Z / Yazılar - Damdaki Kemancılar

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

Z / Yazılar - Damdaki Kemancılar

(insanlar; omuzlarında, “ahiret ve muamelâta dair tüm amellerini takip edecek olan” iki melek ile doğarlar. / öldüklerinde ise; iki sorgucu, münkir ve nekir’in ve de kiramen kâtibin meleklerinin huzurunda olurlar... / hayvanlarda ise böyle bir şey olmaz. / çünkü onların kendileri birer melektirler...)


Mart aylarında, yakışıklı erkek kedilerin güzel ve narin dişi kedilere geceden sabaha dek uzanan serenadına kulak tanıklığı yaparız.
Yirmi farklı ses çıkarabilme yeteneğine sahip olan tüylü dostlarımız bu özelliklerini mart ayı boyunca partnerlerine mesaj vermede kullanırlar.
Evlerin damlarından, balkonlarından ve sokakların kuytularından yükselen bu “Miyav” senfonisi adeta kediler orkestrasının
sunduğu açık hava konserlerinin en hüzünlü, en davetkar şarkısıdır.
*
Dört ayaklı dostlarımız beton binaların, taş duvarların, çelik gövdeli elektrik direklerinin ve asfaltların sardığı kentlerde,
insanoğlunun mekanik kuşatılmışlığına karşı inatla şarkılarını söylediler.
Göz göre göre ellerimizden kayıp giden ve hızla elektronikleştirilen doğanın bu hazin durumuna karşın “ Bakmayın güneşin battığına, gözlerinizi kaplayan o karanlığa... Bakmayın... Uzaklarda bir yerlerde mutlaka bir yıldız parlıyordur.” dediler.
Parlak yıldızları gözleriyle, hırçın suların çağıltılarını sesleriyle damlarımıza, çatılarımıza ve sokaklara taşıyarak doğanın hala bizden ümidini kesmediğini söylediler.
Onlar, göçmen kuşların ve leyleklerin sıcak diyarlara kanat açarak terk ettikleri çatılarımıza birer davetsiz misafir gibi geldiler.
Ve inatla şarkılar söylediler. Sevdiler, seviştiler...
“ Her doğan çocuk, tanrının dünyadan umudunu kesmediğini gösterir” sözünde olduğu gibi doğdular, doğurdular...
Yavrularının narin ve çelimsiz vücutlarında yeşertmeye çalıştıkları “umut”a meme verdiler.
İnsanların “dert ayı” olarak algıladıkları ve “mart ayı, vergi ayı” olarak dillendirdikleri bu zaman dilimini “Aşk-Sevgi” ayı
olarak yaşadılar...
Soğuk kış günlerinde, akrabalarının aksine göç etmeyerek kentlere sığınan serçelerin telaşlı cıvıltılarına ve sokak köpeklerinin mülteci havlamalarına yirmi değişik enstrüman ile eşlik ettiler.
makinaların uğultusunun, araba seslerinin, tekerlek ve motor gürültülerinin zaptettiği kulağımıza bir saklı sevinçle ışıl ışıl
bakan gözleriyle o “senfoni”yi fısıldadılar.
Sokakların; sevgiliye serenat yapan soylusu, kömürlüklerin “Halime”yi samanlıkta basan köylüsü ve damların kemancısı
Mart Kedileri...
Yaşamın; umut üreten, yüzü yağlı, patileri nasırlı ve gözleri aynı bizim gözlerimiz gibi bakan yarınsız işçileri...
Her yükselen gökdelende, her kapatılan balkonda, her kesilen ağaçta ve sokaklarda ölen her “tüylü sevgi neferiyle” bir enstrümanı yitirdiler...
Yüksek damlara, kapalı balkonlara ve kesilen ağaçların yerine kondurulan elektrik direklerine direnemediler.
Mart ayları otuz bir gün çeker. Her yitirilen seste otuz... Her doğmayan bebekte, yirmi dokuz.... Her........yirmi sekiz...
Her...........yirmi yedi...
İnsanoğlunun sevgisizlik ile tükettiği yaşamın mart aylarını, nostaljik melodiler ile bezediler...
Mart kedileri; dün ellerinde kemanlar, dillerinde sevgi türküleri söyleyerek girdikleri kentsel yaşamımızdan bugün hüzünlü
şarkılar söyleyerek yitip gittiler...

Gürkal Gençay
06.Mart.2000.Pazartesi
Deniz Köşkleri -İstanbul

* Global Dünya Dergisi - Nisan. 2000- 4 / Sayı: 193

* İşbu Makale Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No:483884125511
*********************************************************************************

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 24.6.2006 09:51:00
Hikayesi:


* EBU HÜREYRE: Hadîs rivâyeti deyince ilk akla gelen Ebu Hüreyre Hazretleri (radıyallahu anh) 'dir. Zira 5375 hadîsle en çok hadîs rivâyet eden Sahâbidir. Onun hayatı sâdece rivâyetlerinin çokluğu değil, hadîs öğrenmedeki aşkı, metodu, gayreti ve kabiliyeti, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve diğer sahâbelerle (radıyallahu anhüma ecmain) olan münasebetleri yönüyle de bizler için ibretlerle doludur. Ayrıca, başta müfrit şiîler, müsteşrikler ve bazı münâfık tabiatlılar olmak üzere bir kısım ölçüsüzler Ebu Hüreyre Hazretlerine dil uzattıkları için onun hayatı hakkında genişçe bilgi vermeye çalışacağız. Ebu Hüreyre Hazretleri (radıyallahu anh) Yemen'in Devs Kabilesi'ndendir. Hicretin yedinci yılında, Hayber seferi sırasında hicretle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'a dâhil olmuştur. Bâzı kayıtlara göre, müslüman oluş târihi bir kaç yıl öncelere iner ve Tufeyl İbnu Amr ed-Devsî'nin dâvetiyle İslâm'a girmiştir. Medîne'ye gelince Mescid'in Suffe kısmına yerleşerek Ashâb-ı Suffe'ye dâhil olmuştur. Asıl adı hususunda çokça ihtilaf edilmiştir. Nevevî'nin el-Esma ve'l-lügât'de kaydettiğine göre, otuz kadar farklı görüşten en doğrusu, onun adının, müslümanlıktan sonra, Abdurrahmân İbnu Sahr olduğudur. 'Ebu Hüreyre' künyesi, bir rivâyete göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilmiştir. Kedileri çok seven Abdurrahman, elbisesinin kolu içerisinde bir kedi taşımaktadır. Onu bu halde gören Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) , Arap örfünde câri olduğu şekilde 'Kedicik babası' mânasına gelmek üzere Ebu Hüreyre diye künyelemiştir. 'Hüreyre' Hirr kelimesinin ism-i tasgiridir. Hirr kedi demektir, hüreyre ism-i tasgir olunca kedicik mânasına gelir. Asıl ismi unutularak künye veya lakab veya nisbetiyle şöhret kazananlara her devirde, her yerde rastlanır. Nitekim Ebu Bekir es-Sıddîk Hazretleri de bunlardan biridir. Anlatılanlara göre peygamber efendimizin kedisinin ismi Müezza ' dır.. Hz. Muhammed kedisi Müezzayı o kadar çok severmiş ki, Müezza bir gün sedirde oturan Hz. Muhammedin giysisinin ucunda uyuya kalınca kediye kıyamayan Hz. Muhammed, giysisini keserek sedirden kalkmayı tercih etmiş. Müezza çok muhtemelen bir sokak kedisi... Mekkenin kavurucu sokaklarından Hz. Muhammedin ilgisi ile kurtulmuş. Kendisi de sıkı bir kedi dostu olan ve hadisleri aktaran Abu Hurayra (anlamı ' kedi babası ' demektir) Hz. Muhammedin kedilerin ticari alım satımını yasaklattığını söyler. Yine onun vasıtasıyla aktarılan bazı hadislerde ' kedisine eziyet eden bir kadının cehennemde çektiklerinden ' bahsedilir. Mesaj oldukça açıktır. Kedilere iyi muamele şarttır. Bir yılan Hz. Muhammede gelmiş ve kendisinden yardım istemiş. Hz. Muhammed de yılana yardım etmiş. Fakat yılan Hz. Muhammed’i sokmaya kalkışmış. O sırada bir adam yetişip kedisini yılanın üzerine salmış. Yılanın zehirli ısırığından kedi sayesinde kurtulan Hz. Muhammed kedinin sırtını okşamış. O gün bugündür kediler sırt üstü yere düşmezlermiş. ____________________________________________________________________________________________________________________ Doğadaki hiçbir canlının adı yoktur. Hiçbir hayvanın, bitkinin, canlının, cansızın... Hiçbir organizmanın adı yoktur doğada... Aslan; aslan olduğunu bilmez mesela... Ama doğa ona nasıl bir donanım sunduysa ona koşut yaşar... “Ha, ben aslanım, onun için kralım” demez... Güneş, güneş olduğunu bilmeden doğar... Şimdi biz ona “güneş” demeseydik eğer, doğmayacak mıydı her sabah? Bulutlar yağmur taşımayacaklar mıydı? “yahu, ben kimim” mi diyeceklerdi? Doğadaki bütün dinamikler etkileşim içindedirler. Canlı, cansız tüm unsurlar... Ama, hiçbiri isimleri üzerinden sürdürmezler ilişkilerini... Kozmos içinde aklımıza gelen herşeyi bir isimle tanımlıyoruz... Herşeyin bir adı var... Ama, bu durum insan beynine özgü bir durumdur... Sadece insanoğlu isimler üzerinden tanımlar ilişkilerini... Kediye kim “kedi” demiş? İnsan! .. İnsana kim “insan” demiş? İnsan! .. Şimdi biz, kuşlara “kuş” demeseydik uçamayacaklar mıydı? Elbette uçacaklardı... Doğada uçanıyla, kaçanıyla, yüzeniyle bir yığın canlı var... Ve doğanın bir de kuralı var... Bütün canlı dinamikler, birbirlerini tüketerek, birbirlerini öldürerek, birbirlerini yiyerek hayatlarını sürdürebilirler ancak... Doğada başka alternatif yoktur... Ve doğanın bütün canlılara verdiği bir de “ipucu” var... “Burada yalnızca güçlüler barınabilir” Ve dünya bir can pazarına dönüşür... Her alanıyla... Prensip olarak “doğa belgeselleri”ni izlemiyorum... Ama, bu prensibi koymazdan önce izlediğim filmlerde iki etçil yırtıcının birbirleriyle dövüşüp, öldürenin öleni yediğini... Çok izledim... Özel durumlar bunlar ama, gerekçesi önemli... “Açlık” Canlının varlığını, yani canlı olma durumunu sürdürebilme mecburiyeti iki aslandan birini “av”, diğerini “avcı” kimliğiyle tanır doğa... O aslanlar “Geyik” kimlikli bir av aramazlar... Bu pazaryerinde sana verilen isim üzerinden varlığını sürdüremezsin... Aç bir sırtlan, bir aslanı rahatlıkla öldürebilir mesela... Varlığını sürdürebilme adına... Bir aslanla dövüşmeyi göze alabilir... Artık burada kimliğin, yani isimlerin hükmü yoktur... İlk insanlar, avcılık ve toplayıcılık yaptıkları dönemlerde sadece ilk çağın diğer hayvanlarını avlamamışlardır.. İnsanoğlu kendi türdeşlerini de avlamış ve onları yemiştir... Antropofajik kaynaklar detaylı bilgi içermektedir bu konuda... Burada özne “CAN”dır... Kimliğimiz yaşamımız, canlılığımızdır... Canlı olma halimizdir... Doğadaki ilişkilerin tümü de canlı olma durumu üzerinden yürür... Ölü bir aslanın, yani besin zincirinin ilk halkası durumunda olan bir unsurun sistem içinde yeri kalmaz... Doğanın kendi varlığını bugünkü haliyle sürdürebilmesi hassas dengelerin sistematiği üzerinden oluyor. Evrimsel süreç içinde doğa kendi formasyonunu oluşturan, koruyan ve sürdürülebilir kılan ana dinamikleri omurgasına koyuyor... Bunlar, 1-) Flora (Bitkiler) * 2-) Fauna (Hayvanlar) ve 3-) Hayvansal ve bitkisel mikroorganizmalar... Bunların içinde “İnsan” diye bir dördüncü tür yok, dikkat ettiyseniz... İnsan (bu adı da kendine yine insan koymuş) fauna içinde yer alan diğer hayvanlardan biri sadece... Kuşlar, kelebekler, maymunlar, fareler gibi... Bütün diğer canlıların kimliği nasıl ki yalnızca “canlı” ise, aslında insanın da tek kimliği var... O da ”Canlı”... Yani, bir sokak köpeği ne ise, ben de o-yum diyebilmelidir insanoğlu... Ve, benim ne kadar yaşama gerekçem varsa, o sokak köpeğinin de o kadar var... Hatta onun daha fazla! ... Ahmet, Mehmet, Ayşe, Fatma, her ne ise... Herşeyin bir isimle anılıyor olması İnsanoğlunun hayatı birtakım harflerle, rakamlarla kodlayarak, formülleyerek kendi denetimi altına sokma çabalarının ilk adımı... Ötekileştirmeye kadar giden uzun bir koşunun ilk adımı... Önce türler isimlendiriliyor... Sonra o türler kendi içinde kategorize ediliyor... Ve yavaş yavaş hayat formüle ediliyor... Bu form içinde de, aynı ailenin içinde yer aldığımız hayvanlar âlemine karşı “öğretilmiş bir yabancılaşma”yla bakmaya başlanılıyor... Bugün, biz buna “türcülük” diyoruz... İnsan, önce ait olduğu aileyi inkâr etmiş, sonrada “insan” diye bir orijin türün olduğu iddiasını ezberletmeye çalışmıştır... Bütün toplumlarda bu böyle olmuştur... Özellikle tek tanrılı dinler dönemi diye söylenen, üç bin yıl önce başlayan süreçte... Birilerinin yazdığı şeyler “kutsal kitaplar” denilerek bir korku kültürü oluşturulmuş ve o kültürü içselleştiren toplum (adeta cıva gibi) hangi kaba koyarsan o kabın şeklini alır hale getirilmiştir... Kutsal diye anlatılan kitaplar, kimlerin öldürülüp, kimlerin yaşayabileceğine- kimlerin yenilip, kimlerin yenilmeyeceğine referans edilmişlerdir... Önce din savaşları... Sonra mezhep.... Sonra tarikat... Sonra müslüman Türk... Sonra en büyük Türk... Sonra, ya sev ya terk et! .... Sonra...... Sonra..... Savaşlar, kan, gözyaşı, sefalet, yoksulluk, sevgisizlik.... Her şey, bize bir isim verilmesiyle başladı.... “Canlı” kimliğimiz alınarak elimizden... Ve diğer canlılarla ortaklığımız buzlu bir camın arkasında hatırlanmamaya bırakıldı... Biz Abdulvahap’tık, o ise kınalı bir kuzu... Bize de hiç benzemiyor ki meret! E,kutsal kitap da yiyin diyor... E, tamam o zaman... Böylece ıskaladık, ortak kimliğimizin, ortak adımızın “canlı” olduğumuzu... Ve hala da ıskalıyoruz onların hayatlarının neredeyse bizimkiyle aynı olduğunu... Aşık olduklarını, sevdiklerini kıskandıklarını, seviştiklerini, anne olduklarını, çocuklarına meme verdiklerini unutuyoruz... Uyurken seyrederim kedilerimi... Çok güzel oluyorlar uyurken... Ağızlarını şapır şapır şapırdatarak uyurlarken, korkulu rüya gördüklerinde titrerlerken... Uyandırmak isterim... Elim öyle havada kalır, kıyamam... Hele bir de yellendiler mi, amele gibi kokuturlar ortalığı keratalar... Ben, hiçbir insanın bir köpeğin bakışları kadar güzel bakabileceğini düşünmüyorum... Öyle bilgece, öyle hüzünler içinde... Sanki kendine değil de, biz insanlara ağlarmış gibi... Bir kedi, bir köpek ya da hepsi... Aldığımızda kucağımıza hemen başlarını göğsümüze dayarlar... Dinlerler yüreğinizden gelen sesi... Çünkü içimizdeki meleğin ağırlığını ölçen kuyumcu terazileridir onlar... İnsan(ları) sevmiyorum... Benim derdim İnsan! - (lar) ise yaşadığımız dünyayı cehenneme çeviriyorlar.... Sevmiyorum insan(lar) ı....

Gürkal Gençay