Z / Yazılar - Deprem '..Ve Dans Bitti...'

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

Z / Yazılar - Deprem '..Ve Dans Bitti...'

(Devlet, soğukkanlı canavarların en soğukkanlısıdır. Kılı kıpırdamadan yalan söyler ve ağzından düşürmediği yalan da şudur; ''ben devletim, halkın kendisiyim...'' F.W. Nietzsche)

Güneş olanca sıcaklığı ve harıyla kalabalığın üstüne yağıyordu.
Sarı sıcak Ağustosun kuraklığı, depremin çatlattığı toprağa ve evlerin duvarlarına ılgıt ılgıt işliyordu.
Yorgun ve yaşlı bacaklarıyla/ soluk soluğa koşarak belediyenin yemek dağıtımı yapmak için kurduğu küçük çadırın önünde bekleşen insanların oluşturduğu sıraya girdi. Kalabalık bir hayliydi...
Eskimiş ve ağır bir yağ kokusu sıcakla beraber çevreye yayılıyordu.
Önünde birikmiş olan insan kalabalığı hiç bitmeyecekmiş gibiydi.
Elinde tuttuğu ve rengi eskilikten matlaşmış iki göz sefertası her dakika biraz daha ağırlaşıyor, bacakları kendisini taşımakta zorlanıyordu...
Yemeğini alan ve kalabalığı eksilten her kişide biraz olsun güç buluyor, kuyruğun başına doğru ağır ağır devinirken bu öğün ne yemek çıktığının merakını gözlerine dolduruyordu.
Ve önünde bir iki kişi kaldığında bir garip sevinci ve sıra kendisine geldiğinde yemek biter mi çekincesini, endişesini birlikte yaşıyordu.
..sonunda sıra tükenmişti, en öndeydi...
-“ Uzat çanağını” dedi, yemek dağıtımını yapan genç adam.
Orta boylu, fazla kilolu, tıknazca biriydi. Yağlı ve dağınık saçları, güneşten kararan yüzünü grileştiren kirli bir sakalı vardı.
Çekinerek sefertaslarını öne doğru uzattı...
-“ Yahu, teker teker uzatınsana deyze çanağını! ” diye gürledi,
“..otuz dene elim mi var benim? Zaten kıç kadar ufarak çadırın içinde cırmalayıp duruyom! ..”
Elleri titredi.
Sol elindeki tası saklar gibi kalçasının yanına indirdi...
Diğer elindeki tasa bulgur pilavı doldurdu, bir yandan;
-“ Ha şimdi çanağın öbürküsünü uzat bakalım...” dedi yemek dağıtımını yapan genç adam.
Fazlaca kiloları nedeniyle yüzü artık ifade taşımıyor, adeta yalnızca “surat”laşmış gibiydi. Kısa, kalın ve yaptığı iş sebebiyle sonradan çatmayı tembihlediği kaşları vardı.
Önündeki insan kalabalığını, kendisinden cülûsiye beklenen padişah edasıyla süzüyor, kepçeyi karavanaya her daldırışında kara kaşları biraz daha çatılıyordu.
Öbür tasa, adı “etli” olan etten arık nohutlar doldu. Pişigen cins bir nohuttu. Ve bu yüzden suyunu çekmiş, tüketmişti.
-“ Birazcık suyundan koyabilir misin yavrum? ..” diye sordu titrek bir sesle.
Sanki küfür etmişti...
Buz gibi bir hava esti...
Yemek dağıtımı yapan adam çatık kaşları ile yüzüne dik dik baktı, başını iki yana öfkeyle salladı;
-“ Eyvah, bi o gusurdu! ..” diye hayıflandı...
Bir şey söylememişti...
-“ İki torunum var, suyuna ekmek bansınlar diye... Doysunlar diye...” konuşabilmişti güçlükle.
Yemek dağıtımı yapan adam terslercesineydi;
-“ Yani sen de heç bi’şeyden gusur galma, herkeş yimağını alsın öyle gel. Kalırsa suyundan da veririm! ..”
-“ Ta nereden beri geliyorum yavrum, bir daha gelemem ki; yerim çok uzak...” dedi ancak kendisinin duyabileceği bir sesle.
-“ Torunlarım da yalnız başlarına...”
Yemek dağıtımı yapan adam duymuyor gibiydi, arkasını döndü umursamayarak;
-“ Ekmek çıkarın buraya! ..” diye yardımcılarına gürledi...
Başı önüne doğru büküldü. İki minik sefertası sanki tonlarcasına ağır geliyordu ve kolları dirseklerinden aşağıya doğru ağrıyordu.
Bir de kedisi vardı aslında; söyleyememişti.
Mahcubiyetini de doldurarak taslarına yorgun bacaklarıyla çıktı sıradan.
Adeta bütün bakışlar üzerindeydi...
Kendini aç hissetmiyordu...
Titreyen, yorgun bacaklarıyla yalpalayarak koşarcasınaydı...
Ellerini yakan sefertaslarına sımsıkı sarılmıştı...
İki torunu ve bir de kedisi vardı onu bekleyen;
..ağlıyordu...

*

Bu hikâye depremden sonra yaşanan birçok “sahici” olaydan yalnızca bir tanesiydi.
(Öykünün Kaynağı: Aydan ÖRTÜLÜ)

Aslında enkaz altında kalan; insanlar gibi, insanlığımızın da ta kendisiydi.
Belki yaşlı kadının torunlarının annesi-babası enkaz içindeydi, belki ölmüşlerdi.
Belki yaşlı kadının beslediği kedinin annesi ve diğer kardeşleri bu yıkıntılar içinde ölüme yenilmişlerdi.
Ama en az onun kadar yaralayıcı olan, insanların yaşadıkları bu durumun çaresizliği nedeniyle onurlarının kırılmasıydı, gururlarının incitilmesiydi.
Taş duvarların, kolon ve kiriş yığınlarının, betonların, tuğlaların ve paslı demirlerin enkazı elbet kalkacaktı yaşamımızın orta yerine çöreklendikleri yerlerden.
Fakat sevgisizliğin depremiyle sarsılan, yıkılan, kırılan insanlığın onuru nasıl kalkacaktı bu enkaz yığınının altından;
..işte, aslında bu soruya yanıt verilmeliydi...

*

-“ Efendim, devlet böyyüktür! ..”
-“ Bu böyyük devlet halkımızın yaralarını saracaktır! ..” diyor devletin başı.
Adeta Türkiye’yi tanıyanların söylemeyeceği/ duyanların da inanmayacağı bir şeyi söylüyor.
Bu ülkenin başı ya Türkiye’yi tanımıyor, ya da bunlar iyi niyet temennileri- diyeceğim amma burada iyi niyetten söz etmek fazlaca safdillilik olur.
Burada söylenebilecek en doğru şey “hadi canım sen de! ..” olur.
.. laf-ı güzaf, hadi canım sen de; hikâye! ..

Yaraları sarmak bir yana, devlet daha kefen saracak çevikliğe, etkinliğe ve basirete sahip değil. İnsanlar halâ enkazların, taş yığınlarının içinde; molozlarla birlikte çöp alanlarına ve denizin karanlık sularına adeta atılmaktalar, dökülmekteler.
Ortalık ceset kokuyor, ortalık çürük et kokuyor...
Ondan sonra da; “..Efendim, devlet böyyüktür! ..” diyor zat-ı muhterem.
Devlet elbette büyüktür, onun için böyle ufak-tefek şeylerle uğraşmaya vakti yoktur.

“Devlet büyüktür” diyenlerin kendileri bile palavradan başka bir şey değillerdir.

Devlet; sizlerin öyle kutsiyet kazandırmaya çalıştığınız, eleştirilemeyen, soruşturulamayan ve tabulaştırılmaya çalışılan bir olgu değildir.
Devlet; etli – kemikli, üç boyutlu, somut bir varlık da değildir.
Cumhurbaşkanından köydeki muhtara, ihtiyar heyetine kadar görevi ve yetkileri olan insanlardan oluşan bir yönetişimsel örgüttür. Bir organizmadır devlet...
Yurttaşlarına hizmet sunmakla mükellef bir organizasyonlar manzumesidir.

Peki, bu minvalde resmi ağızlarca yapılan açıklamalara deprem uzmanları ne diyorlar?
Profesör Taymaz’ın Radikal gazetesine verdiği röportajın spotu aynen şöyle;
-“ TC’nin deprem konusunda yaptığı hiçbir açıklamasına güvenmiyorum...”

*

17.Ağustos sabahı, saat 03:02’den sonra yaşanan proseste toplum olarak deprem kültürümüz oldukça farklılaştı ve gelişti.
Görsel ve yazılı medyanın, panellerin, sempozyumların yoğunluklu olarak deprem konseptini işlemeleri sayesinde konu hakkında iyi/ kötü birşeyler doluştu dağarcığımıza...
Bu ülkenin %98’i deprem kuşağı üzerinde yer alıyor.
Yani bu ülkede bir tuğla bile monte edeceğiniz zaman ayağınızı denk atmak zorundasınız.
Deprem hakkında (teknik olarak) hiçbir şey bilinmese bile, bu bilgi tek başına depremi ciddiye almanın gerekliliğini ortaya koyan önemli bir veri.
..hayatı ciddiye almak ciddi bir iştir...

Yeraltındaki depremsel hareketlilikler birçok olumlu unsuru da beraberinde getiriyor.
Mesela, deprem kinetiğinin aktif ve entansif olduğu bölgelerde çok çeşitli ve zengin maden yatakları oluşuyor. (Kurşun, Demir, Alüminyum vs. gibi)
Çok zengin su membaları oluşuyor ve bu sular yeryüzüne maden suları, sodalı sular ve kaynak suları olarak çıkıyor.
Ayrıca, yeraltındaki devinimler yüzeyde verimli tarımsal alanlar oluşturuyor.
Çok çeşitli bitkisel ürünler alınabilecek ve tarlalar oluşturulabilecek toprak zenginliğini de yüzeye transforme ediyor.
Yani bir bölgede zengin maden yatakları varsa, çok çeşitli su kaynakları çıkıyorsa ve tarımsal toprak alanları yoğunlukluysa; bilinmelidir ki oraları deprem bölgesidir. Türkiye tam da böyle bir ülkedir...
Demek ki, buralarda öyle canınızın istediği gibi yapılaşmalara izin vermeyeceksiniz demektir...
Söz konusu bölgeler ağaçlandırılarak, göletler oluşturularak, doğal park alanları haline getirilerek kentlerin akciğerleri niteliği kazandırılıp; şehirsel yapılaşmayı, sanayi ve fabrikaları o bölgelerin uzağında depreme dayanıklı olarak oluşturma zorunluluğunuz var demektir.
Kentsel planlarınızı böylesi bir anlayışla yapılandırırsanız eğer, depremle dalganızı geçersiniz...
1999 Gölcük depreminin hemen ardından yaptığı açıklamada, Profesör Celal Şengör ne dedi? “ Zevk aldım... Yakışıklı bir depremdi...”
Belki ilk bakışta size itici gelebilir bu sözler, ama açılımına baktığınızda orada çok doğru ve çarpıcı bir mesajın olduğunu göreceksiniz.
Ama plansız/ programsız yapılaşma, terenemolojik yanlışlar zinciri ve yap-satçılığı diri tutan mantıkla depremler bu coğrafya insanının kâbusu haline getirilmiş durumda maalesef. / Bir yaşamı karartmanın en kestirme yolu da bu olsa gerek...
Daha düne kadar bitkisel tarım alanları olarak kullanılan yerleri, tarlaları binalaştıran, betonlaştıran, sanayii(leş) tiren, fabrikalaştıran muhteşem zat bu konuya ilişkin tepkilere;
-“ Ne yani, patates tarlalarında otomobil yetiştiriyoruz. Fena mı? ..” diyerek karşı koymuş ve bildiği gazeli okumaya devam etmişti.

Bu, zat- muhteşem’in ilk gazeli miydi? ''Tabii ki hayır...''
Bu ülkede kamu tepkisi alan tüm kaçak inşaatların temelinde mutlaka Süleyman Demirel’in bir kürek harcı var.

İmar planı ve ruhsatı Bursa 2. idare mahkemesince 09.Haziran.1997 tarih ve 1996/ 218 esas ve 1997/ 336 sayılı kararınca kaçak olmasına binaen iptal edilen ve buna rağmen “sit” alanına kaçak olarak yapımına devam edilen Cavit Çağlar’ın “Yeşil Şehir” projesinin inşaatı için, kaçak inşaatların temellerini atmakla ünlenen müteah...(pardon) Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yapılan eleştirilere;
-“ Lüzumsuz formaliteleri aşmışlar...” gibi bir pişkinlikle cevap veriyordu...

''..bak şimdi! ..''

Bu söylem, kendi içinde kaçak yapılaşmayı, kanunsuzluğu legalize etmeyi barındırıyormu? ..
(Midem bulanıyor, içim kalkıyor. Bu kendime zarar ya...)
..olabilir mi ya böyle bir şey? ..

Her Türk “sit alanı”nın “oturma alanı” olduğunu ve “sit” kelimesinin Türkçe’de oturmak demek olduğunu bilecek kadar İngilizce’yi bilir.

E, zat-ı muhterem de TC’nin Reis-i Cumhuru...
..İngilizcesi de iyi ne de olsa...
''Bir devlet böyle idare edilmez ki ya...''
Ondan sonra da ortalara çıkıp “vatan-millet-Sakarya” edebiyatı yapıyorsunuz...
“..çok sıkı bir geyiktir bu...”
Bu geyik muhabbetiyle Sakarya’nın da başını yediniz ya, helal olsun size...
Tabii; laf ola beri gele tarzında dillendirdikleri bir söylem bu elemanların...
Vatan, üzerinde eğer hak/ hukuk varsa vatandır Sayın(!) muhterem.
Bu ülkede yaşanan olaylardan sadece biri, yalnızca bir tanesi geleneklerini oluşturmuş batılı uygar toplumlarda ortaya çıksaydı inanın kaos olurdu.
Peki, bu ülkede neden “çıt” çıkmıyor, neden birileri ortaya çıkıp da;
-“ Yahu neler oluyor bu memlekette...” demiyor?
Bunu ancak üzerimizdeki ölü toprağı ile açıklayabiliriz...
İnsanlarımız kurtuluşlarını yağma düzeninde bulmuşlar ne yazık ki.
Onun için halk ve toplum bu talanlara duyarsız kalmış. Zira talandan nasiplenebilmelerinin ortamı ve beklentileri yaratılmış kendilerine.

1960’lı yılların başlarında, üniversitelerden bilim adamları, Demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri Süleyman Demirel’e bu ülkenin deprem realitesine paralel olarak “plan”lı/ programlı olarak yapılanmasının bir zorunluluk olduğunu söylemişlerdi. Zat-ı Muhterem ise bu uyarılara;
-“Bırakın şimdi pilanı-milanı... Bu halk “Plân” değil, “Pilav” istiyor” demişlerdi...
..bak...bak...bak...
..zekâya bak! ..
Oysa orada birileri Demirel’e;
-“ Ölüler pilav yemez, ölüler pilav yiyemezler! ..” demeliydi.

Haaa, Demirel’in halktan kastı o değilse, “pilav isteyenler” başkaları ise; hı?
Mesela, kaçak inşaatlarının temelini attığı ve aile efradım diyerek çekilen “aile fotoğrafı” içine aldığı Cavit Çağlar olabilir mi; ha?
Ya da yeğeni Yahya, ya da kardeşi Hacı, ya da kardeşi Şevket; ha?
1950’lerde başlayan ve Özalizmle devam eden yağmacı düzenin müteahhidi S.Demirel’in pilav isteyenleri kim; ha?
Olgunun önemini ve gereğini ailece kavrayacak bilinçte ve dürüstlükte olsalardı, bu tartışmada başka bir konumda olabilirlerdi.
..ama ikbâli buna uygun değil, ikbâli bunu yapmaya izin vermiyor...
“Bu ülkenin hafızası ne kadar zayıf”
..yazık, çok yazık...
Ölüler pilav yemezler Sayın(!) Demirel, ölüler pilav yiyemezler! ..
''..dank! .. Burada duracaksın işte;
..işte gelinen nokta tam da bu...''
İllüzyon sona erdi... 17.Ağustos sabahı saat 03:02’de yanılsama sona erdi...
Sonra da, “Efendim devlet böyyüktür” martavalları;
..haydi canım, hadi...
..beyninize çeki düzen veriniz...
Bu coğrafyada yaşayan her uygar insanın bu sisteme ve bu sistemin hükümet edenlerine, egemenlerine alerjisi olması gerektiğini düşünüyorum.

(Yine canım sıkıldı... Durduk yerde insanın canını sıkmanın ne âlemi var? Böylesine utanmazlık olur mu ya?)

..aslında söylenecek pek fazla bir şey yok tabii...
..neyse, akşam akşam...
Sözlerin artık anlam ifade etmediği anlar vardır... İşte o noktada susulmalıdır...
..ve tam burada anlamsız anlamsız bakmak vardır...

Peki, hükümet ne yapıyordu bu arada/ ve hükümete doluşturulan muhteşem zevat ne yapıyorlardı?

Irkçı, kafatasçı ve nev-i şahsına münhasır sağlık bakanı O.Durmuş ve arkadaşlarının sığındıkları “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” kalesi 7.4 büyüklüğündeki depremle birlikte çatırdarken, bakan tıp etiğini bir kenara bırakıp adeta partisinin bir militanı gibi davranıyor ve ağzından salyalar saçarak yine o bildik, yine o tanıdık şovenist tavrı sergiliyordu.
Yıllardır “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” palavralarıyla aldatılan, milliyetçilik ve maneviyatçılık gibi aidiyet içeren duyguları kullanılan ve bu yolla ideolojilerine ve partilerine potansiyel haline getirilen insanlara İsrail, Yunan, Ermeni, Yahudi toplumlarının yardımlarını hangi lisan-ı münasip’le anlatabileceklerinin kabızlığını çekiyordu.
Ve tarihe geçecek saçmalıklar birbiri ardına geliyordu...
—Amerika’lılar genetik araştırmalar yapabilirler. Onun için onların ne hastane gemilerine, ne de bir kutu ilaçlarına ihtiyacım yok...
—Yunanistan’ın istenmeyen kanı...
—Ermenistan’ın boku...
—Yahudi’nin püsürüğü derken, olan bir kutu ilaca ya da bir ünite kana gerçekten ihtiyacı olan bu coğrafyanın insanına oluyordu.
..ve bu insanlar malzeme ve ekipman yetersizliği nedeniyle pisi pisine ölüyordu...
Anneler, babalar, kardeşler ve çocuklar birer birer ölüyordu...
Ve yıkılan evlerin arasından yükselen ağıtlar kamyonların, iş makinelerinin ve kepçelerin gürültüleri arasında kayboluyordu...
İnsanın beyni çirkin ise, üslubu da çirkin oluyor.

Sayın(!) Bakan, hiçbir ülke mutlu bir evden daha değerli değildir ve varoluşumuzun tek gerekçesi sesimizdir.

Çatırdayan ideolojik sığınağınızı ırkçı figürlerle payandalamanız parti militanı olarak sizi belki kurtarabilir ama tıp adamı, bilim adamı kişiliğinizin de o enkazların altına gömülmesini engelleyemez.
''..Ya, ne ucuz bir oyun bu... Ne sıkıcı, ne rahatsız edici...
..adeta beyinlerimiz ölümlere hazırlanıyor...''

Kentsel ve endüstriyel yapılaşmanın kısa-orta ve uzun vadede çevre sağlığı üzerindeki müspet/ menfii etkilerinin araştırmalarını, mühendislik çalışmalarını ve denetimlerini yapmakla mükellef olan Çevre Bakanlığı, depreme ilişkin tüm dataları da değerlendirerek her türlü yapılaşmanın ekosistem içindeki canlı ve cansız dinamiklerle olan/ olabilecek etkileşimlerini tespit etmek ve bu verilere göre müdahil olmak zorundadır. Çevre Bakanlığı bunun için vardır.
Peki, ne yapıyor çevre bakanlığındaki elemanlar ve muhterem bakanları?
DSP’li Çevre Bakanı Fevzi Aytekin’den “tık” çıkmadı şimdiye kadar.
Bakan sadece bakıyor... Üç maymunu oynuyorlar maşallah...
Geçtiğimiz dönemin Çevre Bakanı İmren Aykut ise yaklaşık on sekiz yıldır meclisteydi. Kendisini artık iyice tanıyoruz.
Ta ki Çalışma Bakanlığı yaptığı dönemlerden bu yana...
Kendileri “Çevre düşmanlarının gözünün yaşına bakmayacağım” söylemiyle meşhurdur...
(..ne yapacak? ..)
..mümkün mü böyle bir şey? ..
..Sizler ancak onların gözlerinin yaşını silersiniz...
Ne yapacak İmren Aykut ve diğer Çevre Bakanları benim midemi bulandırmaktan başka, ha? ..
Kendimizi kandırmayalım, aldatmayalım! ..
''..isterseniz aldatalım...''
Dilime bir şey geldi...
..söylemeye dilim varmadı...
“lütfen (bari siz) aklınıza geleni söyleyin...”

Müteahhitlik yaptığı dönemlerde diktiği bütün binalar yıkılan, çatlayan Bayındırlık Bakanı Koray Aydın, irrasyonel bir tavırla yüksek volümlü kamu muhalefetine rağmen, halka rağmen, pahalı ve palyatif bir projeyi hayata geçiriyor; “depremzedelerin yaklaşan kış mevsiminden önce yaşadıkları çadırlardan evlere geçmesi” sığınmacılığı ile prefabrike evleri üç/ beş yandaşına ihale yoluyla peşkeş çekiyordu.
“Görülüyor ki, gerekçe bir palavradan başka bir şey değil.”
..size de öyle gelmiyor mu? ..
Prefabrike evlerin ihalelerini alan işadamlarının back-graund’larına bakın; orada bıyıkları dudaklarının yanından aşağıya doğru sarkık tipler göreceksiniz.
“..bakın bunun altını çiziyorum, parlatıyorum altını...”
Bayındırlık bakanı bu ne idüğü belirsiz, kimliksiz, kişiliksiz, renksiz, kokusuz tiplere ihaleleri peşkeşleyerek ideolojik tercihini halka tercih etmiştir.
-“ M2’si 80 Dolar olan kalıcı konut yerine, M2’si 150 Dolar olan prefabrike evler yapıldı.”
..kim söylüyor bunları? ..
Dönemin bakanlarından Sadi Somuncuoğlu! ..
22.Şubat.2000 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde de yayınlandı bu.
Yahu, çok mu saf bu adamlar? ..
''..ben saf olduklarını düşünmüyorum...''
Peki, benden bin bir gerekçe ile, kıldan/ tüyden alınan deprem paraları/ vergiler nereye gidiyor? ..
“..bana gelmiyor! ..”
Bazıları için deprem ve böylesi felaketler bile rant kapısı olabiliyor.
Bunlara genellikle halk arasında leş kargaları deniliyor. (aramızda kalsın)
Bu ülkede “zade”lerin cüzdanları ve göbekleri “zede”lerin sırtından ve onların büyüyen acılarından oluşturulan ortamlarda şişirilmiştir.
16.Ağustos gecesinden sonra, yüz binlerce “depremzede” sayesinde bir avuç “depremzade” yaratılmıştır.
Ve elbette sistem kendinden bekleneni yapmıştır...
Yani bu çürük, bu kokuşmuş sistem muhtelif organlarıyla kendini korumuştur.
“..Ne olur bunu aklınızda tutun...”
Adeta çamur deryası görünümünde bir coğrafyadayız;
..ve bizler gırtlağımıza kadar çamurdayız...
Debelendikçe dibe çöküyoruz. Doğaldır; çamurda debelenirseniz dibe gidersiniz...
Batağı yaratanlar bataklığı temizleyemezler. Yani sistemin içinden beslenenler sistemi değiştiremezler.
“Bunu yapmalarını bekliyoruz; ama halt ediyoruz galiba...”
Zira sistem kendine uygun insanı yaratıyor.
''..nasıl orası, rahat değil mi hocam? ..''
O koltukta n’apıyorsunuz Sayın(!) Bakan?
Sayın Bakan istifa etmelisiniz. Siz ve arkadaşlarınız istifa etmelisiniz.
..Ama maalesef, duyarlı bir insan olarak bunu sizlerde göremiyorum...

“En büyük hata, hatadan dönmemektir” gerçeğine karşın inatla yağma düzenini sürdürüyor ve kapkaççı ekonomik düzenin mantığı ile ihaleleri apar topar size yakın olan müteahhit işadamlarına peşkeş çekiyorsunuz.
Ve bunu yontulmamış, rende değmemiş bir kabalıkla yapıyorsunuz.
Böyle olunca denetimsiz, gözetimsiz şekilde mantar gibi biten binalar iskambil kâğıdı gibi yıkıldığında da bir-iki müteahhidin yakasına yapışıyorsunuz...
''..inandırıcı olduğunuzu mu sanıyorsunuz? ..''
Hiçbir müteahhit merkezi yönetimlerin ilgili seksiyonlarından gerekli müsaadeleri almadan, Bayındırlık ve İskân Bakanlığının ekspertizlerinin gözetimlerinden geçmeden, gereken prosedürleri tamamlamadan, yerel yönetimlerin denetimleri olmadan ve imar/ iskân müsaadesi almadan oralara; yani deprem ve benzeri sakıncaları içeren riskli bölgelere, dere yataklarına, doldurulan deniz kıyılarına, heyelan bölgelerine ve alüvyonal alanlara bir tuğla bile monte edemezler.
Tavşan boku gibi, kişiliksiz/ suya sabuna dokunmayan (çıkar ilişkilerini ayrı tutarak söylüyorum) politikalarla, vahşi kapitalizmin şiarı “bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler” düzenine koşutlanmış anlayışlarla çarpık yapılara müdahale edemiyorsanız, yapısal müdahaleler yapmıyorsanız geriye ne kalacak? ..
..ha, soruyorum; ne kalacak? ..
Eğer, şehirlerin söz konusu bu alanları beton deryasına dönüşmüş ise bunda ilk ve en büyük sorumlu sizlersiniz demektir.
Merkezi yönetimlerin, yerel yönetimlerin, belediyelerin bu bağlamda yakınmaya hakları yok.
Hem bunu yapıyor, hem de yakınıyorlarsa eğer; hükümetlerin ve belediyelerin bu ikilemden kurtulmaları lazım...
Ama görülüyor ki böyle bir dertleri de yok çağdaş(!) belediyelerin ve cümle idarecilerin...
Buna “doğa felaketi” deyip de yakanızı sıyıramazsınız. Bu bir “sistem felaketi”dir...
Bu, sizin yarattığınız sefil sistemin insanlara yaşattığı, dayattığı bir felakettir.
Kabak tadı verircesine ölenlere rahmet dileyerek, yaralılara acil şifalar temenni ederek, geride kalanlara sabır öğütleyerek bu toplu katliamın hesabını vermekten imtina edemezsiniz.
Ölümlere ve katliamlara yatırım yapan sizler; böylesi taziyeler ile üzüntülü insan rolleri ile ve timsah gözyaşlarınız ile halkı kandıramazsınız...
..Bu bir toplu katliamdır ve hesabını vermek zorundasınız...
Ondan sonra da yok üzülmüşler de, bilmem ne...
''..üzülmediklerini bal gibi biliyorum! ..''
Bunları söylemek onların görevi; aslında Sayın(!) Bakanların hiçbirinin bu taraklarda bezi yok...

“..Aklımıza mukayyet ol yarabbi! .. Bu kadar da dangalak yerine konmamız ağırıma gidiyor...”

Ondan sonra da ilk fırsatta ve her fırsatta sergilediğiniz o oportünist tavrı sergiliyor; iş olsun diye bir-iki müteahhidi derdest edip kendinizi topluma ibra etmeye çalışıyorsunuz.
..ya da öyle olduğunu sanıyorsunuz...
Yakalanan müteahhitler aslında sizlerin yarattığınız bu sefil, yerlerde sürünen sistemin statü olarak birer memurudurlar.
Aynı Susurluk olayı gibi; Mehmet Ağar’ların, Sedat Edip Bucak’ların ve daha birçok kerli/ ferli isimlerin geçtiği ve demokratikleşmenin miladı olacak diye lanse edilen bir büyük davada aradan geçen bunca yıldan sonra bugün üç tane polis memuru yargılanmakta şimdi.
Peki, asıl suçlular neredeler?
“..meclisteler! ..
Ne yapıyorlar? ..
“Onlar şimdi birer milletvekili ve dokunulmazlık zırhlarının içinde paşa paşa oturuyorlar...”
Sineye çekilir bir şey mi bu?
''..nasıl, orası rahat mı hocam? ..''

(Paşa paşa oturuyorlar dedim de, aklıma paşam geldi. Hani şu ressam olan, iyi saatte olsun.)

Ayrıca, Metin Göktepe’nin katledildiği vaka gibi boyutlu bir davada aynı Susurluk davası örneğinde olduğu gibi iki kıytırık polis memuru yargılanmakta.
Bunda da buna benzer şeyler var. Aynı bu örneklemelerde olduğu gibi düzenin statüsel memuru iki müteahhit yargılanacak, asıl müsebbipler ve sorumlular o muhteşem popolarının üstünde oturacaklar.
Büyük bir ihtimalle kendilerine yakın bir-iki müteahhidi vitrine koyup, sistem ile organik bağları olan holding medyası aracılığı ile ince, sofistik ve demagojik mesajlar verdirecekler.
Parlatılan bu imtiyazlı müteahhitlerin yanısıra, günah keçisi haline getirilen Veli Göçer ve diğer müteahhitgilleri tu-kaka edecekler.
..Bak; gitti Veli Göçer...
..vallahi üzülüyorum...
Ötekiler elini kolunu sallaya sallaya gezerlerken “vay” diye diye “göçüp” gitti Veli Göçer...
Hatta ortalıkta gezinen müteahhitlerden bir tanesi Fenerbahçe’ye başkan adayı bile oldu.

Daha düne kadar, holding medyası dikine inşa edilen bu mezarlıkları topluma “süper daireler/ muhteşem villalar” diye reklâm kuşakları aracılığı ile yutturmaya çalışmıyor muydu?
Peki, daha düne kadar holding medyası, burjuva kültürü ürünü yarışmalarda, çarkıfeleklerde, turnikelerde yarışmaya katılan insanların onurlarını, haysiyetlerini ayaklar altına alarak karşılığında Veli Göçer’in evlerini, dairelerini ödül olarak dağıtmıyorlar mıydı?
O zamanlar kendilerine sorsaydınız, büyük bir ihtimalle ve pişkinlikle size şöyle diyeceklerdi;
-“Efendim; Veli “Göçmez” demedi ki hiçbir zaman... Veli “Göçer” diye diye sattı zaten o daireleri, villaları...”
..evet, kuvvetle muhtemel böyle söyleyeceklerdi...
“..ayıp, ayıp... alçaklık bu! ..”
..bu en hafif deyimiyle saygısızlık, saygısızlık...
Gerçekten çok hafif oldu değil mi?
(Aslında bunun ne olduğu benim dilimde var; var ama sizlere saygımdan onu burada dillendirmem mümkün değil...)

Ruslara ait bir söz vardır. “Para konuşunca doğruluk susarmış.”
Bir ilave de bizden; “Para bozduğu herşeyi satın alarak namusunu korur.”
Kartel medyası, postal medyası, holding medyası gibi adlandırılan medya kuruluşları hazırladıkları haber programlarını ve haberleri kendi bakış açılarından yorumlarlar ve ona uygun prizmadan verirler.
Bunun dışında kalan bilgiler kamuoyu duyarlılığından, kamuoyunun gözünün önünden hızla kaçırılır. Yani toplum tek kanallı bilgilendirilir. Buna manüple haberler denir. Spiker gerek tavrı ile mimikleriyle ve jestleriyle manüple bilgileri toplumun beynine zerkeder.
İnsanları böylesi kritik konularda aptallaştıran medyada ve tüm ceride-i adiye’de yaşamın esasına ilişkin, yaşamın özüne ilişkin şeyleri bulamazsınız.
Medya kanallarının bu politikaları ile bilginin tekelleşmesi söz konusu olur ve giderek böyle böyle beynimiz boşaltılır, düşünsel kaliteniz düşer, beğeni/ seçicilik seviyeniz düşer...

''..bırakın, siz yorumlamayın ya! ..''
Spikerin o iğrenç, o ilkel sesini duymamıza gerek yok ki...

“..bütün bu olanlar ağzımda iğrenç bir tat bıraktı...”
..ya sizin? ..
Yanında nane şekeri falan olan var mı? ..
..yoksa bulundurun...
Yoksa; “gerek yok, biz zaten naneyi yiyeceğimiz kadar yemişiz” mi diyorsunuz? ..
Asıl problem yapının/ yapılanmanın kendisidir. Güçler dengesinin yapısının sorgulanmasıdır aslolan. Ama deforme haber bültenleri ve programlar aracılığı ile başka birşeyler anlatılıyor.
İşte bu minvalde, ekranlarına çıkardıkları sistemden dopinglenen müteahhitler ile düzene yapmaları gereken yalakalıkları yapıyorlar hem de spekülatif haberlerle izlenme paylarını artırıyorlar.
Sistemden hormonlanan müteahhitler ise kendilerine sunulan bu altın fırsatları kaçırmıyor ve medya aracılığı ile salvar-sümük, namuslu işadamları pozlarıyla gazetelerden ve ekranlardan topluma sesleniyorlar;
-“ Çok üzgünüm, içim parçalanıyor yahu... Ühhüüü, ühhüüüü! ..”

“Hey allahım yarabbim, sen nelere kadirsin yahu! ..”
..komik tabii...
..gülebilirsiniz, istediğiniz organınızla gülebilirsiniz! ..
Gördüğünüz gibi, sapla saman birbirine karışmış ve bütün değerler birbirine girmiş durumda.
Bunların hiçbirinin çamaşırları temiz değil ve birilerinin bunu söylemesinden, deşifre olmaktan korkuyorlar. Onun için bu iğrenç ilişkiler devam ediyor...
Peki, ya vatandaş, ya vatandaş?
-“ Alooo! .. Kimse yok mu, yok mu kimse? ..”
Buna da yıllardır tanıklık eden siz, halk karar versin...
Zira bu tür pisliklerin faturalarını ödeyen sadece halk oluyor.
Gariban, bigünah vatandaşlar oluyor...
İşte, yaşadığımız depreme kadar geçen süreçte hep bu zavallı halkın altı oyuldu, bu sayede birileri palazlandı ve faturalar da yine halktan masum insanlara çıkarıldı.
Allah garibanı hem sefil yaşatıyor, hem erken öldürüyor...
İşte tanrının adaletsizliği. Parası olan hem iyi/ kaliteli, hem de uzun yaşıyor.
Yani parası olana allah bile kıyak geçiyor...

-“ Efendim, devlet büyüktür...”
-“ Efendim, devlet yaraları sarar...”
-“ Efendim, devlet vatandaşının yanındadır...”
-“ Efendim, devlet vatandaşının arkasındadır, vatandaşının sırtını yere getirmez...”
“..yüzükoyun yuvarlarsınız değil mi? ..”

Aslında; bütün bunları söyleyip duran muhteşem zevat ve devlet henüz ortada yoklar; gelmiyorlar.
..hala da gelmemeye devam ediyorlar...
Devletin eli/ kolu uzundur diyorlar...
..ama bizi her gün yanıltıyorlar...
Söylediklerinin palavra olduğunu onlar da biliyorlar...
“Beni aptal yerine koymasınlar! .. Algılayamaz, mendebur yerine koymasınlar! ..”
Münasip organlarınızdan uyduruyorsunuz, nazik organlarınızdan uyduruyorsunuz.
Bunun bir tek anlamı var; yalan söylüyorsunuz! ..
Toplum olarak yaşadığımız bu süreçte, DSP’li bir milletvekilinin televizyonlara ve gazetelere yansıyan önemli bir söylemi oldu;
-“ Yalanlarla en çok çocukları ve halkı kandırabilirsiniz! ..”
Yapacak başka bir şey yok tabii... Hiçbir şeyi devletten beklemeyelim.
Biz en iyisi mi kendi başımızın çaresine bakalım.
..umudumuz kendimiz! ..
“Aynaya bakalım...”
O nedenle, sakın umutlarımızı söylem demokrasisi üstadı muhteşem zat Süleyman Demirel’e ve zevat-ı muhterem’lerine bağlamayalım.

Devleti olumlu, müspet bir eylem ile, bir edim ile gördüler de ben mi kaçırdım yoksa?
-“Efendim; devlet böyyüktür, devlet her şeye hakimdir...”
..ha, bir de bu garabeti yaşıyoruz;
ne utanç verici açıklamalar bunlar böyle
“ Hiçbir şeye hakim değilsiniz siz! ..
..akıl alır gibi değil ya...”
Hayattaki duruşunuz ikiyüzlülük üzerine kurulmuş zaten.
(Şu anda dile getiremediğim çok şeyi söylemeyi isterdim; ama? ..)

Tipik bir az gelişmiş ülke sendromu işte bu.
Bilimden uzak tutulmuş bir toplumun fotoğrafıdır bu.
Bilimin yerde ve zeminde aradığı depremi ve onun getirdiği sonuçları göklerde arayan bir toplumun fotoğrafıdır bu...
Ve bu fotoğrafın en önünde de işte bu zat-ı şahaneleri ile muhteşem zevatı durmaktadır.
“..ürkünç...”
Peki, söylenecek çok şey var... Laf lafı açıyor, bir söyle bin “ah” işit tarzında bir tepki bu benimkisi.
“..olumsuzlandım yine...”
..netekim, netekim...

(Paşamı hatırladım yine, hani Marmaris tavla şampiyonu paşamı...)
..neyse, geçiyorum...

Devlet müspet bilimi dinleyenlerce, pozitif bilime kulak verenlerce yönetilseydi eğer, bütün bunlar/ bu olaylar bu biçimiyle yaşanmaz ve bugün yaşadığımız böylesi sinir bozucu trajik durumları da toplum olarak yaşamazdık.
Depremleri hala yeraltında değil, inatla gökyüzünde arayanların ve buna göre yorumlayanların kördöğüşü çekişmelerini izliyoruz yahu! ..
Halâ, doğa olaylarının henüz çözülemeyen/ bilinemeyen yanlarından kaynaklanan bir tür yorum olan dinsel ve inanca dayalı anlayışlar yürütülüyor çağdışı kafalarca.
Ve bu anlayış ile bir deprem analitiği hala sürdürülüyor bazı ilkel, iptidai kafalarca.
Depremi fırsat bilip, kavramların içini dilediklerince doldurarak ve bir mantık kargaşası yaratılarak toplumun bu anlamda etkilenmeye hazır olan kesimi üzerinde kültlere, dinlere, tapınmalara ilişkin etkiler yaratılmak isteniyor.
Yani bu fırsatçılık, bu pragmatik tavır gösteriyor ki; toplum daha teslimiyetçi, kaderci, edilgen/ pasif durumda/ pozisyonda tutulsun.
Tutulsun ki, sömürü “katmerli sömürü” olsun...
Bir yandan depremle bilimsel alanda uğraşan birçok profesörün, uzmanın açıklamaları, ileri sürdükleri hipotezler/ varsayımlar ve buna bağlı olarak yaptıkları tartışmalar bir “Reha Muhtar ve rating macerası” anlayışı içinde sunulurken, diğer yandan da;
-“ Takdir-i İlahi...”
-“ İlahi Adalet...”
-“ Allahın eli kolu yok, godumu oturtturur işte böyle...” mantığı güçlü bir şekilde sürdürülüyor.
Hem nalına, hem de mıhına yani. Ya da tavşana kaç, tazıya tut hesabı...
Görülen bu! ..
Deprem konusu dini mecraya da taşınarak televizyonlarda tartışmalar, açıkoturumlar yapılıyor, din adamlarının görüşlerine müracaat ediliyor.
“..yani şimdi yenilir yutulur bir davranış mı bu? ..”
''..bence bunun savunulacak bir yanı yok! ..''

Geçtiğimiz yıllarda, bir dergide gördüğüm küçük bir makale nazar-i dikkatimi celbetmişti... Hatırlayabildiğim kadarını aktarmaya çalışayım...

“ Tüm semavi dinlerin kanlı tartışmalarla başladığını ve her dönemde kanlı savaşlarla sürdüğü gerçeğini gözönüne alacak olursak; hangi gerçeğin diğer gerçekten daha gerçek olduğunu rahatlıkla saptayabiliriz.
1-) Din konusunda yeterli bilgiye sahip olan alimler, din bilgisi kıt olan insanlar karşısında bu üstünlüklerini gökyüzüne yükselen melekler gibi sergilerler.
Yani yarattıkları ortam tam bir semavi huzur ortamıdır.
2-) İlahiyatçıların kendi aralarında yaptıkları tartışmalar yüz yıllar boyu hep gergin ortamlar yaratmıştır. Ve bu ortamlarda din alimleri semavi huzura kavuşmaktan çok yeryüzüne sıkı sıkı sarılmayı yeğlemişlerdir.
Ayrıca; ilahiyat, somut bir bilim değildir. Çünkü dinler tevekküle dayanır ve bu yüzden ilahiyat bilginlerine bilim adamı demek soyut bir söylemdir.”

Geçenlerde yetkililerden birinin yaptığı açıklama dikkatimi çekti.
-“ Depremzedelerin kış mevsiminden önce sığınabilecekleri prefabrike evler filanca tarihe yetiştirilecek inşallah! ..” diyordu.
Bu cümlenin anlamsal olarak çok iyi irdelenmesi gerek...
Bir olgunun özünü yakalayabilmek için verilen mesajın satır aralarına bakmak gerekir. Ne diyor satırın arasında sayın(!) yetkili? ..
“..sığınabilecekleri evler...”
“Sığınılabilir” ile “oturulabilir” kavramları birbirlerinden çok farklı şeylerdir.
Felsefi değil; düz, basit bir mantıkla bile değerlendirseniz bu farkı yakalayabilirsiniz.
Görülen o ki, insanları sığır sürüsü gibi kapalı mekânlara sürecekler...
İnsanlar böyle yaşayamazlar, yaşamamalıdırlar! ..
..işte, anlayışı budur devletin maalesef...
Bu anlayışı barındıran zihniyetlere karşı durma adına artık toplum olarak birey olma bilincini yakalamamız/ bu dönüşümü gerçekleştirmemiz gerekiyor.
Kendimizin ve gücümüzün farkına varmamız gerekiyor.
Kamu hukukunda yer alan önemli bir örneği aktarmak isterim;
“ Bireylerin kişilik hakları verilmediği sürece, haklar yetkililerin iki dudağı arasındadır.”
Ve gerçekten de bunun böyle olduğu çok açık, çok net bir biçimde görülüyor...
Ama bu ülkenin insanı ne yapıyor tepkisini sergileyebilme/ dillendirme adına? ..
..Hiçbir şey, ne yazık ki hiçbir şey...
Ülkem insanı yalnızca ağlanacak haline gülüyor...
E, çok da haksız sayılmazlar hani aslında;

''..ülkeyi ve belediyeleri karikatürler yönetiyor...''

Gürkal Gençay
13.Eylül.1999
Deniz Köşkleri - İstanbul
(Öykünün Kaynağı: Aydan ÖRTÜLÜ)

İşbu Makale Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 501374125534
***********************************************************************************

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 19.7.2006 19:22:00
Hikayesi:


SİYASET, KEDİYİ ARKADAN DÜZMEYE BENZER ----- —“Sevgili Bay Bukowski: Neden hiç siyaset veya dünya meseleleri üzerine yazmıyorsunuz? ' - 'Sevgili M.K.:. Ne diye? Yani, yeni bir şey mi var? —yemeğin altının yandığını herkes biliyor.' Genellikle bir başımıza sessizce oturup halının tüylerini seyrederken atar beynimizin tası -yan tarafında Temel Reis yazan jöleli şekerleme dolu kamyonun neden patlayıp havaya uçtuğunu anlamaya çalışırken. Sadece bu önemlidir; o canım düşün yitirilişi ve onu yitirmişseniz gerisinin önemi yoktur, generallerin ve para-babalarının oynadığı oyunlardır gerisi. Söz generallerden açılmışken -Hidrojen bombası yüklü bir uçağın daha çakıldığını okudum- BU kez İzlanda yakınlarında denize. HESAPTA beni korurlarken hayli lâkayt davranıyorlar çocuklar kâğıttan uçakları ile. İçişleri Bakanlığı Hidrojen bombalarının 'pasif' olduklarını açıkladı, ne demekse. Sonra bombalardan birinin yarıldığını, sözde beni koruyan bombanın denize radyoaktivite yaydığını okuyoruz ve ben koruma filan istemedim. ------- Demokrasi ile Diktatörlük arasındaki fark: Demokrasi'de önce oy kullanıp sonra emir alırsın, Diktatörlük'de seçimle filan zaman kaybedilmez. ------- Şu düşen hidrojen bombalarına dönelim -bir süre önce aynı şey İSPANYA kıyılarında oldu. (beni her yerde koruyoruz.) bombalar yine kaybolmuştu. Amma belâlı oyuncaklar, kaybolup duruyorlar. Üç aylarını aldı -yanlış hatırlamıyorsam- son bombayı bulup oradan götürmeleri. Belki de üç haftaydı, ama oranın halkına üç yıl gibi gelmiştir herhalde. Sahilden hayli açıkta bir kum tepeciğine düşmüştü o son bomba ve ordu son derece hassas bir çalışma ile bombayı tepecikten kancalamaya çalışırken bomba yerinden kımıldayıp aşağı doğru yuvarlanmıştı. Sahil kasabasında yaşayan zavallı halk havaya uçma endişesi ile sabaha kadar yataklarında dönüp durmuşlardı, ABD'nin ikramı. Amerikan Dışişleri bombanın fünyesinin olmadığını duyurmuştu elbette, ama o arada zenginler kasabayı terkedip başka coğrafyalara uçmuşlardı ve Amerikalı denizcilerle kasaba halkı diken üstündeydiler. (Lanet bombalar patlamayacaksa ne demeye uçuruyorlardı onları? Ha patlamayan bomba taşımışsın ha iki tonluk salam.) neyse, bombayı bir türlü kancalayamıyorlardı, iradesi vardı sanki lanet şeyin. Sonra denizde bir fırtına kopmuş ve güzelim bombamız denize yuvarlanmıştı. Deniz çok derindir, devletimizden bile daha derin. Sonunda özel bir vinç tasarlamış ve bombayı denizin dibinden çıkarmışlardı. Palomares. Evet, orada olmuştu. Palomares'de. Ve sonra ne yaptılar, biliyor musunuz? Donanma Bandosu kasaba meydanında bir açık hava konseri verdi. Madem bomba tehlike arz etmiyordu, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Evet, bando çaldı ve İspanyollar dinledi ve herkes cinsel ve ruhsal bir rahatlamada kenetlendi. Denizden çıkardıkları bombaya ne oldu, bilmiyorum, kimse (birkaç kişi hariç) bilmiyordu ve 1.000 ton radyoaktif İspanyol toprağı Aiken'e nakledilirken bando çalmaya devam etti. Aiken'de kiralar hayli düşük olsa gerek. Şimdi de bombalarımız İzlanda denizinin soğuk sularında serinliyorlar. İnsanlar akıllarını çok iyi olmayan bir şeye taktıklarında ne yaparsın? Kolay, akıllarını başka yere kanalize edersin. Akıllarını aynı anda iki şeye takamazlar nasıl olsa. 23 Ocak 1968'deki gazete haberi örneğin: HİDROJEN BOMBASI YÜKLÜ B–52 İZLANDA AÇIKLARINDA DÜŞTÜ. DANİMARKA RAHATSIZ. Danimarka rahatsız mı? Hay allah! Neyse, birden, 24 Ocak tarihli bir haber: KUZEY KORE AMERİKAN DONANMASINA AİT GEMİYE EL KOYDU. Milliyetçilik tırmanır! Vay, orospu çocukları! Ben o savaşın bittiğini sanıyordum! Ha, anladım KIZILLAR! Koreli kuklalar! AP kaynaklı haber: eskiden kargo gemisi olarak çalışan ve sonradan elektronik istihbarat ve oşinografi cihazları ile donatılıp casus gemisine çevrilen Amerikan istihbarat gemisi Pueblo, Kuzey Kore'nin Wonsan Körfezi'ne çektirildi. Kızılların işi, rahat durmazlar! Ama Hidrojen bombası haberinin kendine ikinci sayfada küçük bir yer bulduğunu fark ediyorum: 'B-52'nin Düştüğü Bölgede Radyasyon; Bombadan Sızıntı Olasılığı.' Başkan'ın sabahın ikisi ile iki buçuğu arasında uyandırıldığını ve Pueblo'ya el konduğunun kendisine bildirildiğini öğreniyoruz. Sonra da uykusuna dönmüştür tahmin ederim. ABD'ye göre gemi uluslararası sulardaydı; Kore'ye göre kendi sularındaydı. ülkelerden biri yalan söylüyor, biri söylemiyor. İnsan sormadan edemiyor, uluslararası sularda bir casus gemisi ne işe yarar? Güneşli bir günde yağmurluk giymek gibi bir şey. Ne kadar yakın, o kadar bilgi. Manşet: 26 Ocak 1968: ABD 14.700 İHTİYATİ HAVACIYI GÖREVE ÇAĞIRIYOR. İzlanda'ya düşen hidrojen bombaları ile ilgili tek haber yok, öyle bir şey hiç olmadı sanki. Bu arada: Senatör John C. Stennis Başkan'ın ihtiyati havacıları silâhaltına alma kararını son derece 'haklı ve yerinde' bulduğunu, kara kuvvetlerinde de benzeri bir uygulamaya geçilmesini umduğunu ilave etti. Meclisin azınlık lideri, Richard B. Russel: 'Son tahlilde, bu ülke geminin ve personelinin iadesini sağlamak zorundadır. Çok daha önemsiz nedenlerden savaş çıktığını unutmayalım. Meclis Başkanı John W. McCormack: 'Amerikan halkı komünizmin dünyayı ele geçirme emelinden vazgeçmediği gerçeğini bir kez daha idrak etmelidir. Bu fazlası ile hafife alınmaktadır.' Adolph Hitler hayatta olsaydı olanlara epey gülerdi sanıyorum. işte, siyaset ve dünya meseleleri hakkında söylenecek bir şey mi var? Berlin krizi, Küba krizi, casus uçakları. Casus gemileri. Vietnam, Kore, kayıp hidrojen bombaları, Amerikan kentlerinde ayaklanmalar. Hindistan'da açlık, Kızıl Çin'de faili meçhuller. İyi adamlar ve kötü adamlar var mı gerçekten? Hep yalan söyleyenler ve hiç yalan söylemeyenler. Bir gece düzüşürken ya da sıçarken ya da çizgi roman okurken ya da pul defterine pul yapıştırırken bizi paramparça edecek bir ışık ve ısı patlaması olacak mı? ani ölüm yeni bir şey değildir, kitlesel ani ölüm de yeni değil. Ama ürünü geliştirdik; yüzyılların bilgisi, kültürü ve keşfi var elimizde yararlanabileceğimiz; kütüphaneler tıka basa kitap dolu; başyapıt oldukları varsayılan tablolar milyonlarca dolara alıcı buluyor; tıp kalp naklini gerçekleştirdi; sokaklarda akıllıyı deliden ayırmak mümkün değil ve birden, bir kez daha, hayatlarımızın geri zekâlıların elinde olduğunu görüyoruz. Bombalar patlayabilir; bombalar hiç patlamayabilir. 0, piti piti, karamela sepeti... Şimdi, sevgili okurlar, izninizle fahişelere ve atlara ve içkiye dönmek istiyorum henüz vakit varken. Bu konular ölümü de içeriyorsa, kanımca, insanın kendi ölümünden sorumlu olması, ölümün Özgürlük, Demokrasi, İnsanlık, Milliyetçilik ve/veya diğer palavraların bir sonucu olarak gelmesinden çok daha az rahatsız edicidir. İlk koşu, 12:30. ilk içki, hemen. Fahişeler, hep varlar nasılsa. Clara, Penny, Alice, Pathy... 0, piti piti, karamela sepeti... * * * Charles Bukowski Sevimli bir aşk hikâyesi, Sayfa 169–172 Çeviren: Avi Pardo, Parantez Yayınevi

Gürkal Gençay