın bir an önce çıkmasını (içerdiği korumaktan uzak maddelere rağmen) bu sebeple istiyorlar.
Bu vakıf maddesi, bırakın su-i istimal’e/ sömürüye açık yönünü, bir tarafta “ne kadar çok hayvan öldürülürse/ sömürülürse, diğer tarafta o kadar çok hayvan (kedi/ köpek) bakılır” sakatlığını ortaya koymaktadır.
Yani bu elemanlara göre, tabaklarına yemek olarak gelen hayvanlar “hayvan” değil, yiyemedikleri, kürklerini giyemedikleri hayvanlar ise “hayvan” sınıfındadırlar... Bu da, Faşizan anlayışlara/ zihniyetlere özgü olan “Türcü”lüğün farklı bir versiyonudur...
Keşke kediler ve köpekler de yenseydi de bizler de bu garip kılıklı, garip düşünceli ucubelerden kurtulsaydık...
“..yani, bana bunu da dedirttiniz ya,
hele ki benim gibi bir adama bunu da dedirttiniz ya;
helal olsun be size...”
Elemanların bu tavırları hiç etik değildir, hiç ahlaki değildir...
Ama Şark kurnazı Süsen Erkuş’a sorarsanız; bu yasa ve içerdiği “vakıf maddesi” gereklidir.
Ona göre öldürülmeleri kaçınılmaz olan bu hayvanların, bari ölürlerken bir işe yarıyor hale getirilmeleri (nasıl oluyorsa) “ehven-i şer”dir...
..işte, beyindeki derinlik bu kadar! ..
“Beyindeki derinlik” dedim ya, Süsen Erkuş şimdi bana kızabilir.
Ama yerinde olsam kızmazdım...
Zira bu cümle ile “derinliksiz” bile olsa, onda bir beyin olduğunu (istemeyerek de olsa) ima etmiş oldum.
Daha önce de söylediğim gibi, kendisinde bir beyin olabileceğine ihtimal vermiyorum, olsa olsa “bıngıldak” ile idare ediyordur eleman...
Bir kısım hayvanı koruma adına diğer hayvanların katledilmelerini optimize etmek, uyuşturulmaları halinde koyunların, kuzuların boğazlanmalarını kabullenmek Hıncal Uluç’un kedi ve köpeklerin toplanarak uyutulmaları önerisinin izdüşümüdür...
************************************************************************************
* Ne kadar az bilirseniz o kadar şiddetle müdafaa edersiniz. “B. Russel”
* Sorabilmek için önce öğrenmek gerekir. “Goethe”
************************************************************************************
TC’deki hayvan hareketinin öncüsü durumundaki (ben ona hayvan hareketinin Deniz Gezmiş’i diyorum) “Panter” Emel Yıldız’a saldırarak, olayın odağında yer alan hayvanlara asıl ve en büyük zararı veren Süsen Erkuş, düne kadar (Gerekmediği için şu an isimlerini yazmıyorum. Ama gerektiği durumlarda da yazacağımın garantisini veriyorum) bir takım elemanlar gibi kuyrukçuluğunu yaptıkları “Panter” Emel Yıldız’a iftiralar atarak, aslı/ mesnedi olmayan şeyler üreterek olayı kendilerine yakışır biçimde gayri ciddi alanlara taşımışlardır.
Aslında bu gayri ciddilik kendi belagatlarının yansımasıdır.
Zira bu kapasite, bilgi birikimi/ donanım ve bilinç gerektiren bir iştir.
Eğer bu ülkede hayvan hareketi bir nebze bile olsa tartışılıyor ise; toplum, medya ve siyasiler bu konuyu da artık gündemlerine alma gereksinimi duyuyorlar ise, meclisteki elemanlar Hayvanları Koruma Yasasını çıkarmak için (iyi ya da kötü) kafa patlatıyorlar ise ve asıl önemlisi çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu bir ülkede “uygulamalarının” tabu kavramı içinde değerlendirildiği örneklerden biri olan “kurban” konusu artık her platformda tartışılıyor ise bunda Panter Emel’in otuz yıllık (iyi niyetli, tutarlı ve dürüst) uğraşısının/ çabasının olduğu gerçeğini yadsımamak gerekir...
Süsen Erkuş ve avenesini de rahatsız eden, asıl bu realitenin kendilerine musallat olan/ yakalarına yapışan haset ve çekememezlik duygularıdır...
Bizim oralarda (Adana’da) bir halk sözü vardır;
“Deve nere, daşşağı nere...” diye
Halk ozanının da bu anlamda söylediği; “Meyvesiz ağacı sallama boşa, ne yaprağın düşür ne dalın incit” gibi...
Bir zamanlar kuyrukçuluğunu yaptıkları Panter Emel, genel kültürü bağlamıyla son derece donanımlı, siyasi duruşu itibariyle istikrarlı, kavramları iyi tanıyan, kendisini sürekli geliştiren/ yenileyen, okuyan/ araştıran, bu minvalde süreli yayınlarda yazılar yazan, bir kitap yayınlamanın arifesinde olan, radyo programcılığı yapmış, televizyonlarda/ radyolarda, panellerde/ oturum ve toplantılarda görüşlerine sık sık başvurulan, toplumsal bilinç dönüşümüne katkı sunmaya çalışan “kadın gibi kadındır...”
“Kimseyi memnun edemezsin, nankörlük insanın ruhunda vardır” derler;
hoş, Panter Emel’in kimseyi memnun etme gibi bir derdinin olduğunu, ya da birilerini memnun etme adına bir şeyler yaptığını düşünmüyorum zaten...
O, doğru olan şeylerin (birileri beğenir/ beğenmez) kendi tarzı ile mücadelesini veren bir “sakıncalı piyade”dir...
E, tabii... Baş hep önde gider, kuyruk da onu takip eder...
“..bu böyle...”
************************************************************************************
* Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler ise kişileri konuşur. (Beyinsizler de sadece konuşur) “Hyman Rıckover”
* Dostluk sırasında sende olmayan meziyetlerden söz eden adam, düşmanlık sırasında sende bulunmayan fenalıkları da sana yükleyebilir. “Monteigne”
************************************************************************************
Böylesine cehalet ve bilgisizlik örneklerini (istenildiği takdirde) rahatlıkla çoğaltabileceğimiz Süsen Erkuş’u medyanın televizyonlardaki programlarına, haber programlarına, haber bültenlerine, gazetelerin sayfalarına;
1-) Kesim hayvanları ve Kurban konusunda “Uzman Veteriner”
2-) Kuduz hastalığı konusunda “Uzman Mikrobiyolog”
3-) Bakırköy Belediyesi “Hayvan Rehabilitasyon Uzmanı”
4-) Vejetaryenlik konusunda “Ayurveda Uzmanı”
5-) Doğa bilimleri konusunda “Uzman Ekolog”
6-) Marmara Belediyeler Birliğinin “Ornitoloji Uzmanı”
7-) Çıkarılması düşünülen Hayvan Haklarını Koruma Yasasına binaen söylediklerinden yola çıkıldığında görülen “Yasa Teknikerliği”
8-) (Adını şimdi hatırlayamadım) bilmem ne derneğinin başkanı ve
9-) Bilmem kaç yüz tane sivil toplum kuruluşunun bi’şeyi olarak “Bir bilen” sıfatıyla taşıması, toplumu doğru olarak bilgilendirme ilkelerine ters düşmektedir.
Kendisinin zaten tek derdinin televizyonlarda ve gazetelerde yer alması olan ve bütün enerjisini aslında buna harcayan söz konusu şahsın, bu manada ekmeğine yağ sürülerek ikinci bir “Levent Oran” hadisesine zemin oluşturulmaktadır...
Yiğit lakabıyla anılır derler. Bunca yaptığı iş(!) ve özelliği olan Süsen Erkuş’un lakabı mı?
..işte, onun adı yok...
..yani bende yok...
“..onun lakabını da siz bulun...”
************************************************************************************
* İnsan konuşmaya başlayınca, şaşırmaya da başlar. “Goethe”
* Konuşmak yaradılıştan, susmak akıldan gelir. “Ch. Lehmann”
* Ne söyledim diye başta düşünmek; niçin söyledim diye sonunda pişman olmaktan iyidir. “Sadi”
************************************************************************************
Not: Her zaman olduğu gibi bu yazımı da G.B. Shaw’nun bir söylemi ile tamamlıyorum.
“Eğer birine bir şey öğretirseniz, asla öğrenmez...”
Gürkal Gençay
31.Mart.2000.Cuma
DenizKöşkleri - İstanbul
* Evrensel Gazetesi - 31. Mart. 2000. Cuma
http://www.evrensel.net/00/03/31/dosya.html
* Birgün Gazetesi
* Ülkede Gündem Gazetesi
* İşbu Makale Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 504553127660
************************************************************************************
Kayıt Tarihi : 24.7.2006 19:20:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
